Sandalyeye oturduğunda 20 yıldır basına röportaj vermediğini söyledi. Kabaca bir hesaplamayla kendisine Kudüs Ordusu komutanlığının tevdi edilmesinden bu yana… Fakat söyleşinin konusu bu kez Hacı Kasım'ın bize olumlu yanıt vermesine neden oluyor: 33 Gün Savaşı. Konu Hacı Rıdvan'a gelince yavaş yavaş sesinin rengi değişiyor ve “Bugün ülkemizde ‘serdar' ve ‘emir' kelimeleri örfen kullanılır oldu fakat Şehid İmad Muğniye gerçek anlamıyla bir ‘komutan' idi” diyor. Her ne kadar bazı şeylerin söylenme vaktinin henüz gelmediğinden yana endişeli olsak da, Lübnan'da son gününe dek komutasında olduğu 33 Gün Savaşı'nda bizzat tanık oldukları şeylerin öyküsü bu iki saatlik söyleşiyi çok cazip kılıyor:
Konuyu 33 Gün Savaşı'nın gerçekleşmesine yol açan ortam ve şartlarla başlatmak istiyorum. Bu savaş Amerika'nın bölgeye askeri olarak dâhil olmasından, Afganistan ve Irak işgallerinden yaklaşık beş yıl sonra gerçekleşti. Bu esnada Amerika Irak'ta birçok sorunla pençeleşmekteydi ve Amerika'nın Yeni Ortadoğu Projesi'nin uygulanması pek çok problemle yüz yüze gelmişti. Fakat birden oyun sahasının değiştiğini, bu projenin uygulanması için Lübnan'ın seçildiğini ve 33 Gün Savaşı'nın vuku bulduğunu gördük. Bunun sebebi neydi?
Bismillahirrahmanirrahim. Şehidlerin Serveri Hüseyin b. Ali'nin (a.s.) şehadet günlerindeyiz, hepinize tesliyetlerimi arz ediyorum. 33 Gün Savaşı'nın bir dizi gizli etkeni vardı, bunlar savaşın gerçek nedenleriydiler. Bir de o gizli hedefler için bahane olan zahiri sebepler mevcuttu. Elbette bizim Siyonist rejimin hazırlıklarına dair istihbaratımız vardı fakat düşmanın ani bir sürpriz saldırı gerçekleştirmek istediği bilgisine sahip değildik. Savaş başladıktan sonra iki konuyla ilişkili olarak, sürpriz ve hızlı bir savaşla Hizbullah'ı yok etmek istedikleri sonucuna vardık. Fakat savaş biri bölgeyle diğeri de Siyonist rejimle ilgili olan iki önemli hadiseyle alakalı şartlar altında gerçekleşti. Bölgesel bağlamda Amerika 11 Eylül hadisesi nedeniyle bölgemizdeki askeri varlığını aşırı bir şekilde artırmıştı ve bunun benzerine niceliksel olarak neredeyse sadece İkinci Dünya Savaşı'nda tanık olunmuştu. Nitelik olarak ise o dönemde de böylesi söz konusu değildi.
Saddam'ın 1991 yılında Kuveyt'e saldırması ve bunun ardından ABD'nin hamlesi ve Saddam'ın yenilgisinden sonra Amerikan güçleri bölgemize iyice yerleşti. 11 Eylül'den sonraysa, Amerika'nın Afganistan ve Irak'a yaptığı iki ağır saldırı nedeniyle Amerika'nın silahaltındaki güçlerinin yaklaşık %40'ı doğrudan bölgemize girdi. Ardından bu süreç içerisinde yapılan değişiklikler ve intikaller nedeniyle yedek kuvvetlerini ve ulusal muhafızlarını da sahneye çektiler. Yani iç ve dış kuvvetleri olmak üzere Amerikan ordusunun yaklaşık %40'ı bölgemize girmiş oldu. Dolayısıyla sayıca çok büyük bir mevcudiyet kazandılar ve sadece Irak'ta 150 binden fazla askerleri vardı. 30 binden fazla Amerikan askeri de Afganistan'da idi. Bu sayıya Afganistan'daki yaklaşık 15 bin müttefik askeri dâhil değildi.
Kısacası 200 bin kişilik özel eğitim görmüş bir güç bölgemizde, Filistin'in yanında konumlandı. Bu mevcudiyet Siyonist rejim için tabiatıyla bazı fırsatlar doğurmaktaydı, yani Amerika'nın Irak'taki varlığı Suriyelilerin ülkelerindeki hareketlenmelerine engeldi. Suriye devleti için de tehdit sayılıyordu, aynı şekilde İran için de tehdit olarak değerlendiriliyordu. Dolayısıyla 2006 Savaşı'nda (33 Gün Savaşı) Irak coğrafyasına bakarsanız, Irak'ın bağlantı halkası mihver bir ülke, direnişin ana ülkesi olduğunu görürsünüz. Amerika yaklaşık 200 bin kişilik silahlı gücüyle, yüzlerce uçak, helikopter ve dahası binlerce zırhlı ekipman ile önümüzde bir bariyer icat etmiş oldu.
Amerika'nın bölgedeki bu askeri varlığı Siyonist rejime bu durumdan yararlanması ve girişimde bulunması fırsatı veriyordu doğal olarak. Şöyle ki bu azamet İran'ı ve Suriye'yi korkutup durdurmada etkili olacaktı ve bu iki yönetim karşılık veremeyecekti. Siyonist rejim bu tasavvuruna binaen, özellikle de ABD'de iktidarda olan hükümeti, yani ani karar veren aşırılıkçı Bush yönetimini ve Beyaz Saray'a hâkim, Siyonist rejim yanlısı ekibi göz önüne alarak savaş başlatmak için fırsatı uygun görmüştü. Dolayısıyla bu savaşın asıl nedeni, Siyonist rejimin Amerika'nın bölgedeki askeri varlığından, Saddam'ın düşüşünden ve Amerika'nın başlangıçtaki Afganistan zaferinden ve bölgede doğurduğu ağır korkudan yararlanmak istemesidir. Hatta Amerika bölgede ve dünyada kendi politikalarına muhalif siyasi grupların geniş bir bölümünü terörist gruplar olarak tanımlamıştı. Siyonist rejim bu durumdan istifade etmek istiyordu ve bir yıldırım savaşı için en iyi fırsatın doğduğunu düşünüyordu. Zira bu rejim 2000 yılında Hizbullah tarafından mağlup edilmiş, Lübnan'dan geri çekilmiş daha doğrusu firar etmişti. Tekrar Lübnan'a dönmek istiyordu, fakat bu defasında işgali değil de Güney Lübnan'daki demografiyi değiştirmeyi hedefliyordu.
Elbette bu mesele, yani asıl niyetlerinin Lübnan'daki demografik yapıyı tamamen değiştirmek olması, savaş sırasında, aşağı yukarı savaş başlar başlamaz belli olmuştu. Yani Güney Lübnan'daki kuvvetlerin ya da halkın Hizbullah ile mezhebi bir ilişkisi olan bölümünün mülteci olarak Lübnan'dan çıkmasını istiyorlardı. Rejim 1948 yılından sonra Filistinlilere yapılan planın benzeri Güney Lübnan'da da uygulansın, aynı proje Güney Lübnan'daki Şiiler için de gerçekleşsin ve onlar da Filistinlilerin başına geldiği gibi Lübnan, Suriye ve Arap dünyasının diğer noktalarındaki kamp ve çadırlara dağılsınlar istiyordu. Bu proje sonucunda Yasir Arafat bile Lübnan'daki üssünü Tunus'a taşımak zorunda kalmıştı ve gerçekte Siyonist rejim Filistin komutasını mülteci hale getirmişti. Aynı zihniyet Lübnan Şiileri için de geçerliydi. Savaş öncesi şartların açıklanmasından savaşa girdim ki bu konu tamamlansın.
Amerikalılar ve İsraillilerin iki önemli ifadeleri var. Savaşın başlarında Bush çok aptalca cümleler sarf etti ve kendi seviyesiyle münasip olan bu sözleri tekrarlamama gerek yok. Bunun daha terbiyeli biçimini (Condoleezza) Rice söyledi. Güney Lübnan'daki katliamlar ve çığlıklar zirveye ulaştığında ve teknolojik sarhoşluğun nihai noktasındaki bombardımanlar vuku bulduğunda, -öyle ki istedikleri her yeri teknolojik dakiklikle vurup yok ediyorlardı- Kana katliamını hazmettikten sonra Rice bu ifadeyi kullandı. O, uçaklar altındaki çocuk ve bebeklerin, kadınların, günahsız insanların çığlıklarını şu alçakça sözlerle, “Bu Yeni Ortadoğu'nun doğum sancısıdır” benzetmesi yaparak tanımlamıştı. Büyük bir hadisenin doğum çığlıkları… Dolayısıyla bu ifadeler de büyük bir projenin varlığını göstermektedir.
Fakat Siyonist rejimle ilgili başka bir nokta daha vardı. Rejim Filistin'de birkaç geminin eşlik edeceği büyük bir kamp inşasını planlamıştı. Lübnan'dan istediği kadar insanı alıp önce Filistin içinde 30 bin kişilik bir kampa nakledecek ve sonra da insanları ayırmaya başlayacaktı. Sıradan insanları diğer ülkelere yollayacak ve kendilerine göre suçluları ya da Hizbullah ile örgütsel bağları olanları tutuklayacaklardı. Bu yolculuk için bir de gemi ayarlamışlardı. Bu nedenle bu aşamadaki savaş kurunun yanında yaşı da yakan önceki savaşların aksine büyük bir teknolojik dikkatle yürütüldü. Yani onlar tek bir taifeyi hedeflediler, ilk önce Hizbullah'ı hedef almaya çalıştılar ama sonrasında hedeflerini genişleterek Güney'deki demografik değişimi tam olarak gerçekleştirmek için Güney Lübnan'daki tüm Şiilere yöneldiler. Ardından kendileri de bunu hedeflediklerini itiraf ettiler. Yani başta Olmert dedi, sonrasında savunma bakanı ve genelkurmay başkanları “Biz bu savaşı sürpriz bir şekilde başlatmayı hedefliyorduk ve eğer bu beklenmedik bir şekilde gerçekleşseydi Hizbullah'ın ana kadrosu geniş bir hava saldırısı sonucunda ortadan kalkacak ve Hizbullah örgütünün %30'dan fazlalık bölümü ilk aşamada ciddi bir darbe alacaktı” dediler. Sonraki aşamalarda da tamamen yok etme peşindeydiler.
Özetle daha önceden planlanmış bu saldırı geçmişteki savaşların tümünden farklıydı ve izlediği yol Hizbullah gibi bir örgütle savaş yolu değildi. Hedefi Lübnan'daki bir taifeyi söküp atmak ve başka bölgelere sürgün etmekti. Başka bir ifadeyle düşman zaferiyle şu sonucu elde etmek istiyordu: “Hizbullah'tan sonsuza kadar kurtulmak!” Hizbullah'tan kurtulmanın şartı da Lübnan halkının sadece güneyde değil Bekaa ve kuzey Lübnan'da yaşayan önemli bir kısmından kurtulmaktı.
Çok dikkat etmemiz gereken başka bir nokta da Arap ülkelerinin böylesi bir savaşta İsrail'i korumaya eğilim göstermeleri, Hizbullah'ın ve Şiilerin Güney Lübnan'dan sökülmesine razı olmalarıydı. Siyonist rejim en üst düzeyde yani başkanları Olmert ağzıyla bu meseleyi ilan etti ve “Arap ülkeleri bir Arap örgütüyle savaşımızda bizi ilk kez destekledi!” dedi. Elbette Arap ülkeleri derken kastı bunların tamamı değildi, daha çok Fars Körfezi havzasındakiler ve en başta da Âl-i Suud rejimiydi. Elbette doğal olarak Mısır'ı da içeriyordu ama o dönemde bazı istisnalar olduğunu da söyleyebilirdik. Irak idareden yoksundu ve o dönemde ülkenin başında Amerikalı bir asker vardı. Dolayısıyla Irak'ın yönetimi Amerikalıların elindeydi. Suriye'deki yönetim de Hafız Esad'ın vefatı nedeniyle genç bir hükümetti ve yeni işbaşı yapmıştı. Her halükarda ilk kez Arap ülkelerinin çoğu bir Arap örgütü karşısında İsrail'i savunmuştu ve bu Olmert tarafından belirtilen önemli ve ciddi bir gerçeklikti.
Öyleyse 33 Gün Savaşı'nın gizli hedefleri için üç noktayı göz önüne almalıyız: İlkin Amerika'nın Irak'taki varlığı ve hâkimiyeti ve Amerika'nın bölgedeki geniş mevcudiyetinin doğurduğu korkunun oluşturduğu fırsat. İkinci olarak Arap ülkelerinin Hizbullah'ın ortadan kaldırılması ve Güney Lübnan demografisini değiştirmede Siyonist rejimle gizli işbirliğine hazır olmaları. Üçüncü olarak da Siyonist rejimin Hizbullah'tan tam olarak kurtulmak için bu fırsattan yararlanmak istemesi.
Bu savaşın gizli nedenlerini çok iyi analiz ettiniz. Peki savaşın açık nedenleri ve bahaneleri nelerdi?
Hizbullah Lübnan halkına Siyonist rejimin pençesindeki mahpus gençleri ve Lübnanlı esirleri özgürleştirme sözü vermişti. Hizbullah'tan başka da bu sözü yerine getirebilecek hiçbir güç yoktu. Seyyid Nasrallah açıklamalarının birinde geçmişte gerçekleştiği gibi Hizbullah'ın Lübnanlı esirleri kurtarmak için harekete geçeceği sözünü vermişti. Dürzi, Müslüman ya da Hıristiyan esirleri olan tüm Lübnan halkının Hizbullah'tan başka ümidi ve sığınağı yoktu. Bugün de yoktur, yani her hadisede Lübnan milletinin bu vahşi yönetim karşısındaki temel dayanağı Hizbullah'tır. O gün de hem Hizbullah'tan başka bir dayanak bulunmuyordu, Hizbullah'ın da esir değişimi sağlanması için girişimde bulunmaktan başka çaresi yoktu. Zira Siyonist rejim diplomasiden anlamaz. Dili tüm boyutlarıyla şiddet dilidir ve karşısında bu dilden başkasına dikkat etmez. Araplar karşısındaki tavrı da bu şekildeydi. Dolayısıyla Hizbullah vaatlerine ya da Lübnan halkının beklentisine olumlu bir cevap vermek için bundan başka bir şey yapamazdı. Önceki esir değişimlerinde İsrail bazıları çok genç olan asıl esirleri serbest bırakmaya yanaşmamıştı. Bu ergenlerin uzun yıllar boyu cezaevinde kalanları gençlik ve orta yaşlık dönemine varmıştı. Hizbullah aslında ilk değişimlerde dışarı çıkamayan bu kişileri özgürleştirmeyi vadetmişti. İşte Hizbullah Lübnan halkına verdiği bu sözü yerine getirmek için operasyon gerçekleştirdi ve başarılı da oldu.
Şehid İmad Muğniye tarafından komuta edilen özel bir operasyon gerçekleştirildi. Ona ne ad koyayım bilemiyorum! Bugün aramızda yaygın olduğu şekilde “serdar-komutan” mı desem? Bugün ülkemizde “serdar” ve “emir” kelimelerini kullanmak adet oldu, fakat Şehid İmad Muğniye bu kelimenin ötesindeydi. O kelimenin gerçek anlamıyla “komutandı”, savaş sahnesindeki özellikleri Malik Eşter'e en çok benzeyen şahıstı diyebilirim belki de! Ben Emirülmüminin'in (a.s.) Malik'in şehadetinde büründüğü hali, onun şehadetinde de Direniş'te görüyordum. Malik'in şehadetinde İmam Ali'yi (a.s.) olağanüstü bir hüzün ve keder sarmıştı, bir ifadeye göre minberde ağladı ve “Ne Malik'ti! Eğer dağ olsaydı yüce ve büyük bir dağ olurdu, taş olsaydı kırılmaz, sert bir taş olurdu! Bilin ve Allah'a and olsun ki ölümün ey Malik, bir âlemi viran etti ve başka bir âlemi de mutlu kıldı! Ağlayanlar Malik gibi birisine ağlasınlar! Malik gibi bir yardımcı görülür mü artık? Malik gibi birisi var mı? ...” dedi. Emirülmüminin'in (a.s.) “Malik'in benimle durumu benim Resûlullah (s.a.a.) ile olan durumum gibidir!” cümlesi çok önemlidir.
İmad'ın meselesinde de durum aynıydı. İmad'ın Direniş'le ilişkisi arz ettiğim bu özelliklere sahipti. Eğer aramızda yaygın olan bu örfi sohbetleri geçersek Emirülmüminin'in (a.s) Malik için kullandığı cümleyi bizim de İmad için sarf etmemiz gerekir. İmad işte böyle bir şahsiyete sahipti.
İmad, pek çok zorlu sahnenin idaresini uhdesine aldığı gibi bu özel operasyonun sorumluluğunu da üzerine almıştı ve onu çok yakından komuta ediyordu. Operasyonu başarılı oldu, İşgal Edilmiş Filistin toprakları içerisinde Siyonist rejimin askeri bir aracını hedef aldı ve içerideki iki askeri yaralı olarak ele geçirmeyi başardı. Operasyonun öncesiyle işim yok, bu operasyon bir günlük bir operasyon değildi, hazırlık aşaması birkaç ay sürmüş ve Siyonist rejim gözlem altına alınmıştı. Operasyonda Direniş'in Seyyidi Hasan Nasrallah, Lübnan Direnişi'nin başkomutanı sıfatıyla bir dizi önlem de almıştı. Hizbullah'ın cihadî sorumlusu ve bu sahnenin yönetmeni İmad Muğniye (r.a.) bu operasyona hazırlık için bazı çok önemli girişimlerde bulunmuştu. Bunlar bahsimizin konusu olmadığı için şimdi bunu ele almamız zorunlu değil. Fakat bu operasyon gerçekte tek değil dört operasyondu, dört ayrı özel operasyon. Biri operasyonun planlanması, ikincisi saldırının mekân ve zamanının teşhisi, üçüncüsü Siyonist rejimin çok yoğun ve geniş bir bölgeye yayılmış yüksek dikenli tellerini aşarak eylem bölgesine ulaşmaktı. Amaç sadece hedefi vurmak olmadığı için sınırı aşmak ve gidip o taraftan esirleri getirmek de gerekiyordu. Dolayısıyla araçtaki tüm askerlerin öldürülmemesi için tüm görevlerin büyük bir dikkatle yerine getirilmesi zorunluydu. Dördüncü olarak da çok süratli olunmalıydı; çeyrek saat, yarım saat değil birkaç dakikada ve saniyeler içerisinde gerçekleşmeliydi. Düşman gelmeden esirleri güvenli noktaya taşımalıydılar. Genelde düşmanın kara çatışmalarında operasyon noktasına varması birkaç dakika çeker, hava çatışmalarında düşmanın ulaşması çok daha hızlıdır. Bu nedenle operasyondan önce şartlar çok dikkatli bir şekilde incelendi. İmad Muğniye'nin özelliklerinden biri de potansiyellere ve ayrıntılara olan dikkatiydi. Genelde operasyonu yakından bizzat idare ettiği için planlamayı da icrayı da üzerine almıştı ve İmad muvaffak oldu.