Kenan Çamurcu Orta Dünya’da Gündönümü

Rate this item
(0 votes)

 

Birinci büyük savaşın emperyalizmi sırasında adına “Orta Doğu” denilerek paramparça edilen Orta Dünya, ikinci dünya savaşı, soğuk savaş, yeşil kuşak vs. aşamalarında açık hesabı kapatmaya uğraşırken 1979'daki İran İslam devrimi her şeyi altüst etti. İslam devrimi, soğuk savaşı bitirecek zincirleme reaksiyonu başlattığı gibi, Amerikan hegemonisinin taşıyıcı kolonlarını çatlatarak tapulu arazimize kondurulmuş eski binanın ayakta durmasını da imkânsızlaştırdı.

 

Saddam'ın İslam devrimini yok etmek için tutuşturduğu 1980-89 savaşı, Amerikan hegemonisinin kendini korumayı amaçlayan 1991 savaşı, 2001 Afganistan ve 2003 Irak işgalleri, Lübnan'ı ele geçirmeyi amaçlayan 2005 Sedir Devrimi, İsrail'in hezimetiyle sonuçlanan 33 gün savaşı (2006), Suriye'nin çökertilmesini hedefleyen 2011 saldırısı vs. hepsi, sömürgecilerin “Orta Doğu” adını vererek kurdukları bölgesel Anglo-Frank rejimi İslam devriminin yarattığı sarsıntıdan koruma operasyonlarıydı.

 

Yeni sömürgeciliğin ülkeleri (onlara “mihver devletler” diyelim) sıraladığımız kronolojinin kesintisiz emelini sürdürerek 2011'de Suriye'ye saldırdı. O nedenle Suriye meselesi zalim-mazlum diyalektiğine oturtularak anlaşılamayacak bir kriz bölgesidir. Çünkü ellerinde gelişmiş ve ağır silahlarla Suriye ordusuna saldıran, bir yıl bile dolmadan 5 bine yakın sivil, asker ve polis öldüren, NATO kampanyalarının ve medyatik yalanların tam desteğini almış bir mazlumluk tarihte pek rastlanılır türden değildir.

 

Mihver devletlerin 2011 Mart'ında başlattığı Suriye hamlesi boyunca Türkiye'nin neden bu denli görünür olduğunu çokça tartıştık. Ankara'nın Suriye'de bir hükümet darbesi için adeta seferberlik ilan etmesinin sebebini çözemedik. Silahlı isyancılara verilen her türlü lojistik dahil, bir dizi gayri meşru yolla Suriye'ye yönelik örtük savaş yürütülmesinin neden Türkiye'nin boynuna kalmış veya bırakılmış bir yük olduğunu yetkililerin açıklamasını bekledik.

 

Sorduğumuz soruların cevabını hiçbir zaman alamadık. Bununla da kalınmadı, Türkiye-Suriye geriliminin tırmanması için elden gelen hiçbir tahrik esirgenmedi.

 

Bugünlerde Türk savaş uçağının, yüksek gerilim zamanlarında tehdit ve tehlike algılamaya hayli müsait bir davranışla Suriye hava sahasına girmesi sonucu Suriyelilerin aşırı tepkisine yol açarak düşürülmesi kriziyle yüz yüzeyiz.

 

Suriye krizi bugünlerde Suriye karasularını veya hava sahasını ihlal eden şüpheli misyonuyla bir TSK jetinin Suriye güvenlik güçleri tarafından düşürülmesiyle gündemdedir. Başbakan bir yıldır yaptığı gibi yine tehditler savuruyor. Medyadaki sivil generaller ise savaşı çoktan başlattı. Tankları yürütüyor, uçakları uçuruyor, piyadeleri Suriye sınırının şurasından burasından ülkeye sokuyorlar. Şam'a varıp Esad hükümetini deviriyor ve yaptıkları darbe sonrasında İstanbul'da bekleyen kukla hükümete yönetimi devrediyorlar.

 

Manzara kuşkusuz komiktir, ama trajik komik!

 

Uçağımızın Suriye tarafından düşürülmesi bir yıldır İsrail nam-ı hesabına Türkiye-Suriye savaşı için çaba gösteren Likudnik muhitleri nasıl da sevindirmiş gözüküyor. 1998'de, 28 Şubat koşullarında ve İsrail'in derin nüfuzu altında Türkiye ve Suriye'yi yine bu şekilde savaşın eşiğine getirmişlerdi. Muhafazakâr çevreler 1998'deki girişimi bir çırpıda “İsrail'e çalışan Ergenekon”a bağlamışken bugün bizzat kendileri aynı girişimi örgütlüyor, taşıyıcısı oluyor ve doğal sonuçlarına vardırmaya çalışıyor. Fakat ilginç olan, 1998'deki Likudnik koronun muhafazakâr iktidar zamanında da yine işbaşında olması ve bir kez daha İsrail'e hayat öpücüğü sayılacak Türkiye-Suriye savaşı için tahriklerine devam etmesidir. 1998'deki denemeyi bir çırpıda Ergenekon'a bağlayan ve İsrail'in çıkarına olduğunu kolayca söyleyiveren muhafazakârların, kendi iktidarları döneminde yaşanan gerilimi meşru görebilmesi, ancak yaşanan zihinsel dönüşüm, başkalaşma, yabancılaşma, çürüme ve yozlaşma ile izah edilebilir.

 

Suriye'nin Türk savaş uçağını düşürmesi olayı normal koşullarda hızlı bir özür ve tazminat ile telafi edilebilecek bir sorunken başını ABD'nin çektiği Mihver devletlerin yarattığı bugünkü şartlarda neredeyse Türkiye'nin tetikçi olarak kullanılabileceği savaş ihtimaline yol açmış gözüküyor. Ankara, gayri meşru ilan ettiği ve darbeyle devirmeye çalıştığı Suriye hükümeti ile bütün temasını kesmiş durumda Suriye ile yaşanan krizi yönetmeye çalışıyor.

 

Suriye hükümetine “meşruiyetin bitti” diye haykırdıktan sonra “Suriye tarafıyla koordineli çalışma”dan söz edilmesi nasıl da acıklıdır!

 

Düşürülen uçağın misyonuyla ve yaşananlarla ilgili onlarca çelişki ve cevapsız soru var. Uçağın neden tam da Suriye sınırının dibinde radar testi yaptığı, neden denizden karaya doğru alçak irtifa ve yüksek hızda dalış halinde olduğu, neden ikinci uçak vurulmadığı halde onun vurulduğu gibi onlarca soru.

 

Ankara dilediği kadar uçağın misyonunu normal ve standart protokollerin uygulandığı bir test uçuşu olarak göstermeye çalışsın ve hedefin Suriye olmadığını söylesin sormadan edemiyoruz: Doğu Akdeniz'de Türkiye'nin ulusal güvenliğini ilgilendiren dramatik gelişme neydi ki bu çalışma zaman zaman Suriye hava sahasının içine girilerek yürütülüyordu?

 

Hükümet ısrarla uçağın silahsız olduğunu söylüyor ama zaten Suriye tarafı hiçbir açıklamasında uçağın silahlı olup olmadığından bahsetmedi. Şam, bir yıldır devam eden asimetrik savaş koşullarında casusluk faaliyetlerinin de tehdit olarak algılandığını açıkladı. Ankara, uçağımızın casusluk faaliyeti yapıp yapmadığı konusuna girmedi bile!

 

Erdoğan hükümeti krizi yönetme kabilinden beyanları sırasında havsalaya sığmaz senaryoları dolaşıma sokmaya çalışıyor: Uçak uluslararası sularda uçuyormuş, füze ile vurulunca 5 mil (veya daha fazla) sürüklenerek Suriye karasularına düşmüş! İktidara ilişik bazı yorumculara göre ise uçağımız üstelik Suriye hava sahasından çıkarken “kalleşçe” arkadan vurulmuş. Yani saatte asgari 1500 km hız yapan uçak o hızla Suriye hava sahasından uzaklaşırken vurulmuş ve vurulduktan sonra tam aksi istikamette 5 mil geriye sürüklenerek Suriye karasularına düşmüş! Bu ve buna benzer acayip senaryoları ortaya atan Ankara, üyesi olduğu NATO'yu toplantıya çağırdığında Suriye'ye karşılık verilmesi yönünde karar çıkarttıramadı. Bu bir yana, NY Times, bazı NATO üyelerinin Türkiye uçağının misyonundan kuşkulu olduklarına dair bir değerlendirme yayınladı. Zaten Ankara'nın da “uçağın düşürülmesinin Esad'ın gidişini hızlandıracağı” yönündeki açıklamaları, meselenin uçağın düşürülmesinden ibaret bir hukuki sorun olarak görülmediğini kanıtlıyor.

 

Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun üç gün sonra hükümetin tutumunu açıklamak üzere TRT'ye verdiği söyleşide yaptığı açıklamalar ise Ankara'nın gerçek niyetiyle ilgili tereddütlerin artmasından başka bir işe yaramadı. Davutoğlu bu söyleşide pilotların Suriye hava sahasını yanlışlıkla ihlal ettiğini ve uyarıldıktan sonra oradan uzaklaştığını söyledikten sonra uçağın Suriye karasularına düştüğünü kabul etti. Uçağımızın uyarılmadan vurulduğunu da söyledi, uyarıldığı için Suriye hava sahasından çıktığını da. Fakat Davutoğlu, Suriye'de bir yıldır hükümet devirmeye çalışan her türlü silahlı unsurun ve terörist grupların Türkiye'de barındığı ve buradan Suriye topraklarına girip eylem yaptıklarından, uçak krizinin bu koşullarda yaşandığından hiç bahsetmedi. Uçak düşürme olayının gerçekleştiği şartlara hiç değinmeyen Dışişleri Bakanı, hava sahası ihlalini Suriye ile benzer hiçbir durumun yaşanmadığı Yunanistan'la kıyaslayıp durdu. Oysa her sağlıklı insanın aklına bazı sorular gelebilir: Karşılıklı hava sahası ihlalleri yaşansa da Türkiye Yunanistan'da hükümet devirmeye çalışıyor mu? Yunanistan hükümetinin devrilmesi halinde yerini alacak yeni hükümet, emrindeki silahlı unsurlarla ve terörist eylemlere liderlik ederek İstanbul'da faaliyet gösteriyor mu? Yunanistan örneğiyle Suriye örneği birbirine zerre kadar benziyor mu?

 

Mesele Suriye'nin uçak düşürme eylemini meşrulaştırmak kuşkusuz olamaz. Ama Ankara'nın kökten yanlış politikalarının yol açtığı durumu tespit etmek zorundayız. Suriye'den özür ve tazminat alabilmenin yolu, Ankara'nın terör faaliyetlerine lojistik verme dahil her türlü gayri meşru yolu kullanarak Suriye hükümetini devirme çabasını bırakmasından geçmiyor mu?

 

Suriye krizinin gösterdiği çıplak gerçek şudur ki, büyük güçler arasında Türkiye yüksek pazarlıkların sürdüğü çok taraflı bir meselede asla kendi başına herhangi bir şey yapabilecek durumda değildir. Bir tarafta Mihver devletler, birinci ve ikinci dünya savaşlarında kurdukları Anglo-Frank bölgesel rejimin devamı için uğraş veriyor. Bölgesel rejimin kendi menfaatlerini azami gerçekleştirebilecekleri yeni biçimine evrilmesi için ardarda girişimlerde bulunuyor. Lübnan'a (Hizbullah'a) ve Filistin'e saldırıyor, İran'a baskı ve yaptırımlar uyguluyor, Irak'ı terörle ve Kürdistan'ı koparıp bağımsızlaştırma tehdidiyle baskı altında tutuyor. Mihver devletlerin nefes aldırmayan bu savaşına karşı İran, Suriye, Irak ve Lübnan'dan oluşan Direniş hattı da Mihver devletlerine göz açtırmıyor, emellerini icra etmesine fırsat tanımıyor. Uluslararası siyasetin seçenekleri arasında tercihini Direniş hattına destek vermekten yana kullanan Rusya ve Çin de aynı bölgede kendi menfaatleri gereği Mihver devletlerin tüm denemelerine karşı koyuyor. Birinci dünya savaşındaki Mihver devletlerin mirasçısı ABD ve diğer batılı güçler karşısında Rusya, İran, Çin, Suriye, Irak ve Lübnan'dan oluşan Müttefik güçlerin hızla hizalandığını açıkça görebiliyoruz. Bu karşılaşmada Mihver devletler, adına “Orta Doğu” dedikleri düzeni korumaya çalışırken Müttefik güçler bu rejimi yıkıp yeni bir bölgesel rejim kurmak istiyor. Mihver devletler bu karşılaşmanın Irak cephesinde kesin bir yenilgi aldı. 2006'daki 33 günlük savaştan başlayarak Lübnan'da tam bir hezimet yaşadı. İran'a yönelik saldırıların hiçbiri sonuç vermedi ve İran eskisinden çok daha güçlenmiş olarak bölgenin tartışmasız birinci kuvvetine dönüştü. Güncel karşılaşma Suriye cephesinde yaşanıyor ve görünen o ki Mihver devletler burada da askeri yenilgiyi çoktan aldı ve hezimeti telafi edecek müzakereler için el güçlendirmeye çalışıyor.

 

Aslında etrafımızda yaşanan çatışma, gerilim ve savaşlar Anglo-Frank rejimin yıkılması sürecinden başkası değildir ve kelimenin tam anlamıyla bir gündönümü yaşanmaktadır. Türkiye ne yazık ki bu karşılaşmada Mihver devletlerarasında olmayı tercih etmiştir ve sömürgeciliğin kurduğu eski bölgesel rejimi korumaya çalışmaktadır. Bu tam anlamıyla muhafazakârların tragedyasıdır! Yıllarca “batı uygarlığı çöküyor, ne işimiz var içinde” der dururken şimdi çöken uygarlığın içinde onunla beraber batarken acı bir tebessümle bize el sallıyorlar.

 

Uçak düşürme krizinde Ankara eğer hatanın kendisinde olduğunu belirtip özür ve tazminat talep etseydi Suriye tarafı ve Müttefik güçler, Türkiye'nin Suriye'de darbeyle hükümet devirmeye çalışan NATO kampanyasından çıkmak ve Mihver güçlerin emellerinden ayrılmak istediğini anlayacaklardı. Fakat Ankara tam tersine NATO kampanyasını köpürtme ve Mihver güçleri tahrik ederek gerilimi tırmandırma yolunu seçti, ama mevcut hassas denklemde beklentisinin karşılanmayacağını nedense kavrayamadı. Hâlihazırda Ankara, NATO üyesi dostları tarafından Rusya'nın başını çektiği Müttefik güçler karşısında tam anlamıyla yalnız bırakılmış ve kaderine terk edilmiştir. Bu sebeple olsa gerek, Erdoğan'ın partisinde dış ilişkilerden sorumlu başkan yardımcısı olan Ömer Çelik, birinci dünya savaşını başlatan “sırp milliyetçisi”nin işlevini Türkiye-Suriye savaşı için üstlenmeye hevesle soyundu ve akla hayale sığmayacak tahrikamiz, kışkırtıcı, saldırgan ve dengesiz açıklamalarla fiili durum yaratmaya çalıştı. Arap ve İran dünyasında Ömer Çelik'in kışkırtmaları Türkiye-Suriye gerilimini bir üst aşamaya taşıyan beyanlar olarak not edildi.

 

Teröre lojistik sağlama dahil her yolu deneyerek Suriye'de bir yıldır hükümet devirmeye uğraşan Ankara, uçak düşürme krizinde içine düştüğü yalnızlığın farkındadır ve “savaşa kışkırtan emeller”e dikkat çekerek pes ettiğini gizlemeye çalışmaktadır. “Bizimkinden farklı bilgi varsa dinlemeye hazırız, hukuk neyse uyarız” tavrı muhafazakar iktidarın mecburen geri adım attığını gösteriyor. Erdoğan'ın destek almak umuduyla Putin'le yaptığı telefon görüşmesinden “olayın aydınlatılması” mesajı çıkması da “araştırma komisyonuna gerek yok, özür bekliyoruz” diyen Ankara'yı hayal kırıklığına uğratmış olmalıdır.

 

Ankara'nın, bölgesel statükonun devamı için mücadele eden Mihver devletlerin arasında yer alma stratejisinden elde ettiği tek şey bölgesine yabancılaşması, komşularıyla düşman olması, yalnızlaşması ve içine kapanmasıdır. Türkiye'nin bu haline “İsrailifikasyon”, yani “İsrailleşme” adını vermek mümkündür. Muhafazakâr iktidar yalnızlaşıp içine kapandıkça Türkiye'yi kapalı bir rejime sürüklüyor. Suriye krizinde hükümetin politikalarını eleştirenlere Başbakan'ın “vatan haini” ithamıyla hücum etmesi ancak bir kapalı rejimde mümkün olabilir. Öyle anlaşılıyor ki hükümet tek tipleştirmeyi başaramadığı, eleştirel aklı kullanmaktan vazgeçiremediği, devlet aygıtına iliştiremediği, NATO kampanyasına katılmaya ikna edemediği ve Mihver devletlerin emellerine itirazını önleyemediği sosyo-politik kesimlere yönelik psikolojik katliama hazırlanıyor.

 

Suriye krizi vesilesiyle zaten yeterince aşikâr olan gerçek şudur ki Türkiye'nin temel bir sorunu vardır: Mevcut dışpolitika mimarisi ve onun kurucusu (Davutoğlu)!

 

Davutoğlu ve onun Amerika'daki neoconların muadili kadrosu, Türkiye'nin en ciddi sorunudur ve bu heyetin Amerika'daki versiyonu Amerika'ya ne yaptıysa bunlar da Türkiye'ye aynı şeyi yapmaktadırlar. Türkiye'nin “kemençe Diplomasisi”nin, her parmak işaretinde yerinden fırlayıp şer işlerde öncülük yapma anlamına geldiği birçok örnekle kanıtlandı. Bu sürdürülebilir bir tercih değildir ve Türkiye acilen, Mihver devletlerin askeri ve siyasi desteğinde bölgesel hegemoni kurma çılgınlığından vazgeçip iç siyasette de, dış siyasette de barış yöntemine dönmelidir.

Read 1617 times