
کارگر
Vahdet ne demektir ?
Vahdet, birlik, beraberlik ve dayanışma içinde olmaya denir. Değişik ideoloji ve inançlara sahip olanların ortak noktalarda birleşmeleri, müşterek noktalarda aynı görüş ve strstejiyı takip etmek için birlik olmalarina denir. Vahdet bazılarının algıladığı gibi insanın kendı görüşünü terk edip başkasının görüşünü kabul etmesi değildir. Bir grubun kendisini yok edip başka bir gruba ilhak olması da değildir. Bir mezhebin, bir ideolojinin kendi inancından vazgeçip başka bir inanç ve ideolojiyi kabullenmesi hiç değildir. Dünyada, bir ülkede veya bir bölgede birkaç kuruluş, inanç olabilir; onların ne zaman ortaya çıktığı ve nasıl oluştukları vahdeti oluşturmak açısından önemli değildir. Her toplumda bazı islami hareketler ve mezhep ve inançlar tarihsel olarak bazılarından önce oluşmuştur aynı günümüzdeki siyasi partiler gibi, bu zamansal farklılık hiçbir zaman haklılık ölçüsü olamaz. Hiç bir kuruluş, hareket ve mezhep ben diğerlerinden önce kuruldum öyleyse ben doğru yoldayım, ben hakkım benim dışımdakiler batıldır diyemez. Aynı şekilde bir hareketin, bir fikri akımın ve bir mezhebin bünyesinde barındırdığı kitlenin sayısal niteliği de hak ölçüsü değildir. Çoğunluk hakk ölçüsüdür ve tarihsel öncelik doğruluk ölçüsüdür teorisinin geçersizliğini hem Kuran reddediyor, hem Resulullah’ın (s.a.a.) sünneti, hem de İmamların tarihi sireleri ve sözleri ortaya koyuyor.
Hareketlerin ve fikri akımların nasıl ve ne zaman ortaya çıktığı önemli değil dediğimizde, zamanın fonksiyonu yoktur demek istemiyoruz, bir fikri hareketin oratya çıkmasında zaman ve mekanın son derece etkili olduğu inkar edilemez. Ama zamansal öncelik veya belli bir bölgede oluşması hakk ölçüsü değildir. Bir hareketin ve fikri akımın meydana gelmesinde en önemli nokta “neden” oluştuğudur. Bu fikri akım, bu mezhep ve hareket neden oluştu, neden ortaya çıktı, diğer akımlarla farkı nedir, diğerlerinden bir özelliği varmıdır, diğerleriyle ortak noktaları varmıdır, nasıl bir siyaset ve stratejiye sahiptir, kimler kurmuştur, hedefleri nelerdir, hitap etmek istediği toplum kimlerden oluşuyor, diğerlerine bakış açısı nedir? Her islami hareket, fikri akım, mezhep ve ideoloji bu soruları kendilerine sormalı ve diğerlerini tanımak ve onlarla vahdet kurabilmek için onlar hakkında bu soruların cevabını almalıdır.
Vahdet, değişik görüş ve inançlar sahip akımların, mezheplerin ve ideolojinin kendi hedef ve fikirleri doğrultusunda bir takım ortak ve müşterek noktalarda beraber hareket edip aynı stratejiyi takip edebilmek için görüş aliş verişinde bulunup dayanışma içinde olmaya denir. Bu tanımdan sonra anlaşılıyor ki vahdet bedenlerin bir araya gelmesi, insanların kuru kalabalık oluşturması değildir. Vahdet bedenlerin değil gönüllerin bir olması, ortak ve müştereklerde fikirlerin ve düşüncelerin bir olmasıdır. Öyleyse insanların ayrı ayrı hareketlerde yer almaları, çeşitli akım ve mezheplere bağlı olmaları vahdet oluşturmalarına engel olamaz bilakis oluşturacakları vahdet, en güzel vahdet ve birlik olacaktır. Değişik akımlar ve mezhepleri takip etmeleri onların tefrika ve ayrılık içinde olmalarına sebep olmamalıdır. Ama fikir birliği oluşturulmaz ve müştereklerde dayanışma sağlanmazsa, fertler arasında gönül bağı yoksa insanlar bir harekette , bir akım ve bir mezhep şemsiyesi altında olasalar da vahdet ve birlik içinde değil ihtilaf ve tefrikadadırlar. Bir toplum ve akım içinde olmaları, bir takım menfaat ve çıkarlar icabı olmuştur, onları biraraya toplayan fikir birliği, gönül bağı değil bazı zahiri ve maddi etkenlerdir. Böyle bir toplum kesinlikle ilerleme kat edemez, tekamüle eremez. Ya zamanın şartlarına uyamayıp yok olmaya yüz tutacaktır veya varlığını sürdürebilmesi için hep sima değiştirecektir.
Vahdetin Zarureti
Vahdetin ve birliğin zarureti ve önemi hakkında konuşmak ve yazmak boş yere zaman kaybetmek olur, söylenenleri, yazılanları tekrarlamak olur. Bu konu hakkında alimler, halk ve toplum arasında gizli bir nokta yok ki onu açıklamaya çalışalım; Kuran ayetleri, hadisler, tarihi gerçekler vahdetin toplumdaki etkisi ve tefrikanın getireceği zararları beyan edilmiştir ve o kadar aşikardir ki onları anlamamak için kör, sağır ve akılsız olmak gerekir. Bazı ayetleri teberrük olarak zikr ediyoruz.
Kur’an’ın en fazla üzerinde durduğu konulardan birisi şüphesiz vahdettir; gerçek vahdet, amelde oluşan, pratikte görülen kardeşlik, bir vücut gibi olan birlik ve beraberliktir. Sözde ve hiçbir ameli yönü olmayan sloganik vahdet değil. Müslümanlar ellerindeki imkanlar ölçüsünde islami vahdeti oluşturmalı ve tefrikadan kaçınmalıdırlar. Allah-u teala insanları değişik ve farklı yaratmiştır; farklı ırk, dil, coğrafya, kavim ve millete sahip olarak yaratmıştır. Bizleri vahdet ve birliği sağlamaya ve tefrikadan kaçınmaya davet etmesinden anlaşılıyor ki müslümanlar, islami vahdeti sağlayabilirler aksi takdirde vahdete emr etmez ve tefrikadan nehy etmezdi.
İsalami vahdet nasıl oluşturulmalı bunun da yollarını göstermiştir. Nasıl vahdet kurumamız gerektiğini öğrettiği gibi tefrikadan nasıl kurtulmamız gerektiğini ve zararlarını da beyan ediyor. Vahdetin faydalarını açıkladığı gibi vahdeti engelleyen unsurları da açıklamıştır.
Vahdet, zahiri bir antlaşma, insanların birbirlerine verdikleri karşılıklı bir söz değildir. Vahdet, insanların kalbine yerleşmesi gereken onun fıtratından kaynaklanan bir kardeşlik bağıdır. İnsanın fıtratı, ilahi din üzere yaratıldığı için insan, Kur’an ayetlerini bu fıtratı üzere değerlendirmeli ve ona yönelmelidir.
1- “ Hep birden Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, bölük bölük olmayın ve anın Allah’ın size verdiği nimeti, anın o zamanı ki düşmandınız birbirinize, kalplerinizi uzlaştırdı, nimetiyle kardeş oldunuz.. İçinde ateş olan bir çukurun tan kenarındaydınız sizi kurtardı ordan. Allah, doğru yolu bulasınız diye delillerini böyle açıklar işte.” Al-i İmran / 103
Allah-u teala ayette birkaç noktayı beyan buyuruyor:
a) “ Allah’ın ipine sımsıkı sarılın”, Allah ile kulları arasında bir bağın olduğunu, insanları Allah’a ulaştıran bir vesile olduğunu hatırlatıyor. Bu bağ, bir tarafı Allah’ın elinde diğeri kulların arasında olan ip olarak beyan ediyor. Bu ip ve bağ, Kur’an, din ve Resulullah’tır. Kim bu ipe sarılır yani dine, Resulullah’a ve Kur’an’a uyarsa kesinlikle Allah’a ulaşacak ve kurtuluşa erecektir.
b) “ Hep birden Allah’ın ipine sımsıkı sarılın”, ayette Allah’ın ipine hep birden sarılmayı emr ediyor. Müslümanların, Allah’ın ipine ayrı ayrı , grup grup değil beraber sarılması gerektiğini beyan buyuruyor. Herkes kendisine bir karı açıp, değişik iplere sarılarak ilerlemeye çalışmasın, diyor. Hem bir ipe sarılın, hem de beraber sımsıkı sarılın. Yani Allah yolunda beraber ilerleyin, beraber düşünün birbirinizle yardımlaşarak hareket edin. Birbirinizin elinden tutarak hak yolda ilerleyın, işlerinizde istişare ederek aynı hedef doğrultusunda beraber yürüyün. Farklı yollar takip etmeyin.
c) “ bölük bölük olmayın”, ayet şiddetle tefrikaya düşmekten nehy ediyor. Hak yolda gidenlerin arasına fitne ve tefrika sokan çok olur, müslümanları bölüp onları parçalamak isteyen ve onların kardeşlik ve vahdetini bozmak çabasında olan düşmanlar devamlı olacaktır. Müslümanlar düşmalarını iyi tanıması gerekir. Kura’an, bizlere düşmanı da tanıtıyor; biri dini, Kur’an’ı yok etmek isteyen, müslümanların hak yolda gitmelerini engelleyen, müslümanların vahdet ve birliğini bozup onları tefrikaya düşürerek sömürmek isteyen kafir, müşrik, munafık ve emperyalistlerdir. Diğeri ise bizimle aynı dine inanan, aynı kitabı kabul eden, aynı kıbleye yönelen ve aynı peygamberin ümmeti olduğunu söyleyen ama bizimle anlaşamayan arada tefrika olan kimseler.
Kur’an, bizlere bunların herbirine karşı ayrı ayrı vazife ve görev tayın etmiştir. Her ikisine karşı aynı mücadele yolunu öngörmemiştir.
Birinci gruba ve düşmana karşı; küfre, nifaka ve şirke karşı savaş ve cihat öngörmüştür. Düşmanı yok edene kadar mucadele edilmesi gerektiğini beyan buyurmuştur. Kura’an’da cihat hakkında geçen ayetlerin hepsi bu düşmana yöneliktir. Kafir, müşrik ve munafıklara karşı savaş ve onların yok olup, yeryüzüne Allah’ın dini hakim olana kadar savaşı öngörüyor.
Ama ikinci gruba karşı mücadele ise çok farklıdır. Allah-u teala çok değişik bir metod ve yol göstermiştir. Bu ikinci grup insanlarla mücadelede, düşmanı yok etmek ve onlarla savaşarak onları yenmeye çalışmanın yerine aradaki düşmanlığı yok etmeye davet ediyor, müslüman kardeşlerimizle aradaki kini, düşmanlığı, kırgınlığı yok etmeye emr ediyor:
“ Ve iyilikle kötülük bir değildir. Aranıydaki düşmanlığı ( kötülüğü) en güzel bir muameleyle defedin, bir bakarsın ki aranızdaki düşmanlık olan kişi, sanki senin en yakın bir dostun olmuştur.” Fussilet / 34.
Görüldüğü gibi Allah-u teala buyuruyor, aranızdaki kini, düşmanlığı, kırgınlığı yok etmeye çalışın. Bizim ile muhalif olan kişinin dostumuz olmasını istiyorsak, onunla vahdeti sağlamak peşindeysek, onunla savaş ve kavga halinde olmayı, onun aleyhine çalışmayı, onu yok etmeyi ve kendimize boyun eğdirmeye çalışmayı terk edip onunla iyi geçinip aradaki kötülük ve düşmanlığı yok etmeye çelışmamız gerektiğini anlıyoruz. Elbette bu zor bir iştir herkesin yapabileceği bir çaba değildir. Kur’an, bunu da beyan ediyor:
“Bu huy, sabredenlerden başkasına verilmez ve akıldan, tedbirden büyük hisseye sahip olmayanlara bu nasip olmaz.Ve eğer şeytan seni vesveseye düşürür de bu huydan vazgeçirmeye kalkışırsa hemen sığın Allah’a ; şüphe yok ki O her şeyi duyar ve bilir.” Fussilet /35-36.
Eğer bu ayete amel edilir, aynı dine ve mezhebe sahip, aynı kitabı okuyup aynı kıbleye yönelen müslümanlar, aralarındaki düşmanlığı, kini, kötülüğü ve tefrikayı yok ederse o zaman gönül rahatlığıyla kardeşce birbirlerinin yanında yer alarak vahdeti engelleyen prüzleri ve zorlukları yok edecekler ve Allah’ın ipine sımsıkı sarılmış olacaklardır.
d) “ anın Allah’ın size verdiği nimeti, anın o zamanı ki düşmandınız birbirinize, kalplerinizi uzlaştırdı, nimetiyle kardeş oldunuz “. Vahdet dünyevi menfaatlar için veya dünyada bir güç elde etmek için insanların bir araya toplanması, zahiri bir antlaşma yapmalari ve bedenlerin bir araya toplanması değildir, ayette de belirtildiği gibi kalplerin bir olması, fıtrattan kaynaklanan kardeşlik bağı ve insanları bir hedef doğrultusunda hak yolda birleştiren gönül birliğidir. Kalpleri birbirine yakınlaştıran ülfettir. Allah-u teala ayette belirtiyor: , anın o zamanı ki düşmandınız birbirinize”, eğer insanlar dünyevi çıkarları ve nefsi arzuları için hareket ederse devamlı kavga halinde yaşayacaklardır, kalplerinde birbirlerine karşı düşmanlık güdeceklerdir. Allah-u teala müslümanlar arasına rahmet tohumlarını ekip onların kalplerini uzlaştırdı, kalplerinde ülfet icad ederek onları kardeş olmalarını sağladı ve Rabbul alemin bunu büyük bir nimet olarak nitelendiriyor. Vahdeti, kardeşliği ve muminlerin arasındaki şefkat ve muhabbeti, kendilerine vermiş olduğu nimet olduğunu hatırlatıp anmalarını istiyor.
Müslümanlar arasındaki vahdet ve kardeşliği yalnız Allah sağlayabilir: “Onların gönüllerini birleştirmiştir. Yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın gene de onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah aralarını uzlaştırdı..” Enfal / 63. ayette açıkca belirtiliyor ki dünya malı, maddi imkanlar insanlar arasında merhameti, kalplerdeki ülfeti ve gönüllerdeki sevgi ve muhabbeti icad edemez. Dolayısıyla hiç bir maddi güç müslümanlar arasında vahdet sağlayamaz, maddi ve dünyevi imkanlar bedenleri birbirine yaklaştırır ama kuru kalabalık oluşmasına sebep olur ama gerçek vahdeti asla sağlayamaz. Aynı şekilde kalplerde gönül baği olan ve aralarında ülfet ve kardeşlik oluşmuş bir toplumun fertleri birbirlerine karşı merhametlı düşmanlara karşı ise şiddetli olacaklardır:”.....O’nunla (Resulullah ) beraber bulunanlar kafirlere karşı şiddetlidirler, kendi aralarında merhametlidirler..” Feth / 24. Müslümanlar bu vahdeti sağladılarmı artık hiçbir güç onları yenemez , onların birlik ve beraberliğini bozamaz aralarına tefrika sokamaz.
2- “ Allah’a ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra zayıflarsınız ve kuvvetiniz kalmaz ve sabredin, şüphe yok ki Allah sabredenlerle beraberdir.” Enfal / 47
Bu ayeti celilede vahdet konusu ayrı bir açıdan beyan ediliyor. Vahdetin olmadiği bir toplumda tefrikanın zarar ve tehlikeleri açıklanıyor. Allah’a ve Resulüne itaat edilmediği takdirde ihtilaf kaçınılmaz olacaktır. Aranizda bir ihtilaf söz konusu oldumu birbirinizle “çekişmeyin” buyuruyor. İhtilafı halletme yoluna gidin, önceki ayette belirtildiği gibi kendi aranızda çözün, “ Aranızdaki düşmanlığı ( kötülüğü) en güzel bir muameleyle defedin”. Eğer halledemezseniz, diğer bir ayette belirttiği gibi Allah ve Resulüne muracaat edilmesi emr ediliyor:
” Ey inananlar Allah’a ve Resulüne ve içinizden emredecek kudret ve liyakata sahip olanlara itaat edin. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız birşeyde ihtilafa düştünüz mü o hususta Allah’ ve Resulüne muracaat edin; bu hareket, hem hayırlıdır hem de sonu pek güzeldir.” Nisa / 59
Müslümanlar, Allah’a, Resulüne ve Ululemre itaat ettiği müddetce ihtilafa düşmezler, ihtilafa düştükleri anda Allah ve Resulüne muracaat etmez, ilahi hükümleri kendi aralarında hakem karar vermezlerse veya ihtilaflı taraflardan herhangi birisi aradaki düşmanlık ve kırgınlığı güzel bir şekilde yok etmek için uğraşmaz, birbirlerini suçlarsa müslümanların vahdet ve birliğinin bozulmasına sebep olup tefrika çıkmasını sağlayacaktır, Allah-u teala bunun sonucunu beyan buyuruyor: ” birbirinizle çekişmeyin, sonra zayıflarsınız ve kuvvetiniz kalmaz.”.
Hz. Ali (a.s.) şöyle buyuruyor:” Gerçekten Allah’ın dininde birbirinizin kardeşisiniz. Aranızda hiç birşey tefrika oluşturmaz. Aranızda ihtilaf ve tefrika makamperestlik ve kalbinizin kötü olmasından kaynaklanır”. Hz. Ali (a.s. ) müslümanlar arasındaki ihtilafın kaynağını iki kelimeyle beyan buyuruyor; makamperestlik ve kalbin temiz olmayışı. Her müslüman kendi nefsine müraccat etmeli ve kalbini kontrol etmelidir. Eğer müslümanların vahdetini engelleyen bu iki etkenden bir varsa ; makam ve mevki sevgisi ve dünyaya bağlılık varsa onu yok etmeye çelışmalı veya kalbi temiz değil müslüman kardeşlerine karşi sevgi ve muhabbet beslemiyor ve o kalbi günah ve isyanla, nefsi istek ve arzularla doldurmuşsa o kalbi temizlemelidir.
Vahdet için ne yapmalı?
Vahdet ve birliğe davet eden kimse, davet ettiği insanlarlarla ortak noktaları olduğu gibi bazı konularda ayrı olduğunu da kabul etmiş demektir. Eğer farklılık olduğunu kabul etmiyorsa vahdete davetin manası kalmaz. Birileri vahdete davet ediyorsa bazı noktalara dikkat etmesi gerekir.
a)- Vahdet yapmak istediği insanların, kuruluşların veya mezhebin hedeflerini, düşüncesini ve fikir yapısını bilmesi gerekir. Davet ettiklerinin hedefleri nelerdir? Düşünce tarzı nedir? Siyaset ve stratejisi nedir? Prensipleri nelerdir? Kısacası o hareket, fikri akım ve mezhep ve meşrebi tanımalıdır. Eğer vahdet yapmak istediği kimselerin kim olduğunu tanımazsa boş yere slogan atmış olur. Çünkü vahdet yapmak istedikleri insanlar temelde kendileriyle aynı hedefi paylaşmayabilirler veya aynı strateji ve siyaseti takip etmeyebilirler dolayısıyla aynı hedefi paylaşmayan temelde ayrı olan insanların veya kuruluş ve hareketlerin vahdeti mümkün değildir. Öyleyse vahdet için en önemli şart tarafların birbirlerini tamamen tanımalarıdır.
b)- Aynı hedefi paylaşan insanların ve islami hareketlerin vahdeti sözkonusu ise yani birbirlerini hedef ve amaçlarını tanımış ve birbirleriyle vahdet oluşturmayı uygun görmüşlerse o zaman birbirlerinin ortak noktalarını tesbit etmelidirler; hangi noktalarda birleşiyorlar, ortak noktaları nelerdir bilinmesi gerekiyor. Şu soru sorulabilir: Eğer bunlar aynı hedefi paylaşıyorlarsa öyleyse bunlar birdirler, herşeyleri ortaktır, ayrılık noktaları yok ki neden ortak noktaları belirlesinler? Evet doğrudur ama aynı hedefi paylaşan kurum ve kuruluşlar temel hedeflerde birdirler, teferruatta , takip edilmesı gereken siyasette, metod ve stratejide farklı olabilirler. Onun için önce ortak noktaları belirlenmeli, nereye kadar beraber oldukları bilinmelidir. Aksi takdirde birbirlerini suçlamadan, ithamlardan geri kalmayacaklardır. Hatta birbirlerini tekfir ve munafık ve hain ilan etme aşamasına bile gelebilir..
Ortak noktalar belirlendiği gibi aynı şekilde ayrılık noktaları, beraber hareket edemeyecekleri alanlar, fikir ayrılıkları, metod farklılıkları ve onları birbirinden ayıran özellikler belirlenip karşılıklı saygı göstermelidirler. Bu ayrılık noktalarından dolayı birbirlerini itham edip suçlama yerine, onları bahane edip birbirlerine saldıracaklarına, fikir ve düşüncelerini birbirlerine tahmil edeceklerine bu gerçekleri kabullenip karşılıklı saygı ve hoşgörülü olmalıdırlar.
c)- Birbirlerini iyice tanıdıktan, hedeflerini bildikten ve ortak ve ayrılık noktalarını tesbit ettikten sonra son merhale kat edilmeli. Önce ayrılık ve ihtilaflı noktaları gidermeye çelişmalılar. Kuran ve hadisler çerçevesinde ihtilafları yok etmeliler. Bu ihtilaf ve ayrılık noktaları dine, imana zarar verecek boyutta değilse sadece metod ve strateji ve takip edilmesi gereken siyaset alanındaysa o zaman görüşlere karşılıklı saygıyı gösterip ortak noktalara yönelmeliler. Ortak noktalar belirlendikten sonra, o noktalarda her türlü yardımlaşma ve dayanışma içinde olmalıdırlar. Müştereklerde istişare ve görüş aliş verişinde bulunularak ortak bir yol takip edilmelidir. Eğer ayrılık noktalarını halletmede israr edilirse bu ortak noktaların da ayrılık noktalarına dönüşmesine, tefrika ve kavganın ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Neticede vahdete davet, kabul olmayacak duaya amin demek ve oluşmayacak bir vahdet için slogan atmaktan öteye gidemez.
Vahdet Alanları
Dünyadaki müslümanlar değişik mezhep ve inanca sahip olduğundan, aynı mezhep ve inanca sahip müslümanların çeşitli tarikat, meşreb ve kuruluşların bünyesinde inançlarını yaşamaya çalıştıklarından veya değişik siyaset ve stratejiye sahip olduklarından, vahdetleri sözkonusu olduğunda vahdet etmek istedikleri alanlar belirlenmelidir. Vahdet adına müslümanlar kullanılmamalı ve onlara islamın öngördüğü vahdet, yanlış anlatılmamalıdır. Asırlardır müslümanların vahdet oluşturamamalarının sebeplerinden biri de müslümanlara islami vahdetin gerçek manasının aktarılamamasıdır. Bu bağlamda vahdetin merhaleleri de belirlenmelidir.
1- İnanç ve İtikatta Vahdet
İnsanın hayatına değer veren, yaşamına önem kazandıran ve ferdi ve toplumsal hayatını yönlendiren onun itikat ve inancıdır. İnanç ve itikat insanın özünü oluşturur. Allah-u teala, Kur’an-ı Kerim’de vahdet için nazil etmiş olduğu ayetlerde inanç ve imanda bir olmaya davet ediyor. Tek olan Allah’a iman etmeye, ilahi hükümleri getirip beyan eden Resulullah’a (s.a.a.) iman etmeye ve kıyamet gününe imana emr ediyor. Allah’a kulluk etmeye, göndermiş olduğu dine tabi olmaya çağırıyor. Diğer taraftan Allah’tan başka bir şeye ilah diye tapmaktan, O’dan başkasına kulluk etmekten nehy ediyor. Hem vahdete davet ettiği ayetlerde hem detefrikadan nehy ettiği ayetlerde “ Tevhide” davet ediyor. Ayetler müslümanları inanç ve itikatta Tevhidi bir imana sahip olmaya davet ediyor. Bu ayetlerin Mekke’de nazil olduğu dikkate alındığında genelde itikadi ve imanın temellerini beyan eden ayetler olduğu görüleceklerdir. Dolayısıyla ayetlerin, müslümanlar arasında itikadi konuların dışındaki fikri ayrılıklarını reddetmediği anlaşılacaktır. Resulullah da hiçbir zaman fikir ayrılıklarını tefrika, fitne olarak değerlendirmemiştir.
Müslümanların bu alandaki vahdetlerini iki şekilde beyan edebiliriz; biri müslümanların itikat ve inancının temellerini oluşturan ve bütün müslümanların ortak oldukları Tevhid, Nübuvvet ve Mead ve dinin diğer değişmez vacibatına imanda vahdet, diğeri ise bu imanın temellerinin pratikde ameli göstergesi olan ibadi ve Allah’ın amelde müslümanlardan beraberce yapmalarını istediği işlerde vahdet.
İslami vahdet ister Tevhidi düşünce gereği iman ve itikatta olsun ister ilahi emir gereği amelde, ibadette olsun genel ve kullidir. Ama inanç ve teorik meselelerin ve pratikde amelen yapılan şeri hükümlerin teferruatına ve cüziyyatına inildiğinde müslümanların bu meseleleri idrak ve kavramasında farklılık olduğu görülmektedir. Yani ihtilafların çoğu imanın asıl ve temellerinde değil, teferruat ve detaylarındadir.
Mezhepler arasındaki farklılık da bu noktalardadır. Müslümanlar, mezheplerin farklı düşünmelerine sebep olan teferruat ve detaylar peşine düştüklerinden tefrika ve ihtilaf hastalığına yakalanmışlar ve vahdet sağlayamamaktadırlar. Bu detaylar konusunda da vahdet sağlama peşinde olduklarından ve başaramadıklarından bu daldaki görüş ayrılıklarını tefrika olarak algılarlar. Bazılarına göre islami vahdetin varliği o zaman kabullenilir ki bütün meselelerde hatta teferruat ve detaylarda da aynı düşünülsün, aynı inanca sahip olunsun. İşte bu düşünce neticesinde tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de müslümanlar birbirlerini tekfir etmekten, kendisi gibi inanmayanları sapık ve delalette görmekten kurtulamamışlardır. Onlara göre mezhep ve fırkalar birbirleriyle teferruatta ihtilafları olduğu için hiçbiri hakk olamaz çünkü hak bir tanedir. Bundan dolayı herkes kendi inaç ve mezhebini hak olarak görüyor ve diğerlerini batıl sayıyor.
Eğer müslümanlar bir mezhebin veya inancın teferruat ve detaylarını imanın temeli ve diğerlerini ise batıl olarak algılarsa o zaman kendi mezhebi içindeki farklı görüşe sahip alim ve müçtehidlerin de bazılarının küfrüne ve görüşlerinin batıllığına, bazılarının da hak olduğuna hüküm vermesi gerekecektir. Çünkü fakih ve müçtehidlerin fıkhi meselelerde ve diğer bazı konuların detay ve teferruatında farklı görüşleri olduğunu biliyoruz. Halbuki müslümanların kayıtsız şartsız kabullenmesi gereken ve görüş belirtme yetkisi olmadığı itikadi ve şeri meselelerin teferruat ve detaylarında fakihlerin görüş ayrılıkları ve farklı fetvaları, ihtilaf ve tefrika değildir ve fakihler de birbirlerinin batıl ve küfrüne fetva vermemişlerdir. Tabiki İslam’ın, Kur’an’ın aleyhine verilen fetva ve görüşler her kim tarafından verilirse verilsin, hiyanet ve batıldır, onların cevabını vermekte yine fakihlerin vazifesidir.
Kur’an-ı Kerim müslümanları vahdete davet ettiği ayetlerde inanç ve itikatta; Tevhid, Nübuvvet ve Mead konusunda vahdet sağlamaya emr ediyor.
2- Fikirde Vahdet
Allah-u teala insanlara dahili hüccet olarak aklı vermiştir. İnsanlar, kendilerine verilen bu akıl ile dünya işlerini düzene koydukları gibi hakk yolu bulup hidayete kavuşurlar. Allah-u teala, insanlar arasında aklı taksim etmiş ama her insan aynı yetenek ve isti’dada sahip değildir. Her insan kendisine verilen aklı aynı ölçüde kullanamaz. Herkes yeteneği ve kapasitesince ondan yararlanır. Dolayısıyla aklını iyi kullanan birisinin anladığı bir birşeyi başka birisi idrak edemeyebilir. İlmi, siyasi, toplumsal ve itikadi bir meseleyi bağnazlık ve taassup olmadan herkes farklı şekilde anlayabilir. Olayları değerlendirme açısından insanlar bir olayı farklı çekillerde yorumlayabilirler. Hiç kimse benim yorumum doğrudur benim dışımdakiler batıldır diyemez. Tabiki bu değişik yorum ve idraklar dini konularda sözkonusu oldunca ancak teferruat ve detaylarda olursa doğru olarak kabul edilir, dinin asıllarında ve değişmez hükümlerinde insanların böyle bir hakkı yoktur.
İki insanın bir konuda tamamen aynı düşündükleri söylenemez, bir olayı tamamen aynı şekilde değerlendirdikleri iddaa edilemez muhakkak görüş ayrılıkları olan noktalar vardır. Bu görüş ayrılıklarının olması birinin hak diğerinin batıl olduğunu göstermez, onlar arasında tefrika olduğu manasına gelmez. İnsanların, ilim ve bilgileri farklı olduğundan ve anlama yetenekleri farklı olduğundan bir meseleyi idrak etmeleri ve olaylara yaklaşımları farklı olacaktır. Düşünce tarzı ve istidadı değişik olduğundan her konuda aynı düşünmeleri imkansızdır.
İnsanların fikri vahdetini ( yani her konuda aynı düşünmek, aynı görüşü benimsemek, hiç görüş ayrılığının olmamasını ) sağlamaya çalışması mantıklı bir fikir olmadığı gibi insanın fikir özgürlüğünü kısıtlamak, düşünme yeteneğini elinden almaktır. Çünkü insanların değişik düşündüğünü, farklı yeteneklere sahip olduğunu ve ilim ve bilgi seviyelerinin neticesinde olayları farklı değerlendirdikleri dikkate alındığında bu fikri vahdeti sağlamanın imkansız olduğu görülecektir. Fikri vahdet oluşturmak istersek bir toplumda bir görüşün dışında bütün görüşleri atmamız gerekecek ve herkes kendi görüşünün doğru olduğunu kabullenip diğerlerini batıl ve yanlış bilmesine sebep olavaktır. Bir insanın kendi görüşünün hak olduğunu iddaa edip mihver olması gerektiğini söylemesi düşünüldüğünde, bu iddaanın tefrika ve fitneyı ne kadar körüklediği görülecektir. Fikri vahdet, dediğimizde insanların her konuda aynı düşünmesi gerektiğini, olayları aynı şekilde değerlendirmeleri gerektiğini ve değişik ve farklı düşüncelerin olamaması gerktiğini kast ediyoruz. Bunun yanısıra şunuda belirtelim, görüş alış verişinde bulunarak müslümanların ve islamın maslahatı için ortak bir görüşe varmak, dayanışma ve diyalog halinde olmak ayrı bir konudur ileride ona değineceğiz.
Evet, fikri vahdet, bütün insanaların aynı düşünmeleri, olayları aynı şekilde değerlendirmeleri imkansız olduğu gibi Allah-u teala da insanlardan böyle bir vahdet istememektedir. Resulullah (s.a.a) hadislerinde ve Ehl-i Beyt İmamları (a.s) nurlu sözlerinde böyle bir vahdete davet etmiyorlar. Bu bağlamda şuna dikkat edilmesi gerekir, bir insan kendi görüşünü hak ölçüsü olarak görüp insanları kendisine tabi olmaya davet edemez, insanın kendisine davet etmesi, ne isimle olursa olsun kendisini ilahlaştırması manasına gelir.
Böyle bir vahdet ancak peygamberler ve imamlar için sözkonusudur. İsmet makamına sahip peygamber ve imamlar Allah-u tealadan aldıkları ilim sayesinde bütün olayların ve düşünce ve fikirlerin başlangıcından sonuna kadar bütün mefsede ve maslahatını, yarar ve zararını, doğruluk ve yanlışlığını, hak ve batıllığını bildiklerinden her konuda ayını düşünür aynı kararı veririler asla görüş ayrılığına düşmezler ve hiçbir konuda ihtilafa düşmezler onun için Peygamberler ve imamların fikri vahdetleride vardır. İmam Humeyni (r.a) şöyle buyuruyor: “Eğer 124 bin peygamber bir arada yaşasalar en küçük bir konuda dahi ihtilaf ve fikir ayrılığına düşmezler.” Ama insanlar böyle bir vahdeti gerçekleştiremeyeceklerinden onlardan böyle bir vahdet istenmemektedir. Eğer birileri böyle bir vahdet istiyorsa bu fikri vahdet değil kendisine tabi olmaya çağırmadır, fikir, düşünce ayrılığını tefrika olarak değerlendiriyorsa bu kendisini tek hak görmesinden kaynaklanıyor bu da en büyük zülmetlerden biridir.
Özetle şöyle diyebiliriz: Fikirde vahdet hedef doğrultusunda bütün konularda ister kulli ve genel meselelerde olsun, ister cuzi ve teferruatta olsun fikir ve düşüncelerin hiçbir fark olmaksızın bir olmasıdır. Elbette bu vahdet türünün insanlardan şu aşamada istenmemesi yalnız zamansal olaraktır, eğer insanlar iman-ı kamil ve akl-ı kamil derecesine ulaşırlarsa bu vahdet gerçekleşecektir.
3- Fikir birliği
Söylediğimiz gibi insanların akıl seviyeleri, akıllarını kullanma yetenekleri farklı ve değişik olduğundan ve değişik ilim ve bilgiye sahip olduklarından farklı düşünürler farklı değerlendirirler. Bu insanın yaşayışının ve dünyevi hayatının gerçeklerindendir.
“Fikir birliği” bir grup insanların bir hedef doğrultusunda bir strateji belirleyip bir siyaset ve metot takip ederek hedefe ulaşmak için ortak bir gürüş etrafında toplanmalarıdır. Toplumda bulunan fertlerin görüşü alınarak , bireylerle istişare ederek en sağlıklı ve en doğru karara ulaşmak için bir gürüş etrafında birleşmektir.
Aynı inancı paylaşan, aynı mezhebe mensup ve aynı islami harekette yer alan müslümanlar temelde bir olduklarından teferruat ve detaylarda farklı görüşlere sahip olsalar da hedef doğrultusunda fikir birliğine varabilirler. Değişik düşünce ve fikirlerden yararlanmak hem sihhatli karar vermeyı sağlar hem de o toplumun tekamülene sebep olur.
Farklı görüşlerden yararlanmak, fikir alış verişinde bulunmak ve toplumda herkesin görüşüne saygı göstermek fertlerin birbirine güven ve itimadını artırır ve hedefe ulaşma yolundaki engelleri ve tefrika vesilelerini yok eder. Bireyler birbirlerinin görüşlerinden yararlanarak hedefe ulaşmak için bir metod ve strateji belirlemeleri onların başarıya ulaşmalarını sağlar. Birilerinin kendilerinden üstün gördükleri birinin görüşünü benimsemesi fikri birliğinin bir parçasıdır. Ama bireylerin görüşü alınmadan insanın kendi görüşünü dayatması ne adına olursa olsun istibdat ve diktatörlüktür. Eğer bir kişinin belirlediği metod ve strateji ile hareket edilirse hedefe ulaşılamayacağı gibi bu tekelciliğe ve tefrikaya yol açar. O zaman oluşturulan islami hareket, takip edilen hedef yerine fert sivrilir ve önplana çıkar ve o ferdin yok olamsıyla o hareket ve hedef de ortadan kalkar. Toplumda tefrika ve fitne daha da çoğalır. Bu gibi hareketlerde fikir birliği oluşamayacağı gibi böyle bir hareket islami ve ideolojik değil ferdi ve şahsi hareket olacaktır.
Fikir birliği, fertlerin farklı düşüncelerine saygı göstererek, bireylerin değişik metod ve stratejilerden yararlanarak hedef doğrultusunda beraberce ortak bir karar vererek mücadele etmektir. Ama fikir ve metod farklılıkları tefrika unsuru sayılmadan.
4- Siyasi Vahdet
Günümüzde müslümanları içten kemiren tefrika hastalığıdır. Farklı mezhep ve tarikatlara sahip olmalarına rağmen aralarında bir siyasi vahdet oluşturmuş olsalardı islam alemi bugün bu durumda olmayacaktı. Teferruattaki mezhebi farklılıkları; fıkhi ve itikadi konulardaki ayrılıkları gündeme getirip birbirlerine saldırmamış olsalardı müslümanlar bölük bölük olmazdı. Müslümanlar birbirlerine kardeş gözüyle bakıp islamın maslahatı için ihtilaflı konuları bir kenara bıraksalardı, birbirlerini tekfir ve munafık ve sapık ilan edecekleri yerine güçlerini birleştirmiş olsardı bugün islam düşmanları müslümanların mukaddesatına dil uzatamayacak, islam topraklarına tecavuz edemeyecek, müslümanların yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömüremeyecek, islam toprakları bu emperyalıstlerin uşaklarının elinde islam düşmanlarının kalesi haline gelmeyecekti.
İşte müslümanların yapması gereken en önemli vahdet siyasi vahdettir. İslam, Kur’an ve Mukaddes yerlere saldıran emperyalistlere karşı güçlerini birleştirmek, tek vücut olmak gerekir. Emperyalistlerin hedefi, Tevhid inancının temellerini yok etmektir, bu inanca sahip olanları kendilerine köle etmektir. Müslümanlar hangi ırka sahip olursa olsun, hangi mezhebe mensub olursa olsun bilmelidirler ki hedef bütün müslümanlardir. İmanın temellerinde bir olan; aynı kitaba inanan, aynı kıbleye yönelen, aynı Peygamberin ümmeti olan, Tevhidi düşünceyi hakim kılmak isteyen müslümanlar ayrılık ve farklı düşünceleri bir kenara bırakıp bu asıllar etrafında birlik oluşturmalıdırlar. Sünni, şia vahdeti, sünnülerin kendi mezheplerini bırakıp şia, şiaların kendi inançlarını terk edip sünni olması değildir. Vahdet, herkesin kendi itikat ve inançını koruyarak ortak düşmana karşı güşlerini birleştirmesi, omuz omuza vererek emperyalistlere karşı, Kur’an’ı, mukaddes toprakları, islamı ve tevhidi düşünceyı korumasıdır. Müslümanların düşmanı, farklı mezhep ve düşünceye sahip müslüman değildir. Bugün emperyalistler sünnisiyle şiasıyla bütün müslümanları hedef almıştır.
Müslümanlar emperyalistlerin körüklemiş oldukları fitne ve tefrika ateşini söndürmek için el ele verseler islam düşmanları arzu ve hedeflerine ulaşamayacaklardır.
Müslümanın dostu sadece müslümandır, mumınlerin velisi sadece mumınlerdir.” Ey iman edenler, benim düşmanımı ve kendi düşmanınızı evliya, dost edinmeyin” , “ Hırıstıyan ve yahudileri kendinize dost edinmeyin” ayetleri müslümanlara düşmanı tanıtıyor. Müslümanlar, dünyevi çıkarları için emperyalistlerle irtibat kurup işbirliği yapmamış olsalardı, bugün müslümanlar bu şekilde zülüm, işkence ve sömürüye maruz kalmazlardı...
5- Kim ile Vahdet
İslami mücadelede en önemli meselelerden birisinin vahdet olduğunu biliyoruz, vahdetin manası, kısımları ve alanlarını anlatmaya çalıştık. İslami vahdetin gerçekleştirilebilmesi için en önemli konulardan biri de “kim ile vahdet” yapılacağıdır. Vahdet yapılacak insanın özellikleri neler olmalıdır? Kim, gelin vahdet oluşturalım, derse olumlu cevap mı verilmesi gerekir? Herkesle vahdet olur mu? İslamın maslahatı diye hiçbir şeye dikkat etmeden diyaloga geçerek vahdet ve birlik kurmalı mı?
Bu soruların cevabı herkese göre farklı olabilir ama cevaplanması gereken sorulardır. Vahdet yapılması gereken kişi ve islami hareketlerde olması gereken özellikler:
1- Gerçekten vahdet istediğini söylem ve eylemleriyle göstermesi gerekir. Birisi hakkında toplumda olumsuz belli yargılara varılmışsa o yargıların yok olması gerekir, insanların kafasındaki yanlış portrenin kaybolması gerekir, vahdet adına insanları kendisine tabi olmaya, kendi çatısı altına almaya davet ediyorsa bu vahdeti araç olarak kullanıyor demektir. Kendisiyle vahdet yapılmak istenen kimse, insana ve topluma güven vermelidir, samimi olmalıdır. Karşılıklı güvenin hasıl olması gerekir.
2- Vahdet yapılmak istenen kişi ve kuruluşla aynı hedefi paylaşmak gerekir; islami vahdet sağlanacak kimselerin toplumda islami kimliklerinin olması gerekir. Toplumdaki fasık, munafık ve islami derdi olmayan insanlarla vahdet yapılamaz, bu hem islama darbe vurur hem de o vahdet yapmak isteyen kurum ve kişilere. Müslümanlarla aynı hedefi paylaşmayan ve mektebe hizmet hedefi olmayanlar, vahdete davet ediyorlarsa onların islam dışı hedefleri olduğunu gösterir, demek ki müslümanları kullanmak ve belli yerlere ulaşmak istiyorlar. Eğer bu gibi insanlar vahdete davet ediliyorsa önce onlar islama davet edilmeli sonra vahdete çağrılmalıdır.
3- Vahdete davet eden özverili ve fedakar olmalıdır. İslami vahdetin sağlanması için önce kendisinin fedakarlık yapması gerekir, eğer karşıdakinden özveri ve fedakarlık beklerse bu vahdet oluşmaz. O fedakarlık yapmazsa ben fedakarlık yapmam, önce o fedakarlık yapsın zihniyeti, vahdetin oluşmasını engelleyen faktörlerden biridir. Müslüman biri, islami vahdet için her türlü fedakarlığı yapmaya hazır olmalıdır; kişisel çıkarlarından, şahsi görüş ve diretmelerinden vahdet ve kardeşlik için vazgeçebilmelidir.
4- Oluşturulacak vahdetten suiistifade edilmemeli. Hem dışa hem de içe karşı tebiğde varılan birlik ve beraberlik sınırları aşılmamalıdır. Vahdeti kendisi oluşturmuş ve herkesi kendi bünyesinde toplamış imajı verilmemelidir. Yani islami vahdetin oluşmasından şahsi çıkarlar güdülmemelidir.
5- Vahdet yapılan kurum, kuruluş veya şahısların görüşlerine saygı gösterilmeli, benimsenmeyen görüşleri gündeme getirilip güvensizlik ortamı oluşturulmamalı. Birbirlerine bakış açıları müsbet olmalıdır. Bir kuruma karşı müsbet bakılmıyorsa onunla vahdet sağlanamaz veya kendisine müsbet bakmayan, meşru bilmeyen birinin vahdet daveti kabul edilmemelidir.
Netice: İslami vahdet hakkında yapmış olduğumuz bu kısa araştırma yazısının, vahdet ve birlik isteyenlere faydalı olmasını temenni ederiz.
Görüldüğü gibi islami vahdet için bedenlerin değil gönüllerin bir olması gerekiyor. Kur’an, müslümanlardan vahdetin özünü ve hakikatını istiyor, yapmacık ve zahiri bir birliktelik değil. Bunu gerçekleştirmek için de gerçekten büyük çaba ve fedakarlık yapmak gerekir.
“Bu huy, sabredenlerden başkasına verilmez ve akıldan, tedbirden büyük hisseye sahip olmayanlara bu nasip olmaz.Ve eğer şeytan seni vesveseye düşürür de bu huydan vazgeçirmeye kalkışırsa hemen sığın Allah’a ; şüphe yok ki O her şeyi duyar ve bilir.” Fussilet /35-36.
Ayet-i celilede belirtildiği gibi vahdeti sağlamak için herkes fedakarlık yapamaz; sabredenler, akıldan büyük nasıp alanlar, şeytanın vesveselerinden Allah’a sığınanlar ancak yapabilirler.
İslami vahdet sağlayabilmek için önce vahdeti teorik ve bilimsel olarak bilmek gerekir. Daha sonra ameli olarak vahdeti yapma yolları araştırılmalıdır. Aksı takdirde şimdiye kadar yapıldığı gibi vahdet adına yapılanlar, ihtilaf, tefrika ve bölük bölük olmaya sebep olacaktır. Tefrikacı ve vahdeti bozan asla belli olmayacak herkes diğerini suçlayacaktır. Ve bunun zararını islam, müslümanlar ve toplum görecektir.
Resulullah (s.a.a.) buyurduğu : “Dünyayı sevmek bütün hataların başıdır” hadisini herkes kendisine örnek alır ve nefsi arzularını bir kenara bırakarak islami vahdet için fedakarlık yaparsa müslümanların vahdeti gerçekleşecektir.
Vesselamu Ale men ittebeel Huda
Kaynak: ruhullah.com
İranlı 59 bilgin, dünyanın en seçkin bilginleri arasında
Dünyanın en seçkin bilim adamlarının arasında yer alan İran'ın 59 bilim adamının adı açıklandı.
Web of Science bilimsel sitesi dünyanın en seçkin bilim adamları arasında İranlı 59 bilim adamının adını açıkladı.
Söz konusu İranlı bilim adamlarının mühendislik, kimya, bilgisayar, tıp ve eczacılık alanlarında faaliyet yürüttüğü belirtildi.
Söz konusu site her yıl dünyanın en seçkin bilim adamlarının ilk yüzde birini açıklıyor.
Bundan önce Tahran Tıp Bilimleri Üniversite'nin 6 öğretim üyesinin adının bu listede yer aldığı açıklanmıştı.
VAHDET VE BİRLİK
Müminlerin Sevgi Ve Dayanışmalarından Gelen Manevi Kuvvetleri
Allah'a ve ahirete inanmayan insanların birlikteliklerinin temelinde genellikle hep dünyevi değerlere verilen önem ve yine dünyevi menfaatlere yönelik beklentiler yatar. Bu kimseler biraraya gelmekle bir anlamda karşılıklı bir menfaat anlaşması yapmış olurlar; taraflar karşılıklı olarak birbirlerine destek olur ve böylece müşterek menfaatler elde etmeye çalışırlar. Bu ittifaka dahil olan kimseler birlikteliklerinin karşılıklı bir güven ya da dostluğa dayanmadığını ve her ne kadar dile getirilmese de bu ittifakın birtakım şartlara dayalı olduğunu bilirler. Taraflardan birinin menfaat sağlayıcı vasfı ortadan kalktığında, ittifak da ortadan kalkar. Bu şartlar oluştuğunda diğer kişilerin zor durumda kalması ya da desteğe ihtiyaç duyması diğer tarafın ilgisini çekmez. Çünkü kurulan bu ittifak sadece bir güç birliğinden ve menfaat beklentisinden kaynaklanmıştır. Dolayısıyla da beklentiler yok olduğunda birliğin bozulması da son derece doğaldır. Allah'ın "… Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir." (Haşr Suresi, 14) ayetiyle insanlara haber verdiği gibi, iman etmeyenler her ne kadar birlik ya da dayanışma içerisinde gibi görünseler de temelde birlik olamazlar.
Dünya üzerinde insanlar arasında gerçek bir dostluk ve ittifak sağlayabilecek yegane güç ancak 'iman'dır.
Hesap gününden korkan müminler dostluklarıyla, dünyada başlayıp ahirette de sonsuza kadar devam edecek sağlam bir ittifakın temellerini atmış olurlar. Birbirlerini, araya hiçbir çıkar ya da menfaat beklentisi katmadan, halis niyetle ve sadece Allah rızası için sever, Allah rızası için dost olurlar. Temeli Allah sevgisine ve Allah korkusuna dayalı olan bu bağın bozulması Allah'ın dilemesi dışında hiçbir şekilde mümkün olmaz.
İman edenler, Allah rızası için birbirlerini sevmelerinin verdiği güç ile büyük bir manevi kuvvet oluştururlar.
Bir ayette "… (O zaman) Muhakkak Allah'a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) dediler: "Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galib gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara Suresi, 249) sözleriyle bildirildiği gibi, kalplerindeki iman ile az sayıda bile olsalar, manen, büyük zorluklara ve güçlüklere karşı galip gelecek bir şevk ve irade kazanmış olurlar. Gösterdikleri güzel ahlaktan dolayı Allah'ın yardımını ve desteğini kazanmış olurlar.Allah'ın "… eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz." (Al-i İmran Suresi, 139) ayetiyle bildirdiği gibi, kimsenin birbirine düşüremediği, gücünü kıramadığı manevi bir kuvvet oluştururlar.
Kendi aralarında ise samimiyetle Allah’ın rızasını aradıkları için, hiçbir zaman bir kargaşa, anlaşmazlık ya da ihtilafla karşı karşıya gelmezler.
Çünkü Allah'ın sözü birdir; Kuran ayetleri açıktır. Tüm inananlar Kuran'a kayıtsız şartsız uyduğu ve her zaman Allah'ın rızasının en çoğunu kazanmaya yönelik hareket ettiği için, büyük bir uyum ve düzen meydana gelir. Tüm işleri akıcı bir düzen içinde kolaylıkla hallolur. Kendi menfaatleriyle çatıştıklarında her biri, Kuran ahlakının ve müminlerin menfaatlerinden yana tavır koydukları, kardeşlerinin nefislerini kendilerinkinden üstün tuttukları için güçlü bir dayanışma oluşur.
Müminler, birbirleriyle sonsuz ahiret arkadaşı olmaya niyet etmiş olmalarından dolayı derin bir sevgi, saygı ve sadakatle birbirlerine bağlanırlar.
Bundan dolayı da asla rekabete, çekişmeye ya da ihtilafa imkan tanımazlar. Her ne zorluk ya da sıkıntıyla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, Allah korkularından ve samimi imanlarından dolayı yılgınlığa, gevşekliğe ya da iradesizliğe kapılmazlar. Birinde bir kusur olacak olsa, bir diğeri güzel ahlakla ona destek olup iyiliğe teşvik eder. Sürekli birbirlerine iyiliği emredip, kötülükten sakındırdıkları için giderek imanları daha da güçlenir, kuvvetleri artar. Amaçları, çabaları ve duaları hep aynı olan müminlerin, imanları ve sevgilerinden oluşan bu manevi güçlerini Bediüzzaman Said Nursi bir sözünde şöyle bir örnekle dile getirmiştir:
Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun elçisi, rüku' ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren müminlerdir. (Maide Suresi, 55)
Şüphesiz Allah, Kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak mücadele edenleri sever. (Saf Suresi, 4)
Ahmedinejad: ""Bize saldıranları pişman ederiz"
Ahmedinejad: İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, İran’a yapılacak olası bir saldırıda ülke silahlı kuvvetlerinin düşmanları pişman edeceğini söyledi.
İslami İran Cumhurbaşkanı, ‘Ordu Günü’ dolayısıyla bu sabah yapılan törenlerdeki konuşmasında orduya hitaben “Emin olunuz ki; fazl-ı ilahi ile, zafer ve onur sizindir ve hiç şüphe yoktur ki, dünyadaki hiç bir güç sizin karşınızda dikilemez, bu ordu yenilmez.” dedi.
İslami İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, ‘Ordu Günü’ münasebetiyle bu sabah yapılan törenlerdeki konuşmasında, Fars Körfezi bölgesindeki güvenliğin önemine işaret ederek, Fars Körfezi’ndeki güvenliğin bölge devlet ve milletlerinin ortak katılımlarıyla sağlanacağını ve yabancıların bu bölgeye müdahalesi sadece yıkım ve güvenliksizlik taşıyacağını, İran’ın Fars Körfezi'nin güvenliğinin yeniden tesisi için bölgesel işbirliğine hazır olduğunu söyledi.
İran ordusunun ‘kökü toprakta, başı semada’, Allah Teala’ya ve milletine güvenen bir ordu olduğunu belirten Ahmedinejad, orduya hitaben “Emin olunuz ki; fazl-ı ilahi ile, zafer ve onur sizindir ve hiç şüphe yoktur ki, dünyadaki hiç bir güç sizin karşınızda dikilemez, bu ordu yenilmez.” dedi.
Ahmedinejad: "Dünyadaki hiç bir güç bu orduyu yenemez"
Ahmedinejad “Herkes biliyor ve de bilmelidir ki, aziz İran milleti alemdeki en barışsever millettir; tarihi belgeler de göstermektedir ki, bu millet her zaman diğer milletlerin üzüntü ve sevinçlerine ortak olmuştur. İran milleti, ilmini her zaman cömertçe diğerleriyle paylaşıp herkes için barış ister.” dedi.
İran Cumhurbaşkanı konuşmasına “Silahlı Kuvvetlerimiz ve ordumuz, vatanına, İran milletinin onur ve menfaatine dikilen her türlü namahrem ve mütecaviz bakışlı düşmana bir ağır bir pişmanlık ve utançla yüz yüze getirecektir. İran silahlı güçleri, daima, İran sınırlarını ve menfaatlerini korumaya hazırdır.” diye devam etti.
Ahmedinejad konuşmasının sonunda, bütün İran ordu ve güvenlik güçleri mensuplarını kutladı ve tümüne Allah’tan Başkomutanlık komutası altında onur ve gurur dileğinde bulundu.
Nehcül-Belağaya göre Din ve İman -1
(İmandan sorulduğu vakit buyurmuşlardır ki:)
* İman dört direk üstünde durur: Sabır, yakin, adalet, cihat. Sabır dört kısımdır: Özlem, korku, çekinmek, tetikte durmak. Cenneti özleyen dileklerden vazgeçer. Cehennemden korkan haramlardan çekinir. Dünyada çekinen kişi, dünya musibetlerini hiçe sayar. Ölüme karşı tetik duransa hayırlı işlere koşar.
Yakin de dört kısımdır: Akıllılık, hikmeti yormak, geçmişlerden öğüt almak, geçenlerin yolunu yordamını izlemek. Akıllılıkta gözü açık olana hikmet aydınlanır. Himmeti apaydın gören ibret alır. İbret alansa geçmişlerdenmiş gibi hareket eder. Dünyaya da aldanmaz.
Adalet de dört kısımdır: Anlayışta derine dalmak, bilgide derin olmak, aydın hükümle karara varmak, hilimde direnmek. Kim anlayış sahibi olursa, ilmin dibine dalar; kim ilmin dibine dalarsa hükümde yol yordam neyse elde eder; hilim sahibi olansa yaptığı işte ileri gitmez, insanlar arasında tertemiz yaşar.
Savaş da dört kısımdır: Doğruyu buyurmak, kötülüğü nehyetmek, gerçek işlerde doğru olmak, gerçeğe uymayanlara düşmanlık gütmek. Doğruyu buyuran kişi inananların bellerini doğrultur; kötülüğü nehyeden, münafıkların burunlarını kırar; gerçek işlerde doğru hareket eden, kendisine gereken şeyi yapar; kötülüklere, gerçeğe uymayanlara düşman olan, Allah için kızan kişiyse öyle bir hâle erer ki, Allah onun yüzünden onun düşmanlarına kızar ve kıyamet gününde onu razı eder.
Küfür de dört direk üstünde durur: Doğru olmayan şeylerde derine dalmak, kavga yolunu tutup ululanmak, gerçekten sapmak, aykırı yol tutmak. Gerçek olmayan şeylerde derine dalan, gerçeğe ulaşamaz; bilgisizlikle kavgaya girişen, kavgayı çoğaltan, gerçeğe karşı kör olur kalır. Kim gerçekten saparsa iyi şey ona kötü görünür; kötülükse güzelleşir; sapıklık sarhoşluğuna tutulur. Aykırı yol tutanınsa yolları güçleşir, işleri sarpa sarar, kurtuluş yolu da daraldıkça daralır.
Şüphe de dört direk üstünde durur: Batıl üzere savaşmak, korkmak, işkile düşmek, sapıklığa teslîm olmak. Savaşmayı âdet edinmenin gecesi sabah olmaz. Korkanın önündeki ardına düşer. Şüpheye yolunda yelip yortanı o şüphe, şeytanların ayakları altına atar; dünya tehlikeleri yüzünden sapıklığa teslim olansa dünyada da helâk olur, âhirette de.
* İnsanlar, dünyalarını düzene sokmak için dinlerine ait bir şeyi terk ettiler mi Allah onları ondan daha zararlı bir şeye uğratır.
* Farzlara zarar veren nafilelerle yakınlık olamaz.
* Sizi İslâm'a öylesine bir nispetle mensup sayayım ki benden önce kimse böyle bir nispeti söylememiştir. İslâm teslim oluştur; teslim oluş yakindir; yakin gerçeklemektir; gerçeklemek ikrardır; ikrar emre uymaktır; emre uymaksa o emirleri yerine getirmektir.
* Yaradanın büyüklüğü, yaratılanı gözünde küçültür.
* Namaz, her temiz kişinin Tanrı'ya yaklaşmasıdır. Hac, her zayıfın savaşıdır. Her şeyin zekâtı vardır; bedenin zekâtı da oruçtur. Kadının savaşıysa kocasıyla iyi geçinmesidir.
* Nice oruçlu vardır ki orucundan elde ettiği ancak açlıktır, susuzluktur. Nice geceleri ibadetle geçiren vardır ki o kulluktan elde ettiği şey, uykusuzluktur, yorgunluktur. Ne mutlu aklı başında olan ariflerin uykusu ve yemesi.
* Ne mutlu âhireti anan, soru için iş gören, nail olduğuna, hakkına kanaat eden ve Allah'tan razı olan kişiye.
* Yaradana isyan hususunda yaratılmışa itaat olamaz. Suçtan vazgeçmek tövbe etmekten ehvendir.
Kuran ve Nehcül Belağaya göre Dünyanın değeri -1
İslâm açısından insanla dünyanın ilişkisinde olmaması gereken, insanda bir afet ve hastalık kabul edilen ve İslâmî öğretilerde amansız bir mü-cadele verilen şey, insanın dünyayla ilişkisi ve ona ilgi duyması değil, dünyaya tutkuyla bağlanması ve bağımlı olmasıdır, insanın özgür yaşam yerine, esirliği seçmesidir, dünyanın araç ve yol olarak değil, hedef ve maksat olarak görülmesidir. İnsanın dünyayla ilişkisi eğer insanın dünyaya bağımlı ve asalak olmasıyla sonuçlanırsa, bu, bütün yüce insanî değerlerin yok olmasına sebep olur.
İnsanın değeri, aradığı ideallerin kemâl ve olgunluğundadır. Açıktır ki, insanın eğer örneğin karnını doyurmaktan daya yüce bir ideali olmaz, bütün çaba ve arzuları bu seviyede kalırsa, değeri de "karın" değerini aşmayacaktır. İşte bu nedenle Hz. Ali (a.s) buyuruyor ki:
"Bütün hedefi karnını doldurmak olan kimsenin değeri, karnından dışarı çıkan şeyle eşittir."
Söylenmek istenen bütün sözler, insanın dünyayla irtibatının nasıl ve ne biçimde olması gerektiği etrafında dönüp dolaşmaktadır. Bu irtibat biçimlerinin birinde insan kurban gitmekte, mahvolmaktadır.
Arayan herkesin ideal hedef ve kemâlinden aşağı bir seviyede bulunması hükmü gereği, Kur'an-ı Kerim ifadesiyle "esfel-i safilîn" yani dün-yanın en alçak, en düşük ve en bayağı varlığı olur; bütün yüce ve insanî değerleri yok olur gider; başka bir irtibat biçiminde ise tam tersine dünya ve dünyadaki şeyler insana feda olur, insanın hizmetine girer ve insan yüce değerlerini bulur.
İşte bu nedenle kutsî bir hadiste şöyle geçer: "Ey insanoğlu! Ben nesneleri senin için ve seni de kendim için yarattım." (Yani her şey insan için, insan da Allah için yaratılmıştır.) Önceki bölümde Nehc'ül-Belâğa'dan iki örnekle kınanan şeyin, "bağımlılık" ve "tutku" diye ifade edebilecek insanla tabiat âleminin nasıl bir ilişki içerisinde olması gerektiği üzerinde durduk. Şimdi Kur'ân-ı Kerim'den ve sonra da tekrar Nehc'ülBelâğa'dan diğer örneklere değinelim: İnsanın dünyayla ilişkileri hakkında Kur'ân-ı Kerim ayetleri iki kısımdır; bir bölümü öteki bölüm için bir giriş, bir önsöz gibidir. Gerçekte birinci bölümdekiler bir kıyasın önermeleri, ikinci bölümdekiler ise o kıyasın sonucu hükmündedir. Birinci bölüm, bu dünyanın değiştiği, sabit kalmadığı üzerinde duran ayetlerdir.
Bu gibi ayetlerde, maddî şeylerin değişken, sebatsız ve geçici olduğu gerçeği olduğu gibi sunulmaktadır; örneğin yerden yeşeren bir bitkiyi örnek vermektedir, ilk önce yeşil, taze şadaptır. Fakat bir süre sonra sararmaya başlar, kurur, olaylar rüzgarı onu ezer, parçalar ve etrafa dağıtır. Dünya hayatının misali budur buyurur, bu ayetler. Açıktır ki insan, -istese de istemese de, beğense de beğenmese de- maddî hayat bakımından, böyle kesin bir kadere uğrayacak olan bir bitki gibidir.
Eğer insanın algıları hayal değil gerçek olması gerekiyorsa, eğer insan farizaya ve varsayımlarla değil, gerçekleri olduğu gibi keşfederek saadete kavuşabilecekse, sürekli bu gerçeği göz önünde bulundurmalı ve ondan gaflet etmemelidir. Bu ayetler maddiyatı, mabutlar ve ideallerin kemâli şeklinden çıkarmak için birer ortam hazırlayıcıdır. Bu ayetlerin yanında, hatta bazen bu ayetlerle birlikte hemen şu nokta hatırlatılmaktadır: Fakat ey insan! Ahiret yurdu ebedi ve kalıcıdır; var olan her şeyin sadece bu geçici şeyler olduğunu ve hayatın boş anlamsız olduğunu sakın sanma! İkinci bölümdeki ayetler açıkça insanın ilişki sorununu aydınlığa kavuşturan ayetlerdir.
Nehc ul Belağa yı Tanıyalım
Nehc"ul Belağa Hz. Ali (a.s)"ın kısa hilafeti döneminde buyurmuş olduğu 239 hutbe, 79 mektup ve 480 hikmetli kısa sözden oluşan bir kitaptır. Seyyid Razi [1] adıyla meşhur olan ve büyük Şii alimlerinden biri sayılan Muhammed b. Hasan Musevi (359-406) söz konusu hutbe, mektup ve kısa sözleri biraraya toplayarak değerli bir eser oluşturmuş ve bu eseri Nehc"ul Belağa olarak adlandırmıştır. O bu değerli kitabı H. 400 yılında kaleme almıştır. Nehc"ül-Belağa yazarı Seyyid Razi, bu eseri oluşturma hedefi hususunda kitabın önsözünde şöyle demektedir: “Ömrümün baharındayken ve ömür dalım henüz tazeyken İmamların (a.s) özellikleri ve hususiyetleri hakkında bir kitap yazmaya başladım. (Hasais"ul Eimme kitabı) Bu kitapta o zatların güzel ve değerli sözleri vardı. Elbette bu kitabın başında da belirttiğim gibi bu işe belli bir hedef ve niyetle giriştim. Ama Hz. Ali"nin özgün hususiyetlerini yazdıktan sonra bu kitabı devam ettirmeyecek bölümlere ve kısımlara ayırdım. Son bölümünde uzun hutbeler yerine, öğütlerini hikmetlerini, örneklemelerini ve kısa edebi sözlerini bir araya topladım.
Bazı dostlarım bu kitabı okuyunca çok beğenip övdüler, fesahat ve belagatı ile eşsizlik ve özgünlüğüne hayran oldular. Bu nedenle benden Hz. Ali (a.s)"ın çeşitli dallarda ve konulardaki öğüt, yazı, hutbe ve hikmetli sözlerini toplayarak derlememi istediler. Onlar Hz. Ali (a.s)"ın bu sözlerinin fesahat ve belagatını, Arapça"nın incileri, dini-dünyevi sözlerin nuru olduğunu çok iyi biliyorlardı; çünkü böylesi özellikler hiçbir beşeri söz ve kitapta bir araya gelmemiştir. Hz. Ali, fesahatin kapısı, belagatın temeli konumundadır. Fesahat ve belagatın gizlilikleri onun sözlerinde tecelli etmiş ve onunla bir düzene girmiştir. Her hatip onun örneklendirmelerini almış, her vaiz onun sözlerinden yararlanmıştır. Buna rağmen o herkesten ilerdedir ve onlar Hz. Ali"den geri kalmışlardır. Zira onun sözlerinde ilahi ilmin izi ve Peygamberin kokusu vardır. Ben de bu isteklerine icabet ettim ve telif ettiğim bu eserin adını da Nehc"ul-Belağa koydum.” [2]
Nehc"ül-Belağa kitabı 1000 yıl boyunca sürekli ilim, edep ve ilahi öğretiler semasında nurlu bir güneş gibi parlamış; ışık saçmış; İngilizce, Fransızca, Almanca, Farsça, Orduca ve Türkçe dillerine tercüme edilip, basılmıştır. İslam bilginleri bu kitap için sayısız şerhler, talikaler, lügat açıklamaları, lafız beyanları, seçmeler, özetler, Nehc"ül Belağa"da gezintiler ve Nehc"ül Belağa"dan dersler adı altında sayısız kitaplar kaleme almışlardır.
“Merhum Muhaddis Nuri, Seyyit Razi"nin Hesais"ul Eimme” bir nüshasının Şeyh Hadi Al-i Kaşif"ul Gıta kütüphanesinde ve bir nüshasının da Hindistan Rambor kütüphanesinde bulunduğunu söylemiştir. Aynı zamanda H. 1369 yılında da Necef-i Eşref"te de basılmıştır. [3]
Yazıldığı ilk yıllarda bir kitap hakkında doğru dürüst bir hüküm vermek mümkün değildir. Şahsi sevgi ve kinler, aceleden kaynaklanan hükümler, zayıf ve güçlü noktaların gizli kalması ve benzeri sebepler kitabın gerçeğinin gizli kalmasına veya değişik gösterilmesine sebep olabilir. Ama bin yıldır bilginlerin fikirlerini üzerinde yoğunlaştırdıkları, ince görüşlü düşünürlerin bilgisine ve basiretli insanların görüşüne sunulan bir kitapta bu tür ihtimaller düşünülemez. Bütün bunlara rağmen bir kitap, değerini korumuş ve dikkatleri kendi üzerinde odaklandırmışsa bu o kitabın önem ve yüksek değerini gösterir.
Efendimizin süt annesi hz.Halime
Umarım Allah, bu çocuk sayesinde, hayatımıza bereket katar.
Hz. Halime.
Mekke Etrafındaki kabilelere, yeni doğan çocuklarını büyüyene kadar emanet etmek, Mekke halkının bir geleneği haline gelmişti. Maddi durumu iyi olan aileler, çocuklarının daha sağlıklı bir ortamda yetişmesi için, Mekke dışında yaşayan bir aileye çocuklarını emanet eder ve birkaç yıl sonra çocuklarını geri alınca ise o aileye büyük mali yardımlar yapardı.
Mekkelilerin Çocuklarını Mekke dışında tutmasının birkaç nedeni vardı. Mekke’nin dağlarla çevrili olması, bu bölgenin basık bir havaya sahip olmasına ve hastalıkların çok olmasına, dolayısıyla da birçok çocuğun bu hastalıklara yenik düşüp hayatını kaybetmesine sebep oluyordu, bu nedenle Mekke halkı, çocuklarının Mekke dışında büyümesine çok sıcak bakıyordu.
İkinci sebep ise Mekke dışında, çöllerde yaşayan Arapların daha iyi bir Arapçaya sahip olmasıydı. Arapçanın çok önemli olduğu o dönemde doğal olarak çocuklarının düzgün bir Arapçaya sahip olmasını arzu eden Mekkeli aileler çocuklarının bu kabileler içerisinde büyümesini tercih ediyorlardı.
Üçüncü sebep ise çocuk’a bakmayan annelerin eşlerine daha çok vakit ayırabilmesiydi. Hayatını çocuklara bakarak geçirmek istemeyen Mekkeli zengin aileler, çocuklarını Mekke dışındaki ailelere teslim ederek hem çocuklarının daha sağlıklı yetişmesini sağlıyor hem de birbirlerine daha çok vakit ayırma fırsatını yakalıyorlardı.
Beni Sa’d kabilesi, Araplar içinde, iyi yönleriyle tanınan bir kabile idi, bu kabiledeki kadınlar, her yıl Mekke’ye giderek çocuklarına bakılmasını isteyen ailelerin çocuklarını teslim alır ve kabilelerine getirirlerdi.
Bu kabilenin cömertlik, yiğitlik ve doğruluk gibi bilinen özelliklerinin yanı sıra en çok bilinen özelliği ise düzgün Arapça konuşması idi. Bu nedenle Mekke’nin büyükleri, çocuklarını bu kabileye vermeğe özen gösteriyorlardı.
Her sene olduğu gibi, Peygamber efendimizin doğduğu yıl da beni sa’d kabilesi Mekke’ye doğru yola koyuldu, Halime ve eşi de diğer ailelerle birlikte Mekke’ye doğru yol almaya başladılar ama bineklerinin hasta olması nedeniyle kafilenin gerisinde kalarak herkesten sonra Mekke’ye ulaştılar. Mekke ye ulaştıklarında ise zengin bir ailenin çocuğunu almak için adeta birbiriyle yarışan kabile kadınlarının Mekke deki bütün zenginlerin kapılarını dolaşarak çalmadık kapı bırakmadan bütün zengin çocuklarını aldıklarını gören halime ve eşi Abdul-Muttalib hazretlerini görünce çok sevindiler.
Peygamber efendimizin dedesi Abdul-Muttalib, Mekke’nin reisi ve bu kentin en önde gelen şahsiyeti olarak tanınıyordu.
Boş dönmek istemeyen aile, Mekke’nin büyüğü olan Abdul-Muttalib’e sorunlarını anlatınca hz. Abdul-Muttalib onlara yeni, dünyaya gelen torununa bakmayı önerdi.
Bu öneriyi duyarak kabileden geri kaldıklarına sevinen halime ve eşi Hz Abdul-Muttalib’le birlikte Hz. Amine’nin evine gittiler ve dünyaya yeni gözlerini açan Hz. Muhammedi teslim alarak kabilelerine geri döndüler.
Büyük tarihçi İbn-i Hişam, kitabında, Hz. Halime’nin diliyle şöyle yazıyor:
Kıtlık ve kuraklık bir yılda çocuğumu yanıma alarak kocamla birlikte kabilemizin diğer kadınlarıyla beraber Mekke’deki çocukları üstlenmek için Mekke’ye gittik. Binek olarak bir eşek ve bir damla bile sütü olmayan yaşlı bir devemiz vardı.
Bir gece yol gittik ama açlıktan ağlayan bebeğimizin ağlama sesinden hiç uyuyamadık, üstelik ne benim onu doyuracak kadar sütüm vardı ne de devemizin bir damla sütü vardı. Tek ümidimiz Mekke idi. Mekke’ye vardığımızda ise bizim geldiğimizden haberdar olan Mekke halkı çocuklarını alarak yanımıza geldiler. Herkes, bir çocuğu üstlendi ama hiç kimse Hz. Muhammed’i üstlenmek istemiyordu, çünkü o yetimdi ve yetim bir çocuktan pek menfaat sağlanmayacağına inanan kadınlar bir türlü bu çocuğu kabul etmediler.
Bütün kadınlar bir bebek alarak kabileye dönmek için hazırlanmışlardı ama ben yolda geri kaldığım gibi burada da geri kalmıştım, üstelik yetim bir çocuğu da almak istemiyordum ama kadınların geri dönmeğe başladığını görünce eşime şöyle dedim: Bütün bu kadınlar içinde eli boş dönen tek kadın olmak istemiyorum, şimdi gidip o yetim çocuğu alıp geleceğim. Eşim de bunu kabul ederek şöyle dedi: Umarım Allah, bu çocuk sayesinde hayatımıza bereket katar.
Hz. Halime şöyle devam ediyor: Gittim ve o çocuğu, dedesi Abdul-Muttalib’den aldım ve geri geldim, onu emzirmek için kucağıma aldığımda ise iki göğsümün sütten dolup taştığını gördüm, öyle ki o çocuktan sonra oğlum Abdullah da göğsümü emdi ve ikisi de doydu sonra da uyudular.
Eşim ise yaşlı devemizin memelerinin sütten dolduğunu görünce, şaşkınlığını gizleyemedi ve şöyle dedi: Halime, Allaha yemin olsun ki çok bereketli bir çocuk bulmuşsun.
Dönüş yolunda ise Mekke’ye gelirken yürümekte zorlanan merkebimizin en önde gitmesi, herkesi şaşırttı, öyle ki herkes “bu hayvana ne olmuş” demeğe başladı.
Döndükten sonra ise herkesin hayvanlarının kurak çölden aç döndüğü halde bizim koyunlarımızın dolu karın ve bol sütle dönmesi bizi fazlasıyla şaşırtıyordu. Evimizin her köşesinde bu çocuğun getirdiği bereket görünüyordu.
Çocuk büyüdü ve iki yaşına geldiğinde ise onu sütten kestim. Onun gelişimi de diğer çocuklardan çok daha iyi idi öyle ki iki yaşındayken çok daha büyük bir çocuk gibi görünüyordu.
İki yaşında, onu annesine geri götürdüm ama onunla birlikte hayatımıza giren hayır ve bereketin kesilmemesi için nasıl olursa olsun annesini ikna ederek o çocuğu tekrar evimize geri getirmeyi düşünüyordum. Amine’ye çok yalvardım ve nihayet çocuğu geri götürmeme razı oldu.
Tarihçiler hikayenin geri kalan kısmında ise şöyle yazıyorlar: Halime, Muhammedi aldı ve annesine geri getirdi, Amine ise şöyle dedi: bu çocuğa bakmak için o kadar istekli olmana rağmen, onu bana geri getirmenin sebebi nedir?
Halime: Çocuğum artık büyüdü ve elimden gelen her şeyi onun için yapığıma inanıyorum, şimdi ise başına kötü bir olay gelmesinden korkuyorum bu yüzden onu sana getirdim.
Amine: Asıl sebep bu değil, doğruyu söyle.
Hz. Amine’nin ısrarına daha fazla dayanamayan Hz. Halime şöyle buyuruyor: Şeytanın ona zarar vermesinden korkuyorum.
Amine: Allah’a yemin olsun ki, Şeytan, ona kötü bir şey yapamaz. Bu çocuğu karnımda taşıdığımda, onda bir nur gördüm, onu çok rahat taşıdım ve dünyaya geldiğinde ise ellerini yere koydu ve başını göğe doğru kaldırdı. Şimdi onu bırak ve evine dön.
İbn-i İshak bu hikayenin yanı sıra başka bir hikayeye de kitabında yer vermiştir, ibni ishak şöyle yazıyor:
Halime, hz. Amine’ye şöyle dedi: ikinci defa bu çocuğu senden alıp evime giderken habeşe Hıristiyanlarından birkaç kişi onu gördüler ve yakına gelip onun vücudunu inceledikten sonra bana şöyle dediler: Bu çocuğu senden çalıp kendi kentimize götüreceğiz, onun geleceği çok parlaktır.
O günden sonra o adamların sözünden duyduğum rahatsızlık beni hiç rahat bırakmadı, onu hep kolladım ve şimdi de sana teslim ediyorum.
Şii hadis kaynaklarında ise Hz Halime’den bu konuda çok ilginç hadislere yer verilmiştir örnek olarak:
O hazret, süt emerken bile adaletli davranıyordu, sürekli sağ göğsümü emer sol göğsümü ise oğluma bırakırdı, oğlum da her zaman ona saygı göstererek önce onun emmesini bekliyordu.
-Sabahları çocuklar uyandığında genellikle yapışık gözler ve tembel olurlardı ama o, uyandığında, bütün çocukların aksine çok neşeli ve temiz bir şekilde yataktan kalkardı.
-Bir gün onu Ukkaz çarşısındaki bir falcıya götürdüm, insanlar, genellikle çocuklarının gelecekleri hakkında bilgi edinmek için çocuklarını ona götürürlerdi, falcı onu görür görmez bağırmaya başladı: Millet çabuk toplanın, bu çocuğu öldürün.
Bunu duyar duymaz onu oradan uzaklaştırdım ve sakladım. Millet toplanınca ise falcı “yemin ederim ki ileride sizin dininizi yok edecek, ilahlarınızı öldürecek ve size hüküm sürecek birisini gördüm” dedi. Bunun üzerine millet, onu aramaya koyulduysa da onu bulamadı. Bu olaydan sonra, onu annesine teslim edene kadar kimseye göstermedim.
Tarih kitaplarının genelinde o hazretin beş yaşına kadar Halime’nin evinde kaldığını görebilirsiniz. Hz. Muhammed hayatının sonuna kadar hep süt annesi ve süt kardeşlerini iyilikle anar, onlara teşekkür ederdi.
Hz Halime, Hz Muhammed’in peygamberliğinden sonra eşiyle birlikte Mekke’ye giderek o hazretin huzurunda Müslüman oldu.
"Irak Savaşından Alınacak 10 Önemli Ders"
Foreign Policy: Irak savaşından edinilmesi gereken ilk ve en önemli ders kelimenin tam anlamıyla bizim kaybetmiş olduğumuz...
Bu ay ABD’nin Irak’ı işgalinin onuncu yıl dönümü. Bu kararın akıllıca olup olmadığına dair fikriniz ne olursa olsun, sonuçların Amerikalıların birçoğunun beklediği gibi olmadığı açıkça söylenebilir. Savaş şimdi resmen bitti ve ABD birliklerinin birçoğu geri çekildi, Amerikalılar (ve diğerleri) bu tecrübeden hangi dersleri çıkarmalıdır? Şüphesiz, birisi birçok ders çıkarabilir ancak aşağıda Irak savaşından çıkarılması gereken benim için en önemli 10 ders var.
Ders 1: ABD savaşı kaybetti
Irak savaşından edinilmesi gereken ilk ve en önemli ders kelimenin tam anlamıyla bizim kaybetmiş olduğumuz. İddia edilen savaş nedeni Saddam Hüseyin’in silahlarını yok etmekti ama hiçbir silaha sahip olmadığı ortaya çıktı. Daha sonra gerekçe ABD demokrasisini yerleştirmek olarak değiştirildi ancak bugün Irak yarı-demokrasinin en iyi halinde ve ABD demokrasisinden çok uzak. Irak’ın yıkılışı –ABD’nin hiç istemediği – İran’ın Körfez’deki konumunu sağlamlaştırdı ve savaşın maliyeti (neredeyse 1 trilyon doları geçti) ABD liderlerinin tahmin ettiğinden ve söz verdiğinden çok fazla. Savaş aynı zamanda koca bir zaman kaybıydı, Bush yönetimini diğer önceliklerinden uzaklaştırdı (ör. Afganistan) ve dünya çapında ABD’nin popülerliğini azalttı.
Bu ders önemli çünkü savaş taraftarları halen konuyu saptıran versiyonu pazarlamaktalar. Bu karşı-anlatı şöyle: 2007’deki dalgalanma büyük bir başarıydı (değildi çünkü politik uzlaşı üretmekte başarısız oldu) ve Irak şimdi istikrar kazanma ve müreffeh bir demokrasi olma yolunda. Savaş masrafları o kadar da kötü değildi. Bu mitin bir diğer düşüncesi de Başkan Bush ve General Petraeus’un 2008 itibariyle savaşın galibi olduklarıdır, ancak Obama askerleri erken çekerek savaşı kaybetmiştir. Bu görüş Bush yönetiminin 2008’de ABD’nin çekilmesi için bir zaman çizelgesi olan Kuvvetlerin Durumu programını kabul ettiğini ve Irak hükümeti bizi dışarıda görmek isterken Obama’nın kalamayacağını reddetmek demektir.
Bu yanlış anlatımın tehlikesi açıktır: Eğer Amerikalılar savaşı bir başarı olarak görürse – aslında öyle değildi –savaş avukatlığı yapanların tavsiyelerini dinlemeye devam edecek ve gelecekte de aynı hataları tekrar etmeye meyilli olacaklar.
Ders 2: Savaşta ABD’yi kazıklamak o kadar da zor değildir
ABD halen çok güçlü bir devlet ve birçok bakımdan kısa dönem askeri harcamaları görece olarak düşük durumda. Bu yüzden, tercih savaşlarının (hatta heves için savaş) çıkması mümkündür. Irak savaşı bizlere eğer yönetici kitle savaş fikri etrafında birleşirse sıradan kontroller ve dengelerin – medya incelemeleri de dâhil – yıkılmaya yüz tutacağını hatırlatıyor.
Irak savaşı hakkındaki önemli bir şey de ne kadar az insan tarafından şekillendirildiğidir. Savaş ABD Ordusu, CIA, Devlet Departmanı ve petrol şirketleri tarafından desteklenmedi. Bunun yerine, ana mühendisler Clinton döneminde alenen savaş lobisi yapmaya başlayan birbirine iyi kenetlenmiş bir grup Neo-Con’du. Başkan Bill Clinton’u ikna etmeyi başaramadılar ve 9/11 sonrasına kadar Bush ve başkan yardımcısı Dick Cheney’i bir savaş için ikna etmek imkânsızdı. Ancak o noktada uyum sağlandı ve Bush ve Cheney, Irak’ın işgalinin ulaşılması zor bir bölgesel değişimi sağlayabileceği, Amerikan yanlısı demokrasi dalgasına öncülük edebileceği ve terörizm problemini çözebileceği konusunda ikna oldular.
New York Times yazarı Thomas Fiedman’ın Mayıs 2003’te Haaretz gazetesine söylediği gibi: “Irak Neo-Conların istediği savaştı… Neo-Conların pazarladığı savaştı… Size 25 kişinin ismini verebilirim ki onları 1,5 yıl önce bir çöle sürgün etseydiniz, Irak savaşı ortaya çıkmazdı.”
Ders 3: Ne zaman “fikir pazarı” yıkılsa ve halk ve yönetim arasında yapılacak şeye dair açık bir tartışma olmasa, ABD büyük sıkıntılar yaşıyor
Bahsedilen meseleler düşünüldüğünde, en az önem atfedilen şeyin işgal fikri olduğu anlaşılıyor. Bu iki tarafın da hatası, hem muhafazakârların hem liberallerin, Cumhuriyetçilerin ve Demokratların, hepsi savaş bandosuna katılmayı istedi. Ve önde gelen medya kurumları eleştirmenden çok amigo kızları gibiydiler. Hatta hükümet salonlarında işgalin akıllıca olup olmadığını sorgulayan ya da belli planlara dair şüphelerini dile getirenler derhal dışarıda bırakıldı. Bu yüzden ABD sadece aptalca bir karar almadı aynı şekilde Bush yönetimi Irak’a sonrasında gelecek şeylere hazırlıksız olarak gitti.
Ders 4: Irak toplumunun seküler yapısı ve orta-sınıfa dayalı karakteri fazla abartıldı
Savaştan önce avukatlar Irak’ta demokrasinin çabucak yerleşebileceğini çünkü okumuş oranın çok yüksek olduğunu ve zinde bir orta-sınıfın mevcut bulunduğunu, ayrıca gruplar arasındaki ayrımın da çok az olduğunu dile getirdiler. Tabii ki, bu tip sözler eden insanlar Irak hakkında, hatta en azından Irak gibi bir ülkede demokrasinin yerleştirilmesinin zorlukları hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Bu hata Irak’ın Saddam öncesi çalkantılı tarihinin neredeyse bir sır olduğunu anlamamızı sağlıyor. Ancak Irak’a gerçekçi bir bakış Neo-Con’ların savaşı pazarlama çabalarıyla yok edildi böylece hikâyenin bu versiyonunu kolaylıkla sattılar.
Ders 5: Tutkulu sürgünlere kulak vermeyin
Savaş meselesi iktidara ulaşmak için Washington’u izleme eğiliminde olan birçok Iraklı sürgünün yanlış yönlendirici açıklamalarıyla daha da kuvvetlendi. Maalesef, ABD liderleri Machiavelli’nin kendi çıkarlarını düşünen yabancıların ifadelerine güvenmenin tehlikeli olduğuna dair yaptığı ileri görüşlü uyarılarından bihaberlerdi. Konuşmalar kitabında söylediği gibi:
“Kendi ülkesinden sürgün edilmiş adamın sözleri ve önerileri ne kadar da anlamsızdır. Öyle ki, evlerine dönmeye dair besledikleri büyük istek onlara doğru olmayanları doğruymuş gibi gösterir ve birçok şeyi isteyerek eklerler meselelere. Bu yüzden gerçekten inandıkları şeyle, seni öylesine bir ümitle doldururlar ki, onları yapmaya kalksan, bu durum sonuçsuz emekler verecek ya da seni yıkıma götürecek bir şeyin altına sokacaktır.”
İki kelime: Ahmed Çelebi…
Ders 6: Plansız ve programsız bir işgali yürütmek çok zordur
Ordunun işgale dair resmi tarihinde de açıkça görüldüğü gibi: “Irak’taki şartların savaş öncesi beklentilerinin dışında olduğu kanıtlandı.” Savunma Sekreteri Donald Rumsfeld ve şirketi Irak’ta yeni bir hükümetin kurulmasının kolay bir iş olduğunu ve küçük bir ABD askeri birliğinin hemen ülkeye geri dönebileceğini söyledi. Ancak şartlar kötüleştiğinde ABD liderleri –hem sivil hem de askeri – tamamen farklı bir tabloyla karşı karşıya olduklarını anlamakta aşırı derecede geciktiler. Dahası Foreign Policy dergisi yazarı Thomas Ricks’in belgelendirdiği gibi, ABD ordusu kendini bir kere büyük bir isyanın karşısında bulduğunda, ciddi şekilde bir taktik ve strateji oluşturması yıllar aldı. Biz ABD ordusunu çok akıllı savaş kuvvetleri olarak düşünüyoruz – her şey bir yana, elimizde o kadar istihbarat servisi, think-tank kuruluşu, analizciler, savaş okulları vs… varken – ancak bu mesele bize savunmayı kurmanın da büyük ve çabucak halledilemeyecek ağır bir iş olduğunu hatırlattı.
Ders 7: Düşmanlar kendi çıkarları doğrultusunda ve senin sevmediğin yollarla hareket ettiğinde şaşırmayacaksın
Bu ders apaçık görünmekte: Düşmanlar kendi çıkarlarını koruyacaklardır. Ancak Irak savaşının mühendisleri kör bir şekilde diğer çıkar odaklarının çarkın dönüşünü kolaylaştıracağını ve kısa süreli bir sarsıntıdan sonra bizle işbirliği yapacaklarını dile getirdiler. Bunun yerine birçok grup ABD’nin çabalarının başına bela olarak kendi çıkarları için veya olaydan nemalanmak için çalışmaya başladı. Nitekim Irak’ta Sünniler Baas rejiminin yıkılışıyla ellerinden giden gücü, serveti ve statüyü korumak için silaha sarıldı ve bizi bataklığa sürüklemek ve canımızı almak için İran, Irak içerisindeki anti-Amerikan güçlere birçok destek verdi. Aynı şekilde El-Kaide ABD güçlerini takip etmek ve kendi planlarında ilerleme kaydetmek için işgal sonrası dönemde oluşan güç boşluğundan faydalanmak istedi.
Amerikalılar bu çok çeşitli yanıtlar karşısında umutsuzluğa düşmek için her nedene sahiptiler, çünkü hepsi çıkarlarımızın engellenmesine yardımcı oldular. Ancak bu çeşitli güçlerin bize karşı direnmek için her şeyi yaptıkları andı bizim çok şaşırdığımız an. Başka ne umabilirsiniz ki?
Ders 8: Karşı ayaklanma savaşı çok çirkin bir şey ve kaçınılmaz olarak savaş suçlarına, mezalimlere veya tecavüzün diğer çeşitlerine sebep oluyor.
Irak’tan (ve Afganistan) alınacak bir diğer ders yerel kimliklerin çok güçlü kaldığı ve özellikle geçmişinde çok şiddetli yabancı müdahalelerin olduğu kültürlerde yabancı işgalinin direnişi her zaman tetiklediğidir. Buna göre, işgalci güçler silahlı karşı-koyma seferberliğiyle karşı karşıyadır. Maalesef böyle seferberlikleri kontrol etmek aşırı derecede zor bir iştir çünkü bitirici zaferler kazanılması imkânsızdır, ilerleme genellikle yavaştır ve işgal gücü yerel halk içinde dostla düşmanı birbirinden ayırmak zorunda olacaktır. Bu da ordularımızın Haditha ve Ebu Garib’te olduğu gibi haddi aşacakları anlamına gelir. Her ne kadar “akıllara ve kalplere” vurgu yapsak da, kaçınılmaz olarak bizim çabalarımızı boşa çıkaracak tecavüzler olacaktır. Bu yüzden bir işgale başladığınızda veya bir ülkeyi işgal etmeye karar verdiğinizde, Pandora’nın kutusunu açtığınıza emin olun…
Ders 9: Daha iyi planlama tek başına bir yanıt olmayabilir
Irak’ın işgalinin bilgisizce planlandığı ve savaş sonrası işgalde kötü bir şekilde çuvallandığı gibi küçük bir sorun var ortada. Beklendiği gibi ABD liderleri (ve akademisyenleri) bu hatalardan ileride daha iyi işler çıkarmak için ders almak istiyor. Bu anlaşılabilir ve hatta alkışlanabilir bir amaç ancak daha iyi bir savaş öncesi planın daha iyi sonuçlar üreteceği anlamına gelmez bu.
Yeni başlayanlar için, Irak’ın işgali ve yeniden inşası için geniş ölçekli planlar vardı, problem ise bu planları görmezden gelen karar alıcılardı (örneğin Rumsfeld). Demek ki siyasetçiler planları görmezden geldiklerinde planlama tek başına yeterli bir cevap değildir. Amerikalılar işgalin gerçek maliyeti hakkında bilgilendirilmiş olsalardı, asla işgali en önde desteklemezlerdi.
Ancak daha da önemlisi daha iyi planlar başarı garantisi vermez çünkü derin bir şekilde bölünmüş bir toplumda “devlet inşa etmeye” çalışmak çok külfetli bir uğraştır ve onu berbat etmek için birçok fırsatınız vardır. Carnegie Endowment for International Peace organizasyonundan Minxin Pei ve Sara Kasper’in ABD’nin “ulus-inşası”na dair geçmiş girişimleri hakkındaki çalışmalarında belirttikleri gibi “bazı ulusal kenetlenmeler yabancı toplumların hükümet kurumlarını yeniden inşa etmek kadar zaman alıcı, masraflı ve karışıktır.”
Örneğin ülkede daha fazla asker bulundurmak düzenin yok olmasını engellemiştir ancak ABD ordusu yeterince büyük bir kuvveti (350,000, belki daha fazla) Irak’ta çok uzun süreler tutmamalıydı. Dahası çok sayıdaki ABD askerinin varlığı Iraklıların rahatsızlığını artırmış ve sonuçta bir isyan başlatmıştır. Benzer bir şekilde eleştirmenler şu an Irak ordusunu dağıtmanın ve Baasçılardan ülkeyi arındırmak için geniş bir kampanya başlatmanın bir hata olduğuna inanıyorlar, ancak orduya dokunmamak ve önceki Baasçıları görevde tutmak da kolayca Şii isyanını başlatırdı. Sonuçta anlamadığımız ülkelerde devlet inşa etmek doğal olarak güvenilecek bir şey değildir çünkü hangi liderlerin güvenilir veya yeterli olduğunu ya da siyasetçilerin bir kere halk işin içine doğrudan müdahil olduğunda nasıl davranacaklarını önceden kestirmek mümkün değildir. Biz asla yerimize birini atama rolünü oynamayı yeterince öğrenemeyeceğiz ve sonunda programları bizim programımızdan farklı olan liderleri desteklemek zorunda kalacağız.
Kısacası, Benjamin Friedman, Harvey Sapolsky ve Christopher Preble’ın daha iyi araç gereçler veya taktikler tutku dolu ulus-inşası programları yapmak için yeterli değildir görüşü bizi 10. derse yönlendiren akıllıca bir yaklaşımdır.
Ders 10: Sadece taktikleri ya da metotları değil, ABD’nin büyük stratejisini bir daha düşün
Çünkü herhangi bir ABD yaklaşımının kabul edilebilir bir maliyetle başarıya ulaşmış olup olmadığı kesin değildir, Irak savaşından çıkardığımız asıl ders bunun gibi aptalca şeyleri bir daha yapmamak gerektiğidir.
ABD ordusu birçok değere sahip ancak diğer ülkeleri yönetmekte o kadar iyi değil. Ayrıca çalışarak daha iyi olacağını söylemek de zor. Bizim ateş gücüne öncelik veren para odaklı bir ordumuz var ve biz, kendi tarihimizce milliyetçilik, ırkçılık ve diğer yerel kuvvetlerin uzun süren gücü hakkında duyarsız hale getirilen bir ülkeyiz.
Dahası, çünkü ABD çok güvenli bir yerdir, uzun ve ezici işgal savaşları için uzun süre halk desteği almak imkânsızdır. Bir kere uzun ve yoğun bir direnişle karşılaştığımız kesinleşirse, Amerikan halkı bazı stratejik terslikler içinde neden binlerce hayatı ve milyarlarca doları harcıyoruz diye sormaya başlar. Ve haklıdırlar da.
Bu yüzden benim çıkardığım son ders, bu tip işleri nasıl daha iyi yaparız konusuna çok zaman harcamamalıyız çünkü onu asla iyi bir şekilde yapamayacağız ve bu bizim güvenliğimiz için ölümcül bir şey olacaktır. Bunun yerine dünyaya kendimizi bir daha böylesi bir savaşın içinde bulma riskini en aza indirecek bir yaklaşım sunmak için daha sıkı çalışmalıyız.
Stephen M. Walt
foreignpolicy.com’da yayınlanan bu makale Hüseyin Beheşti tarafından medyasafak.com için tercüme edildi.
James Petras: ABD-İsrail’in İran’a açtığı Savaş: Sınırlı Savaş Miti
Amerikalı ünlü akademisyen ve yazar James Petras, bu önemli makalesinde, İran'ın saldırılara vereceği misilleme yeteneğini küçümseyen İsrail ve Amerikan kibrinin bunun bedelini ağır ödeyeceğini yazıyor...
ABD-İsrail ittifakının İran’a askeri saldırısı bir kaç faktöre dayanmaktadır. 1. Her iki ülkenin bölgede son dönemdeki askeri geçmişi 2. ABD ve İsrailli liderlerin kamuoyu önünde yaptığı açıklamalar 3. İran’ın önde gelen müttefikleri olan Lübnan ve Suriye’ye yönelik devam eden saldırılar. 4. MOSSAD ya da ABD kontrolündeki vekil ve/veya terörist gruplar tarafından İranlı bilim adamlarına ve güvenlik yetkililerine yönelik suikastlar. 5. Ekonomik yaptırımların ve diplomatik zorlamaların başarısızlığı. 6. Artan histeri ve barışçıl, yasal ve sivil amaçlı uranyum zenginleştirme programını sona erdirmesi için İran’a yapılan aşırı talepler. 7. İran’ın sınırlarında provokatif askeri tatbikat, tehdit amaçlı oynanan savaş oyunları, önleyici saldırılara giydirilen prova maskesi. 8. AIPAC ve önde gelen İsrail siyasi partileri gibi hem Washington’da hem de Tel Aviv’de güçlü savaş yanlısı baskı gruplarının varlığı. 9. Son olarak 2012 yılında Ulusal Savunma Yetkilendirme Anlaşması (Obama’nın Orwelyan demokrasisi buyruğu, 16 Mart, 2012).
ABD’nin propaganda savaşı iki hat üzerinde ilerliyor: 1. Verdikleri mesajlarda ağırlıklı olarak savaşın yakın olduğunu vurgularken ABD’nin güç ve şiddet kullanmaya ne kadar istekli olduğunun da altını çiziyorlar. Bu mesaj, doğrudan İran’a yöneltilmiş olup İsrail’in savaş hazırlığına ilişkin açıklamalarıyla eşzamanlı olarak gelmiş bulunuyor. 2. İkinci hat, savaş tehdidini önemsemeyen, Tel Aviv ve Washington’daki makul düşünen politika yapıcıların İran’ın nükleer silah üretme niyetinde olmadığını ya da şimdi ya da yakın gelecekte bu üretimi yapabilecek kapasitesinin bulunmadığının farkında olduğunu tartışan ‘liberal kamuoyu’nu ve bir avuç marjinal, bilgili, akademisyeni (ya da Dışişlerindeki ilericileri) hedefliyor. Bu liberal tornistanın amacı, daha fazla savaş hazırlıkları yapılmasına karşı çıkan kamuoyunun çoğunluğunun kafasını karıştırmak ve sarsmak, ayrıca filizlenmekte olan savaş karşıtı hareketi rayından çıkarmak.
‘Rasyonel’ savaş kışkırtıcılarının açıklamalarında, çelişkili bir şekilde bütün tarihi ve deneysel kanıtların göz ardı edilmesine dayalı, ikiyüzlü bir söylem kullandıklarını söylemeye gerek bile yok. ABD ve İsrail savaşa dair konuştuğunda, savaş için hazırlık yaptıkları ve tıpkı 2003 yılında Irak’ta olduğu gibi savaş öncesi provokasyonlara girdikleri anlamına gelir. Mevcut uluslararası ve politik durumlarda İran’a yönelik ABD destekli bir İsrail saldırısı, dünyanın ekonomik koşullarının bunun tam tersini dikte etmesine ve negatif stratejik sonuçların etkisi yıllar boyu dünya çapında hissedilecek olmasına rağmen gerçekleşecek.
ABD ve İsrail’in İran’ın kapasitesine ilişkin askeri hesapları
Amerikan ve İsrailli stratejik politika üreten elit kesim, herhangi bir saldırı durumunda İran’ın intikam almaya yönelebileceğini kabule yanaşmıyorlar. Onlar açısından İsrailli liderler, İsrail’e karşı yapacağı bir saldırıda İran’ın askeri kapasitesini minimize edecekler. Konuya ilişkin tek değerlendirmeleri bu. Amerika’nın Körfez’deki deniz ve hava kuvvetlerindeki anti-füze kalkanlarının gizlice gerçekleştireceği saldırıda İsrail’i koruyacağını düşünüyorlar. Diğer yandan, ABD askeri stratejistleri, Amerika’nın İsraillileri korumak için İran’ın kıyı şeridinde bulunan tesislerine saldırmak zorunda olan Amerikan savaş gemilerine ağır zayiatlar verdirme kapasitesine sahip olduklarını biliyor.
İsrail istihbaratı, İran’ın dünyanın dört bir yanında bireysel suikastlar organize etme kabiliyetinin farkında olan istihbarat kurumu: Mossad, Filistinlilere, Suriyelilere ve Lübnanlı liderlere deniz ötesi başarılı terörist saldırılar düzenledi. Öte yandan İsrail istihbaratı, bölgede meydana gelen birçok askeri ve siyasi olaya ilişkin tahminleri hakkında son derece yetersiz bir kayıt geçmişine sahip. Lübnan’da girdiği 2006 savaşı sırasında İsrail, Hizbullah’ın halk desteğini, askeri gücünü ve organizasyonel kapasitesini tahminde ciddi biçimde yanılmıştı. Benzeri şekilde İsrail istihbaratı, Mısır demokratik halk hareketinin ayaklanıp Telaviv’in bölgedeki stratejik müttefiki Hüsnü Mübarek diktatörlüğünü yerinden ettiğinde, bu hareketin kapasitesi ve gücünü de yanlış takdir etmişti. İsrailli liderlerin sahte paranoyası, varoluşsal tehditlere ilişkin klişeler uydururken narsistik kibirleri ve ırkçılıkları onları körleştirdi, yine ve bir kez daha bölgesel düşmanları Arap ve İslami güçlerin teknik uzmanlıklarını hafife aldılar. Bu ise İran’ın, İsrail’in planlı bir hava saldırısı karşısında intikam alma kapasitesini göz ardı etmesi noktasında hiç şüphe duyulmayacak derecede doğrudur.
ABD hükümeti, İran’a yönelik herhangi bir saldırı gerçekleştirdiğinde İsrail’i destekleyeceğine dair kendisini açıkça angaje etmiş durumda. Daha net bir şekilde söylemek gerekirse, İsrail saldırıya uğradığında Washington, onun savunmasını ‘kayıtsız şartsız’ üsleneceğini iddia ediyor. İsrail, İran tesislerine, askeri savunma ve destek sistemlerine bomba ve füze yağdırırken saldırıya maruz kalmaktan nasıl kaçabilir? İran şehirlerini, limanlarını ve stratejik altyapısını ise saymıyorum. Bunun da ötesinde Pentagon’un işbirliği ve İsrail savunma güçleriyle koordine olmuş istihbarat sistemi, hedeflerin, rotanın ve gelmekte olan füzelerin belirlenmesindeki rolü, ayrıca entegre edilmiş silahlar ve mühimmat tedarik zincirleri İsrail saldırısı sırasında son derece kritik bir role sahip olacak. Bir kez saldırı başladığında ABD’nin kendisini Yahudi devletinin İran’a yönelik savaşından ayırması mümkün olmayacak.
‘Sınırlı savaş’ miti: coğrafya
Washington ve Tel Aviv, İran’a yönelik planlı saldırılarının ‘sınırlı bir savaş’ olacağına inanıyor görünüyorlar. Birkaç gün ya da hafta içerisinde sınırlı sayıda noktayı hedef alacaklar ve kendilerine göre bunun da ciddi sonuçları olmayacak.
İsrail’in parlak generalleri bize bütün kritik nükleer araştırma tesislerini tespit ettiklerini, hava saldırılarının tesislerin etrafında bulunan halka korkutucu boyutlarda zarar vermeden hedefleri elimine edeceğini söylüyor. Bir kez ‘nükleer silahlar’ programının tahrip edildiğini düşündüğünüzde bütün İsrailliler diğer ‘varoluşsal tehdit’in tasfiye edildiğini bildiklerinden son derece emniyet ve huzur içerisinde hayatlarına devam edebilirler. İsrail’in ‘zaman ve mekân’ ile sınırlı savaş anlayışı, absürd ve tehlikelidir ve bunu yazan kalemlerin ırkçılığını, kibrini ve aptallığını dışa vurur.
İran’ın nükleer tesislerine şöyle yaklaşmak gerekir: İsrail ve ABD güçleri, donanımlı ve iyi korunan üsleri, füze bataryaları, deniz savunması, İran Devrim Muhafızları ve İran silahlı güçleri tarafından yönetilen geniş ölçekli istihkâmlarla yüzleşecek. Daha da ötesi, nükleer tesisleri koruyan savunma sistemleri, sivil otobanlarla, havaalanlarıyla, limanlarla bağlantılı olup petrol rafinerileri devasa idari şebekeyi kapsayan çift amaçlı (sivil-askeri) altyapı ile desteklenmektedir. Söz konusu nükleer tesisleri yerle bir etmek, savaşın coğrafi ölçeğini genişletmeyi gerektirecektir. İranlıların sivil nükleer programlarının teknolojik-bilimsel kapasitesi, dikkat çekici bir şekilde araştırma tesisleri, üniversiteler, laboratuar, üretim tesisleri ve dizayn merkezlerini kapsamakta. İran’ın sivil nükleer programı, İsrail’in (ve de ABD’nin) yüksek dağların altında gizlenmiş laboratuarlar ya da araştırma tesislerinden fazlasına saldırmasını gerektirebilir: Aynı zamanda ülkenin dört bir yanına yayılmış çoklu ve geniş ölçekli saldırıları, bir başka deyişle genelleştirilmiş bir savaşı da.
İran’ın en büyük lideri Ayetullah Ali Hamaney, İran’ın denk bir savaşla intikam alacağını ifade etti. İran herhangi bir saldırıya uygun karşı saldırıyla cevap verecek: “Onlar bize ne kadar saldırırsa biz de onlara o kadar saldıracağız.” Bu da İran’ın intikamını, saldırıyı düzenleyen Amerikalı ve İsrailli uçakları sadece kendi hava sahasında vurmak ya da kendi sularında seyrü sefer eden Amerikan savaş gemilerine füze fırlatmakla sınırlı kalmayacağını, bilakis savaşı Körfez ülkeleri ve Amerikan işgali altındaki ülkelerdeki Amerikan üslerine ve İsrail’deki benzeri hedeflere taşıyacağı anlamına geliyor. İsrail’in sınırlı savaşı, bütün Ortadoğu’ya ve ötesine yayılan ‘sınırlı savaş’ı haline gelecek. İsrail’in kendi füze ve savunma sistemleriyle ilgili illüzyona dayalı fetişi, Tahran’dan, Güney Lübnan’dan ve biraz ötedeki Golan tepelerinden fırlatılan füzelerin ortasında kalacak.
Sınırlı savaş miti: Zaman dilimi
İsrailli askeri uzmanlar, tek bir pilotlarını dahi kaybetmeden İran hedeflerini bir kaç gün içerisinde ya da bir hafta sonunda vuracaklarını bekliyor ve buna da inanıyorlar. Yahudi Devleti’nin Tel Aviv ve Washington sokaklarında parlak zaferini kutlayacağını düşünüyorlar. Kendilerinin ne kadar üstün oldukları hakkında zihinlerinde oluşan kanaatlerle ayartılmış durumdalar. İran, ABD destekli, acımasız Iraklı istilacılara ve onların Amerikalı ve İsrailli askeri danışmanlarına karşı uzun soluklu savaşta İsrail’in sınırlı sayıdaki birkaç füze ya da hava saldırısını bertaraf etmek için savaşmadı. İran, genç, eğitimli ve mobilize olmuş bir toplum. Saldırı altındaki vatanlarını savunmak için farklı politik düşünce, etnik köken, cinsiyet, dini yelpazeden yaklaşık bir milyon yedek askeri temin edebilir. Vatan savunmasında bütün içsel anlaşmazlıklar ve farklılıklar, ülkelerinin 5 bin yıllık medeniyetlerinin yanı sıra modern bilimsel alandaki ilerlemesini ve kurumlarını tehdit eden ABD -İsrail saldırısı karşısında ortadan kaybolur. ABD-İsrail saldırılarının ilk dalgası, İran’ın nükleer tesisleri tahrip edildiğinde, bazı teknisyen, nitelikli işgücü ve bilim adamları öldürüldüğünde sadece saldırı yapılan yerlerle sınırlı olmayan acımasız bir intikama maruz kalacağı gibi İsrail saldırıları da bunu sona erdiremeyecek. Savaş hem zaman olarak hem de coğrafi olarak geniş ölçekli bir alana yayılacak.
Çoklu çatışma noktaları
İran’a yönelik herhangi bir ABD-İsrail saldırısı, birçok hedefi içine alacaktır. İran ordusu aynı zamanda stratejik hedefleri kolaylıkla vurabilecek yeteneğe de sahiptir. İran’ın tam olarak nerede ve ne zaman intikam alacağını kestirmek zor olsa da, kesin olan tek şey, ABD-İsrail’in ilk saldırılarının hiçbir şekilde karşılıksız kalmayacağı.
ABD ve İsrail’in uzun ve orta menzilli hava ve deniz gücündeki üstünlüğüne karşın İran, muhtemelen kısa menzilli hedefler üzerinde yoğunlaşacaktır. Bu da (Irak, Kuveyt ve Afganistan) gibi ülkelerde bulunan çok değerli ABD askeri tesislerinin, tedarik hatlarının ve İsrail hedeflerinin, Güney Lübnan’dan ve belki de Suriye’den atılacak füzelerle vurulacağı anlamına gelir. Şayet uzun menzilli birkaç İran füzesi, İsrail’in çokça övündüğü ‘füze kalkanı’nı delerse, İsrail’in nüfus olarak yoğunluk kazanan kentlerindeki halk, liderlerinin umarsızlığının ve kibrinin bedelini ağır ödeyecektir.
İran’a karşı ABD-İsrail güçlerinin saldırıları, çoğu yoğun nüfuslu şehirlerde bulunan İran’ın ulusal güvenlik sistemlerine –askeri üsler, limanlar, iletişim sistemleri, kumanda noktaları ve hükümete ait yönetim birimlerine- karşı deniz ve hava savaşını derinleştirme ve yaymasına neden olacaktır. İran, büyük stratejik varlığını hareket geçirerek karşılık verecek: Devrim Muhafızlarının da içinde bulunduğu büyük bir askeri birliğin ABD güçlerine karşı başlattığı organizeli bir kara saldırısında, İran’ın Irak’taki Şii müttefikleri ülkedeki ABD güçlerine karşı benzeri bir saldırıya geçecek. Ayrıca Devrim Muhafızları, Afganistan ve Pakistan’da gittikçe güçlenen silahlı İslami direnişle birlikte Amerikan üslerine karşı saldırılar koordine edecek.
İlk çatışmalar askeri hedefler olarak nitelendirilen noktalar üzerinde yoğunlaşacak (bilimsel araştırma tesisleri), ardından hızla ekonomik hedeflere ya da Amerikan-İsrail askeri uzmanlarının nitelediği gibi “çift yönlü sivil-askeri hedeflere” yönelecek. Bu, petrol sahalarını, otobanları, fabrikaları, iletişim ağlarını, televizyon istasyonlarını, su arıtma tesislerini, su depolarını, güç istasyonlarını, Savunma Bakanlığı ve Devrim Muhafızları karargâhına ait yönetim ofislerini içerecek. Ekonomisinin ve altyapısının bütünüyle tahrip edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalan İran, (tıpkı komşu Irak’ta 2003 yılında Amerikan işgali sırasında yaşandığı gibi) Hürmüz Boğazı’nı kapatarak, Kuveyt ve Suudi Arabistan gibi kuş uçuşu sadece 10 dakikalık uzaklıkta bulunan ülkeler de dâhil birçok petrol alanlarına kısa menzilli füzeler göndererek Avrupa, Asya ve ABD’ye petrol akışını felce uğratarak dünya ekonomisini derin bir depresyona sokacak.
İranlıların, bölgede Iraklıların ABD işgaliyle birlikte maruz kaldığı tahribatı belki herkesten fazla bildiğini unutmamak gerekir. Nitekim bu işgal Irak’ı bütünüyle bir tahribata ve kaosa mahkûm etmiş, gelişmiş altyapısını ve sivil yönetim aygıtlarını yıkıma uğratmıştır. Irak’ın sahip olduğu son derece donanımlı teknik elit ve bilim adamlarının maruz kaldığı suikastları saymaya bile gerek yok. İranlı bilim adamlarına, akademisyenlere ve mühendislere yönelik Mossad destekli suikast dalgası, İranlıların seçkin bilim adamları, entelektüelleri ve son derece kalifiye teknik işçilerine ilişkin İsrail’in kafasında neler planladığını gösteren bir ön denemedir. İranlılar İran’ı, Irak ve Afganistan’ın yaşadığı karanlık çağlara sokmaya çalışan Amerikalıların ve İsraillilerin sahip olduğu türden illüzyonlara sahip değil. Harap hale gelmiş İran’da, akranlarının Saddam sonrası Irak’ta oynadıkları rolden daha fazlasını oynayacak değiller.
ABD’nin Ortadoğu’da, Fars Körfezi’nde ve Güneybatı Asya’daki birliklerinden sorumlu Generali Mathis’e göre, ‘İsrail’in ilk saldırısının, ABD bakımından bölgede müthiş etkileri olabilir.’ (NY Times, 3.19.2012). General Mathis’in ‘müthiş etkisi’ sadece İran’ın silahlarından bir füze atımı mesafe uzaklıkta olan Amerikan savaş gemilerindeki birkaç yüz denizciden oluşan askeri kayıplarını kapsıyor.
Bununla birlikte, İsrail’in İran’a yönelik hava saldırısının sonuçları ve getirisine dair ABD ve müttefiklerinin kendi kendilerine yaptığı değerlendirmeler ve illüzyonlar, istihbarat ve savunma üstünlüğüne ve İsrail aklının ‘İran aklı’na üstünlüğüne inanan -ki bu aynı zamanda ırkçı bir yaklaşımdır- üst düzey İsrailli liderlerden, akademisyenlerden ve entelektüellerden çıkmakta. İran’ın herhangi bir intikam eyleminin İsrail içinde en az seviyede kayıplara yol açacağını söyleyen İsrail Savunma Bakanı Barak’ın yaklaşımı oldukça tipiktir.
İsrail savaş lobisi içinde oldukça yaygın olan, bölgesel güç dengesini yeniden kurmayı amaçlayan Yahudi-merkezli (Judeo-centric) yaklaşım, savaşın İsrail’in hava saldırıları ve anti-füze savunmasıyla belirlenmeyeceği ihtimalini tamamıyla göz ardı etmişe benziyor. İran füzeleri o kadar kolaylıkla etkisiz hale getirilemez, özellikle de bu füzeler birkaç dakika içerisinde yüzlercesi üç farklı yönden, Lübnan’dan, Suriye’den ve İran’dan ve muhtemelen İran denizaltılarından gelecekse. İkincisi, petrol ithalatının çöküşü, İsrail’in yüksek miktarda enerjiye bağlı ekonomisini tahrip edecektir. Üçüncüsü, İsrail’in ilkesel müttefikleri, özellikle de ABD ve AB, kendileri İran’ın kapattığı Hürmüz Boğazı’nı, Irak ve Afganistan’daki birliklerini, Körfez ülkelerindeki askeri üslerini ve petrol sahalarını korumaya çalışırken, İsrail’i korumakta zorlanacaklardır. Bu tür bir çatışma, Bahreyn’deki ve bol miktarda zengin petrol yataklarının bulunduğu Suudi Arabistan’daki Şiileri tahrik edecektir. Genelleştirilmiş savaş, gerek petrol fiyatları hem de dünya ekonomisi üzerinde tahripkâr bir etki yaratacaktır. Fabrikalar kapanırken, kırılgan finansal sisteme yönelik güçlü şoklar dünyanın depresyona girmesine yol açarken dünyanın dört bir tarafındaki tüketicilerin ve işçilerin öfkesini tetikleyecektir.
İsrail’in patolojik üstünlük kompleksi, İsrailli ırkçı liderlerin kendi entelektüel, teknik ve askeri yeteneklerini aşırı abartmasına neden olurken bölgedeki İslami rakiplerinin (bu durumda İran’ın) bilgi, kapasite ve cesaretini hafif görmesine neden oluyor. Onlar İran’ın uzun soluklu, kompleks ve çok cepheli savunma savaşına dair kanıtlanmış yeteneğini, ayrıca ilk saldırıdan kurtulup bu saldırıları yapanlara çok sert darbeler vurmasını sağlamaya uygun silahlar geliştirme kapasitesine sahip olduğunu görmezden geliyorlar. Ve İran, dünyanın Müslüman nüfusunun aktif ve alışılmadık desteğini de kazanacak ve belki de İran’a yönelik saldırılara daima kendi yükselen gücünü engellemeye yönelik bir prova gözüyle bakan Rusya ve Çin’in diplomatik desteğini de elde edecektir.
Sonuç
Savaş, özellikle de İran’a karşı Amerikan-İsrail savaşı, ABD’ye ilişkin her türlü kritik analizi sansürleyen İsrail-ABD arasındaki asimetrik ilişkiye bağlıdır. Çünkü ABD’deki Siyonist güç grupları, İsrail’in bölgedeki üstünlüğünü sağlamak için Amerikan askeri gücünü kullanmaya oldukça eğilimlidir. İsrailli liderler ve askeri yetkilileri, son derece vahşi ve yıkıcı maceralara girme konusunda kendilerini oldukça rahat hissediyorlar. Aslında şunu da gayet iyi biliyorlar ki onlar, ilk ve son durumda, Amerikalıların askeri birliklerine ve parasına dayanacaklar. Fakat bütün bu ırkçı ve yalnız kalmış ülkeye bu kadar grotesk kölelikten sonra ABD’yi kim kurtaracak? Körfez’deki gemilerinin batırılışını ya da binlerce askerinin ve denizcisinin öldürülmesini ya da sakat kalmasını kim engelleyecek? Irak, elit İranlı birlikler ve Şii müttefikleri tarafından istila edilirken, ya da Afganistan’da yaygın bir ayaklanma olurken İsrailliler ve Amerikalı Siyonistler neredeydi?
Benmerkezci İsrailli politika yapıcıları, kendilerinin İran’a yönelik planlı savaşının bir sonucu olarak dünya petrol tedarikinin çökeceğini görmezden geliyorlar. Onların ABD’deki Siyonist ajanları, ABD’nin İsrail savaşına çekilmesinin bir sonucu olarak, İran ulusunu Körfez’deki petrol sahalarını alevlere gark etmek zorunda bıraktıklarını fark ediyorlar mı?
ABD’deki bir savaşı satın almak ne kadar ucuz hale geldi? Yoz politikacılara katkı kampanyalarında birkaç milyon dolar için İsrailli ajanların, akademisyenlerin ve siyasilerin ABD hükümetinin savaşa karar verme mekanizmasına planlı bir şekilde nüfuz etmesi, İsrail’i ve ajanlarını bizim ülkelerimizin Ortadoğu siyasetinde anahtar role sahip odaklar olarak nitelemeyi kabul etmeyen gazetecilerin ve yazarların eleştirilerini sansürleyen ahlaki korkaklıkla biz, doğrudan bölgeyi ateş çemberine dönüştürmenin de ötesinde dünya ekonomisinin çöküşüne, Kuzey’de ve Güney’de, Doğu’da ve Batı’da yüz milyonlarca insanın acımasızca fakirleştirilmesine sürükleniyoruz.
James Petras
Global Research
medyasafak.com için çeviren: Hüseyin Şahin