
کارگر
Washington Times: Obama silah satmakta “Yılın Adamı” oldu!
ABD’de 2011 yılında silah satışının büyük artış kaydetmesi üzerine Washington Post gazetesi ülkenin Başkanı Obamayı “yılın adamı” olarak ilan etti.
FHA- Muhabirimizin “Washington Times” gazetesine dayanarak bildirdiğine göre, ABD’de Barack Obama’nın Başkanlık yıllarında silah yapımı sanayisi çok canlandı ve bu dönemde bu sanayi birçok iş alanı oluştururken büyük kârlar da elde etmiş oldu.
ABD’de silah sanayisinin 2008 yılındaki ekonomik etkinliği sadece 19 milyar dolarken, iş alanı oluşturma, vergi ve satış gibi durumları kapsayan bu etki 2011 yılında 31 milyar dolara yükseldi.
Söz konusu yıllarda ayrıca Amerikan silah sanayisinde, iş alanı oluşmasında %30’a yakın bir artış kaydedildi.
Bu gelişmenin sebebi, Amerikan toplumunun Obama hükümetinin uyguladığı sosyal güvenlik politikasından dolayı korku içerisinde yaşaması ve silah alımı ve kullanımı konusunda kısıtlama getirilebileceği ihtimalinden söz edilmesi olarak görülüyor.
Ayet ve Hadisler Işığında Hac Hakkında Bilinmesi Gereken Şeyler
Haccın Felsefesi / Hacc’ın Fakirliği Ortadan Kaldırması / Haccın Günahları Temizlemesi / Haccın Kamil Olmasına Sebep Olan Şey / Haccı Terketmenin Akıbeti / Haccı Tatil Etmek / Yetmiş Hacdan Üstün Olan Şey / Gerçek Hacılar Azdır / Hacca Gidenin Edebi / Kendine Dikkat Edenlerin Adabı / İhram Giymenin Adabı / Hac Çeşitleri / Hac Yolunda Ölen Kimsenin Sevabı / Haremin Hürmeti / Hac Mevsiminde Gaip İmamın Hazır Oluşu
Kur’an:
“ Yoluna gücü yetenlerin o evi (Kabe'yi) haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” [1]
“ İnsanları hacca çağır; yürüyerek veya binekler üstünde uzak yollardan sana gelsinler.” [2]
İmam Ali (a.s), vefat esnasında ettiği vasiyetinde şöyle buyurmuştur: “Allah için, Allah için Rabbinizin evinin hakkını gözetin! Hayatta olduğunuz müddetçe onu boş bırakmayın. Şüphesiz eğer terk edilirse sizlere (ilahi azap hususunda) mühlet verilmez.” [3]
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hac her zayıfın cihadıdır.” [4]
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hacda bir dirhem harcamak (sevap hususunda) bin dirheme eşittir.” [5]
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hac ve Umre ziyaretçisi Allah’ın misafiridir. Ona hediye olarak mağfiret verir.” [6]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim haccetmek isterse, kendisini buna hazırlasın. Eğer gidemezse bir günah yüzünden gidememiştir.” [7]
İmam Bakır (a.s) veya İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz İbrahim insanları hacca çağırdı ve şöyle dedi: “Ey insanlar! Ben İbrahim Halilullahım! Şüphesiz Allah bu evi haccetmenizi emretmiştir; o halde haccedin.” Kıyamete kadar haccedenler onun sesine icabet etmiş olurlar. Onun çağrısına ilk icabet eden Yemen ehlinden biriydi.” [8]
Haccın Felsefesi
Fazl b. Yunus şöyle diyor: “İbn-i Ebi’l Evca meslektaşlarından bir grupla birlikte İmam Sadık’ın (a.s) yanına geldi ve şöyle dedi: “Ey Eba Abdillah! Şüphesiz meclisler emanettir. Öksürüğü olan öksürmelidir. Konuşmama izin verir misin?”İmam Sadık (a.s) “İstediğini konuş”diye buyurdu. İbn-i Ebi’l Evca şöyle dedi: “Daha ne zamana kadar bu harmanı dövecek, bu taşa sığınacak, bu harç ve kiremitten yükseltilmiş eve tapacak ve ürkmüş deve gibi etrafında koşturup duracaksınız? Her kim bu işi düşünür ve bir değerlendirmesini yapacak olursa bunu hikmet sahibi olmayan düşüncesiz birinin ortaya koyduğunu anlayacaktır. Şüphesiz sen bu işin başı ve zirvesisin. Baban da bu işi tesis eden ve düzenleyen kimsedir. O halde bana cevap ver.”
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: “Şüphesiz Allah her kimi saptırırsa ve kalp gözünü kör ederse hakkı tatsız bulur ve hakkın tatlı tadını asla alamaz. Şeytan dostu olur, onu helaket kaynağına götürür ve artık, asla geri döndürmez. Bu ev Allah’ın kullarını orada hazır bulunmakla, itaatlerini denemek için o ev vasıtası ile ibadete yönlendirdiği bir evdir. Bu yüzden onları onu ululamaya ve ziyaret etmeye teşvik etmiş; Peygamberlerin yeri ve namaz kılanların kıblesi karar kılmıştır. Bu ev Allah’ın rızasından bir dal ve mağfiretine uzanan bir yoldur. Kemal üzere dikilmiş ve azamet merkezi haline gelmiştir.” [9]
İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: “Haccın hedefi Allah-u Teala’nın huzuruna varmak, bir çok sevap elde etmek, tüm günahlardan temizlenmek ve geçmişine tövbe ederek gelecek ile ilgili hayata yeniden başlamaktır. Hakeza mal harcamak, bedeni zorlayarak istek ve lezzetlerden sakındırmaktır... Alemin doğu ve batısında, denizde ve karada, hac eden veya etmeyen, tacir, mal getiren, satan, alan, sanatkar ve fakir olan insanlara bir fayda vermektir. Etrafta ve insanların toplandığı yerlerde bir araya gelen insanların ihtiyacını karşılamak ve kendilerinin olan menfaatlerini elde etmelerini sağlamaktır.” [10]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Münezzeh olan Allah nezdinde hiçbir yer Mes’a’dan (sa’y edilen yerden) daha sevimli değildir. Zira şüphesiz her kibirli zorba orada zelil duruma düşer.” [11]
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın Adem’in (a.s) zamanından buyana ilk ve son bütün insanları ne zararı ve ne de faydası olan, görmeyen ve duymayan taşlarla denediğini görmüyor musunuz? O taşları kendine saygın bir ev ve evini de insanlar için kıyam yerikıldı. Sonra onu, yeryüzünün taşı en çok, ot bitmez, dar bir vadide, sarp dağlar arasında, savrulan kumlar içinde, suyu az pınarların ve birbirinden kopuk köylerin bulunduğu bir bölgede kurdu. Orada ne deve, ne at, ne inek ve ne de koyun barınırdı.
Sonra, Adem ve evladına oraya yönelmelerini emretti. Böylece orası seyahatlerin konağı, kervanların durağı oldu. Gönüllerin seyri orayadır. İnsanlar, çölleri aşarak, yükseklerden inerek, geniş yolları, yurtlarını, adalarını bırakarak oraya gelirler. Omuzlarını oynatarak, eziklikle hoşnutluğunu isteyerek lailahe illallah diyerek yürürüler, koşuşurlar. Saçları darmadağın, toz toprak içinde kalırlar, elbiselerini çıkarıp arkalarına atarlar, yaratılışlarındaki güzelliklerden olan saçlarını kestirirler. Bunlar büyük bir deneme, çetin bir imtihan, apaçık bir seçim, güzel bir arıtmadır. Allah, onu rahmetine vasıta, cennetine ulaşmaya sebep kılmıştır.
Allah dileseydi, hürmetli evini büyük yerleşim yerlerine yakın, bahçeler ve nehirler arasında; düz, kolay ve istikrarlı bir yerde; ağacı çok, meyvesi bol, binaları sık, köylerin bitişik ve yakın olduğu bir yerde kurardı. Kızıla çalan buğdayların, yemyeşil çayırların yetiştiği, sulak bir yerde; taze bitkilerin, güzelim suların, bayındır yolların bulunduğu bir mevkide bina ederdi. Böyle yapsaydı imtihanların azlığına karşı mükafatın da az olması gerekirdi. Kabe eğer yeşil zümrüt, kırmızı yakutla süslü, nurlu ışıklar saçan, parıl parıl parıldayan bir bina olarak yapılsaydı, gönüllerdeki şüphe azalır, iblisin kalplerdeki savaşı biter, insanların arasında dalgalanıp duran vesveseler giderilmiş olurdu. Lakin kalplerindeki kibri çıkarsın, yerine ruhlarına huzu ve huzuru yerleştirsin, yüzlerine rahmet kapılarını açsın ve onlara bağışlama araçlarını kolayca versin diye Allah, kullarını çeşitli zorluklarla imtihan etmekte, sorunlarla ibadete davet etmekte ve çeşitli belalara düçar kılmaktadır.” [12]
İmam Sadık (a.s), Hişam b. Hakem’in Haccın ve Kabe’yi tavaf etmenin sebebini sorması üzerine şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah-u Teala yaratıklarını yarattı... ve onlara dinde itaat ve dünyada maslahat hususlarında (bir takım şeyler) emretti ve (bir takım şeyler de) yasakladı. Böylece bir şehirden diğer şehire mal götüren tüccarlar kar etsin, kiraya verenler ve deve sahipleri bir faydaya ulaşsın, Resulullah’ın (s.a.a) eserleri tanınsın, rivayetleri bilinsin, hatırlansın ve unutulmasın diye haccı dünyanın doğusundan ve batısından tüm insanların toplanmasına ve birbirleriyle tanışmasına neden kıldı.” [13]
Eğer her kavim kendi şehri ve memleketiyle yetinseydi yok olurdu ve şehirleri harabeye dönerdi. Gelirler ve faydalar düşer haberler örtülü kalır ve hiç kimse ondan haberdar olmazdı. İşte haccın sebepleri bunlardır.
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah insanlara kıble kıldığı Beyt’ül Haram'ını (Kabe’yi) ziyaret edip haccetmeyi farz kıldı. İnsanlar, (suya koşan susuz) hayvanlar gibi oraya koşuşurlar, güvercin kafilesi gibi oraya sığınırlar. Münezzeh olan Allah Beyt’ül Haram'ı kendi azameti karşısında insanların tevazu ve alçak gönüllülüğüne bir işaret ve izzetini (yüceliğini) kabul için bir gösterge kıldı.” [14]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sürekli haccedin ve ziyaret edin. Şüphesiz sürekli haccı yerine getirmeniz sizden dünyanın tatsızlıklarını ve kıyamet gününün korkularını giderir.” [15]
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hac kalpleri sakinleştirir.” [16]
İmam Zeyn’ul Abidin (a.s) şöyle buyurmuştur: “Haccedin ve Umre yapın ki cisimleriniz sağlıklı kalsın, rızıklarınız genişlesin, imanınız düzelsin. İnsanların ve kendi evinizin masraflarını temin edesiniz.” [17]
İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: “Eğer, “Neden hac emredilmiş?”diye sorulacak olursa şöyle cevap verilir: Aziz ve celil olan Allah’ın huzuruna varmak ve artış dilemek için... Ayrıca hacda dini meselelerden haberdar olmak, imamların (a.s) rivayetlerini her tarafa ve her bölgeye ulaştırmak da vardır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek için göç etmesi gerekmez mi? Ta ki kendi menfaatlerine şahit olsunlar” [18]
Hacc’ın Fakirliği Ortadan Kaldırması
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim iki defa hacca giderse ölünceye kadar hayır üzere kalır.” [19]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim üç defa hacca giderse ebedi olarak fakirliğe düşmez.” [20]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Hac fakirliği yok eder.” [21]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Çok çabuk zengin olmak ve fakirliği gidermek hususunda bu evi ziyaret etmek gibi bir şey görmedim.” [22]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Hac edin ki ihtiyaçsız olasınız.” [23]
İmam Sadık (a.s), “Ben her yıl hacca gitmeye veya kendi ailemden birini kendi paramla hacca göndermeye hazırladım”diyen İshak b. Ammar’a şöyle buyurmuştur: “Bu hususta kesin kararlı mısın?” O, “Evet” deyince de şöyle buyurdu: “Eğer böyle yaparsan servetin çoğalacağına yakin et ve (o zaman) sana zenginliği müjdeliyorum.” [24]
Haccın Günahları Temizlemesi
İmam Zeyn’ul-Abidin (a.s) şöyle buyurmuştur: “Haccın hakkı, bu vesileyle Rabbinin huzuruna varacağını, günahlarından O’na doğru kaçtığını, onunla tövbenin kabul olduğunu ve Allah’ın sana farz kıldığı farzını yerine getirdiğini bilmendir.” [25]
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hac ve Umre yapmak fakirliği ortadan kaldırır, günahları siler ve cennete girmeye sebep olur.” [26]
Haccın Kamil Olmasına Sebep Olan Şey
Kur’an:
“(Başladığınız) hac ve umreyi Allah için tamamlayın.” [27]
İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hacc’ın tamamı İmamla görüşmektir.” [28]
İmam Sadık (a.s), Allah-u Teala’nın “ Sonra kirlerini giderip temizlensinler” ayeti hakkında şöyle buyurmuştur: “Maksat imamı görmektir.” [29]
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın evini ziyaret için çıktığınızda Haccınızı Resulullah (s.a.a) (ziyareti) ile tamamlayın. Zira bunu terk etmek cefadır ve buna emredilmişsiniz. Haccınızı aziz ve celil olan Allah’ın sizlere hakkını ve ziyaretini gerekli saydığı kabirleri ziyaret ederek tamamlayın ve bu kabirlerin (bereketi ile) rızık taleb edin.” [30]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sizden birisi haccedince haccını bizi ziyaret etmek ile tamamlasın. Zira bu haccın tamamlanmasındandır.” [31]
İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz insanlar bu taşlara gelip onları tavaf etmekle, sonra bize gelip velayet ve dostluk izharında bulunmakla ve bize yardımlarını açıklamakla emrolunmuşlardır.” [32]
Haccı Terk etmenin Akıbeti
Kur’an:
“Oraya yol bulabilen insana Allah için Kabe'yi haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” [33]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ey Ali! Bu ümmetten on kişi yüce olan Allah’a küfretmiştir: ... Geniş imkanlar bulunduğu halde hac etmeden ölen kimse.” [34]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim ölünceye kadar sürekli Hacc’ı ertelerse Allah onu kıyamet günü Yahudi veya Nasrani (Yahudi) olarak haşreder.” [35]
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim haccı dünya hacetlerinden bir hacet sebebiyle terk ederse hacıları görmediği müddetçe (hacılar hacdan dönmedikçe veya bizzat hacca gitmedikçe) ihtiyacı giderilmez.” [36]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim kendisini engelleyen şiddetli bir fakirlik, hacca tahammül edemeyeceği bir hastalık veya kendisini engelleyen bir sultan olmaksızın hacca gitmediği halde ölürse ister Yahudi veya isterse de Nasrani olarak ölsün.” [37]
İmam Sadık (a.s), Allah-u Teala’nın, “Her kim bu dünyada kör olursa ahirette de kör ve yol açısından daha da sapık olur”ayeti hakkında şöyle buyurmuştur: “Bu kimse haccı erteleyen ve “Bu yıl hacca gideceğim, gelecek yıl gideceğim”diyerek kendisine ölüm gelip çatan kimsedir.” [38]
Haccı Tatil Etmek
Kur’an:
“ Allah, hürmetli ev Kabe'yi, insanların işlerinin düzene girmesi için sebep kıldı.” [39]
İmam Sadık (a.s), kendisine bu hikayecilerden bir grup, “Eğer birisi bir defa hacca giderse ve sonra (yeniden hacca gitmek yerine) sadaka verip sıla-i rahimde bulunursa daha iyi iş yapmıştır”demektedir diyen Abdurrahman’a şöyle buyurmuştur: “Yalan söylüyorlar, eğer halk bunu yapacak olursa bu ev tatil olur. Şüphesiz Allah-u Teala bu evi insanların işinin düzene girmesi için bir sebep kıldı.” [40]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Eğer insanlar hacca gitmeyi tatil edecek olursa ister istesinler, ister istemesinler İmam onları hacca gitmeye zorlamalıdır. Zira bu ev hac ve ziyaret için bina edilmiştir.” [41]
Yetmiş Hacdan Üstün Olan Şey
İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz eğer Müslümanlardan bir aileye bakacak, açlığını gidererek, çıplak bedenlerini örtecek ve insanlar arasında yüzünün suyunu koruyacak olursam bu benim için yetmiş defa hacca gitmekten daha sevimlidir.” [42]
Gerçek Hacılar Azdır
Abdurrahman b. Kesir şöyle diyor: “İmam Sadık (a.s) ile hacca gittim. Bir yoldan geçerken İmam (a.s) dağın başına çıktı ve o yukarıdan insanlara bakarak şöyle buyurdu: “Bağırıp çağıranlar ne çok ve gerçek hacılar ne de azdır!” [43]
Ebu Basir şöyle diyor: “İmam Sadık (a.s) ile hacda birlikte idim. Tavaf esnasında ona şöyle dedim: “Fedan olayım ey İbn-i Resulillah! Allah bu insanları bağışlayacak mı?”İmam şöyle buyurdu: “Ey Ebu Basir! Gördüğün insanların çoğu domuz ve maymundurlar.”Ben, “onları bana göster”deyince İmam kendi kendine bir şeyler söyledi, elini gözlerime sürdü ve o an onları maymunlar ve domuzlar şeklinde gördüm! Çok korktum, İmam (a.s) yeniden ellerini gözüme sürdü ve ben yeniden onları ilk oldukları haliyle gördüm.” [44]Hacca Gidenin Edebi
Kur’an:
“ Hac bilinen aylardadır. O aylarda hac farizasını eda eden kimse bilmelidir ki, hacda kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur” [45]
İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim bu evi ziyaret eder de onda şu üç haslet olmazsa hiç bir değeri yoktur: “Allah-u Teala’ya isyandan alı koyan bir ver’â, öfkesini dizginleyecek bir hilim ve kendisi ile arkadaşlık edene güzel arkadaşlık etmek.” [46]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “İhrama giyince Allah’ın takvasına bürün, Allah’ı çok zikret ve hayır dışında bir şey konuşma. Şüphesiz haccın ve umrenin kemali aziz ve celil olan Allah’ın da buyurduğu gibi insanın dilini sadece hayır üzere koruması ile mümkündür. Nitekim aziz ve celil olan Allah şöyle buyurmuştur: “O aylarda hac farizasını eda eden kimse bilmelidir ki, hacda kadına yaklaşmak yoktur...” [47]
Kendine Dikkat Edenlerin Adabı
Misbah’uş-Şeria’da yer aldığına göre İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hac etmek istersen kalbini Allah-u Teala’dan başka her meşguliyetten ve her engelden arındır. İşlerini tümüyle yaratıcına havale et. Tüm hareket ve sükunetlerinde Allah’a tevekkül et, kaza, hüküm ve kaderine teslim ol. Dünyayı rahatlığı ve insanları terket. Boynunda olan insanların haklarını öde. Azığına, bineğine, arkadaşlarına, gücüne, gençliğine ve malına dayanma. Zira bunun sana düşman ve vebal olmasından korkulur. Herkim Allah’ın rızasını iddia eder ve buna rağmen başka bir şeye güvenirse Allah o şeyi ona düşman ve vebal kılar ki kendisinin ve başkasının Allah’ın koruması ve tevfiki olmaksızın bir gücü ve çaresi olmadığını bilsin.
Dönüşü olmayan kimse gibi hazırlıklı bulun, iyi arkadaşlık et, Allah’ın farzlarının ve Resulünün (s.a.a) sünnetlerinin vakitlerine ve sana farz olan edep, sabır, şükür, şefkat, cömertlik ve azığından fedakarlık etmeye tüm vakitlerde riayet et. Sonra günahlarını halis tövbe suyuyla yıka; doğruluk, sefa, huzur ve huşu elbisesini giyin. Seni Allah’ın zikrinden ve itaatinden alı koyan her şeyden kaçın. Allah’ın çağırdığında halis, temiz ve saf bir şekilde aziz ve celil olan Allah’a Lebbeyk de ve O’nun sağlam kulpuna sarıl.
Müslümanlarla Allah’ın evini tavaf ettiğin gibi meleklerle arşın etrafında kalbinle tavaf et. Hervele ederken nefsinin isteklerinden kaçın, tüm güç ve kudretinden el çek. Mina’ya doğru çıkarken gafletten ve sürçmelerinden uzaklaş, sana helal olmayan ve yakışmayan şeyleri temenni etme. Arafat’ta hatalarını itiraf et. Allah ile vahdaniyeti üzere yeniden sözleş. Müzdelife’de güvenle [48] Allah’a yaklaş. Meş’êr dağından yukarı çıkınca ruhunu da yüce aleme gönder. Kurban keserken istek ve ihtirasının boğazını kes. Şeytanı taşlar iken isteklerini, düşüklüğünü, alçaklığını ve kınanmış işlerini taşla. Başını tıraş ederken zahiri ve batıni ayıplarını tıraş et. Hareme girince isteklerine uymak yerine Allah’ın emanına, sığınağına, örtüsüne ve himayetine gir. Ev sahibinin azametine yakin ederek ve onun kudret, azamet ve saltanatını tanıyarak evini ziyaret et. Hacer’ül-Esved’e Allah’ın kısmetine razı olarak ve izzetine boyun eğerek el sür. Veda tavafını yaparken de O’ndan başka her şeye veda et. Sefa’da vakfe durunca ruhunu ve içini Allah ile görüşeceğin gün için temiz kıl. Merve’de mürüvvet sahibi ol, vasıflarını yok bilerek ilahi takvaya bürün. Bu haccında şart koştuğun, Rabbin ile sözleştiğin ve kıyamete kadar kendine farz kıldığın şeyler hususunda mukavemet göster.” [49]
İhram Giymenin Adabı
Malik b. Enes şöyle diyor: “İmam Sadık (a.s) ile bir yıl hacca gittim. Bineği ihram yerinde durunca her ne kadar telbiye (lebbeyk) söylemek istediyse de sesi boğazında kesildi ve neredeyse bineğinden yere düşecek oldu.”Ben şöyle dedim: “Ey İbn-i Resulillah! Lebbeyk demek gerekir.”İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: “Ey İbn-i Ebi Amir! Nasıl cesaret edip de lebbeyk Allahumme lebbeyk”diyeyim? Zira aziz ve celil olan Allah’ın bana cevap olarak lebbeyk değil, sa’deyk değil!” demesinden (davetimi reddetmesinden) korkuyorum.” [50]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim helal olmayan bir mal kazanır da hacca gider ve lebbeyk derse kendisine “lebbeyk değil, sa’deyk değil”denir. Ama helal olan bir mal ile hacca gider ve lebbeyk derse o zaman da kendisine “lebbeyk ve sa’deyk”denir.” [51]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim haram bir mal ile hacca gider ve “lebbeyk Allahumme lebbeyk”derse Allah da ona şöyle der: “Lebbeyk değil, sa’deyk değil. Haccın reddedilmiştir.” [52]
İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz insanlar Allah’ın haremine ve güvenlik bölgesine girmeden önce kalpleri huşu içine girsin, dünya işleri, süsleri ve lezzetlerine gönül vermesin, içinde bulundukları halde ciddi ve gayretli olsun, O’na yönelsin, tüm varlıklarıyla ona teveccüh etsinler diye ihrama girmekle emrolunmuşlardır.” [53]
Hac Çeşitleri
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hac iki çeşittir: Allah için hac ve insanlar için hac. Her kim Allah için hac ederse Allah katındaki sevabı cennettir. Her kim de insanlar için hac ederse kıyamet günü sevabı insanlara kalmıştır.” [54]
İmam Sadık (a.s), Mehdi’nin (a.s) zuhur alametleri hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah’tan başkası için hac ve cihadı taleb etmeyi gördün... O halde sakın ve aziz ve celil olan Allah’tan kurtuluş taleb et.” [55]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim aziz ve celil olan Allah’ı ister, riya ve meşhur olma kastı olmaksızın haccederse Allah şüphesiz onu bağışlar.” [56]
Hac Yolunda Ölen Kimsenin Sevabı
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim giderken veya gelirken Mekke yolunda ölürse kıyamet günü büyük korkudan güvende olur.” [57]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim ihramda iken ölürse Allah onu Lebbeyk diyen bir halde diriltir.” [58]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim iki haremden birinde (Mekke veya Medine’de) ölürse Allah onu azabından güvende olan kimseler ile birlikte haşreder. Her kim de iki harem arasında ölürse onun için divan kurulmaz. (hesaba çekilmez)” [59]
Haremin Hürmeti
Kur’an:
“ Kim oraya girerse, güvenlik içinde olur;” [60]
İmam Sadık (a.s), Allah-u Teala’nın “Kim oraya girerse, güvenlik içinde olur” Ayeti hakkında şöyle buyurmuştur: “İnsanlardan her kim Allah’a sığınarak hareme girerse Allah’ın gazabından güvende olur. Oraya giren hayvan ve kuşları da haremden çıkıncaya kadar ürkütmemek ve eziyet etmemek gerekir.” [61]
Hakeza İmam Sadık (a.s) ayetin tefsirinde şöyle buyurmuştur: “Eğer bir hırsız Mekke dışında bir yerde hırsızlık veya bir suç işler de Mekke’ye kaçarsa Harem’de olduğu müddetçe tutuklanmamalıdır. Ama pazara gitmesi engellenmeli ve haremden çıkıncaya kadar kendisi ile alış veriş edilmemeli, arkadaşlık yapılmamalıdır. Haremden çıkınca tutuklanmalıdır. Ama o işi haremde yapmışsa onu tutuklamak gerekir.” [62]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Sizden hiç birine Mekke’de silah taşıması helal değildir.” [63]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Mekke’yi saygın kılan şüphesiz insanlar değildir, orayı Allah saygın kılmıştır. Bu yüzden de saygınlığı kıyamete kadar sürecektir. İnsanlardan Allah’a en çok isyan eden kimse haremde bir insanı öldüren, canına kastetmeyen birini öldüren veya cahiliyye kini üzere birine saldıran kimsedir.” [64]
Ebu Hureyre şöyle diyor: “Allah Mekke’yi Peygamberine fethedince ayağa kalkarak Allah’a hamd-u senada bulundu ve şöyle buyurdu: “Allah Fil ashabına Mekke’ye saldırma hususunda engel oldu; Peygamberini ve müminleri onlara hakim kıldı. Bu şehir günün belli bir vakti bana helal kılındı ve sonra kıyamete kadar haram (saygın) kılındı. Ağaçlarını kesmemek gerekir ve avını ürkütmemek icab eder.” [65]
Dipnotlar__________________________________________________________________________________________________________
[1] Al-i İmran suresi, 97. ayet
[2] Hac suresi, 27. ayet
[3] Nehc’ul-Belağa, 47. Mektup
[4] el-Hisal, 620/10
[5] a.g.e. s. 628/10
[6] a.g.e. 635/10
[7] el-Bihar, 99/9/25
[8] Vesail’uş-Şia, 8/4/4
[9] Emali es-Seduk, 493/4; et-Tevhid, 253/4
[10] Uyun-u Ahbar’ir-Rıza, 2/90/1
[11] el-Bihar, 99/45/34
[12] Nehc’ul-Belağa, 192. Hutbe
[13] İlel’uş-Şerayi’, 405/6
[14] Nehc’ul-Belağa, 1. Hutbe
[15] Emali et-Tusi, 668/1398
[16] a.g.e. 296/582
[17] Sevab’ul-A’mal, 70/3
[18] Uyun-u Ahbar’ir-Rıza, 2/119/1
[19] el-Hisal, 60/81
[20] a.g.e. 117/101
[21] Tuhef’ul-Ukul, 7
[22] Emali et-Tusi, 694/1478
[23] Mehasin, 2/79/1203
[24] Sevab’ul-A’mal, 70/4
[25] el-Hisal, 566/1
[26] Tuhef’ul-Ukul, 149
[27] Bakara suresi, 196. ayet
[28] Uyun-u Ahbar’ir-Rıza, 2/262/29
[29] Nur’us-Sakaleyn, 3/492/97
[30] el-Hisal, 616/10
[31] Uyun-u Ahbar’ir-Rıza, 2/262/28
[32] a.g.e. h. 30
[33] Al-i İmran suresi, 97. ayet
[34] el-Hisal, 451/56
[35] el-Bihar, 77/58/3
[36] Sevab’ul-A’mal, 281/1
[37] a.g.e. 282/2
[38] Tefsir-ul Ayyaşi, 2/305/127
[39] Maide suresi, 97.ayet
[40] İlel’uş-Şerayi’, 452/1
[41] a.g.e.396/1
[42] Sevab’ul-A’mal, 170/13
[43] el-Bihar, 27/181/30 ve 47/79/58, el-Heraic ve'l-Ceraih, 2/827/40, az bir lafız farklılığıyla
[44] a.g.e.
[45] Bakara suresi, 197. ayet
[46] el-Hisal, 148/180
[47] el-Kafi, 4/338/3
[48] el-Bihar, 99/125; Mustedrek’ul-Vesail ve Meheccet’ul-Beyza ve diğer bazı nüshalarda “za zika” yerine “vasika” vardır.
[49] Misbah’uş-Şeria’, 142
[50] el-Hisal, 167/219; İlel’uş-Şerayi’, 235/4
[51] Vesail’uş-Şia, 12/60/3
[52] Durr’ul-Mensur, 2/63
[53] Vesail’uş-Şia, 9/3/4
[54] Sevab’ul-Amal, 74/16
[55] el-Kafi, 8/40/7[56] Sevab’ul-Amal, 74/17
[57] el-Kafi, 4/263/45
[58] el-Bihar, 7/302/56
[59] a.g.e. h. 57
[60] Al-i İmran suresi, 97. ayet
[61] el-Kafi, 4/226/1 ve s. 227/3 ve Vesail’uş-Şia, 9/336; 14. Bölüm
[62] a.g.e.
[63] Sahih-i Muslim, 1356[64] Durr’ul-Mensur, 1/298
[65] a.g.e.
[66] Kemal’ud-Din, 346/33
Büyük İslam Kadını Hz. Hatice (s.a)
“Ey Peygamber! İnkâr edenlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara karşı sert davran. Onların barınma yeri cehennemdir. Pek de kötü bir dönüş yeridir o. Allah, inkâr edenlere, Nuh'un eşini ve Lut'un eşini örnek olarak verdi. İkisi de kullarımızdan salih olan iki kulumuzun nikâhları altındaydı; ancak onlara ihanet ettiler. Bundan dolayı, onlara, (kocaları) kendilerine Allah'tan gelen hiç bir şeyle yarar sağlayamamıştı. İkisine de, «Ateşe diğer girenlerle birlikte girin» denildi. Allah, iman etmekte olanlara da Firavun'un karısını örnek olarak verdi. Hani demişti ki: «Rabbim! Bana kendi katında, cennette bir ev yap, beni Firavun'dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar.» İffetini koruyan İmran'ın kızı Meryem'i de (örnek kıldı). Böylece biz de ona kendi ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O, (Rabbine) gönülden bağlı olanlardandı.” (Tahrim suresi, 9-12)
Kadınlar, her zaman toplumsal yaşamın temel taşları olmuşlardır. Dolayısıyla, onların fikirleri, düşünceleri, eğilimleri ve istekleri, toplum içinde etki göstererek büyük değişimlere neden olmuştur.
Toplumda değişimlere yol açan bu fikirler ve istekler bazen kadınların kendi elleriyle bazen de kadınların inkar edilemez manevi etkilerden dolayı, çocukları ve eşleri yardımıyla ortaya çıkmıştır.
Bundan dolayı, Kur’an-ı Kerim mümin kadını imanlı bir toplumun temel taşı, kafir kadını da imansız bir toplumun temel taşı olarak tanıtmıştır.
Yukarıdaki ayet-i kerimede, yüce Allah, imanlı insanların örneğini belirtirken iki kadının ismini ve durumunu açıklamıştır. Kafir insanların örneğini belirtirken de iki kadının adını açıklamakla yetinmektedir.
Kadınlar yalnızca toplumsal alanın yarısını oluşturmakla kalmayıp, aynı zamanda ev sorumluluğu ve annelik görevinin gerektirdikleriyle, kamusal alanda, huzur kaynağı bir kuşak da olacaklardır. Çünkü, imanlı bir kadın imanlı bir toplum, kafir bir kadın kafir bir toplum demektir.
Bazen, tarih sayfalarında “ilahi risaleti açıklama” ve “dini tebliğ etme” kıvancının yanısıra dini, düşmanlardan koruma görevinin de kadınlara verildiğini görmekteyiz.
Bu geçitte, iman cilvesi ve direnç kaynağı olan İslam tarihinin en aydın yüzlerinden birisi de “Hazret-i Hatice”dir. O Peygamber’in (s.a.a) risaletinin ilk saatlerinde ona iman ederek ömrünün sonuna kadar bu çizgi üzerinde direnç göstermiştir. Allame Meclisi, Bihar’da şöyle söylemektedir:
“Hatice, İslam’a sadık bir vezir ve Peygamber’in (s.a.a) huzur kaynağı idi.” (Bihar’ul-Envar: c. 22, s. 152 ve c. 16, s. 11, Fatımat’uz-Zehra Behcet’i Kalb’il-Mustafa’dan naklen, s. 126)
Hazret-i Hatice’nin (a.s) Faziletleri
1-Hatice’nin (a.s) Peygamberi (s.a.a) Tanıması
Hazret-i Hatice (a.s) Peygamber efendimize (s.a.a) evlenme teklifinde bulunarak (Peygamberlikten önce) onun eşi olma onuruna ulaşmıştır. Hazret-i Hatice (a.s) evlenme teklifinin sırrını şöyle açıklamaktadır: “Bana olan akrabalığın, kavmin arasında büyük şeref sahibi olman, emaneti sahibine vermen, güzel ahlaklı ve doğru sözlü olman nedeniyle seninle evlenmek istiyorum.”[1]
Bu sözlerden İslam’ın yüce kadınının Peygamber’e (s.a.a) olan ilgisinin nefsi tutkular ve evlenmeye arzusu nedeniyle kaynaklanmadığı anlaşılmaktadır. Hatice (a.s) Peygamber efendimizin (s.a.a) olağan üstün kişiliğini bilmekteydi. Dolayısıyla Peygamber’in (s.a.a) hedefleri doğrultusunda samimice çaba göstermiştir. O’nun Peygamber’e (s.a.a) olan bağlılığından dolayı yapmış olduğu fedakarlıklar, bütün Kureyş kadınlarının onu terk etmelerine neden olacak bir seviyeye ulaşmıştı. Hatta, hazret-i Fatıma’nın (a.s) doğumunda hiçbirisi Hatice’nin (a.s) yardımına gelmemişti.[2] Ancak bütün bu baskılar, imanından dolayı ona hiç de ağır gelmiyordu.
2-Hazret-i Hatice (a.s) İlk Müslüman Kadındır
“Ey Peygamber hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz.”[3]
Bütün tarihçilerin nakline göre, Yüce İslam dinine İman eden ilk Kadın Hazret-i Hatice (a.s)dir. İbn-i Abduved Dur Katade’den şöyle nakletmektedir:
“Allah’a ve Rasulüne (s.a.a) iman eden ilk kişi Hazret-i Hatice (a.s) idi.[4]
İbn-i Abduddur, kendi senediyle babası Ebi Rafi’den şöyle nakletmektedir: “Peygamber (s.a.a) pazartesi günü namaz kıldı. Hatice ise o günün son saatlerinde namaz kıldı.”[5]
3-Hazret-i Hatice (a.s) Cennet Kadınlarının En Üstünüdür
İkrime, İbn-i Abbas’dan şöyle nakletmektedir: “Peygamber (s.a.a) yerin üzerine dört çizgi çizerek şöyle buyurdu: Cennetin en üstün kadınları, Huveylid kızı Hatice, Muhammet kızı Fatıma, İmran kızı Meryam ve firavun’un karısı Mezahim kızı Asiye’dir”[6]
İbn-i Esir, kendi senediyle, Enes İbn-i Malik’ten Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Meryem, Asiye, Hatice ve Fatıma, alemin en üstün kadınlarıdır.”[7]
4-Hazret-i Hatice (a.s) Peygamber’in (s.a.a) Eşlerinin En Üstünüdür. (Müminlerin Annesi)
“Peygamber’in eşleri, müminlerin annesidirler.”[8]
Şeyh Saduk, İmam Sadık’tan (a.s) şöyle nakletmiştir: “Peygamber (s.a.a) on beş kadınla evlenmiştir ve onların, en üstünü Huveylid kızı Hatice’dir”[9]
5-Hazret-i Hatice (a.s) Peygamber’in (s.a.a) Çocuklarının Annesidir
Hazret-i Hatice (a.s) Kur’an ayetine göre bütün müminlerin manevi annesi olmasına karşın, vasıtasız, direkt olarak “Peygamber’in (s.a.a) bütün çocuklarının annesi” ünvanına da sahiptir. Tarihçiler şöyle nakletmektedirler: “Maria-i Kıbtiye’den dünyaya gelen İbrahim dışındaki Peygamber’in (s.a.a) çocuklarının hepsi, Hatice’den (a.s) dünyaya gelmişlerdir. Yalnızca bunun kendisi, Hatice’nin (a.s) maneviyetinin yüceliğini, değerinin üstünlüğünü ve önemi artırmaktadır.”
Hazret-i Hatice’nin (a.s) çocukları şunlardır:
“Kasım, Abdullah, Zeyneb, Ümmü Gülsüm ve Fatıma (a.s). Erkek çocukları küçük yaşta ölmüşlerdir. Kız çocukları ise yaşamışlardır.”[10]
Bu yüce kadının erdemlerinin arasında, yalnızca Fatıma’nın (a.s) annesi olması şerefi yeterlidir. Çünkü Hazret-i Fatıma (a.s) Peygamber’den (s.a.a) sonra imamet ve velayet görevini üstlenen kuşağın annesi idi.
Muhaddis Kummi, Muntehel A’mal kitabında, Hazret-i Hatice’den (a.s) şöyle nakletmektedir:
“Fatıma’ya hamile olduğum ilk anlarda, karnımda onun nurunu görmeye başlamıştım”
Buna ilave olarak, Şeyh Saduk, Mufazzal b. Ömer’den İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Hatice-i Kübra (a.s) Fatıma’ya (a.s) hamile olunca Fatıma (a.s) onunla karnındayken konuşuyordu. Onun dostu idi. Ona sabretmesini öğütlüyordu. Hatice (a.s) bu durumu peygamber’den (s.a.a) gizliyordu. Bir gün Peygamber (s.a.a) içeri girdi ve Hatice’nin (a.s) yanında olmayan bir kişiyle sohbet ettiğini duydu. Şöyle buyurdu:
-Ey Hatice, kiminle konuşuyorsun?
Hazret-i Hatice (a.s) şöyle cevap verdi:
-Karnımda olan çocuk benimle konuşuyor.
Sonra Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:
-Şimdi Cebrail, bana bu çocuğun kız olduğunu, tertemiz, kutlu ve bereketli bir soy sahibi olacağını haber verdi. Yüce Allah benim soyumu ondan yaratacak, dinin imamları onun soyundan olacaklardır.” Hazret-i Fatıma’nın (a.s) doğum zamanı yaklaşınca, Hatice (a.s) kendisine yardım etmeleri için Kureyş kadınlarına ve Haşim oğullarının kadınlarına birini gönderdi. Ancak onlar cevap olarak şöyle söylediler: “Sen bizim sözümüzü dinlemedin. Abdulmuttalib’in fakir, yoksul ve yetim oğluyla evlendin. Onun için senin evine gelmeyeceğiz.”
Hazret-i Hatice’ye (a.s) onların cevabını söyledikleri zaman çok üzüldü. Ancak, uzun boylu esmer dört kadının yanında hazır olduğunu gördü. Hatice (a.s) onları görünce korktu. Ancak, onlardan biri şöyle dedi: “Ey Hatice (a.s) korkma. Bizi yüce Allah sana yardım etmemiz için gönderdi.
İlk kadın, “Ben Sare, İbrahim’in karısıyım” dedi.
İkinci kadın, “Ben Asiye, Mezahim’in kızıyım” dedi.
Üçüncü kadın, “Ben Meryem, İmran’ın kızıyım” dedi.
Dördüncü kadın, “Ben Külsüm, İran’ın oğlu Musa’nın kız kardeşiyim” dedi.
Cennetlik olan bu dört kadın, on huri ile birlikte Fatıma’nın (a.s) doğumu için Hatice’ye (a.s) yardım ettiler.[11]
6-Hazret-i Hatice’nin (a.s) Ali b. Ebi Talib’e İmanı
Merhum Meclisi, Bihar’ul-Envar’da Hazret-i Haticece’nin (a.s) Ali’ye (a.s) olan ilgisini ve şefkatini şöyle nakletmiştir: “Hatice (a.s) Peygamber (s.a.a) ile evlendikten sonra Ali (a) dünyaya gözlerini açtı. Allah Resulü (s.a.a) Hatice’ye (a.s) Ali’nin (a) sevgisi ve muhabbeti hakkında birşeyler söyledi. Ondan sonra, Ali’ye (a.s) karşı büyük bir ilgi göstermeye başladı. Ali’yi (a.s) hizmetçileri yardımıyla elbise, süs eşyaları ve ihtiyaç malzemeleri gönderiyordu. Bunu gören insanlar şöyle diyorlardı: “Ali, Hatice’ye göre en sevilen kişi ve onun gözünün nurudur.”
Hatice’nin (a.s) hediyeleri, sabah akşam Ebu Talib’in evine yağıyordu.[12]
Bunlara ilave olarak, Hatice (a.s) o zaman bu görevle sorumlu olmamasına rağmen, Ali (a) ve evlatlarının velayetini kabul etmişti.
Merhum Mahallati, Meclisi’den şöyle nakletmektedir: “Birgün Allah Resulü (s.a.a) Hatice’yi (a.s) yanına çağırarak şöyle buyurdu: “Bu Cebrail’dir ve Müslüman olmak için bazı şartların olduğunu söylüyor. İlki; Allah’ın bir olduğunu söylemektir. İkincisi; Peygamber’in risaletini kabul etmektir. Üçüncüsü; Şeriat’ın emirleri ile amel etmek ve ahirete iman etmektir. Dördüncüsü, O’nun çocuklarından olan masum imamlara ve emir sahiplerine uymak, onların düşmanlarından uzak durmaktır. Hazret-i Hatice (a.s) onların hepsini söyleyerek kabul etti.[13]
7-Hazret-i Hatice’nin (a.s) İslam’a Yardımı
Tarihçiler Hazret-i Hatice’nin 8s) servetini şöyle açıklamışlardır:
1-Onun ticaret mallarını taşıyan binlerce devesi vardı.
2-Evinin çatısına ipek iplerle yeşil ipekten bir kubbe yapılmıştı. Bu onun zenginliğinin göstergesiydi.
3-Onun hizmetini yerine getiren dörtyüz köle ve cariye[14]
Ebu Cehil ve Ukbe b. Ebi Muit gibi Kureyş’in en zenginlerinin serveti, Hazret-i Hatice’nin mal varlığı karşısında hiç sayılıyordu.
Hatice (a.s) Peygamber efendimizle (s.a.a) evlendikten sonra, bütün mal varlığını, Allah Resulü’nün (s.a.a) kullanımına sundu.[15]
İslam’ın ilerleyişinin önünü ekonomik ambargo ile önlemeye çalışarak “Allah Resulü’nün yanındakilere, dağılıp gidinceye kadar, infak etmeyin”[16] şeklinde aptalca sözler söyleyen münafıklar karşısında bütün varlığını İslam’ın yayılması için harcadı. Özellikle, Ebu Talib vadisinde ambargo altında yaşadıkları günlerde, Peygamber (s.a.a) ile birlikte olmasının ve ona manevi olarak büyük destek vermesinin yanısıra bütün mal varlığını da İslam’ı savunmak ve Müslümanlar’ı korumak için harcadı.
Gerçekten O’nun, Bakara suresindeki sakınanların ölçütü olduğunu söylemek gerekir.
Onlar (sakınanlar) gayba inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler.”[17]
“Ey Peygamber, eşlerine şöyle söyle: Eğer şu dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, haydi gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzellikle serbest bırakayım. Eğer Allah’ı, Resulünü ve ahiret hayatını istiyorsanız, Allah sizin iyileriniz için büyük bir ödül hazırlamıştır.”[18]
“Sizden kim, Allah’a ve Resulüne itaat eder, iyilik yaparsa, ona da ödülünü iki kat olarak veririz. Kendisi için bol ve bereketli bir rızık da hazırlamışızdır.”[19]
Hazret-i Hatice’nin (a.s) Allah Katındaki Makamı
Zürare, Hamran İbn-i Ayen’den, o da Muhammed b. Müslim yoluyla İmam bakır’dan (a.s) şöyle nakletmişlerdir:
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
Mirac’ta olduğum gece, manevi yokluktan dönüşte Cebrail’e şöyle dedim:
-Ey Cebrail bir ihtiyacın var mı?
Cebrail şöyle cevap verdi:
-Allah’ın ve benim selamımı Hatice’ye (a.s) söylemeni istiyorum.
Peygamber (s.a.a) Cebrail’in haberini Hatice’ye (a.s) ulaştırınca, şöyle cevap verdi:
-Allah selam’dır, selam O’ndandır ve selam O’na dır. Cebrail’e selam olsun.[20]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hatice (a.s) vefat ettiği zaman, Fatıma (a.s) Peygamber’in (s.a.a) etrafında dönüyor ve şöyle soruyordu:
-Ey Allah Resulü! Annem nerededir?
Allah Resulü (s.a.a) ona cevap vermedi. Ancak, Fatıma (a.s) sorunun cevabını ısrarla istiyordu. Peygamber (s.a.a) Fatıma’ya nasıl bir cevap vereceğini bilmiyordu. Sonra Cebrail inerek şöyle dedi:
Yüce Allah, Fatıma’ya Allah’ın selamını bildirmeni ve şöyle söylemeni buyuruyor:
Annen, duvarları altın, sütunları kırmızı yakut’tan olan zümrüt bir evdedir. O, Firavun eşi Asiye ile İmran kızı Meryem’in arasındadır. Sonra Fatıma (a.s) şöyle dedi: “Kuşkusuz Allah selamdır. Selam O’ndandır ve selam O’nadır.[21]
Aynı şekilde, Peygamber efendimiz (s.a.a) ölüm döşeğinde iken, Fatıma’nın (a.s) annesinin kıyametteki makamı hakkında soru sorduğu da rivayet edilmiştir. O soru şöyle idi: “Annem Hatice-i Kübra, o gün nerede olacaktır?”
Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle cevap verdi: Hatice, dört kapısı cennete açılan bir sarayda olacaktır.”[22]
Sefinet’ul-Bihar’da merhum Muhammdis Kummi şöyle söylemektedir:
“Yüce Allah, Hz. İsa’ya Peygamber efendimizin özelliklerini açıklarken “O’nun soyu “mübareke”den olacaktır” şeklinde vahyederek, Hatice’yi “mübareke” olarak açıklamıştır.
Kenz’ul-Ummal’da şöyle nakledilmektedir: A’raf suresinin 46. ayetinde yer alan “Araf üzerinde herkesi yüzlerinden tanıyan adamlar vardır” hakkında “onlar, Peygamber (s.a.a) Hatice (a.s), Ali (a.s), Fatıma (a.s), Hasan (a.s), Hüseyin (a.s)dir” şeklinde rivayet edilmiştir.
Yine, Ebu Müslim Hulayi, Peygamber’e (s.a.a) “Allah; Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini seçip âlemlere üstün kılmıştır” (Al-i İmran/33) ayeti hakkında sorunca Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali, Hasan, Hüseyin, Hamza, Cafer, Fatıma ve Hatice’dir”[23]
Peygamber Efendimizin (s.a.a) Hz. Hatice’ye (a.s) İlgisi
Hazret-i Hatice (a.s) Peygamber efendimizle (s.a.a) birlikte 24 yıl yaşamıştır.[24] Hatice (a.s) hayatta iken Peygamber (s.a.a) başka bir kadınla evlenmedi, Hatice (a.s) vefat ettikten sonra Hatice’nin (a.s) kabrine inerek oraya yerleştirdi.[25]
Abdullah b. Cafer, Ali’den (a.s) Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Ümmetimin kadınlarının en üstünü Hatice’dir. Önceki ümmetlerin en üstün kadını da Meryem idi”[26]
Enes b. Malik’ten Peygamberimize (s.a.a) ne zaman hediye getirilse şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Onu falan kadının evine götürünüz. O kadın, Hatice’nin dostu idi ve Hatice’yi seviyordu.”[27]
Peygamberimizin (s.a.a) eşi Ayşe şöyle söylemiştir: “Peygamber, onu andığı zaman duyduğumda, kurban kestiği zaman onu Hatice’nin dostlarına hediye verdiğinde, Hatice’yi kıskandığım kadar, başka bir kadını kıskanmadım.[28]
Aişe şöyle söylemiştir: “Peygamber (s.a.a) Hatice’yi anmadan ve onu için bağışlanma dilemeden evden dışarı çıkmıyordu. Yine bir gün onu andı. Ben de kıskanarak, şöyle dedim:
-O yaşlı bir kadındı. Allah, size onun yerine ondan daha iyisine verdi.
Peygamber öfkelenerek şöyle buyurdu:
-Hayır! Allah’a yemin ederim ki ondan daha iyisini bana vermemiştir. Hatice gibisi nerededir? O, insanlar beni inkar ettiği zaman, iman etti. O, insanlar beni yalanladığı zaman, doğruladı. O, malıyla bana yardım etti. Yüce Allah kadınların arasında, yanlızca ondan çocuk verdi.
Şöyle nakletmişlerdir: Peygamber (s.a.a) ne zaman Hatice’nin (a.s) adını duysa ağlardı.
Yine şöyle nakledilmiştir:
Bir gün yaşlı bir kadın Peygamber’in (s.a.a) yanına geldi. Peygamber (s.a.a) ona çok şefkatli davrandı. O yaşlı kadın gittikten sonra, Aişe nedenini sorunca Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:
“Bu kadın, Hatice (a.s) zamanında bize gelirdi.”[29]
Hazret-i Hatice’nin (a.s) Vefatı
Müslümanlar, Ebu Talib vadisinde üç yıl zor şartlar altında yaşadıktan ve Hazret-i Hatice’nin (a.s) mali yardımları sayesinde kurtulduktan sonra, zorluklar Hazret-i Hatice’nin (a.s) direncini kırarak ömrünü kısalttı. Dolayısıyla, ondan sonra hastalandı.
İlk önce, Peygamber’in (s.a.a) büyük koruyucusu Ebu Talip (r.a) vefat etti. Bazı tarihçilerin nakline göre, üç gün sonra da Hazret-i Hatice (a.s) 65 yaşında vefat ederek, “Hücun” bölgesine defnedildi.
Bu yazının sonunda şu olayında antılması gerekir ki; Hazret-i Hatice (a.s) ölüm döşeğinde iken, Esma Binti Umeys’i yanına çağırarak, kızı Fatıma (a.s) hakkında öğütler vermiştir. Sonra Fatıma’yı (a.s) Peygamber’in (s.a.a) yanına göndererek, şefaatçi olması için, elbiselerinden birini kefen olarak vermesini rica etti. Sonra gözlerini dünyaya kapattı.
Bu olay, Peygamber efendimize (s.a.a) çok ağır gelmişti. Onun için, bir kaç gün evden dışarı çıkmadı ve o yılı “hüzün yılı” olarak adlandırdı.
Ali b. Ebi Talib (a.s) da bu iki büyük insan hakkında şu şiiri söylemiştir:
“Ey gözlerim! Aferin size!
Artık giden o ikisi gibisine bakmayacaksınız.
Büyük derin ırmağa ve kadınların kadınına,
O ilk namaz kılan kişidir.
Yüce Allah’ın arındırdığı ve üstün kıldığı
O seçkin kadına göz yaşı dökünüz.
Bu ikisinin ölümü gündüzümü geceye çevirdi.
Bundan sonra, geceleri
O iki kişinin üzüntüsüyle geçireceğim.
O ikisi, zalimlere karşı
Muhammed’in (s.a.a) dinine yardım ettiler.
Sözlerini yerine getirdiler.[30]
Dipnotlar _____________________________________________________________________________________________________________
[1] Riyahuş Şeriat, c. 2; Bihar’ul-Envar, c. 6
[2] Müntehil Amal, Merhum Muhaddis Kummi
[3] Ahzab suresi, 32. ayet
[4] İbn-i Sad Tabakat’ul-Kübra, c. 8, s. 18; Muhaddisat-i Şia’dan naklen; Yazar: Nehlağurevi Naini
[5] İstiab, c. 2, s. 419, N. 13
[6] Usd’ul Gabe, c. 5, s. 437-İstiab, c. 4, s. 1821, Muhaddisat-i Şia’dan naklen; Yazar, Nehlağurevi Naini
[7] Hısal-i Saduk, 4. bab
[8] Ahzab suresi, 5. ayet
[9] Hısal-i Saduk; 4. bab
[10] Bihar’ul-Envar, c. 22, s. 151; Siret-i İbn-i Hişam, c. 1, s. 190
[11] Müntehel A’mal, Fatıma-i Zehra’nın (a.s) Doğumu Babı
[12] Bihar’ul-Envar, c. 35, s. 43
[13] Riyahuş eş Şeriat, c. 2, s. 209
[14] el-Vekayi ve’l-Havadis, Muhammed Bakır Melbubi, Nasıh ut-Tevarih’ten naklen, s. 13
[15] a.g.e
[16] Münafikun suresi, 7. ayet
[17] Bakara suresi, 3.a yet
[18] Ahzab suresi, 28-29. ayetler
[19] Ahzab suresi, 31. ayet
[20] Bihar’ul-ENvar, c. 18, s. 385
[21] Bihar’ul-Envar, c. 43, Bab-ı Menakıb-i Fatıma (a.s), s. 27
[22] Bihar’ul-Envar, c. 22, Vefatı ve Gaslı (s.a.a), s. 510
[23] Kenz’ul-Ummal
[24] Sefinet’ül-Bihar, c. 1, Bab H., s. 379
[25] Sefinet’ül_Bihar, c. 1, Bab H. S. 380
[26] Müsned-i Ahmet b. Hanbel, Vekayi ve Havadis’ten naklen, Muhammed Bakır Melbubi
[27] Sefinet’ul-Bihar, c. 1, Bab H., s. 380
[28] A.g.e
[29] A.g.e., c. 1, s. 379 ve 381
[30] Divan-i İmam Ali (a.s); Kutbud’din Hasan Beyhaki Nişaburi, s. 360
Mezhep çatışmaları
Küresel güçlerin Ortadoğu ve İslam dünyası üzerindeki paylaşım mücadeleleri her geçen gün biraz daha açığa çıkarken, bölge içi çatışma potansiyelleri de aktif hale geçiyor.
Irak'ta başlayan mezhep çatışmaları şimdi bütün bölgeye yayılma istidadı gösteriyor.
Belirtmek gerekir ki, çatışmalar sadece iç ihtilaflardan, tarihten gelen olumsuz mirastan kaynaklanmıyor, çatışmalarda uluslararası rekabet alanının Ortadoğu olarak seçilmesi önemli rol oynuyor. Özellikle Anglosakson güçler, İslam dünyasını "entegre edilmemiş boşluk" kabul edip, bölgeyi son bileşenlerine ayırıyor, her bileşeni diğerlerine karşı özerkleştiriyor, ona kendi üzerine kapanmasına yarayacak 'sert kimlik' kazandırıyor, sonra da her unsuru diğerleriyle çatıştırarak düzen vermek istiyorlar. Bölgemiz rengarenk bir bahçe gibidir, tarih boyunca farklı din, mezhep ve kavimlerden müteşekkil olarak büyük devletlerin siyasi ve idari şemsiyesi altında yaşamıştır; siyasi birliğin sağlanamadığı zamanlarda bile din, unsurların birbirleriyle barbarca çatışmalarının önüne geçebilmiştir. Bugün durum farklı, iki önemli sebep çatışma potansiyellerini artırmaya ve aktif hale getirmeye hizmet ediyor: Bunlardan biri, bölge içi farklı unsurların iktidar seçkinleri İslamiyet'i yeni bir toplumsal ve politik düzen kurucu referans görmekte zaaf gösteriyorlar. Diğeri dış güçlerin sonu felakete gidecek çatışmaları planlamada ve uygulamada sahip oldukları başarı katsayısının yüksekliği.
"Yaratıcı kaos" doktrini çerçevesinde sürdürülen mezhep çatışmalarında Amerikalılar başrol oynamaktadırlar. Mayıs-2007 yılında konuşan eski bir Iraklı subayın itirafları dudak uçuklatıyordu. Ajan provokatör şöyle diyordu: "Bir gün Şiilerin yoğun olduğu Azamiye'de bir Şii, ertesi gün Sadr kentinde bir Sünni'yi öldürüyorduk. Bu iş için Amerikalıların kurduğu bir 'kirli işler ekibi' var. Söz konusu ekip özellikle kalabalık pazarlarda bombalı araç patlatma konusunda uzman. Amerikan güçlerinin kullandığı en yaygın bombalı araç planı, Iraklılara ait araçlarda arama yapılırken bomba düzeneği yerleştirme şeklinde oluyor" (Yeni Şafak, 12 Mayıs 2007).
Karşılıklı olarak Sünni ve Şiilerin öldürülmesi, cami, türbe veya pazar yerlerinin kitlesel ölümlere yol açacak şekilde bombalanması belli bir doktrin çerçevesinde yürüyor. CIA'nın eski Ortadoğu bölge şefi Robert Baer'in bu konuda söyledikleri hayli ilginç: "Sünni-Şii savaşını tetikleyelim. Biz Amerikalılar niye ölelim ki! Bırakalım (Sünni-Şii) Müslümanlar birbirlerini öldürsünler" (Nilgün Cerrahoğlu, Cumhuriyet, 14 Nisan 2012.)
İşgalden bu yana Irak'ta yaklaşık 1 milyon insan hayatını kaybetti, milyonlarca insan göçmen durumuna düştü veya kendi yurtlarında yer değiştirmek zorunda kaldı, yüz binlerce çocuk yetim, kadın dul. Bugün Irak fiilen üçe bölünüyor, bölünmeyi tetikleyen ana unsur mezhep ve etnik kimliklerin sert çekirdekler şeklinde birbirleriyle çatıştırılmaları. Fakat elbette mezhep ve etnik çatışma Irak'la sınırlı değil, Suriye sorununa bir çözüm bulunamazsa bu ülke de derin bir mezhep ve etnik çatışmanın içine sürüklenecek; bu çatışma Türkiye ve diğer bölge ülkelerini de içine alacak kadar ciddi ve tehdit edici.
Şu veya bu amaçla mezhep ve etnik çatışmaları derinleştirip sürdürenler, bilmeliler ki harap olduktan sonra Basra'yı kim ele geçirirse geçirsin, elinde iktidarını kullanacağı ne toprak kalır ne ahali. 2006'da Sünni ve Şii din adamlarını bir araya getirip "Kur'an-ı Kerim'e, Efendimiz'in hadislerine ve İslam dininin umdelerine dayalı olarak, Irak halkının tüm kesimlerine öldürme, katletme, insanları perişan etme ve insanlık suçlarının zincirleme yapılmasını önleme konusunda 'namus ve şeref sözü' vermeleri için" bir teşebbüs başlatan İKÖ Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, "Olup biten cinnettir ve bu vahim bir durumdur. Bu cinnet ve bu vahamet İslam tarihinde örneği olmayan bir hadisedir. 14 asırdan bu yana ilk defa böyle bir hadise oluyor. Bunu anlamak fevkalade zordur." diyordu. (Yeni Şafak, 6 Şubat 2007)
Evet, bu bir cinnettir, vahim bir durumdur. Aklı başında, dar siyaset penceresinden bakmayan sorumlu insanların bunu anlama, anlamlandırma ve çözüm yollarını gösterme gibi sorumlulukları var.
Ali Bulaç 19/04/2012
Mısır’da Devrimci Halk ve Uzlaşmacı Liderler
Allah’ın adıyla
Mısır müftüsü Ali Cuma’nın dün gerçekleştirdiği Kudüs ziyareti Mısır alimleri tarafından kınandı. Filistinlilere destek olması için Kudüs’e gittiğini ve bu ziyaretinin aynı zamanda kişisel bir ziyaret olduğunu ve Ürdün Kralının misafiri olarak Kudüs’e gittiğini savunan Ali Cuma’nın bu ziyaretinin Gazze’ye yapılması gerekirken neden Kudüs’e yapıldığı Mısır’da tartışma konusu oldu.
Müslüman Kardeşlerin sözcüsü Usame Yasin, bu ziyaretin tam bir felaket olduğunu ve İsrail’e karşı Özgürlük ve Adalet partisinin verdiği savaşa ve cihada karşı yapılmış bir ihanet olduğunu ifade etti. Gazze ablukası sürdüğü sürece de Mısır’ın İsrail ile olan ilişkilerinin asla normal seviyelere inmeyeceğinin de altını çizdi.
Müslüman Kardeşlerin bu açıklamasına mı hayret edelim, yoksa Mısır müftüsünün İsrail devletine Kudüs’ten mavi boncuk dağıtan ziyaretine mi hayret edelim? Müslüman Kardeşler ve Selefiler aylardır yönetimi devraldıklarında İsrail ile anlaşmaların ve ilişkilerin devam edeceğini bütün dünyaya her fırsatta aylardır açıklarken acaba bu İsrail ile ilişkilerin “normalizasyonu” demek değildi de neydi? Amerika’nın bölgedeki hakimiyetine ve oyunlarına destek çıkan ve İsrail’e her fırsatta beyaz güvercinler uçuran Müslüman Kardeşler, kendilerinin siyasi duruşlarına paralel bir duruş sergileyen Mısır müftüsünü günah keçisi yaparak üstünden prim toplamak mide bulandırıcı bir riyakarlık değil de neyin nesidir?
Diğer yandan, Hayrat Şatır’ın, Ebu Süleyman’ın ve Hazim Ebu İsmail’in cumhurbaşkanlığı adaylıklarının iptal edilmesini Müslüman Kardeşler, Mübarek rejiminin kalıntılarının hala daha faal bir şekilde ülke içinde çalıştığının kanıtı olduğunu açıklamışlar.
Şimdi burada da anlamadığım ve komik olan bir başka durum ise, bu 3 adayın adaylıkları kanunlar gereği iptal edildi, Yüksek Seçim Kurulunun keyfine göre iptal edilmedi ki. Hayrat Şatır’ın eskiden hükümlü olması, Ebu İsmail’in annesinin Amerikan vatandaşlığını almış olması, Ömer Ebu Süleymanın da eksik evrak teslim etmesinden dolayı adaylıkları reddedildi. Demokrasinin en geniş kapılarından Mısır siyasetine girmeye çalışan Müslüman Kardeşler şimdi demokrasinin elzemiyetlerine ve mümkün olmayan en ucube durumları sırf Batılılaşmak için mümkünleştirmesine niye tepki veriyorlar? Demokrasi istemiyor muydunuz? Batı’nın kokuşmuş tabldot sistemini hiçbir tadil ve düzenleme yapmadan baş tacı etmediniz mi? Kanun kanundur, resmi anlaşmalar anlaşmadır, biz hepsine her zaman saygılı olacağız, bu anlaşma ve kanunlar İsrail ile bile olsa diyen sizler şimdi neden kanunlar size demoklesin kılıcı gibi işleyince hoşnut olmuyorsunuz?
Bu haberlere mi şaşıralım, yoksa hepsini mide bulandırıcı sahteliğiyle adeta gölgede bırakan ve bizim değerimizi bizlere satmaya çalışan leş yiyicilerin yüzsüzlüğüne mi şaşıralım? Dün Birleşmiş Milletler elçilerinin eşleri Esma Esad’a katliamları durdurması için çağrıda bulunan bir video göndermişler. Bu kokuşmuş zihniyetin tüccarları bu videoyu 60 yıldır hergün onlarca Filistinli kadını ve bebeği hunharca katleden ve işkence eden İsrailli yetkililerin eşlerine neden hiçbir zaman göndermeyi düşünmediler de şimdi insan hakları akıllarına düştü de bizim çöplüğümüzde bize insanlık dersi vermeye çalışıyorlar? Irak’ta yüzlerce insana tecavüz eden ve hunharca öldüren Amerikalı askerlerinin bu vahşetini durdurması için Amerikan başkanına da neden böyle bir video gönderilmedi. Şeytan yüzler şimdi melek mi oldu? İnsan haklarını asırlardır çiğneyenler şimdi insan haklarını savunup Müslümanlara ahlak dersi mi verir oldu? Suriye’de farklı bir şey olmadı. Halkın çoğu yönetimin devrilmesini istemiyor, ordu değil silahlandırdıkları muhalefet ülkeyi kan gölüne çeviriyor. Rusya ve Çin’in destekleri olmasa, İran ve Hizbullah bölgede hazır bir şekilde Amerika’yı bekleyerek bölgenin satılmasına karşı koymasa Suriye kalesi çoktan düşmüştü İsrail ve Amerika’nın eline. Yürüyen kervana saldırmak isteyen kurtlar gibi, saldıramadıkları için her türlü yolları deneyen ve kana bulanmış ellerini temizleyip artık bu katliamları yapmak için, gerekli değişimleri kiralık lejyonlar aracılığıyla oturdukları yerden manipule eden ve kendilerini çok akıllı zanneden bu zavallıları aslında bu kadar şımartan ve bizi aptal yerine koymalarına izin veren yine içimizden birileri! İşte en dayanılmaz olan tarafı da bu, en trajik ve ironik yanı da bu!
Şüphesiz her şey bir yana, Ezher alimi Kardavi’nin desteklediği ve kendi özel adayı olarak gösterdiği ve asla unutmayalım ki şiddetle İsrail’i destekleyeceğini röportajlarda her seferinde beyan eden Abdulmun’im Ebu’l Futuh’a İslami kesimin oylarının kayabilme ihtimali oldukça yüksek.
Bütün bu haberlerin bizim için bir süprizi olmadı..Şatır gider Ebu’l Futuh gelir..değişen sadece isimler..değişmeyen ise rejimler... uzlaşmacı ve iktidar düşkünü siyasetçiler..peşkeş çekilen halklar..
Kaynak:
http://www.aljazeera.net/news/pages/501cb49e-6ff5-4605-aaf5-e13055b84f46?GoogleStatID=1
İran düşmanlığı nereden çıktı?
Basına bakıyorum, çalakalem gidiyorlar.
Yok efendim, İran Şia imiş.
Ya neydi?..
Yoksa İran, Suriye karışınca mı Şia oldu?..
Var bunda bir terslik...
Haklılık dururken bakmışsınız bazı cemaatler Masonları destekliyor. Veya "Dinler Arası Diyalog" diyerekten Papa'nın kapısına kadar dayanmışlar...
Haçlılar kendilerine uzanan diyalog elinden memnun.
Laiklik denilen İslam karşıtı ideolojiyi sistemleştirmek için masayı tercih etmek elbette ki daha akıllıca. O yüzden, işgallerle bir sonuca varamayacağını anlayan ABD, Mısır'daki Müslüman Kardeşler teşkilatına "birlikte çalışalım" çağrısını yapıyor.
Bu bir laikleştirme projesidir.
Laikleştirme ne işe yarar demeyin.
Müslüman laikleştirilmeden asla sömürülemez.
Ortadoğu'da baş aktör İsrail.
Bize düşen görev, dolaylı da olsa İsrail'in değirmenine su taşımaktan Allah'a(c.c) sığınmaktır. Bakan gözler elbette ki görür.
Libya'dan başlayan karartma operasyonu, bugün Suriye ile İran'a, yarın elbette ki sıra bize gelecek. "Olmaz" diyebileceğimiz garantimiz var mı?
Halkı ayaklandıranlar bekliyorlar daha çok kan döksün ki Suriye halkının bir araya gelme imkanı kalmasın. Öyle olacak nitekim.
Suriye bu kadar kandan sonra bir daha kolayına toparlanamaz, bölünür.
Ortadoğu yeniden bölünme projesi kapsamında.
Ortadoğu bu halde iken İran'ın Şiası ile uğraşmak bize mi düşüyor?
Daha dün, Gazze'ye yapılan hava saldırısını Hizbullah füzelerle karşılayarak İsrail'i ateşkese mecbur etti. Lübnan saldırısında da aynısını gördük.
Demek ki Suriye sahası İsrail için önemli.
Çünkü silahlarla yardımlar bu sahadan geliyor.
İsrail anladı ki Suriye koridoru kapatılmadan Hizbullah'ı durdurmanın imkanı yok.
O halde Esat yönetimi alaşağı edilmeli…
Neresinden bakarsanız bakın, Ortadoğu'daki Arap Baharı denilen zamansız ve de başsız dipsiz ayaklanma Müslüman halkın kısa mesafede yararına olmadı.
Aynı oyun Abdülhamid'e de oynandı.
Tarihe bakın, zamanın aydın geçinenleri Fransa'nın kışkırtması ile "hürriyet" diye tutturmuşlardı, sonrasında ne görelim, altından İsrail çıktı.
Libya üçe bölündü diyorlar...
Kim bilir Suriye kaça bölünecek?
Asıl önemli olan ondan sonrası...
Yedekte Kürtçülükle, Alevicilik var...
Bir Mart Teskeresine iyice dikkat edin...
O teskereye kimler karşı çıktıysa bugün onların çoğunluğu hapiste.
Milletvekili olanlar da Meclis'te değil...
Ama biz biliyoruz ki hapse girenlerin ekseriyeti Amerikancı...
Olsun, kural öyle, kullanırlar yeri geldiğinde siler atarlar.
Benim korktuğum, Türkiye bu hallere düşmesin...
Alet olmayalım, sebep olmayalım, şerik olmayalım, yem olmayalım...
Nusret Çiçek
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
İran yine İsrail casusu yakaladı
Devlet televizyonunun haberine göre, İstihbarat Bakanlığı kamuoyuna, "çeşitli operasyonlarda yakalanan, İsrail adına çalışan casus ve teröristler hakkında" açıklama yaptı.
Açıklamada, "İsrail gizli servisi Mossad adına sabotaj ve terör eylemlerinde bulunmayı planlayan, aralarında İranlıların da bulunduğu 15'ten çok casus ve teröristin" yakalandığı belirtildi.
Bu kişilerin, İranlı bilim adamlarına suikast yapmak ve alt yapı tesislerini bombalamakla görevli oldukları kaydedildi.
Açıklamada ayrıca, komşu ülkelerden birinde İran aleyhinde faaliyetlerde bulunan bir Mossad üssünün de belirlendiği ifade edildi.
İstihbarat Bakanlığı, 10 Nisan'daki açıklamasında yakalan bu kişilerle tahrip gücü yüksek bombalar, otomatik silahlar, tabanca, susturucu takılmış silahlar, askeri teçhizat, istihbarat donanımları ve terör eylemlerinde kullanılan diğer araç-gereçlerin ele geçirildiğini bildirmişti.
Tahran yönetimi, son birkaç yıldaki İranlı nükleer bilim adamlarına yönelik suikastlardan İsrail'i sorumlu tutuyor.
Ayetullah Seyyid Ali Hamaney Namazın Esrarı
Namaz ve dua; İnsanın kendini bulmak ve kendini yetiştirmek için, bütün iyilik ve güzelliklerin kaynağı, yaratıcı Allah ile kısa bir sohbet, irtibat ve ondan sürekli feyiz isteme programıdır.
Namaz, dertli, yoğun ve bezgin kalplerin sakinleştiricisi, teselli vericisi, iç huzur ve ruh aydınlığının esasıdır. Tüm kötülük ve çirkinlikleri reddetmek tüm güzellik ve iyilikleri elde etmek için, hile ve riyadan uzak samimi bir halde antlaşma, harekete geçme sebebi, hazırlık ve iradedir.
Neden namaz farzların en önemlisi ve üstünü olarak bilindi? Neden namaz dinin temeli ve esası olarak kabul edildi? Neden namaz olmaksızın hiç bir amel kabul edilmez? Acaba namazda ne gibi bir olağanüstülük gizlidir?
Namazı çeşitli yönleri ve boyutlarıyla araştırabilir ve değerlendirebiliriz. Başlangıçta İslami dünya görüşünde temel olarak kabul edilen insanın yaratılış hedefine kısaca işaret etmek gerekir.
İnsanın yaratılmış olduğuna ve bu yaratılışın kudretli-hikmetli bir güç tarafından gerçekleştiğine inanmak, onun yaratılmasında bir hedefin olduğu manasını ortaya koyar. İşte bu hedefi, nihai noktaya ulaşmak için belli bir yolu kat ederek gösterilen çaba diye kabul edebiliriz. Yani yolu dikkatli bir plan ve belirli vesilelerle kat etmekle ve sonuçta nihai noktaya ulaşmak gerekir. Böylece o hedefe götüren yolu mutlaka tanımalı ve hedefi daima göz önünde tutmalı ki vaat edilen sonuca ulaşılsın.
Bu yolda adım atan birisi kesinlikle müstakim hareket etmeli, daima hedefi göz önünde bulundurmalı, sapmalar ve yersiz hareketler onu meşgul etmemeli, hareketin devamlılığı ve doğru yönelişin korunması için tayin edilmiş olan yol gösterici rehberin Peygamber’in emirlerine itaatsizlik etmemelidir.
O hedef; insanın sonsuz tekamülü, yükselişi, Allah’a dönüşü, insandaki gizli kabiliyetlerin, enerjinin, iyi hasletlerin ortaya çıkarılması ve aynı zamanda bütün bunların; kendisine, insanlara, aleme iyilik yapma yolunda harekete geçirilmesidir.
İnsanı hedefine yaklaştıran amelleri işlemek, manasız zararlı davranışları terk etmek, insan hayatına anlam kazandırır ve hayatının felsefesi olan bu yolda onu ileriye götürür. Aksi halde insanı hedefsiz ve anlamsız bir hayat beklemektedir.
Başka bir deyişle hayatı bir dershane ve laboratuar kabul edersek kainatın yaratıcısı-hayat vereni Allah’ın kanunları ve formülleri üzerinde amel edildiği zaman insan istenilen iyi neticeye ulaşabilir. Bunun için de bir yandan ilahi sünnetler ve yaratılış kanunları iyice tanımalı ve hayatımızda tatbik etmeliyiz ve diğer bir yandan da bunu yapabilmek için kendisimizi iyi tanımalı, ihtiyaçlarımızı belirlemeliyiz.
Bu insanın en büyük mesuliyeti ve görevidir. Öyle bir mesuliyet ki yalnızca onu yerine getirmekle insan bilinci hareket ederek, başarılı olma gücünü elde edecektir. Aksi taktirde insan ya hareketsizdir ve ya bilinçsizdir ve sonuçta ise ister istemez başarılı olamayacaktır.
Din insana hedef, yön, yol ve vesileyi belirtip açıklayarak, ona yolunu kat etmesinde ihtiyaç duyduğu yol azığını verir. Bu yolu kat edenler için yanlarında taşımaları gereken en önemli azık “Allah’ı hatırlamak”tır.
İnsanın yücelmesi için güçlü kanaat rolünü oynayan istek, ümit ve güven de Allah’ı anmakla gerçekleşir. Allah’ı anmak bir yandan sonsuz güzellik ve kemale bağlanmak anlamına olan hedefi unutmamasını ve yönü kaybetmeksizin sürekli yolcunun kat etmesi gereken yol hakkında uyanık ve hassa olmasını sağlarken diğer yandan güven, neşe ve gönül rahatlığı verir; onu bunalımdan, insanı boşuna uğraştıran şeylere aldanmaktan veya zorluklara karşı korkuya kapılmaktan korur.
Müslüman fert ve toplum İslam’ın gösterdiği bütün peygamberlerin (her türlü zorluklara göğüs gererek) davet ettiği yolda azim ve sebatla yürümesi Allah’ı unutmamalarına bağlıdır. Böylece din çeşitli yollar ve vesilelerle Allah’ı hatırlamayı Müslümanların kalbinde daima canlı tutar.
İnsanın her yanını tamamen Allah’ı tanımakla saran, onu kendisine gelmesini sağlayarak uyanık tutan, yön tayin edici bir levha gibi Allah yolunda yürüyenleri şaşırma ve sapmalardan koruyan, onları doğru yoldan ayırmayan, yaşamında bir an bile olsa gaflete düşmesine mani olan, Allah’ı anmakla dopdolu amellerden birisidir namaz.
İnsan, kendisini saran karmakarışık, oyalayıcı düşüncelerden kurtularak geçen zamanı ve hayatın hedefini düşünme fırsatını genellikle bulamamaktadır. Gündüzler geceye dönüyor, yepyeni günler doğuyor, haftalar ve aylar bütün hızıyla geçiyor, ama insan bir türlü hayatın başlangıç ve sonuna dikkatini çekemiyor, geçen hayatın anlam veya boşluğunu fark edemiyor.
“Namaz” uyandırma zilidir. Gece ve gündüz tüm saatlerin bir uyarıcısıdır. İnsana düzenli bir program sunarak gecesine ve gündüzüne derin bir anlam kazandırmakta ve insanın geçen zamanın hesabını yapmasını sağlamaktadır.
Oyalanma ve bilgisizlik içerisinde zamanın akıp gitmesinden ve ömrünün boşa geçmesinden habersiz olan insana çağrıda bulunarak ona bir günün geçtiğini ve yeni bir günün başladığını hatırlatmakta, “faaliyete geçmelisin” demektedir. Çünkü ömrün bir kısmı geçmiş, iyi amel yapma fırsatı elden çıkmıştır. Bu yüzden daha fazla çalışmak, ilerlemek gerek. İnsanın fırsatları kaçırmadan bu büyük hedefe ulaşması gerekir. Hedef büyüktür, fırsatı elden çıkarmadan ona ulaşması gerekir.
BİR BAŞKA AÇIDAN NAMAZ
Maddi işlerin zorlukları altında sıkışma yüzünden hedefi unutmak doğaldır. Öte yandan hedefe ulaşmak için insanın üstlenmiş olduğu sorumluluğu her gün tekrar gözden geçirmesi, aşağı yukarı imkansız bir iştir. Bu işin ehli olan birinden duyacak ise daha bir zor, tekrarlamak ise mümkün değildir. Bunun yanı sıra insan, mutluluk veren bu İslam mektebinin bütün istek ve ideallerinin tamamını araştırmak için yeterli zamana sahip değildir. Böyle bir fırsat hiç bir zaman ele geçmez. Ama bu mektebin temel ilkeleri kısa ve öz olarak “namaz” da vardır. Onda var olan düzenli, hesaplı sözler ve hareketler İslam’ın çizelgesidir.
Namazı, yön veriş ve içerik yönünden farklı olmalarına rağmen, bazı yönlerden ülkelerin milli marşlarına benzetebiliriz.
Her ülke; hedeflerinin, ideolojilerinin ve kabul ettikleri hayat tarzının bir özeti olan milli marşını; kendi ilke ve ideolojisini halkının beynine yerleştirmek ve onları benimsediği düşünce tarzı üzerinde sağlamlaştırmak için tekrar tekrar söylenmesini zorunlu sayar. Bu tekrarların sebebi; bu fikir tarzının onlarda devam etmesi, bu ülkenin ve hedeflerinin izleyicisi olduklarını bilmeleri içindir. Ülkelerinin ilke ve hedeflerinin unutulması; o ülke halkının yollarını değiştirdiği ve ülkelerinin hedeflerinin izleyicisi olmadıkları anlamına gelir. Tekrarlamalar ise bu cephedeki iş ve hizmetler için hazırlıklı olmalarını sağlar. Aynı zamanda mesuliyet ve görevlerini hatırlatır, temel ilkeleri zihinlerinde canlı tutar, onlara cesaret ve yapabilirlik gücünü verir ve onları çaba ve girişime hazır hale getirir.
Namaz, İslam mektebinin temel ilkelerinin özü, İslam’ı hayata geçirme yolunun aydınlatıcısı, mesuliyet, yol ve sonuçların göstergesidir. Günün başlangıcında, günün yarısında ve akşam vaktinde Müslümanları çağırıp ona kolay bir dille kulluk bilinci ve hedefini anlatarak, manevi bir güçle onu amel etmeye teşvik etmektir. İşte namaz budur ve bu yüzden mümini adım adım, basamak basamak imanın zirvesine ve salih amele yaklaştırır. Onu çok kıymetli bir şahsiyet, iyi bir Müslüman haline getirir. Evet “Namaz müminin yükseliş için merdivenidir” (miracıdır)[1]
İnsanın karşısında gerçek saadet ve kurtuluşa ermek için uzun ve zor bir yol vardır. Bu yolu kat ederek ebedi saadete ermeye çalışmak insanın var oluş hedefidir. Fakat insanın ayağının altına serilmiş önündeki tek yol bu değildir. Onun asli yolu üzerinde çok sayıda çıkmazlar, saptırıcı ve tehlikeli yollar bulunmaktadır. Öylesine aldatıcı ve çekicidir ki bu saptırıcı yollar, yolcuların şüpheye düşüp hata yapmalarını sağlar.
Bu şüphelerden kurtulmak ve doğru yoldan şaşmamak için gerekli olan; devamlı nihai hedef ve gaye olan Allah’a doğru yönelmek ve kat edeceği yolun bir haritasını kendi yanında taşımaktır. Namaz dikkatleri devamlı Allah’a çeken bir etken ve dosdoğru yolun (sırat-ı müstakimin) haritasından başka bir şey değildir. Allah ile mümin arasında devamlı bir irtibatın temin edildiği namazda İslam düşüncesinin özü, özet bir şekilde zikredilir. Bu açıklamadan namazı beş vakte taksim etmenin ne denli önemli olduğu da ortaya çıkmaktadır. Tıpkı bedenin ihtiyacı olan gıdanın belirli zamanlarda bedene verilmesi gibi…
İslam’ın yüce hedeflerini, özellikle içinde barındıran namazda Kuran okumak da farz bir ameldir. Bu durum, namaz kılan kimseyi Kuran’ın bazı kısımlarının içeriği ile tanıştırır. Onu bu içerik üzerinde tefekkür etmeye ve Kuran’la fikri irtibat kurmaya alıştırır.[2] Aslında namazda mevcut olan bütün hareketler, İslam’ın küçük etaptaki bir harita ve görüntüsüdür.
İslam insanların beden, ruh ve beyinlerini toplum içerisinde harekete geçirerek -bu üç öğeyi- insanın saadeti için çalıştırır. Namaz da insanın amelinde aynı rolü oynar. Namaz halinde bu üç öğe harekete geçerek faaliyet halinde olur.
Beden: el, ayak, dil ve eğilme oturma, toprağa kapanma hareketleriyle…
Beyin: Genel hedef ve vesilelere işaret olan namazın söz ve manasını düşünerek İslam’ın dünya görüşünü baştan başa gözden geçirerek…
Ruh: Allah’ı anmak suretiyle manevi bir gönül rahatlığına kavuşarak, kalbi başıboşluk ve hedefsizlikten koruyarak, gönülde Allah korkusu ile huşu tohumunu besleyip yetiştirerek…
Her dinde ibadet, o dinin özetidir denilmiştir. İslam’da da tamamen bu şekildedir. Söz, içerik ve davranışlarda; ruh ile cismi, madde ile manayı, dünya ile ahireti birleştirmek namazın hususiyetlerindendir. Böylece kamil bir namaz kılan Müslüman, bütün enerjisini kendisini yüceltme yolunda harekete geçirir ve aynı onda tüm beden, fikir ve ruh yeteneklerini bu yolda seferber eder.
Namazı dosdoğru kılan bir kişi bütün kuvveti ile Allah’ın yolunda yürüdüğü için tüm şer, fesat ve çöküş sebeplerini kendinde ve etrafında tesirsiz hale getirir. Kur’an-ı Kerim bir kaç ayetinde ikame-i namazı yani namazı koruyarak, canlı tutarak kılmayı mütedeyyin (dindar) olmanın belirtilerinden saymakta ve birçok ayette namaz kılmanın üzerinde önemle durmaktadır.
Namazın ikamesi, namaz kılmaktan çok daha önemli bir konudur. Yani namaz kılmak sadece insanın kendi üzerine farz olan bir ibadeti yerine getirmesiyle sınırlı bir şey değildir. Bilakis bununla birlikte namazın çağırdığı yöne doğru yola koyulması ve başkalarının da bu yola koyulmasını sağlamasıdır. Gerçek manada namazın yerine getirilmesi kişinin gereken çabayı yaparak hem kendisinin, hem de başkalarının yaşadığı ortamı namazla uyumlu manevi bir ortama dönüştürmesine denir. Bu atmosfer insanı, Allah’ı arama ve Allah’a tapınma eylemine sevk eder. Herkesi namaz hattı ve yönünde harekete geçirir. Mümin bir kişi ve mümin bir toplum namazı ikame ederek ahlaki bozukluk günah ve fesadın kökünü bünyesinde yakar, yok eder. Günah işleme yapısını ve günahın iç ve dış sebeplerini yani nefsani ve toplumsal etkenlerini tesirsiz hale getirir. Namaz kesinlikle fert ve toplumu çirkin ve beğenilmeyen şeylerden korur.[3] Hayatın karmakarışık ve fırtınalı sahnesinde şeytani güçler her fırsatta -tam teçhizatlı olarak- iyi işleri ve iyilik sebeplerini kimde ve nerede olursa olsun yok etmek istemektedirler. Bu bağlamda ilk hücum edilecek ve viran olunacak kale insanların irade ve azim gücüdür. Çünkü bu dayanıklı koruyucuyu ortadan kaldırmakla; insanın şahsiyet kalesini (topladığı çok kıymetli bilgi ve asalet hazinesini) zapt etmek ve yağmalamak mümkündür.
Allah’ı anmayı telkin ve tekrar ederek sınırlı meziyetlere sahip aciz insanın, sınırsız kudrete sahip Allah ile ilişki kurmasını, O’na dayanmasını sağlayan ve bu yolla onun sonsuz ve sınırsız bir manevi güç elde etmesini sağlayan namaz, insan zaafının en iyi dermanı, irade ve azmin en etkili ilacı olarak değerlendirilmelidir.
Yüce İslam Peygamberi (Allah’ın selamı O’na ve Ehl-i Beyt’ine olsun) İslam’ın zuhurunun eşiğinde, her tarafı kuşatmış olan cehalet karşısında, omuzunda dağlar kadar ağır sorumluluk hissettiği bir dönemde gece yarısı namaz ve zikir ile emrolunuyordu "Ey örtünüp bürünen (Resulüm)! Birazı hariç geceleri kalk namazı kıl. Gecenin yarısında, yahut bunu biraz azalt, ya da çoğalt ve Kur’an’ı tane tane oku. Doğrusu biz sana (taşıması) ağır bir söz vahiy edeceğiz.”[4]
[1]- Nebevi hadis
[2]- “Şüphesiz insanlara namazda Kur’an okumalarının emrolunması, Kur’an’ın unutulmaması, kaybolmaması ve yıpranmaması içindir. Böylece Kur’an ortadan kalkmaz ve meçhul olmaz.” (Fazl b. Şazan’ın İmam Rıza’dan naklettiği hadis.)
[3]- "(Resulüm) Sana vahiy edilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alı-koyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin)en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” Ankebut/45
[4]- Müzemmil/1-5
Özetle Filistin Tarihi
İslam’ın Zuhuruna Kadar ki Filistin Tarihine Bir Bakış Eski adı “Ken’an” olan Filistin’in yüzölçümü 25000 km. karedir. Akdeniz’in doğu sahillerinde yer alan bu ülkenin komşuları Mısır,Suriye, Ürdün ve Lübnan’dır. Verimli toprakları olan Filistin’in ılıman bir iklimi vardır. Bu bölgede Hz. İsa(A) Hz. Musa(A) gibi büyük Peygamberler zuhur etmiş ve Hz. İbrahim(A) yaşamıştır; Jeopolitik açıdan da çok hassas ve stratejik bir bölgedir.
Eski adı Beytul Mukaddes olan Urşelim şehri Murya dağında yer alan Yahudilerin mabedinin bulunduğu tepede vaki olmuştur. Sahyun(Sahyun veya Siyon lügatta güneşli veya kurak dağ anlamındadır; bazen de Sahyun kelimesinden bütün Urşelim kastedilmektedir ki bu ad Ahdı Atik ve İncil’de de geçmiştir.) ve Zeytun dağlarının kuşattığı Beytul Mukaddes Filistin’in en önemli şehirlerindendir.
Filistin’in maceralı tarihi eski peygamberlerin adıyla başlar. Hz. Yakub’un ismi “İsrail”di. İsrailoğulları Hz. Yakub’un çocukları olup milattan yaklaşık 13 asır önce o topraklarda yaşamış, Firavun’un Mısır’a hakim olduğu dönemlerde ve Hz. Musa’nın (A) zuhurundan önce kalabalık bir kavim haline gelmişlerdir. Hz. Yakub(A) Mısır’a önce kalabalık bir kavim haline gelmişlerdir. Hz. Yakub (A) Mısır’a geldikten 430 yıl sonra Hz. Musa(A) İsrailoğulları’nı Allahu Teala’a için vaadettiği topraklara Filistin’e götürmek için Mısır’dan çıkardı; ancak o topraklara kırk yıl sonra girebildiler ve bu arada bir çok olaylar vuku buldu; mesela, Hz. Musa(A) kavmine hidayet levhalarını getirmek için onları kırk gün yalnız bırakınca kavmi eski putperestliklerine geri döndüler ve işte bu itaatsizlikleri yüzünden kırk yıl çöllerde başı boş dolaşıp durdular ve Hz. Musa (A) bu süre boyunca bir an olsun kavmini hidayet etmekte kusur göstermedi, ama kavmi defalarca ona isyan etti. Hz. Musa’dan sonra yerine geçen Hz. Yuşa b. Nun ve İsrailoğullar’nı Ürdün’den geçirmek üzere hareket etti. İsrailoğulları yeni şehirlere ulaşınca şehirleri yağmalamaya ve ahalisini öldürmeye başladılar. Bunun üzerine Urşelim Padişahı diğer beş şehrin padişahıyla bileşerek yuşa ve İsrailoğulları’yla savaştılar; ancak hepsi bu savaşta yenik düşerek İsrailoğulları tarafından asıldılar. Fakat Filistin kavmi onların karşısında direndi ve nihayet İsrailoğulları’nı bozguna uğrattılar. Birkaç kanlı savaşta Filistin kavmi onları yenilgiye uğrattı; ancak uzun savaşlardan sonra İsrailoğulları güçlenerek şehirleri ele geçirdiler ve yaklaşık milattan bin yıl önce Hz. Davud(A) Urşalim’i Filistinlilerin elinden alarak orada Beytul Mukaddes’in temelini atmaya Ka’be’nin Mekke’de Hz. İbrahim (A) tarafından bina edilmesinden yaklaşık 1100 yıl sonra ve Matta’nın İncil’inde rivayet edildiğine göre Hz. İsa’nın soyu(A) yirmi sekiz göbekten Hz. Davud’a (A) ulaşmaktadır. Dolayısıyla Ka’be tevhid ehlinin birinci haremi ve Mescidul Aksa(Kudüs) ise ikinci haremi oldu.
Ahd Tabutu: Rivayet edildiği üzere Hz. Musa’nın (A) annesinin Musa’yı içine bırakarak Nil nehrine bıraktığı ve daha sonra Hz. Musa’nın (A) levh, zırh ve peygamberlik alametlerini içine bıraktığı, hiç kimsenin el sürmeye hakkı olmadığı sandıktır. Bu sandığı Hz. Davud(A) zamanında içini ve dışını altın kaplayarak Sahyun dağına götürdüler ve kamuflaj edebilmek için de bir kurban yeri bina ettiler. Bu sandık bir müddet zafere ulaşmış olan Filistinlilerin eline geçti; ancak daha sonra onu tekrar İsrailoğulları’na geri verdiler ve Hz. Süleyman’ın(A) zamanına kadar Sahyun dağında tutuldu; fakat Beytul Mukaddes’in binası tamamlanınca sandığı Beytul Mukaddes’e intikal ettirdiler. Hz. Süleyman’ın(A) saltanatı kırk yıl sürdü ve Kudüs’te huzur ortamı yarattı. Ancak Hz. Süleyman’dan (A) sonra İsrailoğulları tekrar zulüm ve yağmacılığa başladılar. Yaklaşık milattan 730 yıl önce Şalemnasr, İsrailoğulları’na saldırdı ve Onlardan bir bölümünü esir alarak yerlerine Babiler’i yerleştirdi. Milattan önce 586 yılında Buhtnasr’ın zamanına Yahudiler bir kez daha Aşuriler’in saldırısına uğradı. İsrailliler dağıldılar ve Babil’e esir düştüler. Bu arada Hz. Süleyman’ın (A) mabedini de yerle bir ettiler.
Kudüs’ün binasından 470 yıl önce (yaklaşık milattan 1300 yıl önce) İsrailoğulları ve Yahudilerin Filistin’e girmesiyle bu bölge huzur yüzü görmedi ve bugün ondan 3300 yıl geçmesine rağmen henüz huzura kavuşmuş değildir.
Armiya, Aşiya, Danyal (mezarı İran’ın Şuş şehrindedir) vb… gibi Urşalim’in yıkılmasına ve Yahudilerin perişan ve esir olmalarına tanık olan ve onlara teselli veren diğer Peygamberleri devamlı kurtuluşu ve büyük kurtarıcının zuhurunu vaad ediyorlardı ki onların bu konudaki Şiir ve konuşmaları ahdi Atik’de kaydedilmiştir. Bu arada Hehamenişi padişahı Kuros’un doğudan kıyam ederek torakları fethetmesi İsrailoğulları’nı sevindirdi. Nihayet Kuroş Babil’i de fethederek İsrailoğulları’nı kurtardı ve onları Filistin ve Urşalim’e geri çevirdi. Kuroş bütün kavim ve mezheplerle iyi geçiniyordu; onun emriyle Beytullah tamir edildi. Urşelim 3. Daryuş’un saltanatının sonuna kadar huzur içindeydi. Nihayet milattan önce 323 yıllarında Büyük İskender, İran, Mısır, Suriye, Fenike ve Filistin’e saldırarak yakıp yıktı, katliamlar yaptı, İran’ın hazinesini yağmaladı ve Haşayar Şah’ın Atina’yı yıkmasına karşılık İntikam almak için Cemşid tahtını yaktı ve şehirlere kendi hakimlerini yerleştirdi.
İskender’den sonra onun yerine geçenler Filistin’e egemen oldular. Milattan önce 63 yılından itibaren Romalı'’ar'’n sultası başladı; uzun savaşlardan sonra Ermenistan'’ Asya’nın bir bölümüne, Afrika’ya ve sonra da Suriye ve Filistin’e saldırdılar. 1200 Yahudiyi öldürdüler, şehrin duvarlarını yıktılar.
Bu ortamda Yahudiler Hz. İsa’nın (A) zuhur ederek kendilerini kurtarmalarını ümitle bekliyordu. Hz. İsa(A) öğrencileriyle birlikte Celil ilinde vaki olan Nasire’den (kendisiyle ailesinin yaşadığı şehirden) Urşelim’e doğru hareket edince İncil’de tafsilatı geçen bir çok kerametler gösterdi. Hz. İsa(A) mabede giderek eğitimöğretime başladı; Yahudi bilginleri kıskandırdıklarından onu ortadan kaldırmak istediler. Nihayet Yahudi bilginleri şurasının verdiği fetva ve hazırladıkları ortam üzere Hz. İsa’nın(A) asıldığını reddederek şöyle diyor: “Biz Allah’ın Resulü Meryem oğlu İsa’yı öldürdük demeleri nedeniyle de onlara böyle bir ceza verdik Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara onun benzeri gösterildi.”(Nisa/157)
Her haluklarda Hz. Mesih(İsa)(A) ebedileşti ve bir çok izleyicileri oldu. Hz. İsa’yı (A) seven Roma hükümdarları ondan sonra Yahudilere sert davranmaya başladılar; sonuçta Yahudiler defalarca ayaklandılar; onlardan bir çoğu Romalılar tarafından öldürüldüler.
Milattan sonra yetmiş yılında Roma İmparatorunun oğlu Titus 80000 askerle Urşelim’i kuşattı. Yahudiler birkaç ay direnmelerine rağmen sonunda Romalılara yenilerek tekrar perişan bir duruma düştüler. Hz. İsa’nın göklere yükselmesinden yaklaşık üçyüzyıl sonra Roma imparatoru Kostantin’in (Büyük Kostantin, m.s. 306337)
Hıristiyanlığın kabul ederek resmi din ilan ettikten sonra tekrar dikkatler Urşelim’e toplandı. Zira Beytul Mukaddes Hz. İsa’nın (A) doğum ve kabrinin olduğu yer olarak tanınmaktaydı. Bundan sonra Urşelim Hıristiyanlığın merkezi haline geldi, orada bir çok kiliseler kapıldı. M. 135 yılından beş yılı aşkın bir zaman süresinde Beytul Mukaddes’te Yahudilerin sadece küçük bir azınlığı yaşıyordu.
Sasan padişahı ikinci Husrov’un zamanında İran İmparatorluğuyla Roma imparatorluğu arasında savaş patladı. Bu savaş 404 yılında 430 yılına kadar sürdü ve devamlı İran İmparatorluğu, Roma İmparatorluğunu yenilgiye uğratıyordu, Sonuçta İran’la işbirliği yapan Yahudilerin sayesinde İran İmparatoru Urşelim’i (Filistin’i) fethetti; ancak Husrov’un ölümünden sonra Urşelim tekrar Hrıstiyanların eline geçti.
İslam’dan Sonra Beytul Mukaddes
Hz. Muhammed’in (A) Bi’setinden sonra Mekke’de bulunduğu 14 yıl boyunca Beyt’ul Mukaddeste vaki olan Mescidul Aksa Müslümanların ilk kıblesiydi. Hicretten iki yıl sonra Medine‘de Mescid’ul Haram’a (Ka’be’ye) doğru değiştirdiler. Bunun önemli sebeplerinden biri Yahudileri susturmak olabilir. Çünkü onlar Müslümanları kendi kıblelerine doğru namaz kıldıklarından dolayı sürekli tahkir ediyorlardı.
Resulullah’ın(S) irtihalinden sonra Birinci Halife’nin zamanında Suriye ve Filistin’in üzerine bir ordu gönderildi. Birinci halifenin ölümünden sonra ikinci halifenin zamanında Suriye ve Filistin Müslümanların eline geçti ve Romalılar o bölgede yenilgiye uğradılar. Şehir halkının çok direnmesine rağmen kuşatmanın uzun sürmesinden, yemek sorunu, hastalıkların yayılmasından vs. olarak ki nihayet teslim olmak zorunda kaldılar. İkinci halifenin çok sade bir elbiseyle şehre girmesi şehrin ahalisine karşı davranışı çok yumuşaktı ve ondan sonra (hicretin 15. Yılından itibaren) Müslümanların elindeydi. İkinci halifeyle Yahudiler arasında imzalanan antlaşmaya göre Yahudiler kendi dinlerinde baki kalmakta serbesttir. Bu şehrin halkını genelde müslüman Araplar teşkil ediyordu. İlk kıble olduğu için Kudüs Müslümanların yanında çok aziz ve kutsaldı.
Miladi 1095 yılında (H. K. 488) Avrupalıların Müslümanlara karşı saldırısıyla Haçlı savaşları başladı ve yaklaşık iki yüz yıl kadar sürdü. Gerçi bu savaşın; hrıstiyanlık dünyasının; Müslümanların batıda ilerlemelerinden intikam almak istemeleri, doğunun zengin servetlerine göz dikmeleri, Hz. İsa’nın doğduğu topraklara ulaşarak cennete girme inancı… vs. gibi sebepleri vardıysa da bazı tarihçiler bu savaşın en önemli sebeplerinden birinin de Filistin ve Beytul Mukaddes şehrinin özel konumu, bu şehirdeki hrıstiyanların Müslümanlara haraç vermesi ve ihtimalen onlara kötü davranılmasının teşkil ettiğine inanmaktalar. M. 395’de, yani Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı Roma’ya ayrıldığı zamandan itibaren başlayan ve m. 1453 yılında Bizans’ın (bugünkü İstanbul’un)Fatih Sultan Mehmen vasıtasıyla fethedilmesiyle biten Orta Çağda Avrupa kilisenin zorba hükümranlığının merkezi halindeydi. Papa Müslümanlarla savaşı başlatmak için hileye başvurdu ve papazlar Filistin’de Hz. İsa’nın zuhurunun belirtilerinin görüldüğünü yaydılar. İşte bu yüzden hristiyanlardan bir çoğu Hz. İsa’nın(A) zuhurunu müşahade etmek için Beytul Mukaddes’e doğru Hareket ettiler ve bu arada papazlar her yıl Hz. İsa’nın Zuhurunu vadini gelecek yıla erteliyorlardı ve böylece ziyaretçiyle birlikte Beytul Mukaddes’e giden papazlardan birisi Kıbrıs’tan Avrupa’ya geri dönerek Müslümanların kendisinin Beytul Mukaddes’e girmesine engel oldukları yalanını yaymaya başladı. Bu gibi düzmeler neticesinde savaş patlak verdi ve yaklaşık iki yüzyıl kadar bir süre kurbanlar aldı. Bunun peşinden fakir halk kitlelerinden yediyüzbin kişi bir grup şövalyeye birlikte Kudüs’e doğru yola çıktılar; yol boyunca sayıları gittikçe artıyordu; bir rivayete göre sayıları milyonları geçti ancak üç yıl savaş, yağma ve tedrici ilerlemeden sonra o kalabalık kitleden sadece kırk bin kişi beytul Mukaddese ulaşabildi; gerisi ya Müslümanlara savaşta öldürdü veya hastalığa tutularak öldü. Uzun kuşatma ve amansız savaşlardan sonra nihayet haçlılar Beytul Mukaddes’e girerek katliam yapmaya başladılar, buldukları her şeyi ganimet götürdüler. Sonraları Filistin kralı komutan Godafer, Papaya verdi raporda şöyle diyecekti: “Beytul Mukaddes’te elimize geçen düşmanlarımıza ne yaptığımızı bilmek istiyorsanız şunu söyleyeyim ki, askerlerimiz Hz. Süleyman’ın mebedinde Müslümanların kan pıhtıları içinde düşmana saldırıyordu; kanlar atların dizlerine ulaşıyordu.” Hristiyanlar böylece 90 yıl Filistin’i yönettiler. İkinci Haçlı savaşlarının son merhalelerinde H: 542544(m: 11471149) Selahaddin Eyyubi, Haçlılar’ı bozguna uğratarak beytul Mukaddes’i geri aldı ve onları Suriye, Mısır ve diğer beldelerden dışarı sürdü. Avrupa’dan sel gibi yardım güçleri gelerek Haçlılar’a kavuşuyor ve savaş sürdürülüyorlardı. Nihayet Üçüncü Haçlı savaşları başladı(m: 11891192/h.k: 585588) Beytul Mukaddes’İn Müslümanların eline geçmesiyle hristiyanların tahkir olacağına inanan papa cihad fetvası verdi. İmparatorlar ve papalar bu yenilgiden sonra kendi aralarındaki ihtilafları bir kenara bırakarak Fransa ve İngiliz kralları hep birlikte savaşa katıldılar. Zaferler elde ettiler ve bir kez daha Müslümanları katliama başladılar ki işdekileri bütün bu cinayetler başta Albrmale Tarihi ve Gustavlubun Tarihi, vb… olmak üzere Avrupa Tarih kitaplarında tafsilatlı bir şekilde geçer.
Selahaddin Eyyubi’nin ölümünden sonra Eyyubi hanedanı duraklama devrine girdi ve Avrupa’da da papazlarla kralların uzun uzadıya çekişmelerinden sonra nihayet papa 3. Anyusnan, kralların kafir olduğuna fetva vererek Müslümanlara karşı cihad fetvası çıkardı ve üç yılı aşkın bir barıştan sonra savaş tekrar başladı. Haçlılar Kostantaniyye’yi fethederek buraya bir kral seçtiler ve dördüncü savaş da böylece son buldu.
Beşinci savaş (m: 12171221/h.k: 614618)Papa Anyusa ve onun yerine geçecek olan papanın tahrikiyle yeniden başladı. Papalar Avrupa krallarından Beytul Mukaddes’i kurtarmalarını istedilerse de onlar kabul etmediler. Bunun üzerine papalar Müslümanlara karşı yeniden cihad hükmü verdiler. Beşinci savaşta Haçlılar yenik düşerek topraklarına geri döndüler.
Altıncı savaş ise papa Üçüncü Anuryus’un tahrikiyle vuku buldu. Alman padişahı Fredrik önce papanın daveti kabul etti, ancak daha sonra bu kararından dönünce papa tarafından tekfir edildi. Fredrik sultanları arasındaki sıkı ihtilaflar yüzünden müslümanlar Beytul Mukaddes’i onlara bırakacaklarına ancak Mescidul Aksa’nın Müslümanların elinde olacağına dair Haçlılarla barış anlaşması yaptılar.
Yedinci Haçlı savaşı(m: 12481254/646652)Sen lui’nin m. 1248’de Mısır’a saldırmasıyla başladı. Haçlılar Gazze’de yenik düşerek esir oldu ve Müslümanlara ödenen ağır bir fidye karşılığında serbest bırakıldı. Yedinci Haçlı savaşından ve en son Eyyubi Padişahının ölümünden sonra köleler yaklaşık üçyüz yıl hüküm sürdüler ve Beytul Mukaddes’i de ellerinde tuttular. İslam topraklarına saldıran ve Beytul Mukaddes’in üzerine yürüyen Moğollar’la savaşarak onları yenilgiye uğrattılar. Haçlılardan geriye kalanları Akada da ortadan kaldırdılar. Diğer taraftan, uzun savaşlardan sonra ve Osman Gazi’nin, Moğollar ve Yunanlılar’la yaptığı savaşlarda bir çok zaferler elde etmesiyle birlikte Osmanlı silsilesi kuruldu. Osman h. K: 727,m:1326’da öldü. Ondan sonra diğer Osmanlı sultanları tahta geçti. Fatih Sultan mehmet m: 1453, h. K: 857 yılında haçlı iktidarının en önemli merkezi halinde ve doğu Roma’nın başkenti olan Kostantaniyye’yi fethederek Haçlılar’ı Avrupa kapılarına kadar sürdü ve fetihlerine Avrupa, Afrika ve Asya’da devam etti. Kostanniye’nin Bizans fethi Avrupa tarihinde bir dönüm noktasıydı. Haçlı savaşlarıyla Müslümanların bilgi ve medeniyeti Avrupa’ya geçti. Bu olay da orta çağların bitiş noktası, Rönesans ve ondan sonraki büyük değişmelerinin kaynağı oldu. Kostantaniyye beş yüzyıl kadar uzun bir zaman TürkOsmanlı imparatorluğunun başkenti haline geldi. Ondan sonra Osmanlı topraklarında sanat, ilim, kültür, edebiyat ve devlet yönetiminde, imar, mimarlık, bayındırlık vb… önemli gelişmeler oldu ve bu müddet zarfında Avrupa Ülkeleri daima Osmanlı korkusuyla yaşadılar.
Şia Mektebini resmi din olarak ilan eden safeviler’in İran’da ortaya çıkması ve Avrupa ülkelerinin; özellikle de İngilizlerin açık ve gizli komploları sonucu İran ve Osmanlılar arasında kanlı savaşlar patlak verdi ve bu savaşlar ikiyüz yıldan fazla sürdü. Avrupa, Osmanlı İmparatorluğu’yla barış antlaşması imzaladıktan sonra ilmi ve kültüler çalışmalarını(rönensas) başlatığı sırada İslam dünyası bir tefrika ve parçalanma yaşadı; bu uzun savaşlar boyunca Müslümanların güçleri gittikçe zayıfladı, İslam medeniyetini savunacaklarına iç savaşlara ve mezhebi kinlere kapılmıştı müslüman milletler…
20.yy.’da Beytul Mukaddes ve Filistin
Teknoloji devriminden sonra Avrupanın çehresi her an değişiyor ve Avrupalılar muhtelif ilim dallarında Müslümanlardan önce geçiyorlardı. Bu arada doğu derin bir uykudaydı, Avrupa ise teknoloji, fazla üretim ve iç pazarı doyurduktan sonra ürettiği fazla malları ihraç etmek ve ham madde temini için dış pazara gereksinim duydu; dolayısıyla sömürü ve diğer ülkelere tecavüze başladı.
İsrail’i Ortaya Çıkarmak İçin Ön Girişimler ve Filistinlilerle Arapların Tepkisi
19. Yüzyılın sonlarında Filistin’de ayaklanmalar başladı. O zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nu desteklemekte olan İngiltere ansızın politikasını değiştirerek Osmanlı İmparatorluğuna karşı ayaklanan Filistinlileri desteklemeye başladı. Çünkü O dönemlerde Hindistan İngiltere’nin en önemli sömürü güç kudret ve servetinin kaynağıydı dolayısıyla Hindistan’ı kaybetmek için Asya Ülkelerine hakim olmak Rusya ve Fransa’nın (Avrupa’da iki güçlü rakip) Hindistan’a saldırma tehlikesini önlemek zorundaydı. Bu amacına ulaşmak için de Osmanlı İmparatorluğunun elinde olan Süveyş kanalını ele geçirmesi gerekiyordu. İngiltere Arapları Osmanlı Türklerine karşı tahrik ediyordu. Örneğin Osmanlı İmparatorluğunu Hicaz’daki temsilcisi ve aynı zamanda makam düşkünü bir kişi olan Mekke Emiri Hüseyin’i Britanya kraliyetini özel himayesiyle Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmaya tahrik etti. 1916 (H.K:1334) yılında Avrupa’nın üç temel gücü olan Rusya, Fransa ve Britanya arasında “SaykosPeyko” ve “Sazonuf”anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğundan ayrılan topraklarını kendi aralarında paylaşacaklardı. Ama İngiltere bir müddet sonra bu anlaşmanın kendisini Suveyş kanalına Sultasıyla çeliştiğini görünce 1917(h.k: 1335)yılında Rusya’nın zaafından ve Bu Ülkede vuku bulan inkılaptan istifade ederek bu anlaşmayı bozup Filistin’i kendi sultası altına aldı.
Bütün bu olaylar Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak ve zayıf düşürmek için uygulanan milliyetçilik düşüncesini yayma ve destekleme yoluna İngiltere tarafından yaratılan bir ortamda vuku buldu bir çok Müslüman ülkede İslami hüviyetin yerine geçen milliyetçilik düşüncesi o zaman İngiltere’nin öncülüğünü yaptığı sömürü hareketinin en büyük darbesi olarak sömürge politikalarının menfaatlerini hizmetindeydi ve bu olay Müslüman ülkelerde bilhassa Osmanlı İmparatorluğuna bağlı topraklarda kavmiyetçilik ve ırkçılığın gelişmesi tefrika ve bölücülük tarafından hareketlerin körüklenmesiyle sonuçlandı işte bu arada hiçbir tarihi gerçeği olmayan “Dünya Yahudilerinin bir ırktan olduğu” görüşü İngiltere de ortaya atılarak hızla körüklendi. Bu olaydan sonra bazı “Yahudilerin tek millet olduğu”! görüşünü ortaya atarak Yahudilerin hepsinin bir arada olması için müstakil bir ülke kurma doğrultusunda bazı girişmelerde bulundular ve onların bu girişmeleri İngiltere tarafından ciddi bir şekilde desteklendi. Bu grup zengin Yahudilerden mali yardımlar almaya başladı amaçlarını yayabilmek için Filistin’de bir darın adı olan (Hz. Davud’un Hz. Süleyman’ın ve İsrailoğulları Peygamberinden bir kaçının mezarı bu 19. Yıllarının sonlarında (18821898) nasyonalist Yahudiler dünyanın her yerinden Yahudileri toplayarak Filistin’e yerleştirme doğrultusunda girişimlerde bulundular ancak Yahudi din adamları bu Partinin siyaset hedeflerinden ve bu hareketin sömürü devletlerinden Programlarıyla ilişkisi olduğunu bildiklerinden söz konusu harekete karşı çıktılar ve sonuçta bu “Sahyoni” hareket muvaffak olmadı ancak 20. Yüzyılın başlarında İngiltere’nin Filistin’e hakimiyetinden yararlanarak dünya Yahudilerinin zulme uğradığı iddiasıyla Yahudi bir ülke kurmayı söz konusu ettiler çünkü İsrail ülkesini kurma rüyası Siyonizm’in en büyük arzusuydu İngiltere’de bu arada bu bölgede hakimiyetini sürdürmek için bir üsse muhtaçtı Siyonist partisi bu projeyle diğer Yahudi teşkilatlarının muhalefetleriyle karşılaştıysa da Avrupa da Ülkelerinde oluşturduğu Örgütlerle onlara karşı direniyordu. Birinci dünya savaşı cereyan ederek savaş bittikten sonra Almanya’yla müttefik olan Osmanlı İmparatorluğunun yenik düşmesi halinde Amerika ve İngiltere’den Filistin’in bir Yahudi Ülkesine dönüşmesini istediler; Çünkü birinci dünya savaşından önce Beytul Mukaddes Resmen Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyetindeydi Yahudilerin bu çabası faydalı oldu ve İngiltere dışişleri bakanı “Lord Balfour”un ve Amerika ileri gelenlerinin dikkatini çekmeye muvaffak oldular sonunda 1917 kasımında İngiltere kabinesinde Filistin topraklarında “Milli Yahudi Ocağı” Kurulma Planının kabulü doğrultusunda bir bildiri yayınlandı. İngilizlerle müttefik olan Mekke kralı Hüseyin’in bu konuda İngiltere’den açıklama istemesi karşısında “Yahudilerin Filistin’e geri dönmesi yardımcı olmak Filistinlilerin hukuk ve özgürlüğüyle çelişmiyor” cevabı verildi. Bu cevapta İsrail devletini kurulmasından hiç bahsedilmiyordu. 1. Dünya savaşı sonlarında Filistin’in bir bölümü Siyonist teşkilatında bağlı olan Yahudi ordusu tarafından işgal edildi ki bu olay Araplar arasında tepki yarattı. Daha önce de Filistin’e yerleştirmiş olan küçük Yahudi grupları yerli Arapların topraklarını satın alarak Yahudi taraftarı oluşturuyorlardı. 1920’nin 25 nisanında müttefikler ve birleşmiş milletler Filistin’in yöntemini resmen İngiltere’ye bıraktılar ve bu ülkeyi Milli Yahudi Ocağı’nın kurulması ve Balfour deklarasyonunun uygulanmasını sağlamakla görevlendirdiler. O zaman Filistin’de sadece 50 bin Yahudi vardı, ancak İngilizler tarafından bir Yahudiye bırakılan yeni hükümet vesilesiyle Yahudi göçleri için kapılar açıldı ve Filistin’deki Yahudilerin sayısı git gide artmaya başladı; işte bu olay Arapların ayaklanmasına ve buna karşı çıkmasına sebep oldu. İngiltere sömürge bakanı Churechill bunun karşısında ilk önce derhal bir bildiri yayınlayarak Filistin topraklarının tamamını bir Yahudi devletine dönüştürmeyi istemediklerini ve göçlerin “Milli Yahudi Ocağı” kuracak kadar olacağını ve bunun da, Filistin’in iktisadi gücü kapsamınca gerçekleştirileceğini söyledi. Bağımsız Yahudi ticari, iktisadi, içtimai ve hatta terörist teşkilatları büyük bir hızla Filistin’de kuruluyordu ve zengin Yahudiler dünyanın dört bir yanından onlara yardım ediliyorlardı.
Bu arada, Araplar yekdiğeriyle anlaşmazlık ve tefrika içerisindeydiler; slogan dışında Filistinliler’e başka bir yardımları dokunmuyordu. Filistinli Araplarla hrıstiyanlar, aralarındaki ihtilafları bir kenara bırakarak ortak düşmanları karşısında birleştiler. 1929 yazında Filistin Araplarıyla göçmen Siyonistler arasında ilk kanlı çarpışma vuku buldu; Siyonistler İngilizlerle birlikte Filistinliler’e ateş açarak yaklaşık 351 kişiyi şehid ettiler, çok sayıda Filistinli’yi yaraladılar, birçoğunu da tutuklardılar, çoğu müebbet hapisle cezalandırılırken, çoğunu da idam ettiler. 1920 sonlarından 1936’ya kadar şeyh İzzeddin Kassam’ın silahlı kıyamı vuku buldu; şeyh İzzeddin, İngiliz ve Siyonist güçleriyle savaştı ve nihayet arkadaşlarıyla şehid oldu, bir grubu da tutuklandı.
1937 yılında Abdulkadir Hüseyini Filistin direniş hareketini yönlendirdi ve nihayet o da bir çok savaştan sonra adamlarıyla birlikte şehir oldu. 1944 yılında İngiliz Siyonist ortak güçleriyle savaşı Hasan selame sürdürdü, ama çok geçmeden o da şehadet şerbetini içti. Kırkıncı yıldan sonra Filistin meselesi olarak uluslararası meselelerin başında yer aldı. İngiltere, bu mücadeleler ve Arapların siyasi tepkileri karşısında nihayet Yahudi göçünü sınırlandırdı ama bu kez de Siyonistlerin muhalefetiyle ve terörist hareketleriyle karşılaştı. İkinci dünya savaşı boyunca Filistin’de huzur hakim saldırdı, ancak 14 Mayıs 148’de(H. K. 1367) İngiltere, işgaline son verip askerlerini Filistin’den çıkardıktan sonra aynı gün Telaviv’de milli Yahudi şurası toplantı ve İsrail Devleti’nin varlığını ilan etti. Önceden yapılan bir anlaşma üzerine olaydan birkaç saat sonra Amerika Cumhur başkanı Truman yeni İsrail hükümetini resmen tanıdı ve İngilizler de Filistin’i terk edince bütün teçhizatlarını Yahudilere bıraktılar Ondan sonra birleşmiş milletler Filistin Konusundaki göstermelik girişmeleri ve Siyonistlerin Filistinlilere saldırmasını önleme çabaları etkisiz kaldı. Gasıp Siyonistler şehir ve köyleri işgal ederek Filistinlileri evbarkların çıkarmaya başladılar. Fakir ve Mazlum halkın direnişleriyle çıkarmaya başladılar ve bu da zavallı Filistinliler’in korku ve dehşetinin daha da fazlalaşmasına ve Ürdün sınırlarına kaçmalarına sebep oldu. Filistinlileri savunmak amacıyla Arap orduları harekete geçti, ancak gönderdikleri silah ve uçaklarla Araplara karşı savaşmaya başladılar, fakir ve mazlum halkın direnişiyle karşılaşınca da 1948 Nisanında Diryasi ve Kefelkasım köylerinde olduğu gibi korkunç katliamlar yapmaya başladılar ve bu zavallı Filistinlilerin korku ve dehşetinin daha da fazlalaşmasına ve Ürdün sınırlarına kaçmalarına sebep oldu. Filistinlileri savunmak amacıyla Arap orduları harekete geçti. Ancak İsrailliler Avrupa ve Amerika’nın himayesiyle ve onların cömertçe gönderlikleri silah ve uçaklarla Araplara karşı savaşmaya başladılar. Bu savaşta bir milyondan fazla Filistinli evsiz, barksız kaldı hükümetin birleşmiş milletlerin Filistin’i bölme projelerine hiç önem vermiyordu. Bu plana göre Filistin Arap ve Yahudi olmak üzere iki bölgeyi ayırmak olacak Urşelim hiçbirisine ait olmayacak ve uluslararası bir idareyle yönetilecekti. Diğer tarafta Filistinliler doğal ve kesin haklarını savunmak için muhtelif direniş grup ve teşkilatları oluşturuyorlardı. 28 mart 1964’te Kudüs şehrinde Filistin kongresi teşkil oldu ve “Filistin kurtuluş örgütü”nün kuruluşu ilan edildi ve böylece FKÖ oluşturdu. Sonuçta direnişler yeni bir şekil aldı ve ondan sonra Filistin’in bağımsızlığı için binlerce şehit verildi. Bu arada hiç durmaksızın Yahudi göçlerine rağmen yeni de Yahudi cemiyeti Araplarla Müslümanlar karşısında azınlıktaydılar.
“Altı Gün Savaşları”
5 Haziran 1967(h.k:1387) de İsrail; Mısır, Suriye ve Ürdün gibi Arap ülkelerinin hava limanlarına ansızın saldırarak onları gafil avladı ve altı gün süren bu savaşta Ürdün nehrinin batısıyla Ürdün’e ait Gazze Şeridi’ni, Suriye sınırında ki Golan tepeleri ve Mısırdaki Sina çölünü işgal etti ve bu savaş “altı günlük ArapYahudi savaşları” adıyla meşhur oldu. Arapların bu yenilgiden aldıkları ilk ders şuydu: Arap rejimlerinin klasik savaşıyla İsrail’i yok etmek imkansızdır, İsrail; Amerika ve Avrupa’nın en gelişmiş silahlarıyla destekleniyordu, dolayısıyla Gerilla gruplarını güçlendirerek onunla savaşmak mümkündü ancak.
Birleşmiş milletler bir bildiri yayınlayarak İsrail’i işgal edilmiş topraklardan geri çekilmeye zorladıysa da İsrail buna aldırış etmedi. Ardından, İsrail hükümetinin onayladığı bir bildiriye göre Ürdün’ün elinde olan Beytul Mukaddes’i, Beytul Lahm’i ve 27 köyü kendi topraklarına kattı ve Beytul Mukaddes’teki 3000 Yahudi azınlığını çoğunluğa çıkarmaya çalıştı ve nihayet bu sayıyı 190 bine ulaştırdı. İsrailliler 11 Ağustos 1969’da Mescidul Aksa’yı yaktılar ve bu yangının elektrik kablolarındaki bir kontaktan kaynaklandığını ileri sürdüler. İşgal edilmiş bölgelerde büyük bir hızla Yahudi kasabaları kuruluyordu ve Beytul Mukaddes gibi şehirlerin İslami çehresine Yahudi şehri görünümü verilmeye çalışıyordu. İsrail hükümeti; peygamberlerin ve geçmiş kavimlerin mezar taşlarını, yazılarını ve eserlerini arama bahanesiyle Mescidi Sahra ve Mescidul Aksa’nın etrafında bir çok kazılar yaptı ve bu yolla daha bir çok Filistinli’yi yeniden yurdundan ederken bu kutlu mekanları yıkıp yeniden yapmak için ortam hazırlamaya çalışıyordu. İsrail, Amerika, İngiltere ve Avrupa’nın himayesiyle hızla ilerledi ve uzun bir çabadan sonra Arapların, hatta birleşmiş milletler dahi onca muhalefete rağmen nihayet başkenti Telaviv’den Urşelim’e (Beytul Mukaddes’e) aktardı.
Kerame Savaşı (1968)
Haziran 1968’de Arapların tahkir edilmesine sebep olan Altı gün Savaşları’ndan sonra Ürdün, Suriye ve Lübnan karargahlarından eğitim gören ve orada yerleşen Filistin direniş teşkilatları eylemleri daha bir şiddetlendirdiler. Filistinli savaş avarelerinin yaşadığı Ürdün’ün başkenti Umman’ın 25 kilometre ötesinde Ürdün Deresi’nde yer alan Kerame şehri Araplarla İsrail arasında vuku bulan Haziran 1967 savaşında Siyonistlerin yeni ateşkes hattının 4. Kilometresinde ve atış alanında yer almış ve buradaki savaş avarelerinin sayısı 25000’den iki katına çıkmıştı.
ElFetih teşkilatı, Kerame Siyonist güçlerin bulunduğu bölgeye yakın olması sebebiyle orayı kendisi için üs edindi. Siyonist rejimin savunma bakanı Kerame şehrinin Filistin direnişinin merkezi durumuna geldiğini ve İsrail’in tehditleri karşısında Filistinliler son nefeslerine kadar direnmeye karar verdiklerini açıkladı. Bu konudaki izahlarından biri şöyleydi: Kerame’de direnerek orada Filistinliler’in kanının dökülmesi onlara orada kalma hakkı ve Ürdün deresinden silahlı eylemlerini genişletme imkanı vereceğini Ürdün rejimine anlatacaklardı.
Tam teçhizatıyla İsrail zırhlı birliklerinin Kerame’ye saldırması üzerine 300 Filistinli gerilla şehri savunmak zorunda kaldı. Birçok siyonistin öldürüldüğü bu kanlı çarpışmada İsrail birlikleri bozguna uğrayarak geri çekildiler. Bu direniş Filistin haklı için taptaze bir kan olmuş ve birçok Filistin gencinin Elfetih gerilla teşkilatına üye olmasını sağlamıştır.
Kerame savaşında Filistin direnişi, Ürdün başta gelmek üzere çeşitli Arap ülkelerinden yardım görmüşse de; İsrail’in kof tehditleri ve direniş birliklerine katılan Filistinli gerillaların hızla artması sonucu bu rejimi, Filistinli gerilla saldırarak 1970 “Kara Eylül” faciası yaratılmıştı.
Ramazan Savaşı(1973 Ekimi)
Mısır ordusu 1973(H. K. 1393) Eylül’ünde ansızın “Allahu Ekber”sloganlarıyla Süveyş kanalından geçerek o gün yenilmez savunma hattı adıyla meşhur olan Barlıow savunma hattını kırarak hava desteğinin himayesiyle Sina çölüne ve İsrail topraklarına girdi; aynı zamanda diğer taraftan doğudan da Suriye hava güçleri İsrail’e karşı saldırıya geçti. Daha ilk günlerde onlarca İsrail uçağı yok oldu ve binlerce İsrailli öldürüldü, bir o kadarı da esir edildi ve böylece İsrail’in yenilmezlik efsanesi ortadan kalktı. Ancak sonraki günlerde Amerika ve Avrupa’nın çok hızlı askeri himayesiyle savaşın tablosu aniden değişti ve diğer Arap ülkeleri mısır ve Suriye’ye yardım etmekten sakınırken İsrail ordusu Süveyş kanalının batısında küçük bir bölgeyi işgal etmeyi başardı. Sonunda Kahire’nin 601 kilometre yakınlarında savaşa son vermek üzere müzakere edilmeye başlandı ve bir barış anlaşması yapılarak savaşa son verildi. Ramazan savaşından sonra Mısır’ın milli rehberi Cemal Abdunnasır’ın yerine geçen Enver Sedat cumhurbaşkanlığı makamına oturan Enver Sedat Amerika ve Avrupa’yla uzlaşma yöntemine başvurdu.
1974 Yılında FKÖ’nün Resmen Tanınması
Birleşmiş Milletler Teşkilatı 1974(h.k:1394) yılında Filistin kurtuluş teşkilatını Filistin halkının tek temsilcisi olarak resmen tanıdı ve Yaser Arafat bir elinde makinalı tüfeği ve diğer elinde barış sembolü olan Zeytin dalı olduğu halde birleşmiş milletler teşkilatına katıldı. Üçüncü dünya ve modern Ülkelerin temsilcileri tarafından iyi bir şekilde karşılandı.
Filistinlilerin Lübnan’da Çatışması
Filistin direnişinin 1970 Eylülünde Ürdün rejimi tarafından bastırılmasından sonra ikinci defa Lübnan’daki Filistin kampları, İsrail eliyle desteklenen Lübnan Falanjistleri ve sağcılar tarafından saldırıya uğradı. İlk önce 1975 Mayısında Ketaib partisi(Hıristiyan) falanjistleri Aynu’rRumman’da gerillalarla sivil Filistin halkını taşıyan otobüsü kurşun yağmuruna tutarak onlarca insanı şehid edip bir o kadarını da yaraladılar, çatışma Lübnan’ın diğer bölgelerine de yayıldı, savaşın en şiddetli olduğu Bölgede yiyecek ve ilaç azlığı yanısıra binlerce kişi öldürülmüş ve yaralanmıştı. Bundan sonra Lübnan’da iş savaş devam etti bu iş savaş Lübnan hükümetini ve toplumun siyasi yapısını derinden etkiledi.
Camp David Anlaşması
Filistin inkılabı tarihinde vuku bulan en önemli olaylardan biri ve Arap İsrail ilişkisinin dönüm noktası 1978’de(H. K. 1398) vuku bulan Camp David Anlaşmasıdır. Mısır; Cemal Abdunnasır’dan sonra 70’li yılların ilk başlarında özellikle Ramazan savaşından sonra uzlaşma tavrı göstermeye başladı. Enver Sedat 1972 yılında SSCB’nin müsteşarlarını Mısır’dan çıkarmıştı. 1975 yılında da İsrail’le Sina anlaşmasını imzaladı ve nihayet 1978’de Camp David’in bulunduğu yerde İsrail başbakanı Menahem Begin ve Amerika Cumhurbaşkanı Jimmy Carter eşliğinde İsrail’le barış anlaşması İmzaladı. Mısır, gasıp İsrail rejiminin mevcudiyetini resmen tanıyan ve Araplar arasında çatlak yaratan ilk Arap rejimidir. Bu olay İran İslam İnkılabı’nın zafere ulaşmasının hemen eşiğinde vuku buluyordu…
Önceki olaylar ve Camp David ihaneti Araplarla müslümanlar arasında ümitsizlik yaratmışsa da İran İslam İnkılabı’nın 1979(H. K. 1399, H. Ş. 1357)de zafere ulaşmasıyla Batı’nın bölgedeki en güçlü jandarması, İsrail’in Sadık ve güçlü hamisinin yıkılması siyonizme karşı mücadelelere yeni bir canlılık kazandırarak, Lübnan ve Filistin’de olağanüstü bir sevinç yarattı; özellikle “Bugün İran, Yarın Filistin” sloganı İran İslam İnkılabı sloganlarının en başında yer almadaydı.
Siyonist Rejim ordularının Lübnan’da Filistinlilere Saldırması
6 Haziran 1982(H. Ş. 1362)de siyonist İsrail rejimi FKÖ’yü ortadan kaldırma amacıyla kara, deniz ve hava yoluyla Lübnan’a geniş çapta bir saldırı düzenledi. Siyonistler ilkin bu saldırıların sadece Filistinliler’e yönelik olduğunu, kırksekiz veya yetmişiki saat süreceğini, Lübnan’da bulunan Suriye güçlerine saldırmaya veya Lübnan topraklarını işgal etmeye niyetleri olmadığını ve operasyondan sonra Lübnan’ı terkedeceklerini bildirdilerse de bu iddiaların tam aksine davranarak Beka vadisindeki Suriye füze üslerine saldırdılar ve operasyonları seksen gün sürdü. Bu olay vuku bulunca Arap ülkeleri ve SSCB Filistinliler’e yardım etmekten sakındılar; diğer taraftan Siyonistler saldırı için en iyi fırsatı seçmişlerdi, Yani İranIrak savaşının tam kızıştığı bir zamanda harekete geçmişlerdir. Böylece daha önce Bölgedeki olayların vuku merkezi olan Filistin meselesi önem açısından ikinci dereceye düţmüţ ve Arap mürtecileri Irak’ı himayet etme ve Irak Iran savaţının esas olduğu bahanesiyle FKÖ ve Usriye’yi savunmaktan kaçınmışlardı. Siyonistlerin operasyonu ve FKÖ’nün içindeki kanlı çatışma neticesinde Filistinliler Beyrut’u terkederek yedi Arap ülkesine dağıldılar FKÖ’nün askeri bünyesini zayıflatmakla kalmadı, aynı zamanda onun siyasi gücünü de baltaladı ve neticede Filistin liderlerinden bazıları uzlaşmacı yollara başvurarak Mısır ve Ürdün’e yaklaştılar.
Bu savaşın en önemli sonuçlarından biri de FKÖ’de görülen iç ihtilafların ve özellikle FKÖ’yü oluşturan ve onun omurgası sayılan ELFetih teşkilatının içindeki ihtilafların şiddetlenmesidir ki bu ihtilaflar FKÖ’nün uluslar arası itibarına önemli bir darbe indirdi.
FKÖ’nün içindeki çelişkiler 9 Mayıs 1983’te Beka vadisinde Fetih’in iç ayaklanmasıyla başladı ve Fetih teşkilatında Yaser Arafat’ın muhalifleri Suriye’nin himaye ve teşvikiyle FKÖ’nün merkezi komitesi ve Fetih’in İnkılabı şurası üyelerinden olan Albay Ebu Musa ve Ebu Salih’in önderliğinde Arafat’a başkaldırarak Fetih’in siyasi alanda görüşlerini yenilemesini ve Libya, Suriye ve Cezayir ülkeleriyle ilişkilerinin düzeltmesini istediler. Bu grubun Arafat’a başkaldırması Arafat ve taraftarlarının Lübnan’dan çıkarılmasıyla sonuçlandı. Arafat taraftarları Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın bayrağını taşıyan ve Fransa Deniz kuvvetleri tarafından himaye edilen beş yunan gemisiyle Trablus’u Yemen, Tunus ve Cezayir’e doğru terkettiler. Ayaklanan Fetih güçleri baştan beri Libya ve Suriye’nin Yaser Arafat’ın muhaliflerini himaye etmesi Arafat’ı; Suriye ve Libya’yla ilişkileri bozuk olan Ürdün ve Mısır’a daha fazla yaklaştırdı ve bu da FKÖ’de yeni bölünmelere sebep oldu; bunların en başta geleni Fetih teşkilatından ayrılan Ebu Musa’nın önderliğindeki Fetih Kıyam Teşkilatı’dır.
Beyrut’taki Amerika ve Fransız Kuvvetlerinin Karargahlarının Bombalanması
İsrail kuvvetlerinin Lübnan topraklarından geçerek Beyrut’un çeşitli noktalarından sızdığı 6 Haziran 1982 tarihli saldırı Birleşmiş Milletlerin üç ülkesi Amerika, Fransa ve İtalya’dan oluşan askeri kuvvetlerin Lübnan topraklarına girmesinin önemli etkenlerinden biriydi. Siyonistler bu saldırıda ilkin amaçlarının Lübnan topraklarının 4045 km derinliklerinde bir emniyet bölgesi oluşturmak olduğunu bildirdiler, ancak daha sonra İsrail hükümeti Lübnan’da muhasara edilen FKÖ’nün silahlarının alınmasını ve FKÖ’nün Lübnan’dan geri çekilmesini istedi ve hedefine ulaşmak için de Beyrut’un batısını sürekli bombaladı, Sabra ve Şatilla Karargahlarında binlerce Filistinli’yi katletti.
Sonunda Lübnan hükümeti ve FKÖ Filistinli gerillaların çıkarılmasını kabul etmek zorunda kaldılar, bunun üzerine 800 Fransız ve Amerikalı’yla,400 İtalyan askerinden oluşan bir BM askeri gücünün FKÖ’nün geri çekilmesini kontrol etmesi kararlaştırıldı. 21 Ağustos 1982’den 1 Eylül 1982 arasında FKÖ kuvvetleri yavaş yavaş geriye çekilerek Lübnan’dan çıkmaya başladılar.
29 Eylül’de ilk Amerikan askerleri Beyrut’un İsrail tarafından boşaltılan bölgelerine yerleştiler.
Savaş halindeki olan tarafların barış müzakerelerinin güvenliği ve bizzat barışı koruma, Beyrut’taki ihtilafları yatıştırma ve halletme bahanesiyle Lübnan’da varlıklarını sürdüren, devamlı ilerlemekte ve güçlenmekte olan müslüman güçlere karşı korku ortamı yaratmaya çalışan Birleşmiş Milletler’e bağlı kuvvetler 23 Ekim 1983 Pazartesi günü İnkılapçı “İslami Cihad Teşkilatı”nın şehadet saldırısına hedef oldular ve Beyrut’taki Amerikan birliklerinin karargahını ve ondan 6 dakika sonra da Fransız askerlerinin karargahını bombalayarak 241 Amerikalıyla 58 Fransız paraşütçüsünü öldürdüler. bU patlama Vietnam savaşından sonra Amerika için ve Fransa’nın Cezayir’le savaşından sonra Fransa için en ağır askeri ve siyasi darbeydi. BM. Güçlerinin tabu ve kudretinin yıkılmasının yanısıra Müslümanlarda, Bilhassa Lübnanlı ve Filistinli inkılapçılarda direniş ve mücadele moralini yükseltti.
Karargâhlar Savaşı
19 Mayıs 1985’ten 1987’nin başlarına kadar Lübnan Şiilerine ait bir teşkilat olan Emel hareketi ile Filistin gerillaları arasında Beyrut’taki Filistin karargahlarının bulunduğu bölgede bir buçuk yıl süren bir savaş başladı, bu savaş birbirlerinin karargahlarını kuşatma biçiminde oluyordu. Bu nedenlerle Filistinlilerin vahdeti ve Filistinli teşkilatların görüş farklılığında ters etkiler yarattı.
1982’de Filistinlilerin Lübnan’da olmasını ve Lübnan topraklarından yararlanarak onların İsrail’e karşı girişmelerde bulunmasını bahane eden İsrail’in Lübnan’a saldırışını unutmayan Emel teşkilatı Filistinliler’in Lübnan’da kalmalarına karşıydı; Filistinliler ise, bunun doğruluğunu kabul etmelerine rağmen topraklarına geri dönmeleri için kendilerine yardım edilmesi gerektiğini savunuyorlardı.
Bu tartışmaları Filistinlilerle Lübnan Şii güçlerinin önemli bir bölümü arasında kanlı çatışmalara yol açtı ve neticede bu olaydan Kudüs’ü işgal eden İsrail güçleri yararlanmış oldu. Bu çatışma Muhtelif Filistinli kolların Emel teşkilatına karşı ortak tutumlar almalarına sebep oldu, işte bu yüzden Arafat’la arası en çok açık olan Fetih Kıyam Teşkilatı Arafat’ın siyasi inzivadan çıkmak için kamplar arasında savaş başlattığını ilan etti. Emel Teşkilatı’nın içinde de Emel rehberlerinin tavır ve tutumlarının doğruluğu hakkında tenkit ve şüpheler ortaya çıktı ve böylece İsrail’e karşı mücadele konusunda daha kuvvetli hedeflerle yeni cihad grupları şekillendi.
80’li yıllardan sonra Lübnan’da vuku bulan olaylar genel olarak İsrail’e karşı mücadele cephesini karşılıklardan temizlenmeye doğru sürükledi. İran İslam İnkılabı tecrübesinden de oldukça etkilenen bu hareket; İsrail’le mücadeleye İslami ve itikadi bir vazife olarak bakan uzlaşma kabul etmez. Samimi kuvvetlerin yeni bir güç kazanmasına sebep oldu ve uzlaşmacı hareketlerin en sert muhalifleri olarak şimdiye kadar Amerika ve İsrail’in bölgeyle ilgili heveslerini kursaklarında bırakabildi.
Lübnan’da yeni “Hizbullah” teşekküllerinin ortaya çıkış ve ilerlemesi bu cereyanın en bariz örneğidir; düşmanın bu teşekküllere karşı propagandasının ve haince planlarının hacminin genişliği de yine bundan dolayı rakip kamplara hakim olan ciddi korku ve dehşeti doğrulamaktadır. Uzlaşmacı projelerin geçici muvaffakiyetleri doğrultusunda bir takım ihtimaller de hesaba katılacak olursa Lübnan’da İslami direniş tohumunun yeşerdiği ve direnişin iç cephesi işgal edilmiş topraklarda da devam edip gerekli kıvama sahip olması halinde düşmanın yenilgiye uğramasının kaçınılmaz olduğu görülür.
Filistin Halk Kıyamının Ortaya Çıkışı:İntifada
Seyyid Cemaleddin Esedabadi’nin İslami beldelerde çabasıyla ve yine İran’da Tömbeki hareketinin ortaya çıkışıyla yeni bir merhaleye giren İslami diriliş hareketi Mısır’da Muhammed Abduh ve Seyyid Kutup vasıtasıyla devam edip, Hindistan’da Müslümanların İngilizlere karşı kıyamına sebep oldu, Pakistan’da İkbal lahuri vasıtasıyla devam ederek Cezair’de 1962 yılındaki inkılabı oluşturdu… 1347(1979)’daki İran inkılabı da İslami diriliş hareketinin devamıdır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: İran İnkılabından yirmi yıl önce İslam beldelerinde İslami diriliş duraklama dönemiydi, çünkü bu fikir hareketi bir taraftan İslam beldelerine hakim olan zalimlerin zulmünden kaynaklanıyordu ki sonuçta işlerin pratiğe dökülmesine öncelik tanımaya, zulme karşı siyasi mücadeleye, teoriden pratiğe geçişe, diriliş ve uyanışa sebep oluyordu ve diğer taraftan da İran İnkılabından önceki yıllarda Arap nasyonalizminin etkisi altında kalınmıştı. Halbuki bizzat, Arap nasyonalizmi de Suriye ve Irak Baas partisinin Hristiyan Mişel Eflak tarafından ortaya çıkıp bölgenin en güçlü siyasi partisi haline gelişi, İsrail hükümetinin ortaya çıkıp bölgenin en güçlü siyasi partisi haline gelişi, İsrail hükümetinin ortaya çıkışı, Filistin meselesinin Arapları ilgilendiren bir mesele olarak sözkonusu edilmesine sebep olan Arapİsrail savaşları gibi birkaç etkenden türetmişti.
1979 yılında gerçekleşen İran İslam İnkılabı, İslami diriliş hareketinde bir dönüm noktasıydı; çünkü bir taraftan ona yeni bir ivme hareketinde bir dönüm noktasıydı; çünkü bir taraftan ona yeni bir ivme verirken diğer taraftan da siyasi içerik kazandırdı, çünkü ondan önce diriliş hareketi öze dönüşe, İslami hüviyetine ve İslam ümmeti arasında alınması gereken ortak değerlere davet eden bir fikri, kültürel ve dini aydınlık cereyanıydı.
Bu durumda, İran İslam İnkılabı’nın mesajı elbette ki Müslümanları harekete geçirecek, onların duygularını tahrik edecek, İran inkılabı rehberliği, İmam Humeyni’nin (K) tutumları mücadeleci dünya Müslümanlarının, özellikle Filistin mücahitlerinin dikkatini çekecek ve İslami ihya edecekti. Filistin halkı, İran İnkılabı’ndan önce de müslüman idi, ancak o zaman onları birbirlerine bağlayan faktör, yani vahdet ve birliklerinin etkeni “Arap olmak”idi, İslam ise ikinci derecede yer alıyordu. İşte bu yüzdendir ki, Filistinliler muhtelif İslami, hristiyan ve Marksist inançlarla bir grupta veya bir teşkilatta yer alıyorlardı. İran İslam İnkılabı’ndan sonra İslam’ın vahdet ve zafer yolunda güçlü olduğu düşüncesi ikinci kez müslüman mücadelecilerin dikkatini topladı.
İran İslam İnkılabı’yla Filistin arasındaki bağlar İsrail’le savaşın ortak cephelerinde zafere ulaşmadan yıllar önce İran gerillalarının, Şaha karşı mücadele için Filistin kamplarında eğitim gördükleri zamandan başlamaktaydı. Bu bağ ve birlik yıllar önce oluşmuştu; o zamanlar İmam Humeyni (K) hums ve imam hakkının üçte birinin ve yine bütün zekatın Filistin hareketini savunma yolunda harcanabileceğine dair fetva vermişti.
İran İnkılabıyla birlikte gündeme gelen “bugün İran, yarın Filistin” sloganı Siyonistlere korku, Filistinliler’e ise ümid veriyordu. Bunun en bariz tanığı da İran İslam İnkılabının zafere ulaştığı ilk yıllarda Filistin rehberlerinin ve FKÖ’nün merkez kadrosunun İslam İnkılabı ve İmam Humeyni (K) hakkındaki beyanatlarıdır. Bu beyanatlar iç ve dış basında yazılıyordu.(Bkz: Sahifei Nur, Filistin rehberlerinin İmam Humeyni ile müzakere ve konuşmaları.)
İsrail’le mücadele sadece İran İslam İnkılabı’na mahsus değildir, İran İslam İnkılabı’ndan önce de doğu bloku. SSCB öncülüğünde ve yine diğer uygar ülkeler görünüşte Filistinliler’i himaye ediyorlardı, ancak bu himayeler süper güçlerin menfaatlerinin çelişmesinden ve dünya güçlerinin rekabetlerinden veya en iyimser ihtimalle Filistin halkının yaşama hakkına sahip olduğuna inanmalarından kaynaklanmaktaydı ve onların hiç biri İsrail’in mevcudiyetiyle çelişmiyordu. Bilakis onu resmen tanışmışlardı ve işgalci bir ülke olarak onunla mücadele ediyorlardı. Oysa İran İslam İnkılabı ve İmam Humeyni (K) Siyonist rejimin bir ülke olarak mevcudiyetine karşıydı; İsrail’i gasıp biliyor, her türlü Siyonist hükümetinin bekasını İslam beldelerinde fitnenin devamına sebep olarak görüyordu. İşte bu düşünce tarzı Filistin’de milli ve dini gururu ve İslami direnişi zirve noktasına ulaştırarak İsrail’le hamilerini dehşete düşürdü.
İslami Uyanış Zincirinin Diğer Bir Halkası: İntifada
1987 Nisan’ında Umman’da Arap zirve konferansı düzenledi ama bu konferansta Siyonist rejime karşı mücadele konusunda tek kelime dahi konuşulmadı. Konferansın bütün gündemini İranIrak savaşı oluşturmuştu ve genel olarak konferans Camp David çizgisinde cereyan etmedeydi.
Yıllardır Arapların kendilerini avarelikten kurtarmalarını bekleyen Filistinliler’le Arap ülkelerini bekleyen “toprakları işgal edilmiş Filistin halkı”, Filistinli grup ve partilerin kendileriyle meşgul oluşlarına bakıp kendi aralarındaki süreğen ihtilaf ve bölünmelere dikkat edip, Arap rejimlerinin Filistin’in bu kötü durumuna ilgisizliklerini görünce; Arap ülkelerinin hareket ve himayelerinden ve onların Arap nasyonalizmi düşüncelerinin etkili olacağından ümitlerini keserken; İran’da İslam İnkılabı’nın zafere ulaşmasıyla birlikte başarıyla tecrübe edilmiş olan “halk hareketi” ve “İslam’a dayanma” düşüncesi güçlendi içlerinde. Bu ortamda Suudi hükümetinin uşakları tarafından Beytullahil Haram ziyaretçilerinin katliamı faciası vuku buldu ve 400’den fazla Ka’be ziyaretçisi müşriklerden beraat feryadı ve “kahrolsun Amerika ve İsrail”sloganları atma suçuyla kanla boyandılar ki bu şehidlerden 10’u toprakları işgal edilmiş Filistinlilerdendi. Bu şehidleri anma törenleri Ramullah, ElHalil ve diğer şehirlerde düzenlendi ve bu olay 1987 sonbaharında Filistin halkının İsrail’e karşı “İntifada” isminde yeni bir mücadele metoduna başlamalarına sebep oldu. İntifada kelimesinin lügat anlamı “kıyam”,”sarılma”,”ve “hareket” demektir.(Suda ıslanmış serçenin, üzerine ağırlık yapan su damlacıklarını kanatlarından dağıtmak ve uçmadan önce kanatlarını hafifleştirmek için silkelemesine intifada denir) Yükselebilmek için karşılıkları bir köşeye atan kıyamdı intifada. Bundan önce her kıyam(intifada)belli bir gruba mensuptu. (1983 Mayıs’ında El Fetih teşkilatından ayrılan ve kendisiyle Arafat’ın önderliğindeki elFetih teşkilatı arasında bir fark olması için ElFetih kelimesine “intifada”yı da ekleyen “ElFetih intifasında (kıyamı”grubu gibi.) Ancak bu kez 1987’de “intifada” kelimesinin ne önünde ve ne de sonunda başka bir kelime yoktu. İntifada(kıyam) hareketi Filistin topraklarının işgalinin sürdürülmesine karşı bir halkın itirazıydı ve hareket şu hedefleri izlemekteydi:
1- Filistin meselesinin unutulmasını önlemek.
2 - Kamuoyunun dikkatini çekmek.
3- İntifadaya özel bir renk ve anlam veren İntifadayla İslam'a yöneliş dalgasının aynı zaman oluşu.
4 - Filistin meselesinin halledilmesi gerektiğinin vurgulanması
5- Batı Avrupa’nın Filistin meselesine daha fazla ilgi göstermesi
6- İsrail’in siyasetinin doğruluğunda şüphe uygulandırma hatta Amerikan Yahudileri arasında; bazıları İsrail’in çehresinin (halk kıyamı ve Siyonist güçlerin halkla çatışması sonucu) daha çok nefret uyandırıcı olmasını önlemek için Filistinlilere bir takım imtiyazlar verilmesi gerektiğine inanmaktadırlar.
7- Siyonist rejimin varlığının iç emniyeti tehdid edişi
8- Filistin’deki çeşitli gruplar arasında anlaşmazlıkları kontrol altına alıp; düne kadar kendi çıkarları çerçevesinde Filistin’in kaderini birleşmiş bulunan ülke ve teşkilatların devamı olabilmek.
Böylece Filistin’in işgalinden ve Siyonist rejimin ortaya çıkışından kırk yıldan fazla geçtikten sonra ilk kez Filistinliler saldırı ve İsrailliler savunma konumuna düşüyordu.
İntifadayı İran İslam İnkılabı ve Onun Özellikleriyle Mukayese
İntifada hareketi bazı açılardan İran İslam İnkılabına benziyordu. Mesela İntifada hiçbir grup ve teşkilata bağlı değildi. İran İslam İnkılabını diğer inkılaplardan ayıran özelliklerden biri de, İnkılap vuku bulmadan önce İslami, gayri İslami çeşitli milli teşkilat ve düşünce gruplarının şah rejimine karşı ferdi bir mücadele veriyor olması ve her biri inkılabın geleceğini kendine ait görmesiydi. H. Ş. 17 Dey 1356’da İran İttilaat gazetesinin İmam Humeyni’ye(K) hareket edici makalesine itiraz edilince Kum kenti halkından bir grubu şehid oldu, bu münasebetten dolayı Tahran’da, Tebriz’de ve diğer şehirlerde muntazam olarak anma törenleri düzenledi, bu törenlerin her birinde çatışma çıkıyor, bir takım insanlar şehid oluyordu ve böylece yedinci ve kırkıncı gün törenleri devam etmiş oluyordu. 1357 yılının ikinci yarısında halkın kıyamı bütün İran’ı kapsadı ve bütün siyasi, Marksist, milli ve dindar gruplar muhtelif yöneliţleriyle kıyama katıldılar, çünkü hiç kimse hiçbir teşkilatın dehalet etmediği geniş bir halk kıyamını beklemiyordu. Bütün gruplar halk saflarına katıldılar. Çeşitli şahsiyetlerin fotoğraf ve resimleri çekiliyordu, ama o anda herkes için sözkonusu olan ve bütün grupların ve halkın kıyamda birleşmelerinin sebebi ortak hedef, yani şah ve şahın devrilmesiydi; sloganlar ve istekler kıyamın çoğunluğunu teşkil ediyordu. İntifada hareketi de tamamen böyle bir benzerliğe sahiptir.
Bugün İntifada hakkında muhtelif görüşler sözkonusudur, gelecek olaylar onu apaçık ortaya serecektir elbette, ancak şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, intifada’nın kendiliğinden kaynaklanması ve halka ait oluşu onun ilk belirtisi ve çoğunluğunun İslami siması oluşunu gösteriyor ki işte İsraillilerin korkusu da bu belirtilerden örtüdür.
İntifada’nın ilk aylarında Şeyh Ahmed Yasin’in tutuklanarak hapise atılması bu tasavvurun bir belirtisidir.1371(1992) Azer’inde İntifada’yı susturmak için 415 Filistinlinin işgal edilmiş topraklardan ihraç ve sürgün edilmesi ve onların hepsinin de müslüman, inkılabı ve Hamas taraftarı oluşları bir taraftan İntifada’nın İslami çehresini gösterirken diğer taraftan da İntifada’nın halka ait oluşunu ve hiç bir grup ve partiye, hatta Hamas’a bile bağlı olmayışını göstermektedir. Çünkü ancak İntifada yine de durmadı ve ondan birkaç gün sonra işgal edilmiş topraklarda yaşayan üçyüzden fazla Filistinli İsrail güçleriyle savaşta öldürüldü veya yaralandı. Bu konu kıyamın bir teşkilat olmadığını ve onun önderlik ve rehberliğinin bütün evlerin içine sızdığı gösteriyor.
Kıyamın ansızın başlayışı ve onun şimdiye kadar devam edişi şunu gösteriyor ki, halk kıyamının engebeli yollarında bazı kişiler veya grupların rolleri olduysa da bu kıyamın kendiliğinden oluştuğu gerçeğini değiştirmektedir.
İntifada’nın bir yerde sabit olan bir önderi yoktur ve hiç bir özel teşkilat onun merkez kadrosunu teşkil etmemektedir. Bütün teşkilatlar kıyamın takipçileri, izleyicileri ve hamileridir ve onlardan her biri onu özel bir şekilde programlamaya çalışırlar.
Filistin teşkilatlarından her biri İntifada’nın önderiymişler gibi konuşurlar; ancak bilinmesi gerekir ki, bu teşkilatların çoğu Filistin’in dışında, Tunus, Suriye, Ürdün vs. ülkelerde yerleşmişlerdir. Filistin’de oturan halk onların sözlerini duyar ve ortak hedef, yani işgal edilmiş Filistin topraklarını kurtarma doğrultusunda çalışırlar, ancak bütün bu teşkilatlar bir kenara çekilse bile intifada sönmez. İntifada’nın İran İslam İnkılabıyla ilk kez Filistin mücadele tarihinde görülen diğer bir benzerliği gösteri yapmak için Mescid ve Cuma namazı üssünden yararlanmasıdır. Filistin mücadelesi devamlı gerilla eylemlerine, silaha ve teşkilata dayalıydı, ancak bu kez top ve mermilere yumruk, taş ve sopayla cevap veriliyordu Bu mücadelede Filistinli kadın ve çocuklar da göz alıcı bir şekilde faaliyet etmektedirler. Bu defa mücadeleye, taşların inkılabı, gençlerin veya eli taşlı gençlerin kıyamı deniliyor. Şehadet severlik ve fedakarlık intifada hareketinde var olan çok önemli bir özelliktir, bu silahın hiç bir benzeri ve hiçbir karşıtı yoktur.
Dikkat edilmesi gereken diğer bir konta da şu ki, İntifada, ister Cemal Abdunnasır’ın zamanında zirveye ulaşmış olan ve son yıllarda Arap kavmiyetçiliğinin ve milliyetçiliğin yenilgisiyle biten Arap nasyonalizmi olsun, ister SSCB’nin dağılmasıyla katı bir darbe yiyen komünizm ve solculuk olsun; çeşitli mücadele planlarının muvaffak olmayışıyla birlikte gelişen bir reaksiyondur. Filistin hareketi bütün hat olmayışıyla birlikte gelişen bir reaksiyondur. Filistin hareketi bütün hat ve yollarda çıkmazla karşılaşınca nihayet çıkış yolunun İslam olduğu neticesine vardı, siyasi felsefelerin katedemediği ve genellikle yenilgiyi kabul etmeye, teslimiyete ve uzlaşmaya mecbur oldukları bu dikenli yolun çıkışı İslam’da aranmaktadır ve “öze dönüş” fikri olan bu yol sadece Filistin’de değil, bilakis geçmişte fikri ve kültürel yönü olan ve 1357 yılında alim, bilgin, dini ve manevi merci olarak İmam Humeyni’nin önderliğinde İran İslam İnkılabı’nın zafere ulaşmasıyla siyasi ve pratik yöne de sahip olan bütün İslam ülkelerinde ve Arap dünyasında vuku bulan bir İslami diriliş dalgasıdır. Şimdiye kadar iki siyasi ve askeri boyutu olan ve nasyonalizm düşünceleriyle içiçe bulunan Filistin mücadelesi şimdi İslami çehresiyle itikadi bir boyuta sahiptir ve Filistin İslam Cihadı genel sekreteri doktor Fethi Şekkaki’nin de deyişiyle, İran İslam İnkılabı’nın zafere ulaşması dünya Müslümanlarına ideoloji ve dine olan güven ve inanı geriye getirdi ve İslam’ın yenilmez bir güç olduğunu ispatladı, İslam Filistin halkında kıyam ve kaynaşmayı diriltti. Filistin’de halk intifada hareketiyle hatta hala Arap nasyonalizminin etkisi altında kalanlar bileİslam’a Filistin’i kurtarmak için bir enerji kaynağı ve bütün Araplar arasında bir vahdet ve birlik vesilesi gözüyle bakmaktadırlar ve bazıları da samimi bir şekilde görüşlerini yenilemektedirler.
Bazı Filistin güçlerinin İslam’a yönelişlerinin diğer bir nedeni şudur: Onlar Filistin meselesinin Yahudileri yerleştirmek için toprakları işgal meselesi olmadığını; Ortadoğu’da siyasi ve iktisadi sömürge hedefleri dışında Filistin konusunda batının İslam ümmetine karşı yeni bir haçlı savaşı başlattığına, Hıristiyanların ve batılların 1095’ten 1249’a kadar süren haçlı savaşlarındaki yenilgilerinin ve tahkir edilmelerine sebep olan 1453 yılına Osmanlı İmparatorluğu’nun Bizans’ı fethetmesinden intikam almak olduğunu hissettiler.
Bu, Filistin kıyamı çıkmazlarla karşılaştıktan sonra ortaya çıkan, daha doğru bir tabirle güçlenen yeni bir düşüncedir. Böylece İntifada’nın birçok açıdan İran İslam İnkılabı’na yakın ve benzerlikleri olduğunu söyleyebiliriz; özellikle bu hareket İslam’a yönelmektedir ve İmam Humeyni (K) Filistin halkı yanında tanınmış ve saygı duyulan örneklerden biridir ve onun görüşleri Filistin halkının dikkat gösterip önem verdiği bir konudur. İşte bu yüzden, Filistinli Müslümanların İslami hareketin ihya edicisi olarak tanıdığı bir örnek ve şahsiyet olarak İmam humeyni’nin (K) fikir ve görüşlerinin dikkate alınması gerekir.
Gazze ve Eriha uzlaşması
İntifada vakıası avare Filistinliler için bir ümid kaynağı olduğu gibi İsrail’in de tehlikeyi ciddiye almasına sebep oldu. Dolayısıyla İsrail, İntifada’nın devamından korkarak uzlaşmaya yanaştı. İsrail’in; bütün merhalelerde Filistinlilere sınırlı da olsa bir takım hak ve imtiyazlar tanıyan bütün proje ve beyannamelerin karşısında sert bir şekilde durup Güvenlik Konseyinin 242 ve 338 numaralı beyannamelerini, Reagan’ın barış planı ve benzerlerini kabul etmekten çekinişi bu olumsuz tutumların bariz nişanelerindendir. Esasen İsraillilerin her türlü siyasi çözüm yollarından çekinmelerinin sebebi onların Filistin adlı bir milletin tarihi hüviyetine sahip olduğunu inkar etmeleridir. Ancak Amerika ve İsrail’in İntifada’dan duydukları dehşet onları FKÖ’yle müzakereye mecbur etti. SSCB’nin dağılması ve uluslararası düzenin bir kutuplu oluşu da Avrupa, Japon ve hatta İslamcıların nüfuzunu önlemek ve Ortadoğu barışında ve burhan odaklarını söndürmede başarılı olup, yeni dünya düzenini oluşturma ve Amerika’nın dünyaya hakimiyetini sağlamlaştırma yolunu düzeltmek için Amerikalıların en kısa zamanda buhran odaklarını, özellikle tehlike merkezi olan Ortadoğu’da kontrol edip söndürmeleri gerekiyordu.
Uzlaşmacı Filistin kolu da müzakerelerde pazarlık yapıp daha fazla avantaj kazanabilme yolunda fırsat olarak değerlendirdiler.
9 Eylül 1992’de Yaser Arafat FKÖ’ önderi ünvanıyla İzak Rabin’e bir mektup yazarak İsrail’in varlığını resmen tanıdı ve FKÖ’nün anlaşmasının genel ilkelerine ve yine Güvenlik Konseyi’nin (İşgalci İsrail rejiminin resmen tanıyan ve 1968 öncesi sınırlara dönmeyi isteyen)242 ve 338 numaralı beyannamelerine sadık olduğunu ilan etti ve Filistin konvansiyonun İsrail’in varlığını kabul etmeyen bölümünü iptal etti. İzak Rabin de buna karşılık olarak aynı tarih bir mektup yazarak müzakerelerinden sonra 17 maddeden oluşan bir anlaşma imzaladılar ki, bu anlaşmaya göre batı kesiminde ve yine Gazze bölgesinde bağımsız bir güç oluşacaktı.
Amerika ve İsrail’in bu anlaşmaya yanaşmalarının hedeflerinden biri de Filistinliler arasında nifak yaratmak ve İntifada’nın alevlerini onların kendi elleriyle söndürmekti. Bu anlaşmanın sonuçlarından biri de İsrail’in bölgede meşru ve kanuni bir üs haline getirilmesinin Arap ülkeleri tarafından resmen tanınması için engelleri ortadan kaldırmaktır. Bu anlaşma İntifada’nın ciddi tehlikesinden doğan endişeden dolayı her ne kadar da bir türlü İsrail’in önceki tutumlarından sınırlı olarak geri adım atması sayılsa da, müslüman Filistin halkının yüce mücadelesiyle ciddi bir mesafe olacaktır. İsrail’in resmen tanınması Ortadoğu ve Müslümanların geleceği için bir faciadır ve bunun suçlusu sadece FKÖ ve Arafat değildir, meseleye daha geniş bir şekilde bakacak ve İmam Humeyni’nin bakış açısıyla yaklaşacak olursak bu facianın suçunun bütün müslüman ülkeler ve bu tahkir edici ortamı yaratmada ortak olanların üzerinde olduğunu görürüz.
Her ne kadar bu yeni uzlaşmacı hareketlerin sonuç ve kaderleri hakkında hüküm verebilmek için daha geniş bir fırsata ihtiyaç varsa ve gelecek yıllar gerçeği ortaya çıkaracaksa da, Filistin’deki bu direniş ve mücadele tohumunun şimdi itikadi ve İslami ortamını bulduğu, müslüman Filistin halk kitlelerinin iman ve hedefinin Filistin’i al kanlarıyla sulama görevini üzerine alan kendiliğinden kaynayan bir kaynak ve çeşme bilincine vardığı şimdiden söylenebilir. Dolayısıyla bu mukavemet ve direniş ağacının yükseklik ve verimliliği apaçık gözler önündedir ve bu da İmam Humeyni’nin (K) de beklediği, tüm hayat ve mücadelesinde gerçekleşmesi için zahmetler çektiği sağlam adımlarla yaklaşan geleceğin ta kendisidir.
“Eğer Allah’ın dinine yardım edecek olursanız Allah da sizlere yardım eder ve adımlarınızı sağlamlaştırır.”
İsrail’in Niteliği
Bugün Mısır’da, Enver Sedat, müslüman kardeşlerimizi geniş çapta tutuklayarak İsrail’e hizmetini tamamlamıştır. Sedat’ın Amerika ve İsrail ile birleşmiş Arap Milettinin yüz karası olmuştur. Bölgede işlediği cinayetler dışında, bugünlerde Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid’ül Aksa’da kazıcılık yaparak büyük bir cinayet daha işleyen İsrail ile birleşmiştir; bu kazı sonucu Müslümanların ilk kıblesi Mescid’ül Aksa’nın temelleri gevşeyerek, Allah göstermesin tahrip olacak ve İsrail iğrenç arzusuna kavuşacaktır.
Siz, ey dünya Müslümanları! Ve ey zalimlerin sultası altında bulunan mustazaflar! Ayağa kalkıp birleşin, İslam ve mukadderatınızı savunun, süper güçlerin gürültüsünden korkmayın, zira bu asır Allah’In izniyle, mustazafların müstekbilere ve hakkın batıla galebe asrıdır.
İsrail’in Eliyle İslam Düşmanlığı
Müslümanlar bilmeliler ki, İslam İnkılabı ve İslam’ın olağanüstü gücüne istinaden, Amerika’nın suikast ve planları sünni ve Şiiler arasında tefrika yaratmak ve İslami kıyamın güçlü merkezi İran’a saldırı düzenlemekten tutun diren ve geniş çapta Lübnan’a saldırı projesi ve o büyük cinayetlere kadar hepsi İslam’ı ortadan kaldırmak ve bu ilahi gücü tazyif etmek içindir. Bilmeliler ki, habis İsrail’in Eliyle uygulanmakta olan Amerika’nın planları Beyrut ve Lübnan’la bitmemektedir. Bilakis, her yerde, İslami ülkelerde, özellikle Fars Körfezi’nde ve ilahi vahiy merkezi olan Hicaz’da hedef İslamdır. Birinci hedef bölgeye hakim olanların körü körüne Amerika’ya ve ondan daha acısı İsrail’e teslim olması, her türlü tahkir ve uşaklık zilletini kabul etmesidir. Böyle büyük bir faciaya karşı Müslümanlar ilgisiz olmamalı, İslamı ve İslami ülkelerin hakimiyetini korumak için ellerinden gelen hiçbir şeyi esirgememelidirler. Müslümanların ve söze İslami olan ülkelerin burnunun dibinde aziz bacı ve kardeşlerimize tecavüz ettikleri halde İslami ülkelerin başındaki ilahi ve insani bir fariza olan savunmaya geçecekleri yerde bu kadar yumuşak davranmaları ve hatta Amerika ve İsrail’in uğursuz hedeflerine kavuşmaları için çalışmaları, zalim İsrail yerine İslami İran’ı ve İran’da İslam’ı hedef almaları ne kadar da acı bir durumdur.
Bütün, susmalarına ve hatta bu caninin ve efendisinin çirkin amaçlarına yardımları için bahaneler uydurabiliyorlarsa tarihi de aldatıp saptırabilecekler mi? Özgür ve hür milletleri de aldatabilecekler mi? Zalimlerden intikam alan Allah Teala’yı da geçersiz bahaneleriyle ikna edebilecekler mi? Yüce İslam diniyle böyle oynarlarken bu büyük günahları affedilebilir mi? Beyrutlu masum kadın, erkek ve çocukların kanlarının cevabını verebilecekler mi?
Amerika ve İsrail İslam’ın Aslına Düşmandır
Kutlu İslam Beldelerinde bulunan müslümanlar hangi bmilletten ve hangi mezhepten olurlarsa olsunlar iyiyice bilmeliler ki, İslam, Kur’anı Kerim ve yüce İslam Peygamberinin (S) asıl düşmanları, İslam beldelerine göz diken, büyük yer altı ve yerüstü zenginliklerini yağmalamak için hiçbir cinayet ve suikastten çikinmeyen süper güçler, özellikle Amerika ve uşağı İsrail’dir Onların bu şeytani suikastte muvaffak olmaları mümkün olan her yolla müslümanlar arasında tefrika yaratabilmelerine bağlıdır. Hac törenlerinde, mesela kendilerine bağlı mollaları vb. Şiilerle sünniler arasında ihtilaf çıkarmaya zorlayabilir ve bu şeytani düşünceleri sürdürmeleri sonucunda bazı saf kimseleri aldatıp tefrika ve fesat çıkarabilirler. Her iki fırkadan olan kardeş ve bacılarımız uyanık olmalı ve bilmeliler ki, Amerika ve İsrail bizzat İslam’ın kendisine düşmandır; zira İslam’ı Kitab’ı ve sünnet’i kendilerine engel ve yaðmaları için Mani olarak görüyorlar, çünkü Iran da iţte bu Kitap ve Sünnet’i izleyerek onlara karşı kıyam etti ve inkılap ederek zafere ulaştı.
İsrail’in Yayılmacılık Politikası
“Büyük İsrail” Hayali”
Herkes bilmeli ki, büyük devletlerin İsrail’i ortaya çıkarmaktan hedefleri, sadece Filistin’i işgal etmekle bitmiyor; onlar Filistin’in başına getirdiklerini bütün Arap ülkelerinin başına getirmek istiyorlar ve bugün yaptıkları cihada şahidiz; kelle koltukta işgal ve tecavüze karşı, Filistin ve işgal edilmiş toprakları kurtarmak amacıyla kahramanca cihad eden mücahidleri görmekteyiz; sömürgecilerin uşaklığını edenlerin dün Ürdün’de ve bugün de Lübnan’da mücahidlerin başlarına getirdiklerine, sömürgeci güçler tarafından başa geçirilenlerin vasıtasıyla çeşitli şekillerde müslüman grupları Filistinli mücahitlerden ayırma ve mücadeleyi (İsrailli siyonist güçlere darbe indirmek için çok münasip bir ortamı olan) stratejik bölgelerden dışarı çıkarmak amacıyla onların aleyhine yapılan tebliğ ve suikastlere şahidiz.
Acaba Müslümanlar ve Müslüman ülkelerin başlarında olanların böyle bir ortamda Allah Teala, akıl ve vicdanlarının huzurunda vazifeleri yok mu? Filistinli mücahitlerin sömürgecilerin uşaklığını edenler tarafından sömürge bölgelerinde katledilip diğerlerinin bu cinayet karşısında susmları ve hatta bu özgürlük uğruna yapılan cihadı en uygun bölge olan stratejik bölgeden dışarı çıkarma için mücahidlere karşı suikast düzenlemeleri yakışır mı? Acaba Arap ülkeleri ve o bölgelerde yaşayan müslüman halk, bu cihadın bastırılmasıyla diğer Arap ülkelerinin de bu alçak düşmanın şerrinden kurtulamayacaklarını, rahatlık ve emniyet hissedemeyeceklerini bilmiyorlar mı?
İsrail Tehlikesi Bütün Ortadoğu’yu ve İslam Beldelerini Tehdit Etmektedir
İslami ülkelerin başlarında bulunanlar şu noktaya dikkat etmeliler ki, İslami ülkelerin kalbinde merkezinde ortaya çıkarılan bu fesat kaynağı sadece Arap milletini bastırmakla kalmayacak, bilakis onun zarar ve tehlikesi bütün İslami ülkeleri tehdit etmektedir; siyonizmin projesi, İslam dünyasını sulta ve hakimiyeti altına almak, ve verimli toprakları olan beldeleri ve İslami ülkelerinin yer altı zenginliklerinin bir çoğunu sömürmektir; ve bu siyah sömürge kabusunun şerrinden ancak fedakarlık, mukavemet ve İslami ülkelerin vahdetiyle kurtulmak mümkündür ve eğer İslam’ın başına gelen bu hayati olayda bir ülke kusur edecek olursa, diğer İslami ülkeler kınayarak, tehdir ederek ve ilişkilkerini keserek onu bu işe zorlamalıdırla. Müslüman Petrol Ülkeleri, petrol ve ellerinde olan diğer imkanatları, İsrail ve diğer sömürgecilere karşı bir silah olarak kullanmalı, İsrail’e yardım eden ülkelere petrol satmaktan sakınmalıdırlar.
Lübnan’ın başına Gelenler Diğer İslam Ülkelerini Beklemekte
İslam ülkelerin başlarında olanlar ve özellikle, Arap üLkeleri, söz birliğiyle fesat kaynağı olan İsrail’İ defetmeye çalışmalıdırlar; eğer bu konuda kusur edecek olurlarsa bu olayın diğer benzeri ülkelerin de başına gelmesinden korkmalıyız. Allah Teala’dan ecnebilerin ve onları destekçilerinin ellerinin kesilmesini ve İslami ülkelerin istiklalini niyaz ederim.”Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun”
İsrail Galon’la Yetinmeyecek
Sizler birleşerek bir fesat kaynağını ortadan kaldırmalısınız, bilin ki o, bir kanserdir; Galon’la yetinmeyecek bilakis, diğer yerlere de bulaşacaktır. Onlar İsrail’in bütün ırklardan üstün olduğuna, Fırat’tan Nil Nehrin’ne kadar bütün yerlerin İsrail’e ait olduğuna ve ona geri dönmesi gerektiğine inanmaktadırlar ve siz ise oturmuş bir takım küçük ve ehemmiyetsiz şeyler üzerinde birbirinizle kavga etmeksizin ve İran, bizim diğer ülkelerde, diğer milletlerde gözümüz yok, biz onlarla birleşmek ve fesadı bölgeden çıkarmak istiyoruz diye feryat ederken siz bütün varlığınızla İran’ın birden birşeyler söyleyip bazı hareketlerde bulunmasından korkarak ona düşmanlık etmeksizin. Niçin böyle oluyor? Düşmanın kim olduğuna, düşmanın kovulması ve dostlarla birleşmesi gerektiğine kavimlerin reisleri dikkat etmeli aydın kesim dikkat etmeli, beldelerin alimleri dikkat etmeli, tüm ülkelerin alimleri dikkat etmeli. Bu sorun bütün Müslümanların eliyle halledilmeli ve bütün müslümanlar arasında vahdet ve birlik olmadığı müddetçe bu sorunlar olacaktır.
İsrail Mevcut Durumla Yetinmez
İsrail’in şu an olduğu yerle yetinmeyeceği meselesi defalarca hatırlatılmıştır; o adım adım ilerleyecek ve ilerledikçe “bizim bir işimiz yok, biz buyuz” söyleyecek ve yarın daha büyük adımlar atacaktır. Bugün Lübnan, yarın Allah göstermesin Suriye ve öbür gün Irak…
Maalesef ülkeler ona karşı kıyam edeceklerine, onun önünü almak için birleşeceklerine onu red bile etmediler, şimdi bile onun yerini sağlamlaştırmak için çabalamaktalar ve bu ise İslami ülkeler için; başta olan reislere dolaysız olarak ve başta olanları; istedikleri her işi yapmaları, İslam ve Müslümanları her türlü zillete düşürmeleri için makamlarında bırakan ve önlerini almayan İslam beldelerinin milletleri için ise dolaylı olarak utanç verici bir lekedir. Biz bu musibetleri nereye götürelim?
İsrail’in Uğursuz Amacı
Müslümanlar ve özellikler bölgenin mazlumları bilmeliler ki, İsrail belki de Filistinli ve Lübnanlı mücahidleri aldatmak için değiştirdiği taşlarla hiçbir zaman Nil Nehrinden Fırat’a kadar ki İslam ülkelerine tasallut olan çirkin amacından vazgeçmeyecektir; bölgede diş ve tırnağını gösteren Amerika, bölgede cinayetlerini icra eden İsrail gibi bir taşı tamamen savunmaktadır; onların siyasi oyunlarını gözden Irak tutmalıdır. İsrail’i savunanlar bilmeliler ki, himayeleriyle fırsat bulduğu zaman Allah göstermesin bölgeyi felakete uğratacak zehirli ve çok tehlikeli bir yılanı güçlendirmekteler ve bu tehlikeli yılana fırsat vermemelidirler.
Forex İşlemleri Dini Açıdan Caiz Midir?
Ayetullah uzma Mekarim Şirazi’ye sorulan soru ve soruya verdiği cevabın tam metni şu şekilde:
1- Forex işlemlerinin meşru olmaması
Soru: Forex işlemlerinin şer’i muamele hükümlerini kapsamadığını buyurmuştunuz, sizden hangi işlemlerin bu hükme tabi olduğunu öğrenmek istiyorum.
Cevap: Bu muamele ve işlem gerçekte bir çeşit “Ekl-i mal bi’l batıl” (Malı batıl yolla yemek) ve bir aldatmaca ve dolandırıcılıktır. Zira hiçbir akıllı insan 1 dolar karşılığında kar payı olmadan karşılıksız olarak 99 dolar borç vermez ve onlar bu iş sonunda bir çok grubun sermayesini bu şekilde kendilerine çekeceklerini biliyorlar. Dolayısıyla bu işlem akil bir muamele ve işlem biçimi olarak sayılmaz.
2- Uluslararası borsalardan internet yoluyla altın ve petrol alımı
Soru: Uluslararası borsalardan internet yoluyla altın, döviz ve petrol alım satımının şer’i açıdan hükmü nedir?
Cevap: Forex işlemlerinin şer’i muamele hükümleri şartlarına uymadığına binaen caiz değildir.