کارگر

کارگر

Suriye'de yaşanan toplumsal olayların İslam dünyasında yeni bir mezhepçilik fitnesine yol açmasından endişe edilirken, 81 yıl önce Kudüs'te toplanan İslam Kongresi'nde alınan kararların ne kadar doğru olduğu bir kez daha görüldü.

 

Bir yılı aşkın süredir Suriye'de yaşanan toplumsal olayların İslam dünyasında yeni bir mezhepçilik fitnesine yol açmasından endişe ediliyor. 81 yıl önce Kudüs'te toplanan İslam Kongresi'nde alınan kararlar, İslam dünyasında mezhepçilik fitnesine karşı ne kadar uyanık olunması gerektiği konusunda tarihi bir vesika nitelinde.

10 Aralık 1931 tarihinde Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni'nin çağrısıyla toplanan Kongre kararlarında İslam topraklarına yönelik yabancı müdahaleye karşı İslam Birliği'nin tesisi ve İslam inancını ve değerlerini yaymak için etnik köken ve mezhep ayrımı yapılmaksızın Müslümanlar arasındaki işbirliği ve genel İslam kardeşliğini geliştirmek hedefleniyor.

 

“DIŞ MÜDAHALEYE KARŞI İSLAM BİRLİĞİ”

Adeta bu günler düşünülmüşçesine alınan kararların ilk maddesinde dünyanın her yerinden Müslümanların katılımıyla düzenli ve genel bir kongre düzenlenmesi öngörülüyor. İkinci maddede ise şunlar kararlaştırılıyor: “İslam inancını ve değerlerini yaymak için etnik köken ve mezhep ayrımı yapılmaksızın Müslümanlar arasındaki işbirliğini ve genel İslam kardeşliğini geliştirmek. Müslümanların menfaatlerini savunmak ve kutsal mekanlar ile toprakları herhangi bir müdahaleye karşı korumak. Müslümanlar arasındaki Hıristiyan misyonerlerin çabalarına ve kampanyalarına karşı savaşmak. İslam inancı birliği için üniversiteler ve akademik kuruluşlar açmak. Müslüman gençlere Arapça dilinin öğretilmesi için Kudüs'te Mescid-i Aksa Üniversitesi isimli bir üniversite açmak. Müslümanlar ile ilgili önem taşıyan diğer İslami konuları incelemek.”

22 ÜLKEDEN 153 ÖNCÜ İSİM

Adeta İslam Birliği'nin manifestosu niteliğindeki kararların altında ise 22 ülke ve bölgeden dönemin önde gelen Müslüman alim ve siyasetçilerinden oluşan 153 delegenin isimleri var. İslam Genel Kongresi'nin tertip heyetinde yer alan Tunuslu Şeyh Abdülaziz es-Sea'libi'nin “Kudüs İslam Kongresi'nin Arka Planı” ve Prof. Dr. Martin Kramer'in doktora tezi olan “İslam Kongresi” kitaplarında geniş bilgi verilen Kongreye katılan isimler arasında şunlar sayılıyor: Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni, Hind kıtasından Muhammed İkbal, Bosna'dan Şeyh Salim Efendi, Kafkasya'dan Şeyh Şamil'in torunu Emir Said Şamil ve Varşova'dan İyaz İsaki, İran Başbakanlarından Ziyaüddün Tabatabai, Mısır el-Ezher Üniversitesi Dekanı Reşid Rıza Cezayirli Emir Abdülkadir'in torunu Emir Said el-Cezairi, Suriye'nin ilk devlet başkanı Şükrü El Kuvvetli. Lübnan'ın bağımsızlığından sonraki ilk başbakanı Riyad El Sulh.

 

BİRLİĞİN SEMBOLÜ NAMAZ

Konferans oturumlarında alınan karar gereği Müslümanlar arasında birliğin sağlanmasının nişanesi olarak Şii din alimi Muhammed el-Hüseyin Al-i Kaşif, Sünni, Şii ve İbadiyye'lerden oluşan ve on bini bulan cemaate Mescid-i Aksa'da Cuma namazı kıldırdı. Al-i Kaşif'in, “İslam kardeşliğinin önemi ve İslam birliğinin tesisi” başlığıyla verdiği hutbede İslam Genel Konferansı'nda alınan kararları kimlerin nasıl engellemek isteyeceğine dair önemli tespitlerde de bulunduğu kayıtlarda yer alıyor.

 

Habervaktim.com

 

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Ali Ünal Beyefendi 30 Nisan tarihli Zaman Gazetesi'nde yayınlanan ''İslam Kardeşliği İçinde Şiilik Ve İran'' başlıklı yazısında bazı iddialarda bulunmuş.

Said'i Nursi'nin Lemalar'ında yer alan Sünnilere ve Alevilere yönelik vahdet çağrısıyla başlayan yazı maalesef aynı çizgide devam etmemiştir.

Bu yazımda, Ali Bey'in makalesine yönelik bazı itirazlarımı dile getirmeye çalışacağım İnşaallah.

Bilindiği gibi Said'i Nursi'nin Lemalar'ında geçen tarihi vahdet çağrısı gerçekten çok önemli. Said'i Nursi bu çağrısında ''Aleviler'' ifadesini kullanmıştır. Ali Bey yazısında ''Aleviler'' ifadesinden sonra ''Şiiler'' kelimesini parantez içinde belirtip, ''Bu ideal adına hareket ederken realite zemininde karşımıza çıkan en belirgin bir husus, şiilik ve İran meselesidir.'' diye yazarak asıl konuya girmiştir.

Her şeyden önce Said'i Nursi'nin yolunu takip ettiğini söyleyen Sayın Ünal'ın, Said'i Nursi'nin vahdet çağrısının muhatabının şiileri ve tabiki İran'ı kapsayıp kapsamadığı konusundaki görüşü net bir şekilde ortaya konmalıdır. Ali Bey'in yazısının geneli dikkate alındığında, kendisinin şiileri ve İranlıları, Said'i Nursi'nin vahdet çağrısına muhatap olarak görmediği gibi bir izlenim doğmaktadır. Kendilerinin yazısından alıntıladığım cümlede görüldüğü gibi, Şiilere ve İran'a ayrı bir alt başlık açmaktadır. İşte bu noktada Sayın Ünal'a yönelteceğimiz sorular şunlardır:

Ali Bey - yazımın devamında eleştiri konusu yapacağım - tarihi ihtilafları neden gündeme getirme gereği duymaktadır? Yoksa Said'i Nursi'nin bu tarihi ihtilaflardan haberi yok muydu? Said'i Nursi , tüm bu ihtilaflara rağmen vahdet çağrısı yapmamış mıydı? Öte yandan bir kitapçıktan ve Pakistan'daki mollaların Sünnilik aleyhindeki sözlerinden yola çıkarak, Şiiliği ve İran'ı hedef tahtasına oturtmak ne kadar gerçekçi ve insaflı bir harekettir?

Şii hadis âlimi Kuleyni'nin Kuran'ı Kerim'in değiştirildiğine dair Usul-i Kafi'de yer verdiği rivayetlere gelince; El Kafi Şianın en muteber ve en önemli dört hadis kitabından biri olmasına rağmen, bu kitapta yer alan hadisler şia uleması tarafından ictihadi bir üslupla incelenerek değerlendirmeye tabi tutulur. Bu kitapta bulunan bir hadisin kabul edilmesi için,onun bu kitapta veya diğer kaynaklarda yer alan sahih bir hadisle ve Kur'an ayetlerinde yer alan bir hükümle çelişmemesi şartı aranır. Bu çelişki olduğu taktirde o hadis kabul edilmez.

Bu zaviyeden baktığımızda söz konusu eserde Kur'an 'ın tahrifiyle ilgili olarak zikredilen hadisler şia açısından kabul görmemektedir. Zaten Sayın Ünal'da yazısında bunu ifade etmiştir. Fakat yazıdaki şu cümle yazının siyakıyla bağdaşmamaktadır; cümle şudur: ''Bu yanlış itikadınızı, eğer takiyye yapmıyorsanız, DÜZELTİNİZ.'' Yazının siyakına baktığımızda ''DÜZELTİNİZ'' yerine ''DÜZELTTİNİZ'' kelimesinin yazılması gerekirdi.

Burada ya editör yanlış yapmış ya da Sayın Yazar bir ''t'' yi koymayı unutmuştur.

Ayrıca istisnasız olarak bütün Şia alimleri Kur'an-ı Kerim'in tahrif edildiği iddiasını reddetmektedirler. Misal olarak Kum dini ilim havzasının müderrislerinden bir filozof, arif ve müçtehid olan Ayetullah Hasanzade Amuli, Kuran'ın tahrif edildiğini iddia eden biri çıkarsa onunla mübahale etmeye hazır olduğunu ilan etmiştir. Yani şii alimlerinin hepsi Kur'an'ın tahrif edilmediğine inanmaktadır. Bu inancını da ameliyle ispat etmektedir. Dolayısıyla bu tür hassas bir konuda şiilerin takiyye yapması söz konusu olamaz. Eğer biri çıkar ve şiiler bu konuda takiyye yapıyorlar diye iftira atarsa bendeniz o şahısla mübahale yapmaya hazır olduğumu bildiririm.

Maalesef bu takiyye konusunu da bazı art niyetli şia düşmanları biz şiilere karşı bir kılıç olarak kullanmaktadır.

Konumuzun dışına çıkmamak için bu hususa burada değinmeyeceğim. Öte yandan üzülerek belitmeliyim ki, Kur'an'ın tahrif edildiğine yönelik hadisler sadece şii kaynaklarda değil Sünni Hadis kaynaklarında da bulunmaktadır. Merak edip araştırma yapmak isteyenler için bu hadislerin sadece kaynaklarını vermekle yetiniyorum: Ed-Durr'ul Mensur cilt 5, sayfa 179,Dar-e Kutni c. 4 s.105, İbn-i Mace c.1 s. 265, Müslim c. 4 s. 167, Tirmizi c. 2 s. 309. (Tabi ki baskıya göre sayfa numaraları değişiklik arzedebilir. Ayrıca http://kevsernet.com/s ve c/243.htm adresinden bu konuyla ilgili hadislere ulaşılabilir.Yine Sünni hadis kaynakları ile ilgili olarak http://kevsernet.com/s ve c/25.htm adresine müracaat edilebilir.) Bazı Ehl-i Sünnet alimleri bu gibi hadisleri ''Tilavet Neshi'' olarak değerlendirmiş olsa da, söz konusu hadislerin açık anlamları bu yorumun mesnetsiz olduğunu ortaya koymaktadır. Fakat buna rağmen biz Ehl-i Sünnet'i, Kur'an'ın tahrifine inanmakla suçlamıyoruz. Çünkü bu tür suçlamalar her şeyden önce küfür dünyası karşısında Kur'an'ın konumunu zayıf düşürmek ve Kur'an'ı ilahi bir mucize olarak gören İslam Dini'ne darbe vurmak demektir. Çünkü bu tür şüphelerin yayılması sonucu kafirler, ''Sizin kendi aranızda Kur'an'ın sağlamlığı konusunda ihtilafınız vardır.'' Diyebilirler ve zaten diyorlar da. (Oryantalistlerin eserlerinde bu ifadelere rastlamak mümkündür.)

Bu konuda son olarak şunu söylemek istiyorum: Şia ulemasının bin yılı aşkın bir süreden beri görüşlerini inceleyen ve Şia aleminde Kur'an'a verilen önemden haberdar olan kimse bilir ki; Ehl-i Beyt mektebinde Kur'an'ın her türlü tahriften korunmuş olduğuna ve müslümanların elinde bulunan mushafta tahrifin olmadığına inanilmaktadır.

Ali Bey yazısının başka bir bölümünde Şia'nın İmameti 12 kişi ile sınırlamasını ve 12.İmam'ın gaybette olduğuna inanmasını da eleştirmiş. Bu konuda kendilerine Ehl-i Sünnet kaynaklarında yer alan bir hadisle cevap vermek istiyoruz: Cabir bin Abdullah şöyle diyor: ''

Allah'a, Rasulune ve emir sahiplerine itaat etmenin vacip olduğunu bildiren ayet indiği gün Peygambere sordum: 'Allah ve Rasulunü tanıyoruz. Ama emir sahiplerinin kimler olduğunu bilmiyoruz. Onlar kimlerdir?' Resulu Ekrem (saa) şöyle buyurdular: ' Onlar benim halifelerimdir. Onların ilki Ali Bin Ebi Talib, sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali Bin Hüseyin ( Zeynelabidin), sonra da Tevrat'ta Bakır diye anılan Muhammed Bin Ali'dir.Ey Cabir! Sen onu göreceksin. Gördüğünde benim selamımı ona iletirsin.

Ondan sonra Cafer Bin Muhammed Es-Sadık, sonra Musa Bin Cafer, sonra Ali Bin Musa, sonra Muhammed Bin Ali, sonra Ali Bin Muhammed, sonra Hasan Bin Ali ve en sonuncusu Allah'ın yeryüzündeki Hücceti, kulları arasında sakladığı, benim ismimi ve künyemi taşıyan Hasan Bin Ali'nin oğludur. ''

(Bu hadis, Ehl-i Sünnet'in şu kaynaklarında nakledilmiştir: Yenabiül Meveddet (Kunduzi El Hanefi ) s.114-117-494, Şevahi'düt Tenzil ( Hakim El Heskani El Hanefi ) c.1 s.148, Tefsir-i Fahr-i Razi c. 3 s. 357, Feradus Simtayn ( Hamavi) c.1 s.314)

Ayrıca hem bu hadis hem de Sünni kaynaklarda 12 Halife ile ilgili diğer hadisler, hakkı bulmak isteyen basiret sahipleri için çok önemli birer işarettir. Çünkü -

konu uzamasın diye buraya almadığım - hadislerde geçen bu 12 sayısına, aradan 14 asır geçmesine rağmen Şia'nin 12 İmam görüşünün dışında hiç bir Sünni alimden kesin ve kat'i bir yorum getirilememiştir.

Bu gerçekler ortadayken yazarın, Hz. Mehdi inancının ümmet arasında tefrika sebebi olduğunu iddia etmesine ise bir türlü anlam veremiyorum. Ayrıca

şiiliğin; sünnilik karşıtlığı üzerine oturan bir mezhep olduğunu, şiilerin sürekli olarak sünnilik ve sünni dünya ile uğraştığını ve şiiliğin Safevilerle birlikte İran'ın dini haline geldiğini iddia etmesini de Ali Bey'e yakıştıramadığımı ifade etmek istiyorum.

Bilindiği üzere 2. Halife zamanında fethedilen İran, 16. asra kadar sünniliğin merkezi olmuştur. Özellikle Gazneliler ve Selçuklular döneminde sünni İslam anlayışı topluma tamamen hakim kılınmış, bu inanca sahip olmayanlar baskı görmüş ve Rafizi damgası yemiştir. Sünni İslam'ın en önemli temsilcileri İranlılar arasından çıkmıştır.

İşte bu yüzden yazarın, Hz. Ömer İran'ı fethetti diye, İranlıların 2. Halife'ye ve Sünniliğe düşman olduğunu söylemesi tarihi gerçeklerle çelişmektedir ve bu, burada girmek istemediğim bazı konuların dezenformasyon taktiği ile üzerinin örtülmesi girişimidir.

Ayrıca şiiler tarih boyunca baskı ve zulüm altında yaşamış olmalarına rağmen, sahih şii geleneğe mensup alimlerimiz tarihin hiç bir döneminde sünniler aleyhinde fetva vermemiştir. Şah İsmail, Şii ulemadan Sünnilerin kanlarının helal olduğuna dair fetva vermelerini istemesine rağmen, Şii alimler bu fetvayı vermemiştir. Osmanlı'nın dağılma sürecinde İngilizler hem İranlı hem de Iraklı şiilere, Sünni Osmanlı'ya karşı beraber savaşmayı teklif etmiş ve fakat şii ulema bu teklifi reddetmiş ve Osmanlı ile birlikte İngilizlere karşı savaşmıştır. Fakat maalesef o dönemde Irak'ta bulunan bazı sünni aşiretler İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlı'yı arkadan vurmuştur. Ayrıca Çanakkale savaşına Osmanlı'nın yanında küffara karşı savaşmak için çok sayıda İranlı müslüman da katılmıştır. Iraklı şii ulema bu savaşta Osmanlı'ya yardım edilmesi için fetva yayınlamıştır.

Bendeniz şuna inanıyorum; Kur'an 'da bile Allah(cc) dini mübini İslam'ı insanlara dayatmazken yani dinlerini seçme işini onların hür iradelerine bırakmışken, bizlere ne oluyor da birbirimizi seçtiğimiz mezhepler üzerinden yargılayıp ötekileştiriyoruz?!

Tarih boyunca birbirimize kılıç zoru ve baskıyla mezhep dayatıyoruz. Bu manada Gazneli ve Selçukluların yaptığını da Safevilerin yaptığını da tasvip etmiyorum. Yüce Allah'ın insanların hür iradeleriyle yapacakları tercihe itibar edeceğini düşünüyorum.

Ümmetin çoğunluğuna uyma meselesine gelince; ümmetin çoğunluğu Sünni veya Hanefi diye, bizim de Sünni veya Hanefi mi olmamız gerekiyor? Ayrıca sorulduğu zaman kendini Sünni veya Hanefi olarak tanımlayan müslümanların yüzde kaçı sünniliği ve hanefiliği bilmektedir ki... Dünya müslümanlarının çoğunluğunun imanı taklididir. Oysa imanda taklit olmayacağı, Allah'ın kulun yakinine bakacağını herkes bilmektedir.

Sayın Ünal yazısının son bölümünde Anglo-Saxon -İsrail ittifakının, şii hilalini İslam dünyasının kalbine bir hançer gibi soktuğunu ve İran'ın da buna hizmet ettiğini iddia etmektedir.

Bilindiği gibi ''Şii Hilali'' kavramını tedavüle süren kişi Ürdün Kralı Abdullah'tır.Ürdün Kralı bu ifadeyi ilk defa 2004'ün sonunda verdiği bir mülakatta kullanmıştır.

ABD'nin 2001 yılında Afganistan'ı ve 2003'te de Irak'ı işgal ettiği ve yüz binlerce müslümanı acımasızca katlettiği bir zaman diliminde Kral Abdullah'ın bu kavramı ortaya atması ABD için adeta bir can simidi olmuştur. Müslüman halklar nezdinde tamamen şeytanlaşan ABD ve müttefikleri ve tabi ki İsrail, Abdullah'ın bu siyasi manevrasıyla az da olsa rahat bir nefes almıştır.Ali Bey'in iddia ettiği gibi bölgede oluşan şii hilali müslümanların parçalanmasına değil tam tersine ABD ve ortaklarının zulümleri karşısında güçlü bir direniş göstermelerine vesile olmuştur. 2006 'da Hizbullah'ın ve yine 2008'de Hamas'ın İsrail karşısında kazandığı zaferler bunun en açık delilleridir. Daha önce bir yazımda da ifade etmiştim, İran'a karşı olan bazı müslümanlar, ABD'nin izlediği politikalarla İran'ın bölgedeki nüfuzunu bilinçli olarak arttırdığına inanıyorlar. Buna örnek olarakta Irak'ın bugün İran'ın kontrolüne terk edilmiş olmasını gösteriyorlar. Bu müslümanlara göre ABD, İran'ın bölgede güçlenmesini ve diğer sünni ülkelerle çatışmasını istemektedir. Böylece ABD Ortadoğu'daki çatışma ortamını kullanarak çıkarlarını koruyacaktır.

Bendeniz bu teoriye katılmıyorum. Çünkü tarihi vakalar bu teoriyi çürütmektedir. İran'da 1979 'da İslam İnkılabı'nın gerçekleşmesiyle Ortadoğu'daki ileri karakolunu kaybeden ABD, yeni doğan bu İslam devletini daha kundaktayken öldürmek için piyonu Saddam 'ı İran'ın üzerine saldırtmıştır. 8 yıl süren savaşta İran çok büyük maddi ve manevi kayba uğramıştır. Ayrıca ABD, İran'ın Şah zamanından kalan milyarlarca dolarlık kaynağını hala bu ülkeye geri vermemiştir. Irak'ta üstlenen Halkın Münafıkları Örgütü'nü on yıllardan beri desteklemektedir. İran'a komşu olan tüm ülkelerde bilinen ve bilinmeyen çok sayıdaki askeri üssüyle İran'ı tehdit etmektedir. Bu listeyi uzatmak mümkündür. Eğer ABD'nin yapmış olduğu yanlış siyasi ve askeri hamleler İran'ın işine yarıyorsa bu, üretilen komplo teorilerine delil olamaz.

Hatırlanacağı gibi 27 Nisan'da Ak Parti Hükümeti'ne karşı TSK'nın yayınladığı bildiri ve Abdullah Gül'ün önünü kesmek için suni olarak çıkarılan cumhurbaşkanlığı krizi,geri teperek Ak Parti'nin oylarının artmasına sebep olmuştu. Olayları değerlendirirken İslam düşmanlarının basiretlerinin bağlanabileceği gerçeğini ve Allah'ın plan yapıcıların en büyüğü olduğunu gözden kaçırmayalım lütfen!

Ali Ünal gibi düşünen yazarlara şunu söylemek istiyorum: Şiiler ve İran konusunda önyargılarınızdan sıyrılarak İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamanei ve Ayetullah Sistani'nin açıklamalarını dikkate alırsanız şii dünya ile daha sağlıklı bir iletişim kurmuş olursunuz. Problem ve fitne gibi gördüğünüz bir çok konu da böylece hallolmuş olur.

Bu arada şu hususu da belirtmeden geçemeyeceğim; bugün şii dünya ile sünni dünya arasında varolan %10'luk ayrılığın bazı yazarlar tarafından gündeme getirilmesinin tek sebebi siyasidir. Eğer bugün İran, Şahlık düzeniyle veya laiklikle yönetiliyor olsaydı bu ihtilafların hiç biri gündeme getirilmezdi. Bu yazarlardan rica ediyorum, Allah rızası için birbirimize karşı dürüst olalım.

Son sözümüz yani yakarışımız ise Rabbimize: Ya Rabbena! Atalarımızın düştüğü yanlışlara düşmek istemiyoruz, taassup ve bağnazlıktan sana sığınıyoruz. Kalem sahiplerinin yazdıklarını sen görüyorsun ve onların kalplerinde sakladıklarını da biliyorsun. Kalemlerin kılıca döndüğü bu zaman diliminde- hangi mezhep ve dinden olursa olsun- taassup ve nifak ehlini ıslah et, eğer kabil-i ıslah değillerse onları kahret.

Nolursun sana sığınıyoruz, tekrardan müslümanların birbirini katlettiği günleri görmek istemiyoruz. Bu fitneye tahammül edecek takatimiz kalmadı, tarihe müdahale edecek eli dört gözle bekliyoruz. Beklentimiz uzun sürmesin yalvarıyoruz. (Amin!)

 

KEMAL KEMAHLI     03/05/2012

Salı, 08 May 2012 12:36

Mezhepçi Olmamak

Allah’ın adıyla

 

Müslümanların mezhepçi olunmaması konusunu ele almaları yerinde bir konu olarak söz konusu edilebilir. Mezhepçi olmamak, kendi mezhebinden olmayanları kardeşliğin dışında görmemek ve kardeşliğin gereği olarak birlik olmaktır. Farklılıkların bir gerçeklik olduğu bilinciyle hareket etmektir.

Ehlibeyt Haber Ajansı ABNA- Müslümanlar tarih boyu mezhepçi devlet yapılanmasının sorunlarını yaşamıştır. İnandığı gibi yaşamaya her zaman engeller oluşturulduğuna tarih şahit olmuştur..Özellikle Allah Resulü’nün Ehli Beyt’i ve onların uğradığı zulümler tarihte emsalsiz olmuştur. Müslümanların iktidarını ele geçirenler, Ehli Beyt ve taraftarlarına karşı tüm zamanlarda zulüm yapmışlardır.

İktidarlar, peygamberimizin Ehli Beyt’ini ve onların yolunda gidenleri kendileri için tehlike gördüklerinden yapmadıklarını bırakmamışlardır. Tarih boyunca Şiilere karşı zulümlerin yapılması, Sünni toplumlar tarafından bile normal görülür hale gelmiştir. Daha üzülünecek durum ise, âlim ve aydın konumundaki kimselerinde bu yanlışlığa ayak uydurma durumlarıdır.

Irak’ta binlerce Şii Müslümanın intihar saldırılarıyla katledilmeleri, âlim ve aydınların seslerini çıkarmak için bir neden değildir. Bu konularda konuşup yazan kimselere rastlamak mümkün olmamaktadır. Tarihin zalimlerini temize çıkaranların kalpleri karardığı için, Şiilere yönelik katliamlar geçiştirmektedir. İntihar saldırganların hiçbirinin Şii olmaması ve çoğunlukla Şiilerin hedef alınması, binlerce masum insanın katledilmesine karşı sessiz kalınma sebebi olmaktadır. Acaba tersi olsaydı âlim ve aydın bilinenler nasıl bir tepki ortaya koyarlardı?

Zamanımızda Sünniliği esas alan bir iktidar yoktur diyerek, şimdiki iktidarların yanlışlıklarında zamanımızın Sünni toplumlarını dışarıda tutabiliriz. Bunu dışarıda tutanların kendi yaklaşımlarına tutarlı olabilmeleri için Sünnilik adına laik Türkiye ya da Amerikan uşağı Katar ve Suud gibi ülkeleri Sünnilik adına savunmamaları gerekir. Laik bir ülkeyi Sünnilik adına savunulamaz. Suniliğin laiklikle ne alakası vardır? Milliyetçilik adına ulusalcılık adına hangi ülkeyi savunma ihtiyacı olan varsa savunsun.

Zamanımızda İslam dünyasında Sünniliği esas alan bir iktidar bulunmamaktadır. Eğer bu dediğimiz doğruysa Şiilik – Sünnilik mücadelesinin devlet düzeyinde düşünülmemesi gerekir. Artık kimse Şii İran İslam Cumhuriyeti ve Sünni Suud arasında mücadeleden bahsetmesin. Suud krallığı Suud krallığıdır. Bu krallığın Sünnilikle alakası yoktur. Amerikan uşağı bu iktidarların ne İslam’la nede Sünnilikle alakası yoktur. Bunları Sünnilikle ilişkilendirenler, Sünniliğe de hakaret etmiş oluyorlar.

Zamanımızda İslam’a dayalı tek devlet vardır. O da İran İslam cumhuriyetidir. İslam Cumhuriyeti’de başta Büyük Şeytan olmak üzere dünya küfrüne ve uşaklarına rağmen İslam’a dayalı yolunda kararlılıkla yürümektedir. Acaba İslam cumhuriyeti mezhepçi bir yapıda mıdır?

Bu sorunun cevabını doğru anlamak için yersiz ve cahilce yaklaşımlardan kurtulmak gerekiyor. Ehli Beyt yoluyla gelmiş İslami anlayış ve yaşayışı İslam dışı zanneden cahillik var olduğu sürece bu sorunun cevabı da anlaşılmayacaktır. Şiilerin inançlarını bilmeden mahkûm edenler İslam cumhuriyetini de değerlendirme yapmadan mahkûm etmektedirler.

İslam tarihinde Resül’ü Ekrem’den sonra Rahmetli İmam Humeyni’nin önderliğiyle yapılan inkılâbın emsali olmamıştır. İslam’a dayalı olmaya inanan ve bunu gerçekleştirecek bir önderliğe sahip olan ancak İslam inkılâbı olmuştur. İslam dünyası için (şiisiyle- sünnisiyle) tek pratik bir örnek olmuştur. Velayeti fakih sisteminin alternatifi de hiçbir zaman pratikte olmamıştır.

Aynı zamanda fakih, arif ve önderliği kâmilen şahsında toplamış başka bir örneği de değerlendirme imkânı olmayan bir ümmetin evlatlarıyız. Tarihte Müslümanların önderliğini ele alanlardan hem bir müçtehit, hem bir arif hem bir filozof var mıdır? Ya da bu özelliklerden bir tanesine sahip olan biri olmuş mudur? Mesela bir müçtehit olan var mıdır? Yazık ki bu zaviyeden tartışmalar olamamaktadır.

İran İslam inkılâbı acaba mezhepçi yapıda mıdır? Varoluş biçimiyle İslam tarihinde emsalsiz olan bu inkılâp, mezhepçi olmamakla da emsalsizdir. Buna otuz yıllık geçmişi şahittir. Otuz küsur yıldır gerek Rahmetli İmamın gerek İmam Hameni’inin (Allah onu korusun) yaptıkları tüm konuşmaları ele alıp inceleyen zerre kadar mezhepçiliğin olmadığını görür. İslam dünyasının merkezi sorunu Filistin sorunudur. Bu soruna yaklaşım İslam inkılâbının mezhepçi olup olmadığını ortaya koyar. Filistin için Kudüs için canlarını ortaya koyan Hamas ve İslami Cihad gibi hareketler şahit ki zerre kadar mezhepçilik yapılmamıştır. İslam inkılâbı, Filistin davasından dolayı dünya küfrünün tüm komplolarıyla karşı karşıya kalmıştır. İsrail’e bir taş bile atmamış olanların İslam inkılâbını mezhepçilikle suçlamaları insanlık dışı bir tutumdur. Müslümanların ortak sorununu çözmek için tek başına mücadele eden bir devlet asla mezhepçi olamaz.

 

Hüseyin TAŞ

 

 

Siyonist İsrailli yetkililer, bu rejimin petrol ihtiyacının yüzde 70’inin Azerbaycan cumhuriyeti tarafından temin edileceğini bildirdiler. Azerbaycan ve Siyonist İsrail uluslararası kurumu genel müdürü Leo Spiwak, APA haber ajansına yaptığı açıklamada, Siyonist İsrail rejiminin dışişleri bakanı Liberman’ın Bakû ziyaretinde Azerbaycan cumhurbaşkanı ilham Aliyev ile görüşmesinin asıl sebebinin bu rejimin petrol ihtiyacının temin edilmesi olduğunu söyledi.

 

Söz konusu Siyonist yetkili, ırkçı İsrail ile Azerbaycan cumhuriyeti arasında iktisadi ve siyasi ilişkilerin en üst düzeyde olduğunu belirterek, bu doğrultuda Bakû yönetiminin Tel Aviv’in ihtiyaç duyduğu petrolün %70’ini temin edeceğini bildirdi.

Söz konusu Siyonist yetkili ayrıca ırkçı İsrail'in işgalindeki Filistin topraklarında bulunan Ermenilerin, mayıs ayı başlarında sözde 'Ermeni soykırımı' ila ilgili merasim düzenleyeceklerinin altını çizdi. Bu konu Siyonist rejim ve Azerbaycan cumhuriyetinden işgal edilen topraklara göç eden Yahudilerin denetiminde gerçekleşecek.

Bu arada Ermenilerin ırkçı İsrail meclisinde sürekli olarak Ermenilere yönelik soykırımın gündeme getirilmesini istedikleri, ama bu konunun Uluslararası İsrail ve Azerbaycan Kurumu başkanı Alex Miller tarafından engellendiğini ileri sürdü.

Uluslararası İsrail ve Azerbaycan Kurumu başkanı Alex Miller'in Azerbaycan’la ilgili olarak yaptıkları açıklamalar, ve Ermeni soykırımıyla ilgili merasimlerin düzenlenmek istendiği ama kendilerinin engel olduğuna dair işgal rejimi tarafından açıklamaların yapılması son derece dikkat çekicidir. Zira, ırkçı İsrail rejimi, nüfus ve toprak açısından bakıldığında bir İslam ülkesi olan Azerbaycan cumhuriyetine 1.6 milyar dolarlık silah satış anlaşmasını imzalamanın sevincini yaşıyor. Sızan haberlere göre, söz konusu anlaşmanın imzalanmasının en önemli şartı da, söz konusu silahların Ermenistan’a veya Karabağ konusunda kullanılmaması şartıdır. Yani Azerbaycan cumhuriyetinin ırkçı İsrail’e ödediği milyarlarca dolarlık silah asla bu ülkenin işgal altındaki topraklarının kurtarılması için kullanılmayacak; aksi halde böyle bir anlaşma otomatik olarak feshedilmiş sayılacak.

Günümüz dünyasında kalkınmakta olan ülkelerin ve silah sanayici ülkelerin en büyük hedeflerinden biri çok fazla silah satmak ve ham maddeyi en ucuza almaktır. Bu doğrultuda haydut rejim İsrail'in Azerbaycan cumhuriyeti ile imzaladığı silah satış anlaşmasına bakıldığında Siyonist rejimin Azerbaycan aleyhinde her türlü şartı dayattığı ve öte yandan kendi petrol ihtiyacının da önemli bölümünü çok uygun fiyata temin ettiği anlaşılıyor.

Bundan dolayı Aliyev yönetiminin Siyonist İsrail ile imzaladığı anlaşmanın bu ülkenin geleceğiyle ilgili çok büyük kaygılara da neden olacağı açık bir gerçektir. Zira, Azerbaycan cumhuriyeti yetkilileri ve bizzat cumhurbaşkanı Aliyev, sürekli olarak Ermenistan’ın işgalindeki Karabağ ve diğer toprakların gerekirse askeri yolla alınacağını bildirmektedirler. Ama öte yandan Avrupa Güvenlik ve işbirliği Konferansı Minsk grubu, her iki ülkeyi yeni bir savaşın başlaması konusunda ciddi bir şekilde uyarmaktadır. Ama işin ilginç yanı ise, Azerbaycan cumhuriyeti yetkililerinin, Minsk grubu, ırkçı İsrail rejimi ve bazı Avrupa ülkelerinin sözlerini ciddi bir şekilde dikkate almaları ve onların siyasetlerini takip etmesidir. Azerbaycan cumhuriyeti yöneticileri kendi halkına karşı baskıcı siyasetlerinin tam tersine, ecnebi ülkelerin sözlerine önem vermekte ve baş eğmekte.

Burada akla bir soru geliyor. Eğer Azerbaycan cumhuriyeti, Ermenistan’ın işgalindeki Azeri topraklarını geri almak için kullanmayacaksa, ırkçı İsrail’den aldığı milyarca dolarlık silahları kime karşı kullanacağı sorusu kafaları kurcalamaktadır. Irkçı İsrail’in petrol ihtiyacının yüzde 70 kadarını temin etmeye dair söz veren Azerbaycan cumhuriyetinin İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi olduğunda siyasetlerinin son derece tezat dolu olduğu görülüyor.

Azerbaycan cumhuriyetinin, binlerce Filistinli, Lübnanlı masum insanını kanını akıtan bir rejimle ilişkilerini böylesine geliştirmesi kuşkusuz Bakû'nün İslam ülkeleriyle ilişkilerinin de bozulmasına neden olabilir.

Bu arada unutulmaması gereken bir konu da, ırkçı İsrail rejiminin, bu zamana kadar Azerbaycan cumhuriyetinin Ermenistan tarafından işgal edildiğine dair BM genel kurul oturumlarında, Amerika, İngiltere, Fransa ve diğer Avrupa ülkeleri gibi Ermenistan lehine oy kullanmasıdır. Ama İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi ülkeler ise her zaman Azerbaycan cumhuriyeti lehine oy kullanarak uluslar arası teşkilatlarda Azerbaycan cumhuriyetinin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığına destek vermiştir.

Esedullah Menferit

ABD ordusundaki 1.4 milyon muvazzaf askerden 350 bini 130 ülkede bulunan toplamda 750’den fazla ABD üssünde konuşlandırılmış durumda. Ortadoğu’daki dengeleri bir nebze olsun İran’dan yana değiştirse de ABD, Türkiye dahil birçok bölge ülkesinde bulunan üsleriyle İran’ı çepeçevre sardı.

Ehlibeyt Haber Ajansı ABNA- Amerikan askerlerinin 2011 yılı sonunda Irak’tan çekilmesi, Ortadoğu’daki dengeleri bir nebze olsun İran’dan yana değiştirse de ABD, Türkiye dahil birçok bölge ülkesinde bulunan üsleriyle İran’ı çepeçevre sardı.

El Cezire’nin haberine göre, ABD ordusundaki 1.4 milyon muvazzaf askerden 350 bini 130 ülkede bulunan toplamda 750’den fazla ABD üssünde konuşlandırılmış durumda. Bu üslerden bir kısmı Soğuk Savaş döneminden kalma ve Avrupa'da bulunuyor. Ancak büyük bir çoğunluğu Ortadoğu’daki çatışma alanlarının ya göbeğinde ya da çok yakınında bulunuyor.

Ortadoğu’daki ABD üslerinin bugünkü öncelikli amacı Tahran’ın eylemlerini göz hapsinde tutmak ancak İran küresel bir “tehdit” söylemine dönüşmeden çok önce bu askeri birliklerin bölgedeki varlığı hissediliyordu.

Georgetown Üniversitesi’nin Katar’da bulunan Uluslararası ve Bölgesel Çalışmalar Merkezi Direktörü Mehran Kamrava, ABD’nin birinci Körfez Savaşı’ndan önceki dönemde Ortadoğu’da var olma isteğini üç sebeple açıkladı: “Petrol kaynaklarını güvence altına almak, İsrail devletinin güvenliğini sağlamak, ABD’nin çıkarlarına karşı tehditlerle mücadele etmek.”

 

Fars Körfez ülkeleri gönüllü

Fars Körfez ülkelerinin de güvenlik politikaları kapsamında ABD’nin varlığını desteklediğini belirten Kamrava, ABD kuvvetlerinin gerektiğinde güç gösterisinde bulunma potansiyeline de sahip olduğuna dikkat çekti.

Kamrava, “Dolayısıyla üsler aslında İran yüzünden kurulmadı ama İran ABD’ye üs sayısını artırmak için ikna edici bir gerekçe sağlamış oldu. Bununla birlikte ABD’nin bu üslerle İran’ı çevrelediğini görmek için dahi olmaya gerek yok” diye konuştu.

Tahran’la tansiyonun 2012 başından itibaren yükselmesiyle İran’ın çevresindeki üsleri gösteren haritalar sosyal medya platformlarında yayılmaya başladı. Buna göre, 11 Eylül saldırılarından önce çoğunlukla Avrupa ve Doğu Asya’da kümelenen ABD üsleri, son 10 yılda Irak ve Afganistan savaşlarının da bir sonucu olarak Ortadoğu’da yoğunlaştı.

Hali hazırda bölgede olan ABD güçleri de Suudi Arabistan gibi ülkelerden çekilerek ABD yanlısı diğer Körfez ülkelerine taşındı.

 

125 bin asker var, yerleri belli değil

ABD’nin Florida eyaletinde bulunan ordu Merkezi Karargahı’ndan (CENTCOM) edinilen bilgiye göre, İran’ın yakın çevresinde 125 bin kadar ABD askeri bulunuyor. Bu askerlerin 90 bini Afganistan’da, 20 bini Yakın Doğu’daki başka ülkelerde, 15-20 bin kadarı ise deniz araçlarında.

Ancak bu askerlerin bulunduğu ülkelerin konuyla ilgili hassasiyetleri doğrultusunda detaylı bir açıklama yapılamıyor. Sadece Beşinci Filo’nun Bahreyn’de olduğu, Arifjan, Bühring ve Patriot üslerinin ise Kuveyt’te olduğu açıklanıyor.

Bunun dışında Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Türkiye, İsrail, Türkmenistan ve Kırgızistan’da ABD güçleri olduğu biliniyor. ABD, Kafkaslar’da Gürcistan ve Azerbaycan’la da yakın işbirliği içinde.

Pakistan’ın NATO ikmal yollarını kapatmasının ardından, Özbekistan, Tacikistan gibi Orta Asya ülkeleri daha da önemli hale geldi. ABD’nin bölgede kontrolü sağlamak için doğrudan Çin ve Rusya’yla rekabete girmesi yeni bir “Büyük Oyun”la ilgili endişeleri güçlendirdi.

 

Yüzen üs geliyor

Körfez’de, özellikle de Kuveyt’te 2012 yılında ABD askeri varlığında ciddi bir artış oldu. Bununla birlikte Pentagon, son dönemde asıl önceliğinin yerel güçlerle işbirliği içinde çalışacak daha küçük ve esnek birlikler olduğunu ifade etti. Yetkililer, Körfez’deki bu artışın amacının savaşa hazırlık değil herhangi bir duruma hızlı tepki verebilmek olduğunu belirtti.

Karadaki üslerin dışında, ABD Donanması 2012 yazında bir yüzen üssü de devreye sokmayı planlıyor. Bazı değişikliklerden geçirilen USS Ponce savaş gemisi donanma tarafından korsanlarla mücadele ve İran’ın kontrolü için kullanılacak. Fransa’nın nükleer enerjiyle işleyen savaş gemisi Charles de Gaulle de Şubat ayında Körfez’e gönderilmişti.

Türkiye, İsrail, Cibuti ve Diego Garcia’daki ABD üsleri CENTCOM’un komutasında değil. Ancak İran’la bir çatışma anında buraların da kullanılması söz konusu.

Haritada gösterilen noktaların yanı sıra, ABD’ye ait küçük üsler ve diğer ülkelerde bulunan ABD askerlerinin kullandığı üsler de bulunuyor. Ancak bu üslerin yerleri konusunda tam bir gizlilik söz konusu.

Sünni Din Okulları Planlama Konseyi yetkilisi Abbas Farazi, Sünnilerin havza ilimlerinin organize edilmesi programı çerçevesinde 30 bin öğrenci ile 330 okulun ülkede faaliyet gösterdiğinin belirlendiğini söyledi. Şu ana kadar İran genelinde kaç Sünni okulunun olduğu ve öğrenci sayısı tam olarak bilinmiyordu.

Farazi “2 bin 500 okul Sünni öğrencilerin eğitimi ile ilgilenmektedir. Bunlardan 1100’ü resmi olarak bu sorumluluğu üstlenmektedir” dedi.

İran genelindeki Sünni medrese sayısı ve buralarda okuyan öğrenci sayısının açıklanması İran düşmanlarına ağır bir darbe oldu. İran düşmanları bu konuyu her zaman suistifade etmiş ve İran’da Sünnilerin okuma hakkı olmadığı ve medreselerinin bulunmadığı yalanını atmaktaydılar.

 

Batının Suriye’yi Düşürme Planları / Arabistan ve Yemen’in 3-4 Parçaya Bölünmesi

Fars Haber Ajansının bildirdiğine göre el-İntikad Haber Ajansında yayınlanan makalenin üçüncü ve son bölümünde Amerika’nın bölge ülkelerini parçalama planları içinde Suriye’deki olaylara değinilmiş ve Suriye’deki hadiselerle Libya’dakiler arasındaki irtibat Libya’nın parçalanması meselesinden sonra incelenmiştir.

Rusya’nın BM temsilcisi Vitaly Churkin’in Suriyeli muhaliflerin devrimden sonra Libya topraklarında eğitim gördüklerini açıklamasından sonra Libya ile Suriye olayları birbirleriyle ilintilendirilmeye başlandı.

Vitaly Churkin, “Kendilerine Suriyeli devrimciler diyen bir grup için Libya’da özel eğitim merkezi kurulduğunu ve bu ülke yetkililerinin de bu merkezi destekledikleri haberlerinin Rusya’ya ulaştığını” söylemişti.

Vitaly Churkin sözlerinin devamında “Suriye yönetimine muhalif kimseler bu merkezde gerekli eğitimi aldıktan sonra çatışmalara katılmak için Suriye’ye gittiklerini ifade ediyorlar” demişti.

Libya Batı’nın Suriye Aleyhindeki Komplolarına Niçin Aracı Oldu?

Vitaly Churkin’in bu önemli açıklamaları Suriye’deki gerçeklerin sadece bir kısmını göstermektedir. Avrupalıların da içlerinde olduğu farklı ülkelerin vatandaşları Beşşar Esed yönetimini düşürmek için çabalamaktadırlar.

Libya, diktatörlük ile Milli Konsey arasındaki aşamada kaybolduğu bu dönemde Batılıların Suriye hakkındaki projelerini icra etmek için en iyi rolü oynayacak durumdadır. Zira bu ülkede yaşanan kaos ve hareket etmeye başlayan parçalanma treni Milli Konseye Şam aleyhindeki faaliyetlerin sorumluluklarından kaçınma imkanı vermektedir. Bu durum Libya’nın yeni hükümetinin nihai bir şekilde iş başına gelip Libya’nın her tarafında hâkimiyetini kuracağı güne kadar geçerli olacaktır.

Bu yüzden Esed’in düşmesi hususunda bir şeyler yapmak isteyen ülkeler için en iyi seçenek Libya’dır. Tabii Arabistan ve Katar gibi ülkeler de açık bir şekilde Suriyeli muhaliflere para ve silah yardımı yapılmasının zaruretini dillendirmektedirler. Farklı haber kaynaklarından elde edilen bilgilere göre Arabistan silahları Suriye devleti aleyhinde kullanılmaları için Ürdün ve diğer ülkelerin topraklarından Suriye’ye intikal ettirilmektedir.

 

Batılılar Tarafından Suriye’nin Parçalanması Planının Aşamaları

Bütün bu olaylar resmin bütününü göstermektedir. Bazı ülkeler Suriye’deki olayların artarak bunun çatışmalara dönüşmesini ve oluşacak kaos ile Suriye toplumunun içersindeki ayırımı arttırmak istemektedirler. Zaten iç savaş başlarsa artık bunu durdurmak çok zor olacaktır. Özellikle bu savaş din ve mezhep elbisesine bürünür ve Suriye toplumunun farklı yapıları arasındaki güveni ortadan kaldırarak ihtilafları daha da derinleştirirse bunun önünün alınması imkânsız olacaktır. Bütün bu aşamalar Suriye’nin psikolojik parçalanmasıyla beraber bölgesel ve mezhebi ayrışmasını da kendisiyle birlikte getirebilir. Bu Suriye’deki her hareketin alt yapısı sayılmaktadır. Güvenli bölgelerin oluşturulması ve komşu ülkelerde insani yardım koridorları ile mülteciler için kampların kurulması gelecekteki bu parçalama planı için zemin hazırlamaktır. Nitekim bu planlar daha önce Irak ve Sudan’da kullanılmıştır.

Suriye aleyhinde hazırlanan planlar zamanla meselenin Beşşar Esed’i devirmekten öte bir şey olduğu göstermiştir. Hedef bu ülkenin parçalanması ortamını hazırlamak için Suriye’de yönetimi düşürmek, ülkede kaos yaratmak ve iç savaş başlatmaktır. Batılıların ve Arapların hareketleri de bu teoriyi doğrulamaktadır. Batının Suriye’yi parçalama temayüllerini gösteren birçok nişane ve belge vardır. Nitekim bazı politikacılar bunu aleni bir şekilde dile de getirdiler. Bunlardan biri Velid Canbolat’tır. Lübnan’ın el-Ahbar gazetesinin 7 Martta yayınladığı haberinde Velid Canbolat Londra’ya gitmeden önce partisinin yetkililerine yaptığı konuşmada “Beşşar Esed’in artık iş başında kalamayacağını, Suriye devletinin de Sünniler ve Aleviler olmak üzere iki devlete parçalanacağını ve Suriyeli Dürzîlerin Sünnilerin yanında yer alacaklarını” söylemişti.

 

Fransızların Suriye’yi Parçalamak İçin Yaptıkları Geniş Araştırmalar

Bu, iki ay önce Fransa’da yapılan bir araştırmanın da ulaştığı bir sonuçtur. Bu proje Fransa İstihbarat Araştırma Merkezi ile Uluslararası Terörizm ile Savaş ve Terör Mağdurlarına Yardım Araştırmaları Merkezi tarafından masaya yatırılmıştır. Bu projede yer alan farklı uzmanlardan heyet Suriye’deki olaylar hakkındaki değerlendirmelerini tarafsız olarak yazmak için 3–10 Aralık tarihinde Suriye’ye gitmişti.

Bu heyet Suriye dışındaki farklı muhalif grupların temsilcileri ile yaptıkları görüşmelerin ardından değerlendirmelerini bitirdiler. Söz konusu heyet araştırmaları için Avrupa’daki Ortadoğu uzmanlarıyla, Rusya, Avrupa ve Arap ülkelerindeki birçok Suriye vatandaşı diplomatla, istihbarat örgütleriyle, insani yardım kuruluşları ve uluslararası gazetelerin muhabirleriyle de görüştüler.

Bu araştırmalar şunu gösteriyordu: Suriye’nin Lübnanlaştırılması, Suriye’de mezhebi ve kavmi çatışmaların çıkması ve bütün ülkeyi kapsayan iç savaşın gerçekleşmesi kesin değildir. Ancak uzmanlar muhaliflerin uluslararası müdahalelere ümit bağladıkları için silahlarını bırakmayacaklarına ve Suriye olaylarında üç olası büyük tehlikenin mevcut olduğuna vurgu yaptılar.

 

Bu araştırmanın işaret ettiği bu üç olasılık şunlardır:

1- Bölünme ve ardından mezhebi ve etnik temizlik. (Dayton Anlaşmasında ve eski Yugoslavya’da vuku bulan olaylar gibi)

2- Sorunu çözmek için Libya örneğinde olduğu gibi azınlıkların ve diğer taifelerin Lübnan’a gönderilmeleri

3- 1989’da Lübnan’da yapılan taifeler anlaşması esas alınarak farklı gruplara dayanan liberal bir sistemin kurulması.

 

Batılıların Hedefi Beşşar Esed’i Devirmekten Öte Bir Şeydir

Bu araştırmada, Suriye olayları hakkındaki değerlendirmelerde ilginç bir noktaya değinilmiştir; bu stratejilerin yerel, bölgesel ve uluslararası boyutlardaki asli hedefi Suriye’deki Beşşar Esed yönetimini devirmek değildir. Zira bu yönetim yapacağı bazı reformlarla bölgede daha ılımlı bir politika güdebilirdi. Bilakis hedef, Suriye toplumunu ortadan kaldırmaktır.

Bu cümle Beşşar Esed aleyhindeki bölgesel ve uluslararası bütün faaliyetlerin nedenini anlatmaktadır. Bu faaliyetler Beşşar Esed’i devirmenin ötesini amaçlayan girişimlerdir. Suriye devletinin hüviyetinde köklü değişimlere giderek bu ülkenin gücü yok edilmek istenmektedir. Nitekim bu ülke aleyhindeki kapsayıcı bir savaş direniş güçleri ile İsrail arasındaki mücadelenin geleceğini de belirleme özelliğine sahiptir.

Bu araştırma bu projenin Suriye’ye uyarlanmasının zorluklarını da dillendirmekte ve Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye’nin uzun zaman alacak bu değişimlerin farklı aşamaları olduğunu söylemektedir. Bu ülkeler arasında her ne kadar benzer özellikler bulunsa da her birinin kendisine has konumundan ötürü özel planların yapılması gerekmektedir. Suriye’nin tarihi, içtimai, dini ve coğrafik yapısı göz önünde bulundurulduğu zaman bu güçlü ülke için daha fazla faaliyete ihtiyaç duydukları açıktır.


Teoriden Pratiğe Yemen’in 4 Bölgeye Ayrıştırılması

Abdulhüseyin el-Şeyb kaleme aldığı makalesinin devamında şunları söylemektedir: Yukarıda zikredilenler Batılıların bugün bölge için göz önünde bulundurdukları projeleridir. Bu projenin bir bölümünde Yemen’in adı da değişim aşamasında olan 5 ülke arasında zikredilmiştir. Bu ülke dünyanın en yoksul ülkelerinden birine dönüşmüştür ve parçalanmanın sıkıntılarını her şeyi ile hissetmektedir. Her ne kadar devlet ismi almamış olsalar da bugün Yemen dört küçük idareye bölünmüştür ve bir tür federal yapıya sahiptir. Tek farkı merkezi hükümetin şuanda bile Sana’da güçlü bir şekilde varlığını devam ettirmesidir.

Bu arada Güney hareketi ülkenin güneyinin Kuzey Yemen’den ayrılması için çabalamakta ve rejimi bölgelerini ve halklarını fakir bırakmakla ve servet ve kaynaklarını yağmalamakla itham etmektedir. Üstelik Yemen Cumhuriyeti’nin kuruluşunun üzerinden daha 20 yıl bile geçmemiştir. Bu müddet de Yemen’in farklı dini ve kabilevi yönelimlere sahip birleşik bir ülke olması için az bir zamandır. Öte yandan Yemen, daima bölgesel ve uluslararası çekişmelerin yaşandığı bir bölgede yer almaktadır.

Ayrıca el-Kaide’nin İslami emirlik ilan ettiği ve buradaki nüfuzunu her geçen gün arttırdığı Ebyin eyaleti de burada yer almaktadır. Arabistanlı kuvvetlerin doğrudan müdahalede bulundukları Sade bölgesi ise Husilerin kontrolü altındadır. Bu arada geriye sadece farklı gruplar arasında çatışmaların yaşandığı ve herkesin bir noktaya hükmettiği kuzey bölgesi kalmıştır. Yemen’de halk arasında Amerika’nın bu ülkeyi dört küçük devlete parçalayacağı söylemi çok yaygındır. Bu projeyi daha önce ABD eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice sunmuştu.


Amerika’nın Yemen’de Kaos Yaratmadaki Hedefleri

Terörist eylemler ve terörü destekleme bahaneleriyle Amerikalılar tarafından aranan Şeyh Abdulmecid el-Zindani ülkenin bölünme tehlikesinin devam ettiğine inanmaktadır. Rice buna yaratıcı kaos adını vererek “Bizler şuanda kaosun başlangıcında yaşamaktayız” demişti.

Şeyh el-Zindani Yemen’in dört küçük ülkeye parçalanmasının Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında Amerikan Savunma Bakanlığının planı olduğunu söylemektedir. BOP, İsrail aleyhinde güçlü bir varlık göstermemesi için Arap ülkelerinin parçalanmasını ve zayıflatılmasını öngören bir projedir.

ABD’nin eski Yemen Büyükelçisi Edmund Hall’un açıklamalarından da Yemen’in parçalanma projesinin hayata geçirilmesi için yeşil ışık yakıldığını anlamamız mümkündür. Hall, Hazeral Mevt bölgesine yaptığı bir ziyaretinde bölgenin önde gelen şahısları ve grup başkanları ile yaptığı görüşmede “Hazeral Mevt bölgesinin bir devlet olma yeterliliğine sahip olduğunu” söylemişti.

El-İntikad’ta yayınlanan yazının devamında bu projenin Batılılara getirisi ele alınmakta ve Yemen’in bugünkü özellikleri şu sözlerle açıklanmaktadır; Yemen birleşik bir ülke olup yoğun bir nüfusa sahiptir. Akdeniz’de, Adn Körfezi’nde ve Arap Denizi’nde 2400 kilometrelik bir sahili vardır. Bu ülkenin farklı birçok farklı zenginliği bulunmaktadır ve İslami eğilimleri her şeyden önce gelir. Ülke kabile örflerine ve eyalet sistemine göre yönetilir ve İslam ümmetinin önemli meselelerinin destekleyicisidir. Küresel ve bölgesel arenada daima Amerika ve İsrail projelerinin aksi yönünde etkili tutum takınmaktadır. Bu yüzden Batılılar bölge aleyhindeki yıkıcı projelerinde bu ülkeye güvenilemeyeceğini söylemektedirler.


Arabistan da Batılıların Parçalama Projelerinden Yana Güvende Değildir

Makalede Batılıların Arabistan’ı parçalama planlarına da değinilmekte ve şunlar ifade edilmektedir: “Bu proje Arabistan’ın üç küçük devlete ayrılmasını öngörmektedir. Söz konusu proje 11 Eylül saldırılarından sonra Rand Araştırma Enstitüsü tarafından hazırlanarak Pentagon’a sunulmuştur. Bu proje yayınlandığı zaman büyük tartışmalara neden olmuş ve ardından da ABD Arabistan’ı 11 Eylül saldırılarına karışmakla itham etmişti.

Arabistan’ı parçalamayı öngören bu projeye göre Arabistan’ın petrol yataklarının olduğu doğuda ve el-İhsa’da, Necd bölgesinde ve batıda ayrı devletler kurulacaktır. Ülkenin Batısında kurulması planlanan din devletinin sınırları içinde Mekke ile Medine gibi mukaddes mekânlar da yer alacaktır.

Arabistan’ın parçalanması planını hazırlayanlar arasında yer alan Hudson Akademisinin kurucusu Maks Senger’in Suriye’de de önemli roller ifa etmesi ilginçtir.

Pazar, 06 May 2012 13:23

Arnavutluk

Arnavutluk Başkenti: Tiran

Resmi adı: Arnavutluk Cumhuriyeti

Başkenti: Tiran (Nüfusu: 253.138)

Diğer önemli şehirleri: İşkodra, Elbasan, Dıraç, Körçe, Avlonya.

Yüzölçümü: 28.748 km2.

Nüfusu: 3.425.000 (1993 tahmini). Nüfusun % 36'sı şehirlerde yaşamaktadır. Ortalama ömür 72 yıldır. Çocuk ölümlerinin oranı binde 28'dir. Nüfusun % 33'ünü 14 yaşın altındakiler oluşturmaktadır.

Km2 başına düşen insan sayısı: 119

Nüfus artış hızı: % 1.7

Etnik yapı: % 95.3 Arnavut, % 2.5 Çingene, % 1.8 Yunan, % 0.14 Makedon, kalanı diğer etnik unsurlar. Arnavutların İliyalıların soyundan geldikleri sanılmaktadır. Makedonya ve Kosova başta olmak üzere eski Yugoslavya cumhuriyetlerine ve dünyanın birçok ülkesine yayılmışlardır. Arnavutluk'taki Arnavutların % 70'i Müslüman büyük çoğunluğu sünni, az bir kısmı da bektaşidir.

Dil: Resmi dil Arnavutçadır. Etnik unsurların dilleri de konuşulur.

Din: % 70 Müslüman, % 20 ortodoks hıristiyan, % 10 da katolik hıristiyan vardır. Müslüman nüfusun % 75 - 80'i sünni, kalanı bektaşidir. Arnavutluk bektaşileri Müslümanlardan sayılmakla birlikte inanç ve yaşayış yönünden İslâm dışına çıkmışlardır. Çünkü başta içki olmak üzere İslâm'ın haram kıldığı birçok fiili helal saymaktadırlar. Arnavutluk ve Makedonya'da yaygın olan bu bektaşiler komünist dönem öncesinde de aynı inanca sahiptiler.

Coğrafi durumu: Bir balkan ülkesi olan ve Balkan yarımadasının batı bölgesinde uzanan Arnavutluk, kuzeyden Karadağ, doğudan Sırbistan ve Makedonya, güneydoğudan Yunanistan, batıdan Adriya Denizi'yle çevrilidir. Adriya Denizi'ne bakan kıyısının uzunluğu 316 km'dir. Genelde dağlık olan topraklarının üçte ikisi dağlar ve tepelerden oluşur. Kalan kısmı ise ovalık ve alçak tepelerdir. Ülkenin batısında Adriya Denizi'ne paralel olarak Dinar Alpleri, kuzeyinde de Arnavutluk Alpleri uzanır. En yüksek yerleri Korab tepesi (2751 m.) ve Yezertsa Zirvesi (2694 m.)'dir. Çok sayıda akarsuyu vardır. En uzun ırmakları Drina, Vyosa, Şkumbi, Semani, Mati ve Erzen'dir. İşkodra, Ohri ve Prespa göllerinin bir kısmı Arnavutluk'a aittir. Sınırları içinde bazı küçük gölleri vardır ve bunların bazıları buzul gölleridir. Topraklarının % 36'sı ormanlık, % 17'si tarım alanı, % 14'ü otlaktır. Akdeniz iklimi kuşağında bulunan Arnavutluk'ta yazlar kuru sıcak ve güneşli, kışlar bol yağmurlu ve yumuşak geçer. Dağlık kısımlarda iklim bölgeden bölgeye değişir. Buralarda kışlar daha soğuktur. Kıyıdan biraz içerde yeralan başkent Tiran'da yıllık sıcaklık ortalaması 15.6 derece, yıllık yağış ortalaması da 1588 mm.'dir.

Yönetim şekli: Arnavutluk çok partili demokratik sistemle ve 29 Nisan 1991'de yürürlüğe konan anayasayla yönetilmektedir. Devletin en üst yöneticisi devlet başkanı, hükümetin başkanı başbakandır. Üyeleri serbest genel seçimlerle belirlenen 140 üyeli bir parlamentosu vardır. Arnavutluk, BM'e ve Uluslarası Para Fonu'na üyedir.

Siyasi partiler: Arnavutluk'taki siyasi partilerin başta gelenleri şunlardır:

Demokrat Parti: Liberal anlayışa sahiptir. En son genel seçimlerde parlamentoda 92 üyelik kazanan bu parti iktidarı elinde bulundurmaktadır.

Sosyal Demokrat Parti: Solcudur. En son genel seçimlerde parlamentoda 7 üyelik kazandı.

Sosyalist Parti: Komünist Emek Partisi'nin devamıdır. En son genel seçimlerde parlamentoda 38 üyelik kazandı.

Cumhuriyetçi Parti: Demokrat Parti'ye yakındır.

İdari bölünüş: 27 ille, 200 ilçeye ayrılır.

Tarihi: Arnavutluk'a İslâm girmeden önce Arnavutlar çeşitli vesilelerle Osmanlılarla işbirliği yapmışlardır. Osmanlı-Venedik mücadelesinde de Arnavut beyleri Osmanlıların yanında yer almışlardır. Osmanlı Devleti 1417'de Arnavutluk'u ele geçirerek Arnavut sancağını kurdu. Arnavutluk'ta 1432'den sonra Osmanlı idaresine karşı çeşitli isyanlar çıktı. Bu isyanlar ve bazı dış müdahaleler dolayısıyla Arnavutluk'un bir kısmı Osmanlıların elinden çıktı. 1463 Osmanlı-Venedik savaşlarından sonra Osmanlı, Arnavutluk'un elinden çıkan bölgelerini geri almaya başladı ve 1501'de büyük bir kısmını ele geçirdi.

Osmanlı fethinden sonra dört asırdan fazla bir süre Avrupa'da İslâm'ın yayılmasında bir merkez rolü oynayan Arnavutluk, 1912'de Avrupa'nın oyunları sonucunda diğer Balkan ülkeleriyle birlikte Osmanlılar'dan ayrıldı. Ancak bu tarihten sonra da Balkan Ülkeleri Birliği'nin saldırılarına uğradı. Bu saldırılar sonunda Arnavutluk'a giren hıristiyan Balkan orduları ülkenin Müslüman halkını hıristiyan olmakla ölüm arasında bir tercih yapmaya zorladılar. O tarihlerde onbinlerce Arnavut hıristiyan olmadığından öldürülmüştür. İşgalciler 1914'te Sırp asıllı William Ovfid'i ülkeye kral tayin ettiler. Ancak Kral William din ve milliyet yönünden Arnavutlara yabancı olduğundan ülkede otoriteyi sağlayamadı. Bu yüzden Arnavutluk 1925'e kadar tam bir karışıklık yaşadı. Bu dönemde ülkenin bağımsızlığını sağlamak için çeteler oluşturuldu ve bu çeteler işgalcilere karşı mücadele ettiler. 1925'in başlarında ülkede cumhuriyet ilan edildi ve cumhurbaşkanlığına da Ahmed Zogu seçildi. 1939'da II. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte faşist İtalyan orduları Arnavutluk'u işgal etti. Bu işgal 29 Kasım 1944'e kadar sürdü. İşgalin sona ermesinden hemen sonra ülkede Enver Hoca'nın liderliğinde bir komünist diktatörlük kuruldu.

Komünist Arnavutluk ilk zamanlar Rusya'ya yanaştı ve o sıralar Stalin'in yönettiği Rusya'dan destek gördü. Ancak altmışlı yıllardan sonra daha çok Çin'e yöneldi. Yetmişli yılların başından itibaren Çin'le de bağlantısını keserek, kendine özel, içine kapanık bir ülke halini aldı. Arnavutluk'taki komünist rejim başından itibaren baskıcı çizgiyi izledi. Ülke halkının dışarıyla bağlantısını kesti. Daha komünist diktatörlüğün kurulduğu ilk yıllarda binlerce insan İtalya'yla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle idam edildi. Sonraki yıllarda da halk içindeki bütün gelişmeler çok iyi organize edilmiş bir istihbarat örgütü aracılığıyla izlendi.

Enver Hoca, 11 Nisan 1985'te ölünceye kadar yönetimde kaldı. Ondan sonra cumhurbaşkanlığına Ramiz Alia seçildi.

Sovyetler Birliği'nde başlayan değişim rüzgârlarından en son etkilenen Doğu Avrupa ülkesi Arnavutluk olmuştur. Ülke yönetiminin halkın dışarıyla bağlantısını kesmesinin ve dünyadaki gelişmelerden doğru bir şekilde haber almasını engellemesinin bunda büyük etkisi olmuştur. Temmuz 1990'ın başlarında Tiran'da bazı kişilerin yabancı büyükelçiliklere sığınması olaylarına kadar görünürde ciddi bir olay yaşanmamıştı.

Arnavutluk cumhurbaşkanı Ramiz Aliya 25 Ocak 1990'da yaptığı konuşmasında, Doğu blokundaki gelişmeleri sosyalist çizgiden sapma ve bir felaket olarak niteledi ve Arnavutluk'un bu duruma asla düşmeyeceğini ileri sürdü. Ama çok geçmeden Temmuz 1990'da meydana gelen olaylar halkın rejimden rahatsız olduğunu ortaya çıkardı ve ülke çok hızlı bir değişim sürecine girdi. Ramiz Alia, bu hızlı değişim süreci içinde koltuğunu koruyabilmek için birden radikal bir reformcu kesildi. Halkın tepkisini yatıştırmak için çok partili sisteme geçme kararı aldı. Ardından, iktidardaki komünist Emek Partisi'nin yanısıra Demokrat Parti'nin kuruluşu da resmen kabul edildi. Bunu basın alanında da bazı özgürlükler sağlanarak Demokrat Parti'nin Demokrasinin Doğuşu adlı bir gazete çıkarmasına izin verilmesi izledi.

Ramiz Alia'nın ülkede pazar sistemine dayalı bir ekonomik modele geçileceğini açıklaması üzerine ekonomik reformlar da uygulamaya konmaya başladı. Bütün bu reformların süreklilik kazanması için yürürlüğe konan yeni anayasa da kısmen din hürriyeti, özel mülkiyet edinme hakkı, seyahat hürriyeti ve yabancı sermayenin ülke içinde iş yapması imkânı getiriyordu.

10 Şubat 1991'de 250 kişilik Halk Meclisi üyelerinin belirlenmesi için seçimler yapıldı. Seçimlerin böyle aceleye getirilmesindeki amaç muhalefet partilerinin teşkilatlanmalarını tamamlamadan, halka kendilerini tanıtamadan ve seçim hilelerinin yapılabileceği ortam mevcutken Emek Partisi'nin devamı olan Sosyalist Parti'nin bir dönem daha iktidarda kalmasını sağlamaktı. Öyle de oldu ve Sosyalist Parti seçimlerde parlamentoda 169 üyelik kazandı. Ancak halk bu sonuçtan memnun kalmadı ve tepki gösterdi. Bunun üzerine 22 Mart 1992'de tekrar seçim yapıldı ve bu seçimlerde Demokrat Parti 92 milletvekilliği kazanarak birinci parti oldu. Bunun üzerine Ramiz Aliya istifa etmek zorunda kaldı ve cumhurbaşkanlığına Demokrat Parti lideri Sali Berişa seçildi. Sosyalist Parti iktidarına da son verilerek Demokrat Parti liderliğinde bir hükümet kuruldu.

Dış problemleri: En önemli dış problemi Kosova meselesidir. Bugün Yeni Yugoslavya sınırları içinde bulunan ve Sırbistan yönetimi tarafından özerkliği kaldırılarak Sırbistan'a ilhak edilmiş olan Kosova halkının % 80'den fazlası Arnavut asıllıdır. Arnavutluk yönetimi Kosova meselesine sahip çıkmakta ve buranın bağımsızlığı için mücadele eden Kosova Arnavutlarını desteklemektedir. Makedonya'da yaşayan Arnavutlara baskı uygulanması da bu iki ülke ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir.

Arnavutluk-Yunanistan ilişkileri de iyi değildir ve Yunanistan bazı konularda Arvanutluk yönetimine baskı yapmaktadır.

İslami Hareket: Komünist rejimin hakim kılındığı ülkeler içinde en katı din düşmanlığının uygulandığı ülke şüphesiz Arnavutluk'tur. Komünist rejim bu ülkede din düşmanlığını devletin resmi ideolojisi ve anayasal bir prensip haline getirmişti. Komünizmin çöküşüne kadar uygulamada olan anayasanın 37. maddesi ülke yönetimini ateist propagandayı yaygınlaştırmak ve tarihi materyalizmi bütün ülke halkına kabul ettirebilmek için gereken çalışmaları yürütmekle yükümlü tutuyordu. Yine aynı anayasanın 55. maddesinde dini kurumların ve sosyalist rejimle bağdaşmayan kuruluşların kurulmasının yasak olduğu ifade ediliyordu. Bu ülkede altmışlı yılların sonuna kadar 2169 cami ve kilisenin kapısına kilit vuruldu. Müslümanların dini işlerini yürütmekten sorumlu yüksek müftülük ilga edildi. Dini görevlerin yerine getirilmesi yasaklandı. 1967'de Arnavutluk'ta artık din diye bir şeyin kalmadığına dair resmi bir açıklama yapıldı.

1990'da başlayan reformlarla birlikte Arnavutluk halkı tedrici bir şekilde din hürriyetine de kavuşmaya başladı. Eski diktatörlük döneminde kapatılmış olan camilerden ayakta kalabilenlerin yeniden ibadete açılması için çalışmalar başlatıldı. Ama komünist rejimin hâkim olmasından önce Arnavutluk'taki cami sayısı 1700'ü bulurken dine yeniden hürriyetin tanındığı tarihe kadar ayakta kalabilen cami sayısı sadece elliydi. Bununla birlikte komünist rejimin din adına her şeyi yasak ettiği bu ülkede halk İslâmiyet hakkında çok cahildi. Üstelik komünist rejimin fakirleştirmiş olduğu Arnavutluk toplumu birinci derecede karnını doyurmanın yollarını araştırmaya başlamıştı. Bunun yanısıra halkı dini yönden bilgilendirecek yeterince eleman da yoktu. Bütün bunlar İslâmi şuurlanma ve davetin önündeki engellerdi. Buna rağmen halkın dini çalışmalara büyük ilgi gösterdikleri görüldü. Örneğin reformların ardından ibadete açılan ilk cami olan İşkodra camisinin açılış törenine 65 bin kişi katıldı. Komünist yönetimin yıkılmasının üzerinden fazla zaman geçmeden İslâmi hizmetlerin organizasyonu için Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu ve Arnavutluk'u dinsizleştirebilmek için yıllarca çalışan komünist Emek Partisi'nin merkez binası bu kurumun emrine verildi. Diyanet İşleri Başkanlığı'na da Enver Hoca döneminde birkaç kez hapis cezasına çarptırılmış olan ilim adamlarından Sabri Koçi getirildi. Bu kurum halkın yeniden İslâmi yönden bilgilendirilmesi ve İslâm'ın toplum hayatına yön verici konuma gelebilmesi için yoğun faaliyetler içine girdi. Bu amaçla komünist iktidar döneminde kapatılmış veya tiyatroya vs.'ye dönüştürülmüş camileri yeniden onarıp ibadete açmaya, Kur'an kursları, dini eğitim okulları (medreseler) vs. açmaya başladı. Ayrıca Uluslararası İslâmi Yardım Organizasyonu gibi bazı İslâmi yardım kuruluşları da kuruldu.

Pazar, 06 May 2012 13:18

Bosna-Hersek -2

Camiler, medreseler ve tekkeler kapatıldı. Yıkılan ve tahrip olan camilerin tamir edilmesine izin verilmedi. İslami günlerde ve bayramlarda tatil yapılması yasaklandı. Bunun yanı sıra Müslümanların üzerinde yoğun bir dinsizlik ve Slavcılık propagandası başlatıldı. Çeşitli vesilelerle çok sayıda Müslüman hapse atıldı. Bunların birçoğu ağır işkencelere tabi tutuldu. Komünist rejimin bu baskı uygulamaları da çok sayıda Bosna Hersekli Müslümanı, Türkiye'ye veya çeşitli Avrupa ülkelerine sığınmak zorunda bıraktı.

1975'ten sonra yönetim Müslümanlar üzerindeki baskıyı kısmen hafifleterek bazı geleneksel İslami kurumların yeniden işlev kazanmasına imkân sağladı. Bu yumuşama üzerine bazı camiler ve medreseler yeniden açıldı. Küçük çapta da olsa bir yumuşamayla bazı dini kurumların yeniden hayata geçirilmesi Müslümanlar arasında hızlı bir İslami uyanışa zemin hazırladı. Sonraki yıllarda Doğu bloku ülkelerinde ortaya çıkan gelişmeler Yugoslavya yönetimini de çok partili demokratik sisteme geçmeye zorladı.

Bu fırsattan yararlanan Müslümanlar, daha önce İslami inanç ve düşüncesinden dolayı yıllarca hapiste kalmış olan Aliya İzzetbegoviç'in liderliğinde Demokratik Eylem Partisi'ni (SDA) kurdular. Bu parti Bosna-Hersek'te Aralık 1990'da gerçekleştirilen genel seçimleri kazanarak lideri Aliya İzzetbegoviç cumhurbaşkanı oldu. Yugoslavya'da demokratikleşme hareketinin başlaması ile birlikte bağımsızlık hareketleri de gün yüzüne çıktı. Yugoslavya birliğini oluşturan cumhuriyetlerin halkları bağımsızlıklarına kavuşabilmek için mücadeleler başlattılar. Bosna-Hersek de 1 Mart 1992'de gerçekleştirdiği referandum sonrasında bağımsızlığını ilan etti.

Ancak Sırplar hemen arkasından Bosna-Hersek yönetiminde söz sahibi olan Müslümanlara karşı savaş açarak bu yeni bir katliam hareketi başlattılar. Hırvatistan ve Slovenya'nın bağımsızlık mücadelesine destek olan Avrupa ülkeleri ve ABD Bosna-Hersek'i Sırp vahşeti karşısında yalnız bıraktı. Bosna-Hersek Müslümanlarını en çok sıkıntıya sokan da, Avrupa'nın üçüncü büyük ordusu Yugoslavya Federal Ordusu'nun Sırp çetnikleriyle birlikte hareket etmesi, onlara destek vermesiydi. Müslümanlarsa herhangi bir askeri destekten yoksun ve silah yönünden çok zayıftılar. Sonuçta Sırplar Bosna-Hersek'in önemli şehirlerini işgal ettiler. Bu işgal hareketi bir milyona yakın Müslümanı göçe zorladı. Sırplar işgal ettikleri yerlerde hem katliam hem de yıkım gerçekleştiriyorlardı. Özellikle camileri ve İslâmi izler taşıyan tarihi eserleri yıkmaya özen gösteriyorlardı.

Bosna-Hersek meselesinin çözümü için değişik tarihlerde gerçekleştirilen görüşmeler ve arabuluculuk çalışmaları da bir sonuç vermedi. 1994'e gelindiğinde Bosna-Hersek'teki iç savaşın aldığı can sayısı 250 bini, göçe zorladığı insan sayısı ise 1 milyonu aşmıştı. Nisan 1994'te Bosna-Hersek'te bir Boşnak-Hırvat Federasyonu oluşturuldu.

Dış ve iç problemleri: Ülkenin dış ve iç problemlerinin eksenini Sırpların bağımsız Bosna-Hersek yönetimini tanımamaları sonucu patlak veren iç savaş oluşturmaktadır. (Bu konuda "Tarih" kısmına bkz.)

İslami Hareket: Bosna-Hersek'te sosyalist dikta döneminde İslâmi çalışmalar sadece daha çok fikri ağırlıklı birtakım özel gayretlerle bazı gizli çalışmalardan ibaretti.

Yönetim İslâmi eğitime fırsat vermediğinden bazı yerlerde medrese eğitimi gizlice sürdürüldü. Bunun yanı sıra devlet denetiminde birkaç cami ve kurs bulunuyordu.

Meşihat dairesi ise tamamen devletin kontrolündeydi. Çok partili döneme geçilmesinden sonra Müslümanların haklarını savunmak ve kişisel çalışmaları örgütlü bir şekle dönüştürmek amacıyla Aliya İzzetbegoviç'in liderliğinde Demokratik Eylem Partisi (SDA) kuruldu. (Bu parti hakkında ayrıca "Tarih" ve "Siyasi partiler" kısmına bkz.) Partinin ilk yayınlanan programında Bosna-Hersek'te yaşayan Müslümanlara da diğer halklarla eşit hakların tanınması gerektiği vurgulanarak bu yolda çalışılacağı, bütün dinlerin mensuplarına inanç özgürlüğünün sağlanması ve herkesin dininin gereğini kolayca yerine getirebileceği bir ortamın hazırlanmasının amaçlandığı dile getiriliyordu. Çok partili demokratik sisteme geçilmesinden sonra Meşihat dairesi de çalışma alanını genişleterek çeşitli yayın faaliyetleri başlattı. Saraybosna'daki hem lise hem de fakülte seviyesinde eğitim veren Gazi Hüsrev Beg medresesini faaliyete geçirdi.

Yine aynı şehirdeki tahrip olmuş bazı camilerin tamiri ve ibadete açılması için çalışmalar başlattı. Bunun yanı sıra camilerde yoğun bir tebliğ ve eğitim çalışması başlatıldı. Bütün merkezi camilerin yanına birer medrese açıldı. Tasavvufi cemaatler yeniden faaliyetlerini başlattılar.

Ancak iç savaş bütün bu gelişmeleri dumura uğrattı. İç savaşın başlamasından sonra İslâmi çalışmalar cephelere ve mülteci kamplarına kaydırıldı. Sırp saldırılarına karşı vatanı savunmak amacıyla Bosna-Hersek ordusunun yanı sıra bir de Müslüman Güçler adında bir milis güçler oluşturuldu.

Müslüman Güçler saflarında savaşanlara cephede aynı zamanda İslâmi bir eğitim de verildi. Değişik İslâm ülkelerinde faaliyette bulunan yardım kuruluşları da mülteci kamplarında toplanan Müslümanlarla ilgilendiler.

Ayrıca Bosna-Hersek'te de başta Merhamet Cemiyeti olmak üzere Müslümanların organize ettiği çeşitli yardım kuruluşları kuruldu.

Bütün bu kuruluşlar gerek kamplarda yaşayan ve gerekse kendi bölgelerinde mahsur kalan Müslümanlara bir yandan maddi yardımlar ulaştırdıkları gibi bir yandan da onların İslâmi yönden bilgilendirilmeleriyle ilgilendiler. Bu yardım ve eğitim çalışmaları Bosna-Hersek'teki İslâmi şuurlanmayı hızlandırdı.

Bunun yanı sıra bütün dünya ülkelerinin Bosna-Hersek'i Sırplar karşısında yalnız bırakmalarına rağmen değişik ülkelerden gönüllü Müslüman gençlerin sırf inançlarının vermiş olduğu bir hamasetle Bosna cephesine koşması da orada yaşayan Müslümanları etkiledi.

Ekonomi: İç savaş Bosna-Hersek ekonomisini ciddi şekilde sarsmıştır. Savaş öncesinde ülke ekonomisi başta sanayiye, madenciliğe, tarıma ve hayvancılığa dayanıyordu. Tarımdan elde edilen gelirin gayri safi yurtiçi hasıladaki payı % 11'dir ve çalışan nüfusun % 4'ü bu alanda iş görmektedir. 1992'de 1 milyon 350 bin tahıl, 300 bin ton yer bitkileri, 25 bin ton baklagiller, 170 bin ton meyve, 160 bin ton sebze üretilmiştir. Aynı yıl ülkede 830 bin baş sığır, 1 milyon 300 bin baş koyun, 600 bin baş domuz bulunuyordu. Orman yönünden zengindir. 1991'de 5 milyon 380 bin m3 tomruk üretilmiştir. Maden gelirlerinin gayri safi yurtiçi hasıladaki payı % 14'tür.

Para birimi: Yugoslavya dinarı.

Sanayi: İç savaş ülke sanayisinin büyük ölçüde durmasına yol açtı. Savaş öncesinde imalat sanayisinin gayri safi yurtiçi hasıladaki payı % 56'ydı ve çalışan nüfusun yaklaşık % 51'i sanayi sektöründe iş görüyordu. Birçoğu iç savaş dolayısıyla duran veya başka amaçlarla kullanılan sanayi kuruluşları ve fabrikalar genellikle şu sektörlerle ilgilidir: Otomotiv, tekstil, deri, gıda, mobilya, kereste, kâğıt, kimyasal maddeler ve inşaat malzemeleri üretimi, toprak ve madeni eşya üretimi, mekanik makine sanayi, elektrik gereçleri, büro malzemeleri ve bazı ev eşyaları üretimi.

Enerji: 1990'da 14 milyar 632 milyon kw/saat elektrik üretilmiş, 15 milyar 201 milyon kw/saat tüketilmiş ve aradaki fark ithalatla kapatılmıştır. Elektrik enerjisinin % 79'u termik santrallerden, % 21'i hidroelektrik santrallerinden elde edilmektedir. Kişi başına yıllık elektrik tüketimi ortalama 3497 kw/saattir.

Ulaşım: Sivil ulaşımda kullanılan tek havaalanı başkent Saraybosna'daki uluslararası trafiğe açık havaalanıdır. 1040 km. demiryoluna, 11.430 km.'si asfaltlanmış olmak üzere 21.170 km. karayoluna sahiptir. Bu ülkede ortalama 9 kişiye bir motorlu ulaşım aracı düşmektedir.

Eğitim: İç savaş öncesinde ülkede 2205 ilkokul, 238 ortaöğretim kurumu, 44 yüksek öğretim kurumu vardı. Okuma yazma bilenlerin oranı % 86'dır.

Sağlık: İç savaş öncesinde Bosna-Hersek'te 6930 doktor, 1370 diş doktoru vardı ve 625 kişiye bir doktor düşüyordu.

Pazar, 06 May 2012 13:12

Bosna-Hersek -1

Bosna-Hersek'te sosyalist dikta döneminde İslâmi çalışmalar sadece daha çok fikri ağırlıklı birtakım özel gayretlerle bazı gizli çalışmalardan ibaretti.

Resmi adı: Bosna-Hersek Cumhuriyeti

Başkenti: Saraybosna (Sarajevo) (1991 sayımına göre nüfusu: 525.980)

Diğer önemli şehirleri: Tuzla, Foça, Banja Luka, Mostar, Gorajde, Travnik, Zenica, Doboj, Prijedor.

Yüzölçümü: 51.129 km2

Nüfusu: 4.500.000 (1991 sayımına göre. Bu tarihten sonraki iç savaşın yol açtığı ölümler ve göç sonrasındaki nüfus durumu kesin olarak bilinememektedir.). Nüfusun % 36.5'i şehirlerde yaşamaktadır. Ortalama ömür 70 yıldır. Çocuk ölümlerinin oranı binde 15'tir. Nüfusun % 28'ini 14 yaşın altındakiler oluşturmaktadır.

Km2 başına düşen insan sayısı: 86.5

Nüfus artış hızı: % 0.6

Etnik yapı: Bosna-Hersek halkı Boşnak, Sırp, Hırvat ve Slovenlerle bunların dışında kalan bazı küçük etnik unsurlardan oluşur. Boşnakların tamamı Müslümandır. (Bu unsurların oranları ve dinsel durumları hakkında "Din" kısmına bkz.) Kendilerine Bosnalılar da denen Boşnaklar Slav kökenlidirler ve Bosna-Hersek halkı içinde nüfus bakımından birinci sırada gelmektedirler. Ancak Bosnalıların tamamı Bosna-Hersek'te yaşamıyor. Eski Yugoslavya'ya hâkim olan komünist rejimden kaçan çok sayıda Bosnalı dünyanın değişik ülkelerine yayılmıştır. Eski Yugoslavya topraklarında kalan Bosnalıların ise % 86'sı Bosna-Hersek'te kalanı da çoğu Sırbistan'a bağlı Sancak bölgesinde olmak üzere eski Yugoslavya cumhuriyetlerinin değişik bölgelerinde yaşamaktadır. Eski Yugoslavya etnografyasında bunlara "Müslüman kökenliler" denirdi. Bosnalıların dili Boşnakça, Sırpça-Hırvatça karışımı bir dildir ve Slav dilleri grubuna girer.

Dil: Ülke halkının üç önemli etnik unsuru tarafından konuşulan Boşnakça, Sırpça ve Hırvatça'nın üçü de resmi dildir.

Din: 1991 sayımı sonuçlarına göre ülkede yaşayan nüfusun dinsel ve etnik durumu şöyleydi: Müslüman: 1.905.000 (% 43.7). Ortodoks hıristiyan olan Sırplar: 1.364.363 (% 31.3). Katolik hıristiyan olan Hırvatlar: 752.068 (% 17.3). Katolik ve protestan hıristiyan olan Slovenler: 293.477 (% 5.5). Diğer unsurlar: 93.685 (% 2.2).

Coğrafi durumu: Güneydoğu Avrupa'da bulunan Bosna-Hersek, kuzeyden ve batıdan Hırvatistan, doğudan Sırbistan, güneyden Karadağ ile çevrilid. Güneyden Adriya Denizi'ne 20 km kıyısı vardır. En yüksek yeri Ploçno Dağı (2228 m.)'dır. En önemli akarsuları Drina, Bosna, Sava, Vrbas ve Neretva ırmaklarıdır. Bosna ülkenin kuzey bölgesinin, Hersek ise güney bölgesinin adıdır. Arazisi genellikle dağlıktır. Topraklarının % 22'si tarım alanı, % 27'si otlak, % 30'u orman ve çalılıktır. Ülkeye ılımlı bir iklim hâkimdir. Yazlar nispeten sıcak kışlar ılımlı geçer.

Yönetim şekli: Bosna-Hersek'te 31 Mayıs 1994'te Boşnak-Hırvat federasyonu denilen federal bir sisteme geçildi. Bosna-Hersek'li Hırvatlarla Boşnak Müslümanlar arasında imzalanan anlaşmada belirlenen esaslara göre bir geçici yönetim oluşturuldu. Bu yönetimde cumhurbaşkanı Hırvatlardan, başbakan Boşnaklardan seçildi ve 6 aylık geçiş süresi sonrasında ülke genelinde bir serbest seçim yapılması kararlaştırıldı. Ayrıca 6'sı Boşnak, 5'i Hırvat 11 bakandan oluşan bir hükümet kuruldu. İç savaş ülkede istikrarlı bir siyasi yapının oluşmasını engellediğinden Bosna-Hersek'te hâkim olacak rejimin ve yönetimin kesin şekli ancak iç savaşın tamamen durmasından ve gerekli şartların oluşmasından sonra belirlenebilecektir. Bosna-Hersek BM üyesidir.

Siyasi partiler: İç savaş öncesinde ülkede örgütlenmiş olan siyasi partilerin başta gelenleri şunlardı: Demokratik Eylem Partisi (SDA): Aliya İzzetbegoviç liderliğindeki bu parti Müslümanlar tarafından kurulmuş ve genellikle Müslümanlarca destekleniyordu. Aralık 1990'da gerçekleştirilen en son genel seçimlerde parlamentoda 86 üyelik kazanmıştı. Sırp Demokrat Partisi: Sırp milliyetçisi olan bu parti ülkedeki Sırp unsur tarafından destekleniyordu ve en son genel seçimlerde parlamentoda 72 üyelik kazanmıştı. Hırvat Demokratik Birliği: Hırvatlar tarafından desteklenen ve Hırvat milliyetçisi bu parti de en son genel seçimlerde parlamentoda 44 üyelik kazanmıştı. Sosyalist Demokratik Parti: Eski Yugoslavya'ya hâkim olan ideolojiyi savunan bu parti de en son genel seçimlerde parlamentoda 20 üyelik kazanmıştı.

İdari bölünüş: 8 kantonla 100 idari birime ayrılır.

Tarihi: Bosna-Hersek'te İslâm Osmanlıların bu bölgeyle ilgilenmeye başlamalarından itibaren yayılmaya başladı. Osmanlı Devleti'nin bölgeyi fethetmesinden önce Bosna, Bizanslıların ve yerli hanedanların yönetiminde kaldı. Bölgeye ilk Türk akınları 1386'da başladı. Bu sıralarda Bosna ayrı bir krallıktı ve tahtta da Kral I. Tvrtko bulunuyordu. Sonraki yıllarda Bosna'ya yönelik akınlar devam etti ve Osmanlı yönetimiyle Bosna kralı II. Tvrtko arasında bir anlaşma gerçekleştirildi. Bu anlaşma gereğince Bosna kralı Osmanlılara haraç ödemeye başladı. Ancak bu haracı Fatih Sultan Mehmed'in tahta geçmesinden sonra kesti. Bunun üzerine Fatih, Bosna kralına karşı savaş açtı. Bu savaşta kral yakalanarak öldürüldü. 1463'te de bütün Bosna Osmanlı topraklarına katıldı. Bosna'da İslami bir etnik oluşumun ortaya çıkması da bu olayla başladı. 1483'te Hersek dükalığının da Osmanlılara katılmasıyla bu bölgede İslamiyet daha da güçlendi ve Müslümanların sayısı artmaya başladı. Osmanlıların bu bölgeyi idare ettikleri dönemde halkın üzerinde en ufak bir baskı ve zorlama olmadığı halde İslamiyet bölgede hızlı bir şekilde yayıldı. Bosna-Hersek'te, Osmanlıların yönetimi altındaki Avrupa topraklarının hiçbir yerinde görülmemiş şekilde toplu ihtidalar oldu; yani halk kalabalık kitleler halinde İslam'a girdi. Bosna-Hersek topraklarını 400 yıldan fazla bir süre yönetiminde tutan Osmanlı bu bölgeye büyük hizmetler götürmüş, büyük camiler, medreseler, ilim merkezleri vs. inşa etmiştir.

Bosna-Hersek'in bugünkü başkenti Saraybosna (Sarayevo) Osmanlı döneminde Avrupa'nın en önemli ilim merkezlerindendi. Bu şehir bugün hâlâ Osmanlı döneminden kalma cami ve medreselerle doludur.

Ancak Saraybosna Osmanlılar'dan sonra bir ilim merkezinden bir turizm merkezine dönüştürüldü. Osmanlı devletinin zayıflaması üzerine 1878'de Bosna-Hersek toprakları Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından işgal edildi. Daha sonra Berlin Anlaşmasıyla bu topraklar adı geçen imparatorluğa verildi.

Bu işgalden sonra çok sayıda Bosna-Hersekli Müslüman Anadolu'ya veya henüz Osmanlı'nın elinde olan Avrupa topraklarına göç etti. Yurtlarını terk etmeyen Bosna-Hersekli Müslümanlar ise kendi aralarında birlik oluşturarak 1900'da Mostar müftüsü Ali Fehmi Cabiç'in liderliğinde işgal yönetimine karşı bir mücadele başlattılar. Bu mücadele sonunda Bosna-Hersek Müslümanları özerk bir yönetime kavuştular.

Ancak 1912'de Osmanlıların Balkanlardan tamamen çekilmek zorunda kalması ve ardından I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi üzerine Balkanlar'da bir idari boşluk ortaya çıktı.

Bunun sonucunda da bölgede çok sayıda küçük devlet kuruldu. 1918'de Sırbistan, Karadağ ve yıkılan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Slavların yaşadığı kesimlerinin birleşmesiyle bölgedeki Slav kökenli toplumları bir araya getiren bir devlet kuruldu. Bosna Hersek toprakları da bu devletin sınırları içine girdi. Sırbistan kralı kurulan bu yeni devletin krallığına getirildi. Bu devletin adı 1929'da Yugoslavya krallığı oldu. 1918'de kurulan Slav devletinin ve Yugoslavya krallığının yönetimini ele geçiren ortodoks Sırplar Bosna-Hersekli Müslümanlara çok ağır bir şekilde zulmettiler. Müslümanların ellerindeki toprakları zorla gasp ederek hıristiyan Sırpların mülkiyetine geçirdiler. Bu uygulama yüzünden Müslümanlar fakirleştiler. Ayrıca çok sayıda Müslüman göçe zorlandığından bölgedeki Müslüman nüfus azaldı. Mesela Müslümanlarda nüfus artış oranı diğer toplumlardakinden daha yüksek olduğu halde 50 yılda Müslüman nüfus % 60 oranında artarken, hıristiyan nüfus % 123 oranında arttı. II. Dünya Savaşı sırasında Yugoslavya Almanlar tarafından işgal edildi. Savaşın devam ettiği yıllarda ve Alman işgali altında Sırp çetnikleri Müslümanlara karşı bir soykırımı uygulayarak 100 bin Müslümanı öldürdüler. Savaş sonrasında 13 Ocak 1946'da ülke yeniden bağımsızlığına kavuştu. Ancak bu bağımsızlık hareketinde Komünist Parti yanlıları önemli bir rol üstlendiklerinden bağımsızlık sonrasında da ülkede yönetimi ele geçirdiler. Ülkenin resmi statüsünü de federal cumhuriyetler birliği olarak belirlediler. Buna göre Yugoslavya altı cumhuriyet ile iki özerk bölgeden oluşacak, bu cumhuriyetlerden birisi de Bosna Hersek Cumhuriyeti olacaktı. Komünistlerin yönetimi ele geçirmeleriyle Müslümanlar üzerindeki baskı uygulamaları da şiddetlendi. İslami vakıfların bütün mallarına el konuldu.