Çoğu İslami kavramlar gibi bu kavramlar da bugün artık zalimlerin elinde silah olarak işlev görmekte, zulme itiraza karşı zalimi koruyacak kalkanlar olarak devreye girmektedirler. Vaziyet öyle bir hal almış durumdadır ki, hiçbir zalim eleştirilememektedir, açık ve gizli yaptıkları ihanetler gündeme alınamamaktadır, buna teşebbüs edenler su-i zanla suçlanıp kendilerine hüsn-ü zan tavsiye edilmektedir.
Tahrifin okulunda yetişip ‘usta’laşmış olan zihinlerin, şeklini ortadan kaldıramadıkları için içeriğini değişikliğe uğratıp manasını bozdukları en mühim İslami kavramlardan ikisidir hüsn-ü zan ve su-i zan. Bu iki kavram kardeşliği pekiştirip düşmana karşı birleşmeyi hedef aldıkları halde, bugün düşmanlarla kardeş olma gibi haktan sapmış bir bilincin temelini oluşturmaktadırlar. Çoğu İslami kavramlar gibi bu kavramlar da bugün artık zalimlerin elinde silah olarak işlev görmekte, zulme itiraza karşı zalimi koruyacak kalkanlar olarak devreye girmektedirler. Vaziyet öyle bir hal almış durumdadır ki, hiçbir zalim eleştirilememektedir, açık ve gizli yaptıkları ihanetler gündeme alınamamaktadır, buna teşebbüs edenler su-i zanla suçlanıp kendilerine hüsn-ü zan tavsiye edilmektedir. Bu hüsn-ü zan ise ‘hoşgörü’ şarabıyla sunulduğu için zihinler sarhoş olmakta, idrakler körelmektedir. Böylece zulüm, dokunulmazlık zırhına büründüğünden, göreceli ‘ahlak’ ve ‘iman’ perdesinin gizlediği cinayetlerine ve fecaatlerine rahatça devam edebilmektedir.
Zulme rıza olarak tezahür eden ‘ahlaksızlığın’ şekilsel takva ile süslendiği İslami toplumlarda, resmi dinin tabiileri, iç dünyalarını temizlemek adına dış dünyadaki olup bitenlere ses çıkarmamayı ve onları ‘görmez’den gelmeyi imanın bilmem kaçıncı şartı olarak sunmuşlar , böylece ‘ağrısız başlarını ağrıtmadan’ hem dinlerini hem de ahiretlerini kurtarmanın (!) yolunu keşfetmişler, bu yol onları duble yollar ile süfyanilere bağlamış ve bu bağ nefislerinde hiç kopmayacak kulpa dönüşmüştür. Artık yaşadıkları riyazetin ve ‘diyanet’in kaynağı olan süfyaniler dinlerinin en takvalı liderleri olarak haklarında sadece hüsn-ü zannın geçerli olabileceği masumiyete sahip varlıklar haline gelmişlerdir. Zira onlara karşı su-i zan, bunca iç temizliğine (!) müsaade eden sisteme karşı su-i zandır ki eğer onlar olmazsa içimiz de dışarısı gibi bozulacaktır. Her ne kadar dışarıda faiz, kumar, fuhuş ve bilimum haramlar helal edilmiş olsa da namaza niyaza dokunulmadığı için ve o haramları helal kılanların ağızlarından ‘Allah’ lafzı eksik olmadığı için bahsi geçen haramlara ‘helal’ sertifakası verilebilir ve bu haramlar ‘görmez’den gelinebilir.
İşte bu bilinç(!) su-i zannı nefretle yad edilmesi gereken bir kavram olarak sunarken, hüsn-ü zannı baştacı eder ve her kötülüğün içinde iyiyi(!) arar bulur. Bu öyle bir bilinçtir ki eğer kötülüğün içinde iyiyi bulamazsa ‘üretir’. Ve her halükarda hızla akan kanı yavaşlatmayı başarır. Bu yüzden bu bilinci (!) oldukça seven süfyaniler, bu bilincin üretim kaynaklarına daima yatırım yapar, onların, dünyalarını da rahat yaşayacakları ortamlar hazırlarlar. Bir milyonluk aracı yakıştıramaz, üç milyonluk araç tahsis ederler yetmez uçağı da olsun derler. Zira kendi ellerindeki tüm dünyalıkların varlığının garantisi bu sapkın bilinci hak diye halka pazarlayanlardır. ‘Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmeyeceğini’ siyonist atalarından öğrenenler, Bel’amlara karşı da nasıl davranmaları gerektiğini aynı atalarından öğrenmişlerdir ve saltanatlarının hemen yanı başında onlara da bir koltuk ayarlamışlardır. Bugün ‘oda’ olarak tezahür eden o koltuklar, dünün Karun’larının, Haman’larının ve Bel’am’larının yanlışlarından ders alıp yeni metodlar üretenlere bugünün süfyanilerinin minnet borcudur zira.
Aslında kötülüğün içinde iyiyi bulma veya kötü yönlerini görmektense iyi yönlerini görme o kadar sihirli bir sözcüktür ki yere atılınca yılana dönüşen ipler bile bu kadar tesirli etki bırakamaz halkların gönlünde. Böylece halklar, gözlerine hiçbir zulmü ve günahı, hiçbir gözyaşını ve acıyı, hiçbir ihaneti ve baskıyı göstermeyen süfyani markalı gözlükler takılmış olan ve hastalığından bihaber neşeli tipler diyarı sakinleri haline getirilir. Bu sükunet ise iyiye değil kötüye yarar. Çünkü kötülüğü görünmeyen kötü, yeni kötülüklerini işlemekten de sakınmayacaktır. Ve yine ‘gör(ün)mez’ olacaktır. Ve ne hikmetse kötülükten iyilik arayanlar hiçbir iyiliğin kaynağını aramamakta, saf iyiliğe ulaşmak için hiçbir çaba sarfetmemekte, kötüye niye rıza göstermeleri gerektiğine dair bizi tatmin edecek bir tek delil sunamamaktadırlar. Bunlar sanki halklar illaki kötüye mahkumlarmış gibi bir izlenim oluşturmakta bunu oluşturabilmek için de daha kötüyü gündeme getirmektedirler. Akıllarına asla hiçbir kötüye razı olmama seçeneği gelmemekte, bu yüzden boyun eğme baş kaldırmadan daha ‘iyi’ görünmektedir. Böylece ‘çalan’ ama ‘çalışan’ların varlıklarına ‘şükür’ bilinci zillet olarak damarlarında gezmektedir.
Peki bu kadar tahrife uğramış olan hüsn-ü zan ve su-i zan nedir? İslam bu kavramlarla neyi amaçlamaktadır. Bu kavramların muhatapları kimlerdir? Herkese hüsn-ü zan gerekmekte midir? Veya su-i zan hakikaten o kadar kötü müdür? Gelin hep beraber bu sorulara cevap arayalım ve bu terimlerin literatürdeki karşılıklarına bakarak açıklamaya ve bu terimleri bayraklaştıranların dertlerini deşifre etmeye devam edelim.
Malumunuzdur ki hüsn-ü zan genellikle birileri veya bir olay hakkında içeriğini tam olarak bilmeksek bile iyi ve olumlu düşünme, su-i zan ise bunun tersi olarak kötü ve negatif düşünmedir. Hüsn-ü zannı genel geçer tek kural olarak dayatanlar genellikle ‘Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.'(Hucurat 12) ayetini delil getirirler ve başkaları hakkında kötü düşünmenin haram olduğunu vurgulayarak bizlerin siyasi eleştirilerimizi eleştirirler. Dedikleri hem doğru hem yanlıştır. Zira ayette bile ‘zannın bir kısmı günahtır’ ve ‘çoğundan’ kaçının ibareleri mevcutken tüm ‘zan’ları hele bir de delile dayanıyorlarsa red etmenin bu ayetle ilgisi yoktur olamaz da. Ama diyelim ki doğru söylüyorlar ve bu ayet vb. ayetler de bütün ‘zan’lardan kaçınmamız emrediliyor, peki ayet kimler hakkında zandan kaçınmamızı emrediyor? Kimlerin kusurunu araştırmamızı yasaklıyor?
Açıkça ortadadır ki yukarıdaki ayet ve Kur’an’daki zan ile ilgili ayetlerin tümünün muhatabı mümin kardeşlerimizdir ve bir müminin başka bir mümin hakkında bilgiye sahip olmadan fikir yürütmesi haramdır, onun açığını araştırması yasaklanmıştır. Ama ne bu ayet ve ne de diğer ayetler zulmedenler hakkında nazil olmamıştır. Yani zulmedenler hakkında konuşmamızı onları eleştirmemizi ve yaptıklarını ve hatta yapabileceklerini ifşa etmemizi engellememektedirler. Ne ayetler ne de hadisler bizleri zalimlere karşı hoşgörüye çağırmamakta onlardaki ‘iyiliği’ görmeye davet etmemektedirler. Tahrif edilmemiş hiçbir İslami kaynakta herhangi bir zalime hüsn-ü zan edilmesi gerektiğine dair tek bir ibare yoktur zaten olamaz da. Aksine zalimleri teşhis edebilmemiz için onların tanımlaması yapılmış, münafıkların icraatleri ve tıynetleri hakkında kapsamlı bilgiler verilmiş ve onlardan uzak durmamız onlarla savaşmamız emredilmiştir. Hatta ‘bir mümin aynı delikten iki kez ısırılmaz’ diyen Resulullah s.a.a., daha ısırılmadan önce aynı delikteki yılan hakkında tedbirli olmayı ve su-i zan da bulunup ‘elimi oraya sokarsam yine beni ısırır’ bilincine ulaşmayı imanın nişanesi saymıştır. Allah c.c. geçmiş zalimlerden ve batıl ehlinden bahsederken zamanımızın zalimlerini ve münafık idarecilerini tanımamız için bahsetmiş ve tedbirli olmayı yani onlara karşı su-i zan da bulunmayı bize farz kılmıştır. ‘Onlara meyletmeyi'(Hud 113) dahi ateşin dokunması için yeterli sebep olarak gösteren Allah (c.c.) bu tiplere karşı su-i zannı değil de hüsn-ü zannı emretmiş olabilir mi?
O halde şunu tam olarak idrak etmek gerekir ki hüsn-ü zan toplumsal yaşantımız içinde muhatap olduğumuz kardeşlerimiz için gereklidir ve onlar hakkında mümkün mertebe olumlu düşünmek durumundayız ki ümmet olarak var olan bağımız güçlensin ve şeytan, kurşunla kenetlenmiş bir bina gibi kurduğumuz safımıza sızamasın. Ve zalimler ayrılığımızın ve düşmanlığımızın bağında yetişen meyvelerden beslenemesinler. Bu yüzden müslüman kardeşlerimize özellikle bireysel ilişkilerimizde su-i zan, İslam’ın onaylamadığı bir durumdur. Ama, toplumu ilgilendiren herhangi bir meselede ve yaptığı ve yapacağı fecaatleri toplumu ve toplumun imanını etkileyecek olanlara karşı hüsn-ü zan haramdır. Onlara karşı yüreğimizde taşıyacağımız tek his su-i zan olmalıdır ki bir kez daha tuzaklarına düşmeyelim. Bunun dışında bizi yönlendirip bireysel ilişkilerdeki kuralı toplumsal ilişkilerdeki kurala atfetmeye çalışarak bugünün münafıklarını ve zalimlerini ‘ak’lama ve paklamaya çalışanların kendileri de su-i zannımızın muhatabıdır ki bu bizi onlara karşı teyakkuzda tutmakta ve böylece sapmamızı engellemektedir. Nasıl ki geçmişi sürekli tecavüzlerle dolu olan birinin, küçük bir kız çocuğunun başını okşadığını gördüğümüzde ‘ıslah olmuştur nasıl olsa’ diyerek hüsn-ü zan da bulunmayıp hemen tedbir alacaksak, tarihi zulüm ve nifak ile dolu olanların, siyonizmin emirleri ile hareket edenlerin ve müslümanların kanına her coğrafyada girenlerin gülümseyen yüzlerine de aldanmayacağız.
Velhasıl devir vahdet devridir. Devir mümin kardeşlerimize el uzatma ve ümmet arasında hüsn-ü zan devridir. Ama devir aynı zamanda ümmetin gücünü zalimlere peşkeş çekmeye çalışanlara karşı da su-i zan devridir. Uyanık olma ve tedbir alma devridir. Bizden görünseler de bizim gibi yaşamayan, bizim dilimizi konuşsalar da başkaları ile anlaşan, bizim topraklarımızda dolaşsalar da başka topraklara vefa borcu olanlara karşı hüsn-ü zan zillet, su-i zan ise izzet demektir.