Bi iznillah İslâm adına bir devrim yapmışsanız, yani Allah Teâlâ size devlet nimetini bahşetmişse, elbette ki bu lûtfun beraberinde gelen sorumluluklarını da yüklenmek zorundasınız. Hiç kuşkusuz başta İslâm Devrimi Lideri Merhum Humeynî ve diğer mesûller sadece İran coğrafyası ile sınırlı olmayan lokal mükellefiyetlerin dışında, ümmet genelindeki yükümlülüklerine eğilmek durumundaydılar. Bunların en önemlilerinden biri de Filistin meselesiydi. İslâm müntesiplerine bütün yeryüzünde vuku bulan olumsuzlukların bertaraf edilmesine ilişkin sorumluluk yüklemektedir. Filistin ise yüz yıllık ümmetin kanayan yarası.
Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde yedi düvel gâvurun bölgeyi istilâ etme girişimiyle birlikte, bu bölge üzerinde iki etkin güç olan Fransa ve İngiltere
16 Mayıs 1916 tarihinde "Sykes-Picot Anlaşması" adı altında Müslümanların yaşadıkları coğrafyaları taksim etmeye koyulmuşlardı.
Özellikle İngiltere'nin yayılmacı ve saldırgan politikalarıyla
9 Aralık 1917 tarihinde Kudüs ve iki gün içerisinde bütün Filistin toprakları işgal edilmiş oldu. Filistin'in işgalinden kısa süre önce 2 Kasım 1917'de İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour Siyonistlerin lideri Rothschild'e Filistin toprakları üzerinde kendilerine bir yurt edinme imkânı sunacaklarını ilişkin taahhütname (deklarasyon) yayınlamıştı. (Bu deklarasyonla Filistin topraklarının hangi amaçla işgal edileceği de ibraz edilmiş olmaktadır.) "Balfour Deklarasyonu" olarak bilinen bu mektupta Arthur Balfour Siyonistlerin lideri Rothschild'e şu taahhütte bulunmuştu: "Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Museviler için bir millî yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin'deki mevcut Musevi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına ve başka ülkelerde yaşayan Musevilerin sahip oldukları hak ve politik statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır."
Taahhütnamenin ikinci cümlesindeki teminat beklentisine bakar mısınız? Yahudilerin dışındaki diğer unsurların hak ve statüleri güvence altına alınması isteniyor. Bu katil sürüsünün nasıl bir tıynete sahip olduklarını bilmiyor musunuz?
O dönemde bizzat İngilizlerin destek olduğu Haganah, Palmach ve Irgun gibi terör örgütleri Filistinlilere yönelik katliamlarını sürdürüyordu. Bu terör örgütlerinin liderleri daha sonra işgal devletinde cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık yaptılar. Bunlar mı bölge halkına insaflı davranacak? Bunlar mı temel insanî haklara saygılı olacak? Bunun Arapların gözünü boyamak, onları teskin etmek için blöf olarak kullanılan bir cümle olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bakınız, Yahudilerden oluşturduğu bir birliği Çanakkale Harbi'ne katıp pratik savaş eğitimi veren, masum insanları öldürmeyi öğreten İngiltere'nin bizzat kendisidir. Nitekim 1917 yılında Filistin toprakları işgal edilirken İngiltere'nin saflarında savaşan Siyonist Yahudi çeteleriydi. Kısacası İngiltere'nin Filistin topraklarında yaptığı Siyonistler adına vekâlet savaşıydı. Filistin topraklarına Yahudi göçünü organize eden, gemiler tahsis eden yine İngiltere idi. İngilizlerin katkılarıyla
dünyanın her tarafından taşınan Yahudiler bu topraklara yerleştirildi. Sonra ise bu işgal altındaki topraklara göç etmiş Yahudiler için illegal bir devlet kuruldu.
Devlet ilânına sıra geldiğinde İngiltere bu işi taşeron olarak kurdukları Birleşmiş Milletler'e havale etmişti. Beşli çetenin taşeronu olan Birleşmiş Milletler'in gasp edilmiş Filistin toprakları üzerinde Siyonistlere bir devlet vermesinin ilanından (14 Mayıs 1948) beş saat sonra hemen katliamlara giriştiler. Ne acıdır ki kutsal Filistin toprakları üzerinde o gün bugündür adım adım işgal devam etmekte ve sistematik bir şekilde zamana yayılmış bir soykırım uygulanmaktadır. Dehr Yasin katliamı ile başlayan, 67 Savaşı ile süren, Sabra ve Şatilla ile devam eden ve Yom Kippur Savaşı (6 Ekim 1973) ile yenilmezliğini ilân eden ve bu küstahlıkla her Allah'ın günü orantısız güç kullanan (ABD ve Avrupa'ya sırtını dayamış), şirret bir terör şebekesi ile muhatap İslâm ümmetinin sessizliğe bürünmüş zelil bir portresi var karşımızda. 1969 yılında Mescid-i Aksa'nın yakılmasının
hemen akabinde Müslüman ülkelerin bir araya gelerek Filistin sorununun hâlli için kurulan İslâm İşbirliği Teşkilatı'nın pasif tutumu ayrı bir kahır konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Adama sormazlar mı, "Sürekli zulüm ve katliamlara maruz kalan Filistin halkı için bugüne kadar ne yaptınız? Merhum Erbakan Hocamız feveran ederek, "İsrail ancak güçten anlar, gelin bir savunma gücü kuralım, " deyip durdu yıllarca.. "Ama olur mu, ABD müsaade etmez" dediniz. Bakınız, dönemin Siyonist çete başbakanı Golde Meir nasıl bir itirafta bulunuyor: "Mescid-i Aksa'nın yakıldığı gece Müslüman ülkeler birlik olup üzerimize saldıracak korku ve endişesi ile sabaha kadar uyku uyuyamadım. Sabah olduğunda her hangi bir fiilî tepki ile karşılaşmadığımızı görünce içim rahatladı, endişelerimin yersiz olduğunu anladım ve derin bir nefes alarak dedim ki, artık bundan sonra ne yaparsak yapalım Müslüman ülkeler bize saldırmaz."
Bu itiraftan da görüldüğü üzere katil/canavar sürüsünün "dur" diyeni olmadığı için büyük bir pervasızlıkla uzun yıllar beri işgal ve katliamlarla yollarına devam ettiler. Sürekli saldırı, sürekli işgal ve sürekli katliam...
11 Şubat 1979 yılında İslâm Devrimi gerçekleştiğinde ise terör devletinin başbakanı Menahem Begin yerinde bir tespitle, "Artık İsrail için kara günler başlamıştır" ifadesini kullanmıştı. Nitekim öyle de oldu. Devrimin hemen akabinde İmâm Humeynî bizzat talimat vererek silahlı kuvvetlerin bünyesi dışında müstakil bir yapı olarak Kudüs Ordusu'nu kurduruyor. Bu ordu ilk icraatını Lübnan'da konuşlanarak başlatıyor. Öyle ki, Lübnan Suriye'nin asker bulundurduğu, Suriye'nin kontrolünde ve garantörlüğünde bir ülke olması hasebiyle İran Lübnan'da oluşturacağı yapı için Suriye ile gizli bir anlaşma yapıyor. Bu yapının oluşturulması esnasında işgalci İsrail Filistinli grupları bahane ederek alel acele Lübnan'a saldırmıştı. Siyonist çete yoğun hava ve kara bombardımandan sonra tank birlikleriyle ilerleyerek Beyrut'a girmeyi başarmış ve Güney Lübnan topraklarını tamamen işgal etmişti. İran bölgede henüz bir yapı oluşturmadan bu işgal gerçekleşmişti. Ancak İranderhâl Hizbullah'ı tesis edip her türlü ekipman ve mühimmatla donatarak işgalci İsrail'e karşı vekâlet savaşı başlatmış oldu. Bu süreçte İran, Irak savaşında tecrübe edinmiş komutanlarını bölgeye gönderip "eğit-donat" taktiği ile Hizbullah'ı bölgedeki direniş cephesinin yumruğu hâline getirmişti. İşgalci Siyonist İsrail'e karşı sürdürülen bu gerilla savaşı tam 18 yıl sürmüştü. Bu süreçte Hizbullah birçok şehitler vererek, yenilmez denilen ve tarihinde yenilmemiş olan işgalci İsrail, İran ve Suriye dayanışması ile vurucu çelik güç hâline getirilen Hizbullah eli ile ilk defa bir yenilgi tatarak bi iznillah Güney Lübnan topraklarını zillet içerisinde terk etmek zorunda kalmıştı. Kendilerince inandıkları Arz-ı Mevud yolunda ilk defa sekteye uğramışlardı. Sıra Gazze'de idi. Kudüs Ordusu komutanı Şehid Kasım Süleymani'nin bir projesi olan tünel vasıtası ile Filistinli mücahidlere silah ve füze ulaştırılmaya başlanmıştı. (Bunu bizzat Kudüslü komutanlar itiraf ediyor.) Bu yöntemle sapan kullanma devri bitmiş ve işgalcilere karşı silah kullanma devri başlamıştı. İran, Suriye ve Hizbullah'ın katkılarıyla sürdürülen bu silahlı savaş beş yıl sürmüş ve bi iznillah 2005 yılında işgalci Siyonist çete Gazze'den kovulmuştu. İran, Suriye ve Hizbullah vasıtasıyla hezimete uğrayan işgalci İsrail Gazze yenilgisinin intikamını almak ve Gazze'yi besleyen kaynakları kurutmak amacıyla Temmuz 2006'da Lübnan'a saldırdı. 33 gün süren bu savaşta Siyonist çete öylesine bir mukavemetle karşılaştı ki, neye uğradığını şaşırdı ve yine zillet içerisinde geri çekilmek zorunda kaldı.
Şunu da itiraf etmiş olalım ki, bu uzun soluklu süreçte İran sadece Suriye'den lojistik destek alıyordu. Suriye 22 Arap ülkesi içerisinde işgalci Siyonistlerle anlaşmaya yanaşmayan tek ülke idi. Ve yine Suriye 22 Arap ülkesi içerisinde 10 küsur Filistinli silahlı örgüte ev sahipliği yapıyor, onlara ofis açıp her türlü katkıda bulunuyordu. (Bir araştırmacı gazeteci olarak 2009 yılında Suriye'ye yapmış olduğumuz seyahatte bu olaya bizzat "ayni ile vaki" tanıklığımız var.) Suriye'yi iç savaşa sürükleyen emperyalist ülkelerin bir tek talepleri vardı, Filistinli silahlı grupların ofislerinin kapatılıp yurtdışı edilmeleri. Beşşar Esad buna yanaşmayınca IŞİD, El-Kaide ve El-Nusra gibi terör örgütlerini bu ülkeye sokarak korkunç katliamlara girişmiş oldular. Bu şekilde Suriye'yi harabeye çevirdiler. Siyonist çetenin ve emperyalist ülkelerin bir tek hedefleri vardı, İran'ın desteklediği Lübnan ve Suriye eksenindeki direniş cephesini çökertmek. Önce aldatılmış ve Suudîlerin güdümünde olan bir kesim siyasîleri arkalarına alarak Lübnan'dan Suriye askerinin çekilmesini sağlamak için çabaladılar. Onlar zannettiler ki, Suriye ordusu Lübnan'da çekilirse tek başına kalan Hizbullah'la baş edebilecekler. Bu süreçte Suriye askeri Lübnan'dan çekildi çekilmesine ancak Hizbullah'ın konumunda zerre değişiklik olmadı. Hizbullah Lübnan'da en etkin askerî ve siyasî güç olarak temayüz etmiş ve bi iznillah kendisini ispatlamış vaziyette.. Hizbullah'ın Filistin'deki silahlı örgütlerle dayanışma içerisinde olması ve Kudüs Gücü ile kendilerine silah, mühimmat ve ekipman tedarik ve intikalinde oynadığı rol takdire şayan bir durum olmaktadır. Aralarındaki koordinasyon ve dayanışma bi iznillah kendilerini güçlü kılmaktadır.
"Bilin ki Allah, kendi yolunda sağlam örülmüş (kurşunla kaynatılmış), bir duvar gibi kenetlenmiş saflar halinde çarpışanları sever." (Saf:4) Bakınız, lokal bir dayanışma ile Yüce Rabbimiz nasıl başarılar lütfediyor. Ne olurdu da ümmet genelinde böyle bir dayanışma olsaydı. Merhum Erbakan Hocamız yıllarca çırpınıp durdu D-8 kapsamında İslâm Savunma Gücü'nü tesis edelim diye. İran İslâm Cumhuriyeti mesûllerinin devrimin ilk gününden beri dillendirdiği bir konuydu bu.. İran, İslâm devleti olmanın mesuliyeti ile ümmetin ağırdan almasını ve hatta böyle bir talebe yanaşmayışını mazeret olarak görüp beklemedi, hemen ivedilikle Kudüs Ordusu'nu tesis etti ve sahaya sürdü. Bugün Siyonist çetenin Mescid-i Aksa'ya ve Gazze'ye saldırılarına sapan ve taşla değil de füzelerle misilleme yapılıyorsa bu onurlu direniş ve mukavemetin biz ümmet bireylerine sunduğu moral motivasyonu için İran İslâm Cumhuriyeti mesûllerine ve Kudüs Ordusu'nun (başta Şehid Kasım Süleymanî olmak üzere) kahraman komutan ve neferlerine şükran ve minnet borçlu olduğumuzu bilmeliyiz. Vesselâm..