Türkiye İsrail ilişkilerinin öyküsünün anlatıldığı ‘Stratejik İttifak’ kitabının yazarı Alptekin Dursunoğlu ile, Türkiye İsrail ilişkilerinin bugününü konuştuk.
İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği soykırım, tüm dünyada İsrail rejimine yönelik yerleşik anlayışları sarsıyor.
İsrail rejiminin en büyük destekçisi olan ülkelerde on binlerce kişinin katıldığı kitlesel gösteriler yapılıyor.
Başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere Müslüman veya Arap olmayan ülkeler İsrail’le ilişkilerini kesiyor.
Güney Afrika Cumhuriyeti, Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail’in soykırım suçlamasıyla yargılanmasını sağlıyor. Dünyada bütün bunlar olurken Filistin’le tarihsel, dini ve kültürel bağları olan Türkiye ne yapıyor?
Türkiye İsrail ilişkilerinin öyküsünün anlatıldığı ‘Stratejik İttifak’ kitabının yazarı Alptekin Dursunoğlu ile, Türkiye İsrail ilişkilerinin bugününü konuştuk.
***
- ‘Stratejik İttifak’ adlı kitabınız ülkemizde Türkiye İsrail ilişkileri ile ilgili yazılmış ilk kitap. Bu kitap çıktıktan sonra hem İsrail’de hem de Türkiye’de önemli kuruluşlar tarafından referans gösterildi. Örneğin İsrail Bar Ilan Üniversitesi’ne bağlı Begin-Sedat Stratejik Araştırmalar Merkezi (BESA) bu kitabı bibliyografya listesine aldı. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı da referans kaynaklar listesinde bu kitaba yer verdi.
Türk İsrail ilişkilerinin tarihi ve gelişimiyle ilgili böylesine bir kitap yazmış biri olarak Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin son durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinde gerçek anlamda bir devrim yaptı. Aslında bunun Adalet ve Kalkınma Partisi’nin değil, partinin lideri olan Erdoğan’ın devrimi olduğunu söylemek daha doğru. Bu devrim sayesinde de şu an Türkiye İsrail ilişkileri hiçbir dönemde olmadığı kadar güçlü ve istikrarlı durumda.
- Bu nasıl olabilir? Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail’i oldukça sert sözlerle eleştiriyor ve Filistin, yanlısı açıklamalarda bulunuyor. Bazı Arap liderleri bile Hamas’ı terör örgütü olarak nitelerken o buna karşı çıkıyor. Siz sadece iki ülke arasındaki ticaret hacminden dolayı mı ilişkilerin en güçlü döneminde olduğunu iddia ediyorsunuz?
- Elbette hayır. Biraz önce Türkiye-İsrail ilişkileriyle ilgili olarak üç kavramdan söz ettim. Bunlar ‘devrim’, ‘güç’ ve ‘istikrar’. Ben bu üç kavramı rastgele kullanmadım. Türkiye İsrail ilişkilerinin hiçbir dönemde olmadığı kadar güçlü ve istikrarlı olduğunu söylerken bunu ‘Erdoğan’ın devrimi’yle açıkladım. Gösterdiğiniz tepkiden anlıyorum ki öncelikle Türkiye-İsrail ilişkilerinde ‘Erdoğan devrimi’nin ne olduğunu açıklamam gerekiyor.
Erdoğan, Türkiye halkının İsrail’le ilişkilere bakışını değiştirdi. İsrail’le ilişkiler, Türkiye’de her zaman bir mahcubiyet konusuydu. Türkiye’nin 1949’da İsrail’i tanıyan ilk devletlerden biri olması halk açısından bir utançtı. Zira Türkiye, İsrail’e bu rejimi hemen tanıyan Amerika veya Sovyetler Birliği gibi bakamazdı. Filistin toprakları daha 30 yıl öncesine kadar Osmanlıya aitti ve Siyonistlerin yurdunu gasp edip sürgüne yolladığı Filistinliler de Osmanlı vatandaşıydı.
Geniş kitlelerin utancına rağmen İsrail’i tanıyan devlet seçkinleri bu kararı ‘milli çıkarlar’ veya ‘zorunluluklar’ ile izah ettiler. O dönemin iktidar seçkinlerine göre Türkiye Sovyet tehdidi altındaydı ve bundan korunmak için de ‘hür dünya’nın güvenlik şemsiyesi altına girmek gerekiyordu. İsrail’i tanımak, Türkiye’nin NATO’ya giriş bileti olacaktı.
Ancak ‘ulusal çıkar’ veya ‘zorunluluk’ izahları ulusal utancı gidermeye yetmiyordu. Bu yüzden de Türkiye’nin devlet aygıtı, İsrail ilişkilerini çoğu zaman hatta hükümetleri dahi aşan gizlilikler içerisinde sürdürdü. Hükümetler de utançtan veya halk tepkisinden dolayı bu gizliliğe riayet etti.
Erdoğan devrimiyle bu utancı ortadan kaldırdı. Türkiye’de artık dindarlar bile İsrail’le ilişkilerin gerekliliğini savunuyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi’ne kadar İsrail’le ilişkiler konusunda Türkiye’de üç tür tavır söz konusuydu.
Birincisi İsrail’le ilişkilerin gerekliliğine inanan, bunu hiçbir mahcubiyet duymadan açıkça savunan çevrelerin tavrıydı. Bu, Türkiye’de ordunun, dışişleri bürokrasisinin ve büyük sermaye sahiplerinin tavrıydı. İsrail’le ilişkiler bu kesimler açısından Türkiye’nin Batı ile bütünleşmesinin en önemli köprülerinden biriydi. Bunlar çok ilginç bir şekilde İsrail’le ilişkileri Türkiye’de rejimin bekasıyla da ilişkilendirdiler. Onlara göre Atatürk ‘çağdaş uygarlığı’ hedef göstermişti. Çağdaş uygarlığa ulaşmanın yolu Batı ile bütünleşmekti. İsrail, Türkiye’nin Batı ile bütünleşmesine yardım eden bir köprüydü. Batı ile bütünleşmeyi tehdit edenler de komünistler ile İslamcılardı. Komünistler ile İslamcıların Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini en çok eleştiren taraflar olması da tesadüf olamazdı.
Türkiye’de İsrail hedeflerine yönelik en etkili eylemleri Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş gibi solcu eylemciler yapmıştı. En kitlesel karşıtlığı ise Necmeddin Erbakan liderliğindeki ‘Milli Görüş’ hareketi üretmişti. O halde İsrail’le ilişkileri savunmak; aynı zamanda rejimin bekasını savunmak anlamına da geliyordu.
İkincisi…
- İkincisine geçmeden önce şunu soralım: İsrail’le ilişkiler bir dış politika tercihi, siz ise rejimin bekasıyla ilişkilendirerek bunu bir iç politika meselesi gibi sundunuz. İsrail’le ilişkiler, Türkiye’nin iç politikasını ne zaman etkiledi? Bu, biraz afaki olmadı mı?
- Türkiye’de iki askeri muhtıraya gerekçe teşkil eden bir konu nasıl sadece ‘dış politika’ konusu olabilir? Mahir Çayan ve arkadaşlarının İsrail’in Türkiye büyükelçisi Efraim Elrom’u cezalandırması 12 Mart muhtırasının, Başbakan Necmeddin Erbakan’ın İsrail’le ilişkilerin geliştirilmesine direnmesi ise 28 Şubat muhtırasının gerekçesi oldu.
Türkiye’de 2016’da da Rusya büyükelçisi Andery Karlov öldürüldü. Bu cinayet, ülkede bir rejim sorunu olarak değil bir terör sorunu olarak konuşuldu ve kapandı. 12 Mart ve 28 Şubat’tan sonra ise Türkiye iç siyaseti yapısal değişimler geçirdi, başbakanlar düşürüldü. Türkiye’de bir başbakanın herhangi bir ülkenin dışişleri bakanına randevu vermemesi rejim krizine dönüşebilir miydi? Ama merhum Başbakan Erbakan’ın dönemin İsrail dışişleri Bakanı David Levy’ye randevu vermemesi inanılmaz bir krize dönüştürüldü ve Erbakan genelkurmayın baskısıyla David Levy’yi kabul etmek zorunda kaldı.
Genelkurmay, ‘Milli Askeri Stratejik Konsept’ini değiştirdi İsrailli bakana randevu vermeyen Erbakan’ın şahsında ‘irtica’yı birinci ‘bölücülüğü’ ikinci tehdit olarak belirledi. İran ve Suriye’yi de bu iç tehditlerin kaynağı olan dış tehditler olarak seçti. Bu, Türkiye’nin tehdit algısının İsrail’in tehdit algısıyla eşitlenmesi anlamına geliyordu.
- Peki ikincisinde kalmıştık.
- Evet ikincisi hükümetlerin tavrı. Adalet ve Kalkınma Partisi’ne kadar hükümetler İsrail’le ilişkileri mahcup şekilde yürütüyordu. Olabildiğince halka yansıtmamaya çalışıyorlardı. Gerçi Türkiye’de sağcı hükümetler İsrail’le ilişkileri geliştirme konusunda her zaman öncü rol oynadı. Erdoğan’dan sonra Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini en çok geliştiren lideri Adnan Menderes’ti. Ama her halükarda hükümetler İsrail’le ilişkilerini mahcubiyetle ve ordunun baskıları veya ‘ulusal çıkarlar’ klişesiyle izah ediyorlardı.
Üçüncü tavır ise halkın tavrıydı. Hangi ideolojik veya siyasi görüşten olursa olsun Türkiye’de halkın büyük çoğunluğu her zaman Filistin’den yana ve İsrail’e karşı oldu. İsrail’le ilişkilerden de her zaman utanç ve tedirginlik duydu. Çünkü 28 Şubat döneminde çok açık bir şekilde tanık olunduğu gibi İsrail’le ilişkilerin gelişmesi, Türkiye’nin bölgesine yabancılaşması sonucunu doğuruyordu.
- Adalet ve Kalkınma Partisi ne açıdan farklı peki?
- Şu an Gazze’de Uluslararası Adalet Divanı’nın dahi ‘soykırım’ diye nitelediği bir vahşet yaşanıyor. Türkiye, Uluslararası Adalet Divanı’nın İsrail’e karşı soykırım tedbir kararına dayanarak dahi ticareti durdurabilirdi. Ancak bunu yapmıyor. Gazze’de her şey normalmiş gibi İsrail’le normal ticari ilişkilerini sürdürüyor.
Türkiye’de şu an Adalet ve Kalkınma Partisi yerine başka bir parti iktidar olsaydı ya da Erdoğan’dan başka biri cumhurbaşkanı olsaydı Türkiye’nin Gazze’de her şey normalmiş gibi İsrail’le ticaretini normal şekilde sürdürmesi normal karşılanır mıydı? Gazze gündemden düşürülmez, İslamcı STK’lar ise her Cuma eylemler yapardı. İşte bahsini ettiğim Erdoğan devrimi budur.
Erdoğan devrimi sayesinde İsrail’le ilişkiler Türkiye’de özelikle de dindar, muhafazakar kesimde bir utanç olmaktan çıktı. Bursa’da Adalet ve Kalkınma Partisi bakanlarından son derece saygılı ifadelerle İsrail’le ticaretin durdurulmasını isteyen insanlar yaka paça gözaltına alınıyor. İslamcı yazarlar, İsrail’le ticaretin sürdürülmesini ve soykırıma destek verilmesini eleştirenleri ‘İrancı’lıkla suçluyor.
Amerikan halkının İsrail’in suç ortağı olan Amerikan rejiminin yetkililerine karşı gösterdiği tepkilerle bir kıyaslayın. Amerikalı yetkililerin araçlarına kan simgeleyen kırmızı boyalar dökerek yapılan protestoların benzerini Türkiye’de değil bir bakanın iktidar partisinin herhangi bir il başkanının aracına yapmaya kim cesaret edebilir?
Hükümetin Gazze soykırımına rağmen İsrail’e verdiği ekonomik ve ticari destek, dindar veya muhafazakar kesimler tarafından açıkça savunuluyor. Her şeyden önemlisi artık Türkiye’de İslamcılar bundan utanç duymuyor. Dolayısıyla hükümet de ‘zorunluluk’ gibi bir bahaneye bile sığınma gereği duymuyor.
- Bu ticari anlaşmaların önceden yapıldığı ve bu yüzden İsrail’e malların zorunlu olarak gönderildiği söyleniyor.
- Hayır zorunluluk derken bunu kastetmiyorum. Daha önceki hükümetler, İsrail’le ilişkileri genelkurmayın ve devletin seçkin karar vericilerinin baskısıyla açıklardı. Örneğin 28 Şubat sürecinde hükümet ciddi şekilde ordunun baskısı altındaydı. Muhtıranın gerekçelerinden biri Erbakan’ın İsrail’le ilişkiler konusunda genelkurmaya direnmesiydi. Şu an Erdoğan’a baskı yapan veya muhtıra verebilecek bir genelkurmay mı var? Demek ki ticaretin Gazze soykırımına rağmen devam ettirilmesi baskı veya zorunluluktan kaynaklanmıyor. Ticari anlaşmaların önceden yapılmış olmasından bir ‘zorunluluk’ olarak bahsetmek ise ortalama bir akılla dahi alay etmek demek.
Zira bir devlet, sorun yaşadığı bir devlete yaptırım uygularken anlaşmasını daha önce yaptığı ticareti muaf mı tutar? O zaman yaptırımın ne anlamı kalır? Erdoğan hükümeti, 2011’den sonra Suriye’ye yaptırımlar uyguladı. Bu yaptırımlar sebebiyle Suriye ile 2011 öncesindeki muazzam ticari ilişkilerimiz etkilenmedi mi? Suriye ile bir anda kesilen ticaret, İsrail’le neden kesilemiyor?
Türkiye, İsrail’e ekonomik ve ticari yaptırım uygularsa en fazla para kaybeder. İyi de bedelsiz bir yaptırım olur mu? İnsanlar için dahi parayla satılmayacak değerler varken devletlerin bedeli her ne olursa olsun koruması gereken değerleri yok mudur? Ulusal irade, bağımsızlık ve egemenlik gibi kavramlar ekonomik çıkarlar için feda edilebilir mi?
Tabi ki bir ülkeye yaptırım uyguladığınızda bundan maddi olarak siz de etkilenirsiniz. Yaptırım uygulayıp ticareti keserek siz pazar ve para kaybetmiş olursunuz. Yaptırım uyguladığınız taraf ise ordusunu beslediği sebze ve meyveden, Gazze’yi yerle bir eden tankların yapımında kullandığı çelikten, Filistinlileri kuşattığı dikenli tellerden vs. mahrum kalır. Ticareti kesmiyorsanız bu sizin paraya öncelik verdiğinizi gösterir.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara geldiği 2002 yılından bugüne kadar Türkiye’nin İsrail’le olan ticari ilişkilerinde ihracatı ithalatından hep fazla oldu. Yani dış ticaret dengesi hep Türkiye lehine oldu.
Erdoğan hükümetlerinin İsrail’le olan 20 yıllık ticaretine bakalım. Partinin iktidara geldiği 2002 yılında Türkiye’nin İsrail’e ihracatı yaklaşık 900 milyon, ithalatı ise 500 milyon dolardı. Yani Türkiye lehine 400 milyonluk bir ticaret dengesi vardı.
2022’de ise ihracat 6.7 milyar dolar, ithalat ise 2.2 milyar dolar olarak gerçekleşti. Bu rakamlar bize Erdoğan’ın 20 yıllık iktidarında İsrail’le ticaret hacminin astronomik şekilde Türkiye lehine geliştiğini gösteriyor. Bunun anlamı Türkiye’nin İsrail’le zorunluluk ve ihtiyaçlardan dolayı değil, karlı olduğu için ticaret yaptığıdır.
Daha önceki hükümetler döneminde Türkiye İsrail ticaret hacmi birkaç yüz milyondan ibaretti ve bu bile mahcubiyetle ifade edilirdi. Şu an Gazze’de soykırım devam ederken 6 milyar dolarlık ticaret hacmi söz konusu. Partinin dindar ve muhafazakar seçmeni değil mahcubiyet duymak dış ticaret dengesinin yaklaşık 3 kat Türkiye’nin lehine olduğuna dikkat çekerek bundan gurur duyuyor.
- Ancak ticaretin durdurulmaması konusunda şöyle bir savunma da söz konusu: Ticareti devlet yapmıyor, özel şirketler yapıyor. Dolayısıyla devletin bunu durdurması söz konusu olamaz deniyor.
- Erdoğan hükümetlerinin devlete ait hiçbir üretim kuruluşu bırakmadığı ve kar eden stratejik sanayi kuruluşlarını dahi özel şirketlere veya yabancılara sattığı doğrudur. Ancak ticari kuruluşunun olmaması, devletin dış ticareti yönetemeyeceği anlamına gelmez.
Kapitalizmin en vahşi şekilde uygulandığı devlet sektörü diye bir şeyin olmadığı Amerika’da bile özel şirketler devletin yaptırım uyguladığı bir ülkeye satış yapabilir mi? Örneğin İran, yaptırımları delebilmek için çok avantajlı şartlar sunmasına rağmen hiçbir Amerikan petrol şirketi İran’da yatırım yapamıyor. Fransız Total şirketi dahi Trump’un azami yaptırım kararından sonra avantajlı şartlara rağmen İran pazarından çekilmişti.
Amerika sadece kendi şirketlerini değil başka ülkelerin şirketlerini bile yaptırım kararlarına uymaya zorluyor. Türkiye kendi şirketlerini alacağı bir yaptırım kararına uymaya zorlayamaz mı? Türkiye, 2011’den sonra Suriye’ye ekonomik yaptırım uygulamaya başladı. Şu an İsrail’le ticaret yapan hangi firma Suriye ile ticaret yapabilir? Herhangi bir özel şirketin yaptırım kararlarına uymasını sağlayamayan bir devletin egemenliği mi kalır?
Türkiye egemen bir devlettir ve hiçbir özel şirket, devletin istemediği hiçbir yerle ticaret yapamaz. “Türkiye, İsrail’le ticaretini durduramaz; çünkü bu ticareti özel şirketler yapıyor” diyenlere şunu sorun: Peki İsrail’le ticaret yapan Müsiad’a ve Tüsiad’a bağlı bu özel şirketler örneğin Fırat’ın doğusundaki PYD yönetimi ile de böyle özgür bir şekilde ticaret yapabilir mi? Türkiye, terörist olarak tanımladığı PYD ile özel şirketlerin ticaret yapmasını yasaklayabiliyorken Erdoğan’ın ‘devlet terörü’ uygulamakla suçladığı İsrail’e neden ticaret yasağı koyamasın? İsrail’le en fazla ticaret yapan şirketlerin hükümete en yakın şirketler olması ayrıca dikkat çekici.
- Hükümet, İsrail’i destekleyen uluslararası firmaların boykot edilmesi yönünde halka çağrı yapıyor.
- Peki hükümetin halka boykot çağrısı yaptığı Starbucks, Cocacola, Mcdonalds vb. gibi firmalar Türkiye’de kimin izniyle ticari faaliyet yapıyor? Bu şirketlerin Türkiye’de çalışma ruhsatlarını iptal etmek halka boykot çağrısı yapmaktan daha etkili olmaz mı? Hükümetin boykot etme çağrısı yaptığı bazı şirketlerin Türkiye futbol federasyonu gibi resmi kurumlarda sponsorluğa devam etmesine hiç değinmiyorum bile.
Devletler boykot çağrısı yapmaz, sivil toplum kuruluşları boykot çağrısı yapar. Çünkü sivil toplum kuruluşlarının o firmaların ticaretini engelleyecek yasal bir gücü yoktur. Ama Devletin gücü de vardır yasal imkanı da vardır.
Erdoğan’ın yaptığı ‘devrimlerden’ biri de devletin sivil toplum kuruluşu gibi, sivil toplum kuruluşlarının da devlet gibi davranmasını normalleştirmesidir.
İsrail elçisini sınır dışı etmek, İsrail’le ticareti durdurmak, İsrail’e karşı Filistin direnişini desteklemek ve nihayet askeri müdahalede bulunmak devletlerin yapabileceği işlerdir. Filistin direnişini desteklemek ile İsrail’e askeri müdahale dışındaki diğer seçenekler gerçekçidir. Zira Tel Aviv’deki elçisini dahi geri çekemeyen bir devletten Filistin direnişine askeri yardım yapmasını beklemek yanlış olur. Türkiye, İsrail elçisini ancak İsrail tarafı Türkiye’deki elçisini çektikten sonra çekebildi.
Askeri müdahale beklentisi ise zaten söz konusu değil. Filistinliler de dahil olmak üzere hiç kimse Türkiye’den ya da bir başka ülkeden İsrail’e savaş açmasını beklemiyor.
Ancak Erdoğan hükümeti, örneğin bazı Latin Amerika ülkeleri gibi siyasi ilişkilerini kesmek, İsrail’e ekonomik yaptırım uygulamak gibi sadece bir devletin yapabileceği işleri yapmak yerine miting yapıyor, halkı boykota çağırıyor. Yani bir sivil toplum kuruluşunun yapabileceği işler yapıyor.
Peki hükümet devlet gibi değil de bir sivil toplum kuruluşu gibi davrandığında buna sivil toplum ne diyor? İslamcı sivil toplum kuruluşları, İsrail’e ticari desteği sürdüren hükümeti değil Amerika’yı protesto etmek için İncirlik’te miting yapıyor. Mitinge götürdüğü taraftarlarını polise ihbar ediyor. Erdoğan’ın düzenlediği 2 mitinge, İsrail’le ticaret yapan Müsiad’ın düzenlediği 1 mitinge ve katılımcılarını polise ihbar eden STK’ların mitinglerine katılan insan sayısından anlaşılıyor ki devletin sivil toplum kuruluşu rolü oynaması ayıplanmıyor, yadırganmıyor; hatta alkışlanıyor.
- Fakat, İsrail hükümeti Erdoğan’ın söylemlerinden çok rahatsız. İsrail basınında Erdoğan’a çok sert saldırılar yapılıyor. Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri sizin tasvir ettiğiniz kadar iyiyse o zaman İsrail neden Erdoğan’ı bu kadar hedef alıyor?
- İsrail’deki mevcut hükümet ve hükümet yanlısı basın, sadece Erdoğan’a değil Joe Biden’a da sert eleştiriler yapıyor. Joe Biden’ın veya Erdoğan’ın İsrail hükümetine yönelik sert söylemleri, İsrail tarafının da tepkisi Amerika veya Türkiye’nin İsrail’i desteklemediği anlamına gelmiyor.
Her şeyden önce tarafların eleştirilerini kime yönelttiğine dikkat edilmelidir. Gerek Biden, gerekse Erdoğan İsrail rejimini hedef almıyor. Benyamin Netanyahu’yu hedef alıyor. Benyamin Netanyahu’yu sadece Biden ve Erdoğan değil İsraillilerin çok büyük bir kesimi de hedef alıyor. Aksa Tufanı’ndan önce de şimdi de İsrail’de her gün binlerce, on binlerce kişi Netanyahu’yu ve kabinesini en sert ifadelerle eleştiriyor, protesto ediyor ve istifaya çağırıyor.
Eğer mesele Netanyahu’ya sert sözler söylemekse Erdoğan da dahil hiç kimse şimdiye kadar Biden’ın rekorunu kıramadı. Çünkü Biden’ın Netanyahu’ya ağza alınmayacak sözlerle küfrettiği Amerikan basınında yer aldı.
Erdoğan da Biden da İsrail rejimini değil, Netanyahu’nun şahsını hedef alıyor. Erdoğan’ın “Netanyahu’yu sildik attık; İsrail’le bağları koparamayız” sözü hükümet yanlısı Hürriyet gazetesinin manşeti olmuştu.
Erdoğan bu sözü 4 Kasım’da Gazze savaşının başlamasından yaklaşık bir ay sonra ve Amerikan Dışişleri Bakanı Blinken’ın Türkiye’ye gelmesinden bir gün önce söyledi. Erdoğan’ın Netanyahu’yı sildik attık sözü ile Türkiye kamuoyunu memnun etmek hedeflenmekle birlikte İsrail ve Amerika’ya da: “Benim sorunum İsrail’le değil Netanyahu ile” mesajı veriliyordu. “Bağları koparamayız” sözü ile de Amerika ve İsrail rejimlerine garanti veriliyordu.
Erdoğan’ın bu sözü bir devlet politikası oldu ve İsrail’le ilişkiler konusunda yürürlükte olan politika da budur. Erdoğan, sorunu Netanyahu’ya indirgiyor, onu sert ifadelerle eleştirmek en risksiz tepki biçimi. Çünkü Netanyahu’yu sadece Erdoğan değil İsrailliler ile Amerikan rejimi bile eleştiriyor. Önemli olan Türkiye’nin İsrail’le bağları koparmaması. Erdoğan işte bunun garantisini verdi ve hala artarak sürmekte olan ticaret de bunun en somut kanıtı.
- Ticari ilişkiler sürüyor olsa da siyasi ilişkiler kötü. İki taraf da elçilerini çekmiş bulunuyor. Karşılıklı sert mesajlar da siyasi ilişkilerin kolay kolay tamir edilemeyeceğini gösteriyor. Öyle değil mi?
- Hayır değil. Erdoğan, sadece ticareti sürdürerek İsrail’i desteklemiyor. Siyasi açıdan da destekliyor. Ama Erdoğan, İsrail’e siyasi desteğini Joe Biden’ın tarzıyla yapıyor. Soykırım yaparak İsrail’in imajını yerle bir eden Netanyahu’yu eleştiriyor; ama çıkış yolu olarak gerçekleşmesi imkansız olan ‘iki devletli çözümü’ gösteriyor.
Erdoğan Biden’dan farklı bir şey mi yapıyor? Netanyahu’yu eleştiriyor, İsrail’le bağları koparamayız diyor ve iki devletli çözüme garantör ülke olarak taraf olalım diyor.
Erdoğan hükümetinin İsrail’le siyasi ilişkilerinde bundan çok daha kötü dönemler oldu. Daha doğrusu olması gerekiyordu. İsrail rejimi uluslararası sularda insani yardım taşıyan Mavi Marmara gemisine saldırıp 10 Türk vatandaşını öldürdü. Bu, doğrudan Türkiye’yi ilgilendiren bir sorundu. Peki Erdoğan bu sorunu nasıl çözdü? Parayla.
İsrail rejimi ölenlerin yakınlarına para ödedi Türkiye de İsrail rejimiyle ilişkilerini normalleştirdi.
Erdoğan’ın Suriye krizi döneminde de İsrail hükümetiyle kavgaları vardı; çünkü Hamas’ın Suriye’den koparılması için bu gerekliydi. Suriye’de savaşın başladığı 2012’den Türkiye ve İsrail’in elçilerini karşılıklı olarak atadığı 2022’ye kadar Türk İsrail ilişkileri siyasi açıdan çok krizliydi. İki taraf da birbirine sert sözlerle saldırıyordu. Ama bütün bunlar olurken ticaret rekordan rekora koştu.
Sadece ticari ilişkilerde değil, siyasi destek konusunda da Erdoğan hükümetleri İsrail’e karşı üstüne düşeni fazlasıyla yaptı. Türkiye, İsrail’le siyasi açıdan en gergin olduğu dönemlerde İsrail’in OECD’ye üyeliğine ve NATO’da büro açmasına onay verdi.
Adalet ve Kalkınma Partisi, 2014 yılındaki kongresine Hamas Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal’i davet etti. 2015’te ise İsrail ve Amerika’nın talebi ile Hamas’ın askeri kanat liderlerinden Salih Aruri’yi sınır dış etti.
Yani Erdoğan hükümeti, İsrail’e karşı Filistin direnişinin tezlerini desteklediği için Hamas’a olumlu yaklaşmadı. Tam aksine Hamas’ı silah bırakmaya teşvik ederek bunu Amerika ve İsrail nezdinde krediye dönüştürmeye çalıştı. Erdoğan’ın Filistin sorununun çözümüne ilişkin görüşü Hamas’ınkiyle değil el-Fetih’inkiyle aynı.
Çünkü Hamas silahlı direnişten, el-Fetih ise siyasi müzakereden ve iki devletli çözümden yana. Erdoğan hükümeti, Filistin’de silahlı direnişi savunduğu için Hamas’ı desteklemedi. Hamas’ı Suriye’den koparmak için Hamas’ı destekledi. Dönemin ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın ifadesiyle Katar ve Suudi rejimleri Suriye’de mezhep savaşı çıkarmak istiyordu. Sünni Hamas’ın Şam’da bulunması ise bu hedefe zarar veriyordu. Katar, Suudiler ve Erdoğan hükümeti daha fazla silahlandırmak için Hamas’ı desteklemedi. Hamas’a sürekli silah bırakması yönünde baskı yaptıklarını bizatihi Erdoğan’ın dışişleri bakanları açıkladı.
Hamas, Suriye’nin yıkım projesi için kullanılan bir araçtı. Proje başarısız olunca Hamas’ı ortada bırakan ülkeler, İsrail’le normalleşmeye koştu.
YDH