Miraç Kandiliniz/ Bi’set Bayramınız kutlu olsun

Rate this item
(0 votes)
Miraç Kandiliniz/ Bi’set Bayramınız kutlu olsun

 Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya götüren O (Allah) yücedir. Gerçekten O, işitendir, görendir( İsra-1)

Recep ayının 27’si, Hz. Muhammed’in(sav) peygamberliğe tayin ediliş günüdür. Bu büyük bayram münasebetiyle Müslümanlara ve bütün insanlığa tebriklerimizi sunuyor, Ümmet-i Muhammed’in içinde bulunduğu acı durumdan kurtulması için Rabbimize dua ediyoruz.

Miraç (Arapça: معراج; bire bir yazımla Mirac), İslam mitolojik anlatımlarında, Hz Muhammed'in göğe yükselip, Allah’ın dergahına vardığı ve öte âlemleri ile arşı görüp geriye döndüğü rivayetlerine verilen isimdir. Bu rivayetler; Hz Muhammed'in kalbinin temizlenmesi, Burak, Refref ve Cebrail eşliğinde Mescid-i Aksa'ya gidiş (isra), Burak'ı bağlayıp peygamberlere namaz kıldırma, muallak taşından göğe yükselme, Allah ile konuşmalar, gök katlarında diğer peygamberler ile diyaloglar, cennet ve cehennemi görme ve geri dönme gibi bölümlerden oluşur.

"Kendisiyle yukarı çıkılan şey, merdiven" anlamına gelen kelime, Türkçeye "yükseğe çıkma" şeklinde çevrilir ve uruc (yükselme) kökünden gelir.[1][2] İsra, Arapçada gece yolculuğuna verilen isimdir. Muhammed’in geceleyin Mescid-i Haram’dan Burak adı verilen binek üzerinde Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürülmesini ifade eder.[3] Birlikte isra ve miraç olarak anılır.

   ***

 

Bi’set’in daha iyi anlaşılması için İslam İnkılabı lideri Ayetullah Hamanei’nin bu münasebetle yapmış olduğu konuşmalarından bazı pasajlar sunuyoruz:

“Nübüvvet ve Bi’set”

Nübüvvet bir kıyam ve bi’settir. Bir suskunluk ve durgunluk döneminden sonra ortaya çıkan bir yeniden diriliş ve atılım hareketidir. Bu inkılapçı kıyam, önce peygamberin kendi içinde, daha sonra çevresinde ve dış dünyada gerçekleşir.

Peygamberler, normal insandan daha üstün özelliklere sahip olduklarından, o denli büyük ve ağır bir mesuliyeti yüklenebiliyorlar. Ne var ki, bu üstün yetenekler, bi’setten önceye kadar üstü kapalı kalır ve bir süre içerisinde, peygamberler de toplumun diğer fertleri gibi hayatlarını normal olarak sürdürürler. İlahi vahyin gelişiyle birlikte peygamberin ruhunda yeni bir diriliş, değişme ve inkılap meydana gelmekte ve O’da kıyam etmektedir.

Bu ruhi inkılap, Resulüllah’ta vahyin ilk nameleriyle, yani “alak” suresinin nuzulüyle başladı:

“Yaratan Rabbinin adı ile oku. O, insanı kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O, (insana) kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti. Hayır (Rabbinin bu kadar iyiliğine rağmen yine de) insan azar. Kendini zengin(kendini yeterli) gördüğünde. Dönüş ise Rabbbinedir. ”(Alak/1-8)

 Nübüvvetin Felsefesi

İnsanın iç ve dış duyguları ve bunlardan daha üstün olan bilgisi, ona saadet yolunu göstermeye yeterli değildir. Bu yüzden, aklının yol göstericiliğinden daha iyi bir kılavuza ihtiyaç duyar. İşte bu kılavuz “vahiy”dir. Başka bir tabirle, insanı yaratan, onun eksiklerini, dertlerini, ihtiyaçlarını ve bütün bunların çözümünü bilen Allah(c. c), tarafından gönderilen bir kılavuza, vahye muhtaçtır insan. Bütün ilahi dinlerin savunduğu mantık ve nübüvvetin felsefesi, bundan ibarettir.

“İnsanlar bir tek ümmetti. Allah Peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte, hak kitaplar indirdi. Ancak kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden, onda ayrılığa düştüler. Allah, inananları, ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle hidayet etti. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder. (Bakara/213)

“Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar, hükümran, çok kutsal, güçlü ve hakim olan Allah’ı tespih ederler. Ümmi kimseler arasından, kendilerine ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen O’dur. Onlar daha önce, şüphesiz apaçık bir sapıklık içindeydiler. Onlardan başkalarına da -ki henüz onlara katılmamışlardır- (kitap ve hikmeti öğretmek üzere, peygamberi gönderen Allah’tır. ) O, güçlüdür, hakim’dir. Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lutuftur. Allah, büyük lütuf sahibidir. (Cuma/1-4)

Peygamberlerin Toplumsal Kıyamı

Peygamberler, sapıklığa uğramış toplum düzeni içerisinde, insan fıtratına uygun olan ve insanı her yönüyle geliştiren toplum düzenini kurmak, yani batılı ortadan kaldırığ, hakkı hakim kılmak için kıyam ederler.

Kainatın yaratılışıyla uygunluk içerisinde olan insan, yüceliğe ve olgunluğa doğru ilerlemesini sağlayan tabii bir yapıya sahiptir. Insandaki bu fıtri gelişme, ancak, insanın ruhi ve cismi yapısına uygun, kainatın yaratılış felsefesinden kaynaklana kuralların hakim olduğu bir çevrede kendini gösterebilir.

Tarih boyunca ortaya çıkan cehalet ve sapmalar sonucu, insanlığın fıtri yaratılışına uygun düzenler ortadan kaldırılmış ve insanlık dışı sistemler, insanlara empoze edilmiştir.

Peygamberler, insanı bu batıl çizgiden çıkarıp hak yola davet etmek için gönderilmişlerdir. Bu açıklamadan anlaşıldığı gibi cahiliyet ve sapıklığa batmış toplumda, köklü ve çok yönlü bir değişme gerçekleştirmek, toplumun batıl düzenini yıkıp yerine hak nizamını kurmakla görevlidirler. Peygamberin, toplumdaki bi’set ve kıyamının manası da budur zaten. Bu muhteşem kıyamla, cahiliyet düzenlerinde geçerli olan bütün gelenekler, değerler ve kanunlar yıkılmakta ve Allah’ın dini olan, doğru nizam ve kanun onun yerine konulmakta.

Nübüvvetin Hedefleri

Doğal olarak peygamberlerin en başta gelen hedefi, insanları fesad ve bataklıklardan kurtarmak ve onların yeteneklerini devreye sokarak, insanlığın en yüksek olgunluk mertebelerine ulaştırmaktır.

Insan, fazilet ve iyilik yeteneklerinin zengin birikintileriyle doludur. Doğru, sistemli bir eğitim görerek bu yeteneklerini ortaya koyup, üstün bir kemale ulaşabilir. Peygamberlerin gönderilmelerinden gaye de bu eğitim ve terbiyenin gerçekleştirilmesidir. Kur’an-ı Kerim, bu eğitimden “tezkiye” ve “talim” terbiyeleriyle sözetmektedir. Peygamberlerin doğru terbiyeleriyle insan bu merhalelere ulaşır ve yaratılışın son gayesi temin olur.

Ancak "insan sahib olduğu yeteneklerinden yararlanıp yükselebilmesi içn hangi yolu takip etmelidir" sorusuna peygamberlerin cevabı, insanın tabii yapısına uygun, müsait bir çevrenin oluşmasıdır. İşte bu çevre, tevhidi ve ilahi adilane olan bir toplum nizamıdır . Ancak böyle bir toplum düzeninde bulunmakla insanın hedefe doğru ilerleyişi kolaylaşıp süratleşir ve insanın kemale doğru ilerlemesi sağlanır.

Demek oluyor ki vahyi, insanlara nakletmekle görevli peygamberlerin asıl gayeye ulaşmak için güttükleri yakın bir hedefleri daha vardır. O da bir islami ve tevhidi bir toplum düzeni kurmaktır. Öyle bir toplum düzeni ki, tevhid ve adalet temelleri üzerine oturtulmuş ve her türlü zulüm, şirk hurafe, cahiliyet ve insani değerleri aşağılayan kötülülüklerden uzaktır.

Davetin İlk Sesleri

Peygamberlerin davetinde ilk şiar, onların getirdikleri mektebin(ekolün) en hassas noktasını, daha doğrusu temel prensibini oluşturan tevhid çağrısıdır. Diğer dünya görüşleri hatta inkılabçı metodları savunanlar tedrici olarak yani adım adım hedefe ulaşmayı tercih eder. Ve ilk ortaya attıkları şiarlarla sadece ortam hazırlamak gayesini güderler. Ama peygamberlerin metodu bunun tam tersidir. Peygamberlerin programında asıl anlatılmak istenen tevhid, ilk baştan söylenir. Peygamberlere iman edenler, daha ilk baştan bu bağlanışın yönünün ve doğuracağı sonuçların ne olacağını idrak ederek peygamberlere bağlanırlar.

Davet’in tevhid esasına göre yapıldığını görerek, ona bağlananlar da, ona karşı çıkanlarda bu yeni sistemin her türlü beşeri tahakküme, sınıfsal farklılıklara, sömürüye ve zülme karşı çıkacağını anlıyor ve yine öğreniyorlar ki bu ilahi sistemde hürriyet, sosyal adalet ve insana değer vermeye davet edilmektedir.

“Biz, her ümmet içinde: Allaha kulluk edin, tağuttan kaçının diye bir elçi gönderdik. Onlardan kimine Allah hidayet etti, onlardan kimine de sapıklık hak oldu. İşte yeryüzünde gezinde bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuştur. ” (Nahl/36)

Bi’setin, egemen sınıflara karşı mazlum ve mustaz’af kitleleri savunmak için toplumda yapılan köklü, temel bir değişim ve inkilaptan ibaret olduğunu gördük. Bu ise, nübüvvetin en önemli konularından olan çatışmalar ve cepheleşmeler meselesini ele almamızı gerektirdi.

Şurası açıktır ki; sınıfsal imtiyazlara karşı, ortaya çıkan bütün kıyamlar, hiçbir zaman ve hiçbir yerde kolay olmamıştır. Bu mücadelede hakkı elinden alınmış mahrum tabakalarla, topluma egemen, varlıklı tabakayı temsil eden taraflar cepheleşmişlerdir. Bu cepheleşmeler, bir dizi çatışmaların ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır.

Muhalif Gruplar

Peygamberlerin karşısında yeralan grupları tanımak için Kuranı Kerime dönelim. Kuran, bu gruplardan genel olarak bahsettiği gibi, bazı yerlerde isimleri ile de zikretmektedir. Bir yerde üç sınıfı temsil eden Firavun (hakim tabaka), Haman(nüfuzlu kişiler) ve Karun(servetliler)’den sözederken, başka bir yerde de bu üç sınıfa, ruhban ve ahbarı(sapık din adamlarını)da ekleyerek dört muhalif gruptan bahsetmektedir. Kuranı Kerim, peygamberlere karşı savaşanlar arasında bu dört grup-tağut, mele, müfrit, ahbar ve ruhban- üzerine durmuştur. Bu konuyla ilgili olarak Kuran'da yeralan bir çok ayetten yalnız birkaçını zikrediyoruz.

Nübüvvetin Sonu

Peygamberlerin davet ettiği yol, insanların fıtri ve tabii yaratılışlarına uygundur. Halkın o yolda hareket etmesi, tabii yollarıyla çelişmediği için azami sür’at ve kolaylıkla gerçekleşebilir. Oysa ki, tağuti düzenler, insanları bu tabii yoldan çıkarıp yaratılışına ters düşen bir yolda yürütmeğe çalıştığı için yıkılmaya mahkumdurlar. İşte bu temele dayanarak peygamberlerin çabalarının sonucunu kestirmek mümkündür.

Dar ve sathi görüşlerin aksine, peygamberlerin çaba ve hareketleri başarısız kalmış hareketler değildir. “Batıl”, tarih boyunca insanlık üzerine egemenlik kuramamıştır. Tarihin akşına peygamberler yön vermiştir. Bundan sonra da bu çizgi devam edecektir. Bu gerçek yolun habercileri, insanlık tarihinin her merhalesinde insanlığı ileriye, yani onun yaratılış olan gayesi yüceliğe ve kemale doğru götürmüş, bu yolda her türlü meşakkat ve eziyetlere katlanarak mücadele etmiş ve bu hidayet meş’alelerini Allah’ın emriyle bir sonrakine intikal ettirerek muhafa etmişlerdir. Günümüz insanı da her zamankinden daha fazla kendisini hidayet olmaya muhtaç görmektedir.

Bu tabii akım, insanlığın tekamülü yolundan bütün engelleri kaldırılarak, evrensel ilahi nizamın kurulacağı ve insanların doğru yolda ilerlemelerinin sağlanacağı güne ulaşıncaya kadar böylece sürüp gidecektir. Peygamberliğin izlediği yolun neticesi budur işte. . .

Önemli bir nokta da şu ki; her merhalede engeller olup, başarı iki faktöre bağlıdır: İman ve sabır. Bu akım içerisinde eğer başarısızlık görülmüşse, mutlaka bu faktörlerden uzaklaşmaktan ve zaferler de bu iki faktöre bağlılıktan kaynaklanmıştır.

Bütün peygamberler, hatta bazı dönemlerde zahiren yenilgiye uğrayanlar bile, insanların düşünce ufuklarını genişletmek ve onların ruhlarını etkileyerek daha ileri bir merhaleye ulaşmalarını sağlamak için, kendi hedefleri olan noktaya varmakta muvaffak olmuşlardır.

   ***

Resulullah (s.a.a), 40 yaşındaReceb’in 27. günü yani M. 610’da peygamberliğe seçildi.[1]

 

Hz. İmam Hasan Askeri’den nakledilen rivayete göre, Hz. Peygamber’in ömründen 40 yıl geçtiğinde Allah Teala, O’nun kalbini herkesin kalbinden daha yumuşak, daha huşulu, daha itaatli ve daha büyük gördü. Bundan dolayı O’nun gözlerine diğer bir nur verdi, gökyüzünün kapılarının açılmasını emretti, melekler akın akın yeryüzüne geldiler. Hz. Peygamber (s.a.a) onlara bakıyor ve onları görüyordu.

 

Allah Teala kendi rahmetini arşından Hz. Peygamber’in başına kadar yaydı. Cebrail, aşağı inerek, yerle göklerin arasını kapladı. Hz. Peygamber’in mübarek omzundan tutarak şöyle dedi:

 

“Ey Muhammed, oku!”

 

Peygamber (s.a.a); “Ne okuyayım?” dedi.

 

Cebrail şöyle dedi:

 

 “اقرء باسم ربک الذی خلق ؛ خلق الانسان من علق”

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.”[2]

 

Ondan sonra Cebrail ilahi vahiyleri Hz. Peygamber’e ulaştırdı...

 

Melekler gökyüzüne yükseldiklerinde, Peygamber (s.a.a) Mekke’yle üç mil mesafesi olan Hıra dağından aşağı indi. Yücelik nurları O’nu sarmıştı, kimsenin O’na bakmaya gücü yoktu. Her ağaç, ot ve taşın yanından geçtiğinde anlaşılır bir dille şöyle diyorlardı:

 

 “Selam olsun sana ey Allah’ın peygamberi! Selam olsun sana ey Allah’ın elçisi!”

 

Peygamber (s.a.a) Hatice-i Kubra’nın evine girdiğinde ev, yüzünün nurundan aydınlandı. Hatice; “Ya Muhammed! Sende gördüğüm bu nur nedir?” diye sordu.

 

Peygamber (s.a.a) cevabında şöyle buyurdular: “Bu peygamberlik nurudur; lâ ilâhe illellah Muhammed’un Resulullah de.”

 

Hatice hemen Allah’ın birliğine ve Peygamber’in Allah’ın elçisi olduğuna ikrar ederek O’na iman etti.

 

Hz. Muhammed’in Üstün Oluşu

 

Yüce Allah tüm varlıklar içerisinde en üstün insan olan Hz. Muhammedi peygamberliğe seçti. Acaba bunun nedeni ne idi?

 

Bu sorunun cevabını bizzat Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

 

“Ey Ahmed! Niçin seni diğer peygamberlerden üstün kıldığımı biliyor musun?

 

Arz etti: Hayır Allah'ım.

 

Buyurdu: Yakînin, güzel ahlakın, cömertliğin ve insanlara karşı çok sevecen olman dolayısıyla üstün kıldım.”

 

Yüce Allah başka kimselerin, yaratılmışların en hayırlısı olan Hz. Muhammed’de bulunan en üstün özellikleri bilip onlarla amel etmesi için böyle bir soru sormaktadır. Hz. Peygamber de saygıdan dolayı ve bütün ilminin Allah’tan olduğunu göstermek için “bilmediğini” arz ediyor. Sonrasında Yüce Allah, Hz. Muhammed’i diğer bütün peygamberlerden üstün kılan özelliklerini şöyle sıralıyor:

 

1- Yakînin Çok Oluşu

 

Yakîn insandan insana değişmekte ve sayısız dereceleri bulunmaktadır. Bazılarının yakîni çok bazılarının ise azdır, ama sonuçta bütün peygamberler yakîne ulaşmış kimselerdir. Peygamberlerin içinde yakînde en üst derecede olanlar, imamet makamına ulaşan peygamberlerdir. Bu peygamberlerin içerisinde en mükemmel şekilde yakîne ulaşanı ise Hz. Muhammed’dir. Yakînin en üst derecesi O’nda bulunmaktadır, bu yüzden de diğer peygamberlerden daha üstündür.

 

2- Cömert Oluşu

 

Hiç kimseden hiçbir şeyini esirgemezdi, elinden geldiği kadar insanların yardımına koşardı.

 

3- Güzel Ahlaklı Oluşu

 

Hz. Peygamber, herkese karşı sevecen, güler yüzlü ve sevgi doluydu, hatta düşmanlarına karşı bile en güzel şekilde davranırdı.

 

4- Bütün İnsanları Çok Sevmesi

 

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de, Peygamber’in bu özelliğini şu şekilde buyurmaktadır:

 

“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”[3]

 

Yüce Allah, Resûl-ü Ekrem (s.a.a.)’in diğer peygamberlerden niçin üstün olduğunu belirttikten sonra, şöyle buyurmaktadır:

 

“İşte yeryüzünün sarsılmaz direkleri ancak bu sıfatlarla böyle oldular.”

 

Bu büyük insanlar yeryüzünün direkleri, sağlam sütunlarıdırlar. Bunlar sayesinde dünya devamlılığını korumaktadır, eğer böyle insanlar olmasaydı, her şey yok olup giderdi. Hadisin orijinal metninde geçen “evtâd” kelimesinden de anlaşılan; peygamber olmayan bazı insanların da yeryüzünün direkleri olduğudur ve bu makama ulaşan kimseler mutlaka bu dört özelliğe sahiptirler.

1] - Kafi, c.4,s.149.

[2] - Alak/1-2

[3]  Tövbe, 128.

Read 948 times