Kerbela: Susma, suskunluk, susturulma öyküsünün son demi

Rate this item
(0 votes)

 Muharrem'in başı, İmam Hüseyin'in "kerb ve bela" topraklarına ayak bastığı gündür; on ağır günün başlangıcı. Şafağın kapanmaya yüz tuttuğu on gün.

Zifiri karanlığın bastığı tarihin sonu. Kerb zamanlarından sonra belanın gelip çatması.

İmam Ali'nin 'susma' ve İmam Hasan'ın 'suskunluk' dönemlerinden sonra, ağır zulmün 'susturma' zamanlarının başlaması.

Hakikatin 'susturulma' demi.

Gadir-i Hum'da İslam'ın siyasi istikameti gösterildiği halde Hz. Peygamber'in (s) vefatından sonra Sakife toplantısında uygun görülen maslahatla bu talimat ertelendiğinde, İmam Ali (a), İslam'ın varoluşu hatırına susmayı seçti. Vahiy mirasına muhafızlık görevi ve velayet sorumluluğu omuzlarına bizzat Rasulullah (s) tarafından yüklenmiş olan İmam Ali, engin hoşgörüsü, sabrı, uzak görüşlülüğü, metaneti ve tahammülü ile susarak liderlik tartışmasıyla yükselmiş tansiyonun iç çatışmaya dönüşmesini önledi. Eğer İmam Ali (a) itiraz etseydi, kendi taraftarları ve Ensar, Sakife'de öne sürülen maslahata karşı savaşmaya hazırdı.

İmam Ali, Rasulullah'ın (s) vefatının yarattığı travmanın, üstelik bir de liderlik kavgasıyla Müslüman toplumu büyük bir iç karmaşaya sürüklemesinin önüne geçti. O kadar sabırlı davrandı ki, Peygamber'in (s) kızı, sevgili eşi Fatıma'yı hedef alabilen şiddete karşı bile kılıç çekmedi, eşinin kırgınlığına rağmen öfkeyi söndürmeyi tercih etti, hatta buna karşılık vermek isteyen karşı öfkeyi de durdurdu.

Hz. Ali'nin susmasındaki bu büyük öngörüye, tahammül ve metanete minnet duyması gerekenler hiç utanmadan Ali'nin susmasından siyasal tez çıkarabildiler: Ali eğer imamete hakkı olduğunu düşünseydi susmaz, itiraz ederdi. Allah'ın aslanı eşini hedef alan şiddete karşı çıkamayacak kadar korkak mıydı?!

Varsın söylesinler. Onların söyledikleri Ali'den zerre eksiltmez, Ali'nin takipçilerini de zerre kuşkuya düşürmez. Hakikati gören göz, onun ışıltısına bakmaktan kendini alıkoyar mı?

İmam Hasan'ın (a), koşullara bağlayarak kurduğu 'suskunluk' iklimi de babasıyla aynı maslahat ve gerekçelere temellendirilebilir. Sakife krizinden sonra toplumun Cemel'de parçalanması ve nihayet Sıffin'de un ufak hale gelmesindeki akıl almaz gidişatı bir âkilin durdurması gerekiyordu. İmam Hasan (a), vahiy mirasının muhafızı ve velayet yükümlülüğünün mirasçısı olarak bu etkili ve güçlü rolü oynamayı üstlendi.

Tabii ki karacehalet, İmam Hasan'ın 'suskunluk' yönteminden bâtıl teorisine pay çıkarmakta gecikmedi. İmam Hasan'ın (a) Müslüman toplumu biradada tutma amaçlı 'suskunluk' maslahatından, haksız ve geçersiz malum siyasi dayatmaya meşruiyet üretmeye kalktı.

Müslüman toplumun paramparça olmasının önüne geçmeye çalışan 'susma' ve 'suskunluk' aşamaları ne yazık ki gereği gibi anlaşılamadı, icabı yerine getirilmedi, bu bekleme süresinde siyasi zorbalığın ayak sesleri işitilemedi, Medine'ye tecavüz edebilecek ve Kabe'yi mancınıkla dövebilecek fütursuzluk ve cüretkarlığın adım adım geldiği görülemedi.

Kerbela'da başlayan 'susturma' karabasanı, kerb zamanlarının çoraklığına, kuraklığına, hissizliğine, sezgisizliğine, öngörüsüzlüğüne, ürkekliğine ve umursamazlığına çok şey borçludur.

Susma ve suskunluk dönemlerinde bir türlü kendini bulamayan ve karar veremeyen Müslüman toplum, “Yezid” isimli zararlı organizmanın kendisine musallat olmasına direnemedi, karşı koyamadı. Kerbela deminde en aziz bilinen mukaddes çiğnendikten sonra artık Medine'de sahabe kadınlarına tecavüz de edilebilirdi, Kabe mancınıkla da dövülebilirdi.

Bunlardan da vahimi, bizzat Peygamber'in (s) vahiyle ördüğü Müslüman toplumun dokusunun değiştirilmesi için Ümeyye sarayında üretilen din kültürü Müslüman topluma kılıç zoruyla da kabul ettirilebilirdi.

Nitekim tam da böyle oldu.

Bu sebeple bugün, Ümeyye sarayında üretilmiş din kültürünün etkisi altında cahil bırakılmış insanlarımıza, komşumuza, eşimize dostumuza hatırlatmakla mükellefiz: Muharrem şenlik ayı değildir, Peygamber'in evlatlarının katledildiği matem ayıdır.

Ümeyye sarayının din kültürünün etkisi altında Aşura gününü şenlik ve kutlama günü zanneden mümin kardeşlerimizin kapımıza getirdiği aşure tatlısını festival havasında değil, matem hüznüyle kabul ettiğimizi, o aşureyi cenaze evine getirilmiş ikram saydığımızı anlatmalıyız.

Ümeyye sarayının kültürünü "Sünnilik" diye yutturmaya çalışan İbn Teymiyecilik, Ehl-i Sünnet'e Moğol istilası gibi akınlar düzenliyor. Sünniliğin en eski kaynaklarında Gadir Hum ve diğer olaylar tıpkı Şia'daki gibi anlatıldığı halde onları sansürlüyor, örtbas ediyor, gizliyor, açığa çıkmasını engelliyor. Tarih boyunca uyguladığı sansürü bugün de devam ettirmeye çalışıyor. Bütün bunları, Ümeyye sarayında üretilen din kültürünün egemenliğini sürdürebilmesi için yapıyor.

Tarihte Hz.Peygamber ve ailesine karşı mücadelenin bayraktarlığını yapmış olan Ümeyye ailesinin bugünkü sözcülerinin iddiası şudur:

Peygamberimiz Gadir Hum'da binlerce insanı aniden durdurmasına, yüksek bir yere çıkarak kendisini dinlemelerini istemesine, Ali'yi yanına çağırıp, elini tutup havaya kaldırmasına ve oradaki herkese (işitenlerin işitmeyenlere ulaştırmasını da ikaz ederek) "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır" demesine rağmen, yakıcı güneşin altında uzun bir hutbeyle irad edilen böylesine önem verilmiş konuşmaya karşın Peygamberimiz (s) gayet önemsiz bir manayı kasdederek “ben kimin dostuysam, Ali de onun dostudur” demek istedi!...

Yani, Hz. Ali'ye husumetten başka derdi olmayan Ümeyye sarayının bugünkü sözcülerine göre Gadir Hum hadisinde gördüğümüz manzara, sırf Peygamberimizin (s) Ali'nin insanların dostu olduğunu söylemesi için yaşandı!...

Ortalama bir akıl sormaz mı: Binlerce insan aniden sırf Ali'nin onların dostu olduğunu söylemek için mi durduruldu? O binlerce kişilik kalabalık Ali'ye düşman mıydı ki böyle bir hatırlatma yapılmış olsun?

Başta Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer olmak üzere bütün sahabe Peygamberimizin (s) hutbesinden ve duyurusundan sonra koşup Ali'yi sırf Peygamberimiz (s) onu insanların dostu ilan ettiği için mi tebrik etti?

Hem sahih rivayetin metni, manası ve muhtevasıyla, hem tarihsel gerçeklikle, hem de akılla temelden çelişen bu iddianın tek nedeni, Ümeyye ailesinin Peygamber'e ve ailesine olan husumetidir. Tıpkı daha önce İmran ailesine, İbrahim ailesine, Yakup ailesine ve vahyin muhafızı diğer ailelere güdülen husumet gibi.

Gadir Hum olayı Sünni ve Şii rivayetlere göre tam anlamıyla böyle yaşanmışken yüzyıllar sonra bazı mollaların çıkıp “ama Peygamber benden sonra demedi” cılız bahanesiyle aklımızı ve yaşanmış gerçeği iptal ederek Gadir Hum manzarasını inkar etmemizi beklemesi sadece Ümeyye sarayının ürettiği din kültürünün egemenliğini sürdürebilmesi içindir.

Günümüzde de Ümeyye sarayının din kültürünün sözcüsü İbn Teymiyeciliğin Gadir Hum'a itirazı, Bakara 67-71 arasında anlatılan olayda Yahudilerin ardı arkası kesilmeyen bahahelerle yaptığı itiraz gibidir. Aslında Ali'yi reddediyorlar ama sahih rivayeti reddedip bunu açıktan söyleyemediklerinden bahaneler arıyorlar. Sanki çok büyük keşifmişçesine rivayette Peygamberimizin (s) “benden sonra” demediğini dile getiren itirazdaki cılızlık, Bakara suresinde Allah'ın emrini yerine getirmeye niyeti olmayan, ama bunu bu açıklıkla değil de binbir komik bahane öne sürerek yapan Yahudilerin, kesmeleri emredilen sığırla ilgili itirazlarındaki cılızlık gibidir.

Gadir Hum hadisinde geçen “mevla” kelimesinin Kur'an'daki anlamına uygun olarak “velayet" değil de icat edilmiş “dost” manasına geldiğini Rasulullah (s) ima bile etmedi, sahabe böyle söylemedi ve anlamadı. Fakat çok sonra bazı bilginler bu anlamı iddia ederek İslam tarihini geriye doğru yeniden inşa etmeye giriştiler.

Gadir Hum hadisini lafzını kabul etmekle birlikte manasını inkar edenler “Hz. Peygamber'in kendisinden sonra Ali'yi veliaht bıraktığı iddiası” demekle aslında akıllarınca Hz. Ali'yi tahkir ediyorlar. Bunu ilk yapanlar onlar değildir, daha önce de Ümeyye ailesi, onların sarayda ürettiği din kültürü ve bu kültürün memurları aynı şeyi yapmıştı. Fakat dikkatlerinden kaçan önemli detay, Gadir Hum'un manasına “Ali veliaht bırakılmadı” diye hücum ederken Hz. Ebubekir'in kendi yerine Hz. Ömer'i bırakmasına aynı suçlamanın yöneltilmemiş olmasıdır. Dahası, Hz. Ali'nin birinci halife olmasına taşkın öfkeyle bugün bile itiraz edenler, Ümeyye ailesinin babadan oğula devam edegelmiş sultanlarına toz kondurmazlar.

Deniyor ki Ali bütün o yaşananlara rağmen sesini çıkarmadıysa ve ses çıkarmayı maslahata uygun bulmadıysa bizim de onun gibi davranmamız gerekmez mi?

Yöntemsiz veya yanlış yöntemli düşünce asla sahih sonuçlar üretemez.

Bilinmeyen veya anlaşılmayan şudur: İmam Ali'nin taraftarı olan büyük sahebeler, Eyyüp el-Ensari, Ammar, Mikdat, Ebuzer ve diğerleri Hz. Ali'nin Gadir Hum'da Müslüman toplumun velayet sahibi idarecisi olarak ilan edilmesinin Sakife toplantısında maslahat gerekçesiyle ertelenmesine itirazlarına hiç ara vermediler, hiç susmadılar. Müslüman toplumun iç çatışmaya varacak ayrışmalar yaşamasına yolaçmadan eleştirilerini ve itirazlarını yaptılar. Onların ses çıkarması eleştiridir, itirazdır ve tutulan yolun yanlışlığı hakkında müminlerin düşünmesini sağlar. Ama Ali'nin ses çıkarması eleştiri olmaz. O ses çıktıktan sonra müminler o sesin gereğini yapmak zorundadırlar. Ali eğer ses çıkarsaydı üçüncü halife döneminde yaşanan iç çatışma daha Ebubekir b. Ebi Kuhafe zamanında yaşanırdı.

Ali, üçüncü halife zamanında bile sesini yükseltmedi, temsil ettiği makam itibariyle birleştirici olmaya gayret gösterdi ve insanların gerçeği görmeleri için sabırla bekledi. Hz. Ali, müminlerin emiri olduktan sonra yeni, taze ve sahih bir kuruluşun başlangıcını yapmak üzere Kufe günlerinde irad ettiği hutbelerde, konuşmalarında ve sohbetlerinde geriye doğru değerlendirmeler yaparak yaşananları analiz etti, işlenen hataları anlattı, tenkitlerini sıraladı. Nehcu'l-Belağa bu değerlendirmelerin örnekleriyle doludur. İslam tarihinin kriz dönemlerini araştırmaya, incelemeye ve değerlendirmeye kapatmak isteyen ve bu sayede sapma açısının ne kadar büyüdüğünü görmemizi engellemeye çalışan Ümeyye sarayının din kültürü, eleştirel tarih yöntemini Hz. Ali'nin tesis ettiğini gözden kaçırmaya çalışıyor.

Unutulmamalıdır ki Hz. Ali'nin yârânı, ashabın önde gelen isimleri hiçbir zaman susmadı, eleştirilerini hiç kesmedi, itiraz ve isyandan hiç vazgeçmedi. Tarihi kayıtlarda İmam Ali'nin bu eleştiri, itiraz ve isyanların bir tekini bile kınadığına, engellediğine, olmadı o itirazlarla kendisi arasına mesafe koyduğuna dair örnek var mı?

Düşünce gelişimine katkı yapmanın ve insanların meseleler üzerinde düşünmesini sağlamanın yolu, eleştirel tarih disipliniyle olayları incelemek ve oradan siyasi tezler üretmektir. Fikri derinlik olmadığı için pek çok sorunu yaşadığımızı tespit edip bu yönde çaba içinde olanların ihtilafları kışkırttığını propaganda edenler, ne tarihsel gerçekten, ne ilkeden, ne hakikatten haberdardırlar. Hatta belki de mesele bu kadar masum değildir ve Ümeyye sarayında üretilmiş din kültürünün siyasi, iktisadi, toplumsal ve kültürel iktidarını korumak için öyle davranıyorlardır.

İslami kültür içinde ilke, kural, hukuk, prensip ve tek standart yerine sürgit maslahatçılığın ve siyaseten doğrunun yer bulması ve üstün değer görülmesi, analitik ve eleştirel tarih bilimi yapılmaması ve bu çabanın içinde Müslümanları yakınlşatıracak yeni yaklaşımların neşvü nema bulamamasıyla ilgili olmalıdır.

Oysa maslahat eğer ilkeleri bertaraf ediyorsa maslahat kabul edilmemelidir. Maslahatın ilkeleri iptal edebilecek güç kazandığı yöntemin yolaçacağı hasarı, devletin bekası gibi bir menfaat için “kardeş katli”ne fetva dahi verebilen din anlayışından anlamak mümkündür.

Kerbela'da 'susturulma' ile son bulan tarihsel sürecin bugün hala devam etmemesi için bu konuları Sünni ve Şii ulema birlikte ele almalı, Müslümanların mezhep kategorisinden bağımsız olarak birbirine yaklaşacağı vasatı ve zemini kurmalıdır.

Sakife'de öne sürülen maslahatla Hz. Ali'nin vasi tayin edilmesi gerçeğini erteleyen anlayışı entelektüel bir tartışma olmaktan çıkartıp Ali düşmanı siyasi ve dini kültüre dönüştüren Ümeyye ailesinin ve Ümeyye sarayına bağlı memurların husumetini sürdürmek zorunda değiliz. Titiz ve iyiniyetli yeni bir tarih okumasıyla Sakife'de belirlenen maslahatı terkedip bugün yeni bir siyasal kültürün temellerini atabiliriz. Bunu yapmak için mezhep değiştirmek gerekmez, görünüşte Peygamber ailesine muhabbet ama gerçekte ve özünde husumet güden din anlayışı ve kültürün terkedilmesi yeterlidir.

Hz. Ali'nin velayeti tartışmasından tarih yöntemi ve Müslümanların birliği için ilke çıkarmanın peşinde olmalıyız. Fakat Ümeyye sarayında üretilen din kültürünün sözcüleri tekfir ve katille kendilerinden farklı düşünen bütün Müslümanlara husumet derdindedir ve onların canını, malını, ırzını helal gören bir sapkınlığı yaşatmaya çalışmaktadır.

İslam tarihini ve dini anlama yönteminin yürüdüğü mecralar bakımından ya Alevi (Ali taraftarı), ya da Ümeyyeci olunacaktır. İkisinin de dışında kalan sözde tarafsızlık (Haricilik) nefret ve öfke temelli bugünkü terör organizasyonlarının tarihsel köklerini oluşturuyor.

Ümeyyecilik ile Alevilik arasındaki ihtilaf tarihsel bir mesele değildir ve bu konuyu ele almak anakronik (tarihdışı) bir uğraşı olmayacaktır, çünkü Ümeyyecilik siyaseten doğru ve maslahatçılıkla yoluna devam ediyor. Ali'nin mirasına tabi olanlar ile Ümeyyecilerin farkı da buradadır: Biz adalete, ilkeye ve hukuka önem veririz, Ümeyyeciler ise siyaseten doğruya ve maslahata.

Müslümanların birliği, vahdeti ve yakınlaşması çabalarının tek düşmanı Ümeyye sarayında üretilmiş din kültürü ve onun bugünkü sözcüsü olan tekfirciliktir. Tekfirci akımlar ırkçıdır, ayrımcıdır, ayrıştırıcıdır, bölücüdür, tahkir, tezyif, tenkil peşinde koşan tehlikeli nüvelerdir. Nehrevan'da üreyen bu virüsün artık İslam'ın bünyesinden atılması, yolaçtığı hasar ve zararın tedavi edilmesi gerekir. Mutlu ve huzurlu bir geleceğin kurulabilmesi için kan dökerek tatmin bulan hastalıklı tekfirciliğin ve onun doktrini İbn Teymiyeciliğin Sünni ve Alevi şemsiye altındaki tüm mezhep, fikir, eğilim ve meşreplerden dışlanması lazımdır. Bu sebeple son iki yıldır İbn Teymiyeci tekfirciliğin geleneksel ve tarihsel Sünniliği ele geçirmeye çalıştığını anlatıyorum. Bu fitneyi söndürmeliyiz. Alevi-Sünni savaşı çıkarmak isteyen fitne budur ve ondan kurtulmanın yolu, Sünni ve Şii kaynaklardaki ortak bilgiyi elbirliğiyle ortaya çıkarmaktır.

Bugünü anlamak ve yeni bir başlangıç inşa edebilmek için eleştirel tarih disipliniyle işe girişmek gerekirken bizi tarihe dönüp bakmamaya, analiz ve eleştiri yapmamaya çağıran, üstelik bunu Müslümanlar arasında ihtilaf çıkmaması gibi bir gerekçeyle temellendirenlerin davet ettiği birlik, Ümeyye sarayında üretilmiş kültürdür. Bizi Ümeyye sarayında üretilmiş kültürde birleşmeye çağıran vahdetten hayır çıkar mı?

Soru şudur: Hz. Peygamber'in vefatından sonraki ikinci başlangıçta adaleti Ali ailesi mi, yoksa Ümeyye ailesi mi temsil etti?

Eleştirel tarih disipliniyle geçmişe ve bugüne bakanlar, doğru düşünmenin yöntemini keşfedeceklerdir. Ama bize “tarihe bakmayın” diyorlar. "Tarihe bakmayın, fitne çıkmasın" doktrininin sahibi Ümeyye sarayıdır. Ümeyye sarayının fikri ve itikadıyla neden yola devam edelim? Sünniliğin önderi Ebu Hanife'yi katledenler, Ümeyye sarayından devralınmış “tarihe bakmayın” kültürünün Abbasi temsilcileridir. Sünniler önderleri Ebu Hanife'yi mi, yoksa onu katleden “tarihe bakmayın” kültürünün taşıyıcılarını mı tercih edecektir?

Sünnilerin ve Alevilerin ortak noktası Ehl-i Beyt muhabbetidir. Fakat İbn Teymiyeci tekfirciliğin Ehl-i Beyt muhabbetini romantik bir mesele gibi gösterdiğine dikkat edilmelidir. Siyasette, kültürde, dinde ve toplumsal hayatta hiçbir yansıması olmayan soyut bir romantizm. Ehl-i Beyt davası romantik bir mesele değildir; adaletin, özgürlüğün, eşitliğin davasıdır. Irkçılığa, ayrımcılığa, tekfirciliğe itiraz ve isyandır. Aklı, bilgiyi, irfanı, aşkı, hikmeti, araştırmayı, merak etmeyi, eleştiriyi teşvik etmektir.

Vahdet içinde hareket edecek her meslek, mezhep ve meşrepten Müslümanın sömürgeci güçlerin emperyal emellerine ve yerel işbirlikçilerin sömürü, talan ve zulmüne sahici itirazının ocağı Ehl-i Beyt davasıdır.

caferider

Kenan ÇAMURCU  25/11/2012

Read 1601 times