Allah’ın adıyla
İslam ümmetinin gerek tarih sürecinde ve gerekse çağdaş zamanlarda duçar olduğu en büyük iç musibet, künhü taassup ve cehaletten oluşan, akılları dumura uğratıp ruhları canavarlaştıran mezhepçilik fitnesidir. İslam tarihine kısa bir göz atanlar göreceklerdir ki, ümmetin mezhep fitnesine verdiği kurbanlar ve ödediği bedeller, Haçlı Seferleri ve Moğol İstilasına karşı verilenlerle yarışır durumdadır.
Oysa İslam dünyasının hem iç sorunlarının halli ve hem de küresel müstekbirlerin tasallutundan kurtulabilmek için yegane çıkış yolu “vahdet”tir. Etnik ve mezhebi ayrışmalar zahirde ve batında sadece “şeytan”ı memnun etmektedir. Zira tefrika şeytandan, vahdet ise Rahman’dandır.
Bu noktada her Müslümanın öncelikli görevi vahdeti tesis etmek ve korumaktır. Vahdete aykırı duruş serdetmek ve hele de mezhepçilik elbisesini kuşanmak, düşmanın (emperyalizm ve siyonizm’in) kılıcını keskinleştirmektir. Bu noktada İslam İnkılabı Rehberi Seyyid Ali Hamaney’in sözünü hatırlamamak mümkün değil. O şöyle buyurmuşlardı: “Vahdeti kim bozarsa haindir! İslam’a ve Müslümanlara ihanet etmiş olur. Kim olursa olsun. Şii de olsa Sünni de olsa sonuç aynıdır…”
Hiç kuşkusuz akıl sahipleri açısından bu söylediklerimiz itiraz götürmeyecek gerçeklerdir. Ama maalesef son yıllarda ülkemizde “mezhepçilik” bazı eller tarafından sürekli kaşınıyor. Üzülerek ifade etmeliyiz ki, Türkiye’de sürekli artan bir trendde siyasi çevrelerden dinsel yapılara, akademik dünyadan medyaya kadar çok geniş bir yelpazede etkin ve yetkin şahsiyetler, cemaat ve kanat önderleri, gazeteciler, akademisyenler mezhepçi bir dil kullanıyorlar. Sanki bazı kirli eller, yedi başlı canavarı uyandırarak kazanımlar elde edebilecekleri hülyasındalar.
Bu noktada şu soruya cevap aramak gerekiyor: “Mezhepçilik fitnesini kim, niçin körüklüyor?”
Mezhepçiliğin körüklenmesinin her çevre için farklı sebepleri olduğunu düşünüyorum. Ancak önce bir genel tespit yapmalıyız. Zira bu genel tespit irdeleyeceğimiz özel sebepleri de anlamamızı kolaylaştıracaktır kanaatimce.
İki binli yılların hemen başında “iktidar, imkan ve makam”la tanışan Türkiye İslamcılığının sağlam ve derin bir “ilmi, irfani, ahlaki, kültürel, siyasi” zeminde oturmadığı kısa zamanda faş oldu. Zira İslamcılık, “iktidar, imkan ve makam”a yön ve şekil veremedi. Bilakis “iktidar, imkan ve makam” İslamcılığa yön ve şekil verdi. Bu tespitin sağlamasını yapmak için Türkiye İslamcılığının son on yıllık savrulma macerasına göz atmak yeterli olacaktır.
Sığ ve yüzeysel fikri yapı, ritüellerin kutsanmasından oluşan din algısı kısa zamanda Türkiye İslamcılığını “Yeni Osmanlı” olarak ifadelendirilen “ben” merkezciliği açığa çıkardı. “Ben” demek “hak” demekti. Böylece doğal olarak “benim ulusum kutsaldır ve benim mezhebim hakkın kendisidir” algısı taraflara kendiliğinden aşılanmış oldu ki, bu birinci aşama idi. İkinci aşama da ise; “Benim gibi olmayan bana karşıdır. Bu kutsal projenin düşmanıdır ya da karşıtıdır” algısı yaygınlaştı.
İç gelişmelere paralel yürüyen başka bir gerçeklik daha vardı. Suriye Vekalet Savaşı, Irak olayları, Yemen iç savaşı ve Bahreyn direnişi başta olmak üzere Ortadoğu’da örtülü ve seyreltilmiş olarak devam eden dünya savaşında konum olarak Türkiye’nin “Atlantik (ABD – AB ve dolaylı olarak İsrail) Cephesi”ni seçmiş olması ve kağıt üzerinde çok kazançlı gözüken hayallerin sahada karşılık bulamaması, olup biteni izah etme ve yapılanları meşrulaştırma için kamuoyunu domine edecek bir argüman bulunmasını gerektiriyordu…
Bu genel tespitlerden sonra şimdi “mezhepçilik fitnesi”nin körüklenmesinin özel sebeplerine geçebiliriz.
1- Dinsel yapı ve kurumların ilmi, fikri, irfani, felsefi yetersizliklerini bastırma çabası. Kitle iletişim araçlarının hiç olmadığı kadar hızlanıp yaygınlaşması “Ehl-i Beyt” kaynaklı bilgileri tarihte hiç olmadığı kadar açığa çıkarıp tartışılır hale getirdi. Bu zamana kadar bir tür “mektep içi tartışma” şeklinde yürüyen etkileşim bir anda “mektepler arası etkileşim”e dönüştü.
Ehl-i Beyt’ten sudur eden bilgi, “dinsel yapı ve kurumlar”ın ne kadar sığ ve yüzeysel olduğunu aşikar etmeye başladı. Bu durumda bu yapıların yapabileceği iki şey vardı; ya bu bilgiler ışığında inanç dünyalarını yeniden gözden geçireceklerdi ya da kendi mevcut konum ve pozisyonlarını korumak için taassup yoluna sapacaklardı. Maalesef kahir ekseriyetle ikincisi tercih edildi. Sığ ve yüzeyselliği gidermek yerine “mezhepçilik” yapılarak hâlihazırı korumak yolu seçildi.
2- İslamcı çevrelerin Amerikancı ve NATO’cu duruşlarını gizleme çabası. Türkiye İslamcıları, küçük istisnalar dışında ”İslam’ın talepleri ve kendi eski söylemleri”ni yok sayarak gerek bölgesel ve gerekse küresel meselelerde bir zamanlar “Büyük Şeytan” olarak tanımladıkları Amerika ve yine bir zamanlar “Haçlı Ordusu” olarak adlandırdıkları NATO’nun yanında konumlandılar. Amerika’nın vicdanına sığınmaktan sakınmadılar. Vatan sınırlarını NATO sınırı olarak adlandırmaktan çekinmediler.
Ve onlar bu durumda iken Amerika ve NATO karşısında varoluşsal mücadele veren örnekler de ortada idi…
İşte bu durumu hem kendi vicdanlarına ve yönlendirdikleri taraftarlarına ve hem de coğrafya da etki etmek istedikleri halklara izah etmeleri gerekiyordu. Yapılması gereken yanlışı sorgulamak ve tutturulmuş yanlış yoldan dönmekti. Ancak Türkiye İslamcılığı yanlıştan dönmek yerine bu tarihi günah ve hatalarını örtmek ve yaptıklarını meşrulaştırmak için mezhepçi bir söylemi seçti. Mezhepçi bir söylem ile suçlarını bastırmaya ve bu tarihi günahın sorumluluğunu başkalarına atfetmeye koyuldular.
3- Emperyalizm, (doğal olarak Siyonizm) ve Vahhabizm ile birlikte yürütülen Ortadoğu faaliyetlerini meşrulaştırma çabası. Türkiye İslamcılığının son on yıllık macerasına bir göz atılırsa başta Suriye olmak üzere Irak, Bahreyn, Yemen, Libya ve Lübnan’da emperyalizm (yani Amerika) ile tam bir uyum içerisinde olduğu görülür.
Uzun süre “İslami ve insani kavramlarla süslenmiş” söylem dolayısıyla geniş kitleler bu hakikati göremediler. Ancak bu gerçeklik, süreç ilerledikçe gerek iç kamuoyunda ve gerekse tüm bölge halkları nezdinde belirgin bir hakikate dönüştü.
Bu yanlış yoldan geri dönmek için ele geçen tüm tarihi fırsatlarda olmaz hayaller uğruna heba edildi. Nihayetinde iflas denilebilecek bir noktaya ulaşıldı. Coğrafya da “Suud ve Katar”dan başka dostumuz kalmadı. Bu reel durumun sorumluluğunu üstlenmek ve yeni sorgulamalarla yeni yollar açmak gerekiyorken Türkiye İslamcılığı, bu durumdan kurtulmanın yolu olarak “mezhepçilik” argümanını seçti.
4- Ortadoğu’da ki kan ve gözyaşı deryasının vicdani sorumluluğundan kurtulma çabası. Son yıllarda Ortadoğu bir nevi cehenneme döndü. Tüm coğrafya ele alındığında milyonları bulan can kaybı, on milyonlarca mülteci, harap edilmiş yurtlar, çiğnenmiş kutsallar ve kirletilmiş namuslar… resim bundan ibaret.
Bu resmin sorumluluğu kime ait? Türkiye İslamcılığı bu sorunun sorulmasına bile karşı. En kör vicdanları bile kanatan ve yaralayan bu kan ve gözyaşı deryasının açığa çıkmasında sorumluluklarının olup olmadığını sorgulamaya bile cesaret edemiyorlar. Peşinen suçlu ilan edilmiş! Öteki ülke ve öteki mezhep!
….
Peki, bu hastalığın bir panzehri var mı? Bu sıkışmışlık ve tükenmişlikten bir çıkış yolu var mı?
Evet, mutlak ve yegane bir çözüm yolu var: “Vahdet”! İslam dünyasının tüm dertlerinin dermanı “vahdet”tedir. Vahdet, insanların kendi mezheplerinden vazgeçmesi ya da ihdas edilecek yeni bir mezhepte buluşulması değildir. Vahdet, herkesin kendi mezhebi inanç ve fıkhını yaşarken İslam’ın ve ümmetin ortak sorunları karşısında ortak yaklaşım ve sorumluluk kuşanmasıdır.
Ortak düşmana karşı ortak duruş! Ortak düşman bellidir: Emperyalizm, Siyonizm! O zaman vahdetin anlamı şudur: “ Emperyalizm ve Siyonizm ile iş tutmak İslam’a ve ümmete ihanettir! Emperyalizm ve Siyonizm’e karşı direnmek ise ümmeti ve İslam’ı muhafaza etmektir. Emperyalizm ve Siyonizm’e kaşı yapılan her türden savunu ise İslam’ı ve ümmeti savunmaktır!”
Son sözümüz ise şudur: “Mezhepçilik yedi başlı bir ejderhadır. Musibettir. Fitnedir. N’olur onu uyandırmayın! Herkes sorumluluğunu kuşanmalıdır. Her türden cemaat, ulus ve mezhep çıkarı, İslam’ın ve ümmetin maslahatı karşısında bir hiç hükmündedir. Ümmet, pratik bir gerçekliktir. Ve bizim ümmete karşı yaklaşım ve sorumluluğumuz da pratik ve somut olmalıdır…”
Muntazar Musavi / Rasthaber