Şii ve Ehli sünnet fakihlerine göre her kim İslam dininin zaruretlerinden birini inkar ederse kafirdir ve dininin dışındadır.
Müslümanlar arasında meşhur ve maruf olan, İsna Aşeri (12 İmam) Şiilerine muhalif olan fırkaların ve muhaliflerin “tahir” ve “temiz” olduğudur.”
İmam Malik şöyle demektedir: Eğer birisinin kafirliğine % 99 ve imanına sadece % 1 ihtimal versem, Müslüman’a hüsnü zandan dolayı onun amelini müminliğe yormak gerekir.”
Şii ve ehli sünnet fakihlerine göre her kim İslam dininin zaruretlerinden birini inkar ederse kafirdir ve dininin dışındadır.
Hiçbir Müslüman Allah’ı, Peygamberi, Kıyamet gününü ve İslam’ın emirlerini inkar etmemektedir. Eğer İslam mezhepleri arasında tevhit, nübüvvet ve bunun dışındaki bazı konular hakkında bazı görüşler dile getirilmiş olsa da bunlar dinin zorunluluklarından değildir, bilakis bunlar nazari görüşler olup bunları inkar etmek insanı dinden çıkarmaz. Zira sahih içtihatla gündeme getirilen zaruri ve zorunlu olmayan konuları inkar etmek insanı İslam dairesinin dışına çıkarmaz.
Elbette Vahabiler, Müslümanların Peygamber efendimizin (s.a.a) ve evliyaların kabirlerine ihtiram göstermesini, istiğase ve Allah dışındakilerden talepte bulunmayı şirk bilmektedirler! Halbuki hiçbir Müslüman Hz. Peygamber Ekrem’e (s.a.s) ve evliyalara tapmamaktadır. Onlara ihtiramda bulunmaları ve onları ziyaret etmek için türbeler inşa etmelerinin şirke sebep olacağına inanmamaktadırlar. Çünkü sadece Allah’tan başkasından bir şey istemek ve istiğase şirk olsaydı, yeryüzünde bir tane bile muvahhit kalmazdı! Zira tüm insanlar yaşamlarında bir çok sorun ve problemlerle karşı karşıya kaldıklarında Allah’ın dışında başkalarından yardım dilemektedirler. Allah Teala insanları başkalarına ihtiyaç duyacak şekilde yaratmıştır, ihtiyaç duymak ise başkalarından yardım istemeyi ve dilemeği gerektirmektedir. Dolayısıyla Vahabilerin görüşüne göre kendileri de müşriktir. Halbuki doğru görüş Allah’tan başkasını müstakil ve direkt olarak çağırırsak ve onları Allah’ın yerinde veya mukabilinde karar kılacak olursak ve bu kişiler ister ölü olsun ister diri olsun Allah’ın izni olmadan bu işlerimizi (dilek ve isteklerimizi) yerine getirirler dersek işte bu şirktir.
Dolayısıyla Allah, sorunların bertaraf edilmesi ve ihtiyaçların karşılanması için sebepler vasıtası karar kılmıştır. Bu şirk olmadığı gibi, tevhidin özü ve kendisidir. Bu sebepten dolayı kendilerine muhalif olan tüm İslam mezheplerinin takipçilerini kafir, müşrik ve bidat ehli bilen Vahabilerin iddiası Kur’an, sünnet, akıl ve örfe muhaliftir.
Şia’nın büyük ulemalarından Allame Seyyid Kazım Tabatabai Yezdi, şöyle demektedir:
“Uluhiyeti inkar eden veya tevhidi inkar eden veya risalet (nübüvvet) veya dinin zaruretlerinden birini inkar eden kişiye kafir denir. Elbette dinin zaruretini inkar etmek demek dinin zaruriyetinden olduğuna teveccüh ederse kafirliğine sebep olur. Şöyle ki onun inkar edilmesi, risaletin (nübüvvetin) inkarına dönmelidir.”
Şia’nın bir diğer büyük alimi Muhakkik Kereki şöyle yazmaktadır:
“Şia uleması, havariç (hariciler), Gulat (Peygamber ve Ehlibeyt imamlarının sıfatları konusunda aşırıya kaçanlar), Nasibi (Peygamber ve Ehlibeytine düşmanlık güdenler) ve tecsim (Allah’ı cisim olarak bilenler) ehlini necis bilmektedir, ama öteki fırkaları eğer dinin zaruretlerinden birini inkar etmezlerse Müslüman saymaktadır.”
Ayetullah Hoi ise şöyle yazmaktadır:
“İslam’ın tahakkuku, taharet, mal, can ve bunlara bağlantılı şeylerin ihtiramı için dehaleti olan şeyler: Allah’ın vahdaniyetine inanmak, nübüvvet ve İslam fırkalarının inandığı mead’dır.”
Başka bir yerde ise şöyle yazmaktadır:
“المعروف المشهور بین المسلمین،طهارة اهل الخلاف و غیرهم من الفرق المخالفة للشیعة الاثنی عشریة”
Müslümanlar arasında meşhur ve maruf olan, İsna Aşeri Şiilerine muhalif olan fırkaların ve hilaf ehlinin “tahir” olduğudur.”
Bu büyük Şii alimi başka bir yerde ise şöyle yazmaktadır:
“Velayeti inkar eden kimse, her ne zaman şahadeteyni (Allah’ın vahdaniyetini ve Resulullah’ın nübüvvetini) ağzında cari ederse, İslam’ın zahiri hükmüne sahip olur. Aynı şekilde Ehlibeyt İmamlarının kesin siyresi de Ehli sünnetin taharetine delalet etmektedir.”
Şia ulemalarına göre taharet ve Müslüman olmak arasında bir ilinti ve bağ vardır. Yani her Müslüman’ın tahir ve temizliğine hüküm verilir. Halbuki Şii fakihlerine göre Müslüman olmayanlar necistirler.
Muhakkik Hoi Şia fırkaları hakkında şöyle demektedir:
“Zeydiye, İsmailiye ve bunun dışındakilerin hükmü Ehli sünnetin hükmüyle taharet ve İslam açısından aynıdır.”
Dolayısıyla Şii ulemalar asla kendi muhaliflerini ve hatta İsna Aşeri (12 imam) Şiilerinin dışındaki fırkaları tekfir etmemektedirler.
İmam Humeyni (k.s) bu konu hakkında şöyle buyurmaktadır:
“İsna Aşeri Şiilerinin dışındaki Şia fırkaları, imamlıklarına inanmadıkları imamlara düşmanlık, adavet ve sabbetmeyi zahir etmeseler paktırlar. Ama eğer onlardan biri imamlara karşı zuhur ederse nasibiler gibi olurlar.”
Rivayetlerde ve büyük Şii alimlerin fetvalarında velayet veya imameti inkar etmek küfre sebep olmaktadır denmektedir.
Açıklama:
Ehlibeytin (a.s) muhabbeti İslam dininin zaruretlerindendir. Ehli sünnette buna inanmakta ve bunu imanın kısımlarından bilmektedir. Bundan dolayı eğer (düşmanlık ve adavet anlamında) inkar edilirse küfre sebep olur.
İmametin inkarına gelince: Şia açısından imamet dinin zaruretlerindedir, ancak ehli sünnet gerçi imametin aslını kabul etmekte, ama mısdak açısından bazı yönlerden bu inancı kabul etmemektedirler. Dolayısıyla bunun inkar edilmesi “delil” ve “şüphe” üzerine olursa “tevili küfre” sebep olur. Tenzili küfre sebep olmaz. Yani dinden çıkmak anlamında değildir. başka bir ifadeyle söylenecek olursa nasıl ki İslam’ın farklı derece ve mertebeleri var, küfründe farklı mertebe ve dereceleri vardır. Bu konuyu Şia ulamalar kabul ettiği gibi ehli sünnet ulamaları da kabul etmektedir. ve hatta Vahabiler bile kabul etmektedirler.
İslam şahadeteynle başlar, Allah’ın ve dinin emirleri karşısında teslim olmak demektir. Küfürde İslam dininin zaruretini inkarla başlar ve mertebe ve dereceleri vardır. Onun derecelerinden birisi tevil ve şüpheden dolayı inkar etmektir. Dolayısıyla Şii fakihlerin fetvalarında imam Ali’nin (aleyhi selam) imametini inkar edenlere küfür sıfatını yakıştırmak demek Hz. İmam Ali’nin (aleyhi selam) imametini inkar etmek demek olup mezhepten çıkmak anlamındadır, dinden çıkmak anlamında değil. Bundan dolayı Şii fakihlerin görüşüne göre dinin zaruretlerini inkar etmeyen fırkalar Müslüman’dır ve onlar için İslam hükümleri cari olmaktadır.
***
Ehli Sünnetin Görüşü
İmam Nevevi, Müslim şerhinde şöyle yazmaktadır:
اعلم انّ مذهب أهل الحق: انّه للایکفر أحد من اهل القبلة بذنب و لایکفر اهل الاهواء و البدع الخوارج و المعتزله و غیرهم، و انّ من جحد ما یعلم من دین الاسلام ضرورة حکم بردتّه و کفره
“Bil ki tekfir hakkındaki doğru ve sahih görüş hiçbir kıble ehlinin günahından dolayı tekfir edilemediğidir. Aynı şekilde Heva ehli, bidat, havariç, mutezile ve diğerleri tekfir edilemez. Ve her kim İslam dininin zaruretlerinden olduğunu bildiği bir şeyi inkar ederse onun irtidat ve küfrüne karar verilir.”
Aynı şekilde Mısırlı alim İbni Necim şöyle yazmaktadır:
“Mezhebin görüşü, Dinin zaruretlerinden olan bedihi usullerin muhalifler tarafından inkar edilmesinin dışında tekfir edilmemesidir.”
Aynı şekilde “Cemu’l Cevami”den şöyle nakledilmektedir:
Bizler, ehli kıble olan hiç kimseyi bidat yaptığı için tekfir etmiyoruz. Örneğin Allah’ın sıfatlarını inkar eden, kulların fiillerinin yaratılması, kıyamet gününde Allah’ın görülmesinin cevazı gibi. Ancak eğer birisi bidatiyle birlikte hudus-u alem, diriliş, haşır, Allah için cüzi şeylerin bilinmesi gibi Peygamberin (s.a.a) getirdiği bazı dinin zaruretlerini inkar ederse o kişinin küfründe ihtilaf yoktur.
Ve yine şöyle yazmaktadır: “Mezhepler arasında tekfir hakkında çok şeyler konuşuldu, ancak mezhep müçtehitleri kimseyi tekfir etmemektedir. müçtehitlerin mezheplerini başkalarından daha çok bilen İbni Munzir gibi ve Muhammed bin Hasan’ın Hazremi hadisinden naklettiğine göre havariç’in tekfir edilmeyeceğine delalet etmektedir.
Dolayısıyla Peygamberin sahabelerini tekfir eden Havariç, Ehli sünnet müçtehitlerine göre tekfir edilemez.
Şervani, sahabeye küfür etmeyi büyük günahlardan saydıktan sonra “Er- Ruze” kitabından şöyle nakletmektedir: Tüm bidat ehlinin şehadet ve tanıklığı kabul edilmektedir. Hatta sahabeye küfredenlerin bile. Zira küfreden kişi inat ve düşmanlıktan kötü söz söylememektedir, bilakis elde ettiği inanç ve itikada göre bunu yapmaktadır.”
İbni Mukri’nin açıklamasından da anlaşılan eğer birisi delil veya şüpheden dolayı geçmiştekilere kötü söz söylerse onun fasıklığına hüküm verilemez.
Dolayısıyla fetva kaynağına göre, zaruretlerin inkarı veya dinin zaruretine dönen bir şeyin inkar edilmesi küfürdür.
İbni Abidin, kıble ehlinin kafir olmadığını açıkladıktan sonra şöyle yazmaktadır:
ان الرافضی ان کان ممن یعتقد الالوهیة فی علیّ، او انّ جبرئیل غلط فی الوحی، او کان ینکر صحبة الصدیق، او یقذف السیدة الصدیقة فهو کافر لمخالفته القواطع المعلومة من الدین بالضرورة، بخلاف ما اذا کان یفضل علیّاً او یسبّ الصحابه فانّه مبتدع لا کافر
İbni Abidinin sözlerinden anlaşılan dinin zaruretini inkar etmek küfre sebep olmaktır. Örneğin Hz. Ali’nin uluhiyetine inanmak, Cebrail’in (a.s) vahyi ulaştırmada hata etmesi… ama Hz. Ali’nin ilk üç halifeye üstünlüğüne inanmak veya sahabeye kötü söz söylemek küfür değildir.
Eğer İbni Abidin’in “rafizi”den kastı Şia ise, Şia hiçbir zaman Allah Teala dışında kimsenin uluhiyetine inanmamakta, Hz. Cebrail’in hata yaptığına inanmamakta, sahabe olmak veya ifk olayına inanmadığı aşikar bir gerçektir. Burada ilginç ve şaşırtıcı olan İbni Abidin denen bu çok önemli ehli sünnet aliminin fetva makamındayken Şia kitaplarına müracaat etmemiş ve onların bu konudaki görüşlerinin ne olduğunu bilmeden, araştırmadan Şia’ya iftira atma boyutlarında imayla Şia’nın zihninden geçmeyen şeyleri Şia inanıyormuş gibi yansıtması utanç verici ve art niyetli bir durumdur.
O da öteki bir çok Ehli sünnet alimi gibi öncekileri taklit ederek böyle iddialarda bulunmuştur. eğer mezhep imamları bu kadar önemli olan bir konuda fetva makamındayken mezheplerin kabul ettiği kitaplara başvururlarsa asla hataya düşmezler. Maalesef tarih buyunca insaflı bir yaklaşım gösterip Şiilerin kitaplarına başvurarak fetva veren neredeyse hiçbir ehli sünnet alimi bulunmamaktadır!!!
Ahmet bin Hanbel, Cehmiye fırkası imamlarına hitaben şöyle demekte: “Sizin inandıklarınız şeylere eğer ben inanacak olursam kafir olurum. Ama ben sizleri tekfir etmiyorum. Çünkü sizler bana göre cahilsiniz.”
Yakın doğu Ehli sünnet alimleri, Vahabiliği eleştirerek şöyle demektedirler: “Vahabiler, Havariçler gibi baği (zamanın imamına karşı başkaldıranlar) ehlidir ve baği hükümleri onlar için sadıktır. Allame Şami şöyle demektedir: Hariciler tevillerle zamanın imamına başkaldırmışlardır. Onlara göre imam eğer batıla mürtekip olursa; ister küfür olsun, ister günah olsun onunla savaşmak farzdır. Bundan dolayı can ve malımızı helal bilmekte ve kadınları esir almaktadırlar. Onların hükmü bağilerin hükmüyle aynıdır. Her ne olursa olsun biz onları batıl tevillerinden dolayı tekfir etmiyoruz.” Allame Şami şöyle devam etmektedir: Zamanımızda Muhammed bin Abdulvvahab’ın takipçileri huruç etmiş ve Necd’den dışarı çıkmışlardır. Haremeyn-i Şerifeyne galebe çalmışlardır. Vahabiler kendilerini Ahmed Bin Hambel’in takipçisi olarak tanıtmaktadırlar, ancak sadece kendilerinin Müslüman olduklarına inanmaktadırlar. Onların inançlarına karşı gelenler müşriktirler. Bu tasavvurla Ehli sünneti ve ulemayı öldürmeği mubah bilmektedirler. Şöyle ki Allah onların bu güçlerini ellerinden aldı. Bundan dolayı açıkça diyorum ki Muhammed bin Abdulvahhab ve takipçileri ilmi, fıkhi, hadis, tefsir ve tasavvufta bizim şeyhlerimizden değillerdir. Müslümanların kan, namus ve mallarını helal saymak ya haktır, yada nahaktır. Eğer nahak olursa ya tevilsizdir ki bu durumda dinden çıkmaya sebep olur veya mukaddes şeriatın izin vermediği tevilledir. Bu durumda da fasıklığa sebep olur. Ve eğer hak olursa caizdir, belki de farz, ancak geçmiş Müslümanları tekfir etmek demek, biz asla kimseyi tekfir etmeyiz. Her kim tekfir ederse bidat etmiştir ve yaptığı iş dinden çıkmasına sebep olur. Bidatçi de olsa kıble ehlini dinin zaruretlerinden birini inkar etmedikçe tekfir etmeyiz.
Selefiye, on ikinci yüzyıl ve sonraki yıllarda yaşamış Müslümanları büyüklerin (kabir) ziyaretlerine gittikleri için tekfir etmektedirler. Halbuki ziyaret İslam’ın emirlerindendir. Onlara sormak gerekir: acaba İslam şirke mi emretmiştir? Acaba Müslümanları müşrik saymak Kur’an ve hadislere açıkça muhalefet etmek demek değil midir? Her kim şahadeteyni söylerse Müslüman’dır ve can ve malı güvende değil midir?
Acaba Peygamberimizin (s.a.a) şahdeteyni söyleyen birini öldüren sahabeye ne söylediğini unuttular mı? efendimiz ne demişti: “Meğer sen onun kalbinde miydin Allah’a inancı olmadığını anladın?! Acaba sizler Müslümanların kalbinde misiniz ki din büyüklerinin (kabrini) ziyaret etmekle onlara tapıyorsunuz diyorsunuz? Meğer ibadet kalbi işlerden değil midir? Acaba Allah’a inanmak kalbi değil midir?
Bu anlatılanlar ışığında Ehli sünnet fakih ve mütekellimlerinin de kıble ehlinin tekfir edilemeyeceği yönündeki görüşü ortaya çıkmış oldu.
Şeyh Ebu’l Hasan Eş’ari, “Makalatu’l İslamin” kitabının başında şöyle yazmaktadır:
“Müslümanlar Peygamberlerinden sonra bazı şeyler hakkında ihtilafa düştüler. Öyle ki birbirlerini delalette olmakla suçladılar ve birbirlerinden beri olduklarını açıkladılar. Halbuki İslam onların tümünü bir araya getirmiş ve kendi örtüsü altına almıştır. Bu ashabımızın bir çoklarının mezhep ve görüşüdür.”
Zehebi, Ebu’l Hasan Eş’ari’nin sözünü naklettikten sonra şöyle demektedir: Ebu’l Hasan’ın sözü sabittir. Zehebi daha sonra Zahir Serehsi’den şöyle nakletmektedir: “Ebu’l Hasan, Bağdat’ta ölüm döşeğinde beni yanına çağırdı. Yanına gittiğimde bana şöyle dedi: “Bana şahit ol ki ben ehli kıbleden hiç kimseyi tekfir etmiyorum. Zira tüm kıble ehli bir mabuda tapmaktadır. İhtilaflar lafzidir.”
Zehebi şöyle demektedir: Ben onun bu sözüne inanıyorum. Üstadımız İbni Teymiye ömrünün sonunda şöyle demiştir: “Ben ümmetten kimseyi tekfir etmiyorum. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Müminden başka kimse abdestini korumaz. Dolayısıyla her kim namaz sırasında abdestini korursa Müslüman’dır.”
Ebu’l İshak şöyle demektedir: “Her kim bizi tekfir ederse bizde onu tekfir ederiz. Bunun dışında onu tekfir etmeyiz. Bizim iddiamızın delili şudur: Peygamber (s.a.a) Müslüman oldukları sabit olanların Allah’ın ilmi, insani fiillerin yaratılması, Allah’ın yönünün olmaması, kıyamette Allah’ın görülmesi… gibi konularda kimseyi araştırmazdı. Sahabe ve tabiin de bu şekilde idi. İnsanların bu gibi konulardaki hataları onların İslamlıklarına bir halel getirmemektedir.”
Tahavi’nin akaidinde şöyle yazılmıştır:
“Kıble ehli Peygamberin (s.a.a) emirlerine mümin ve muterif oldukları sürece Müslüman ve mümindirler. Zira Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: Her kim namazımızı kılar, kıblemizi kabul eder ve helal saydığımız kestiğimiz şeyleri yerse İslam’dan dışarı çıkmaz.”
Aynı şekilde Vabahi muhaddislerinden Albani, “El- Fetava” kitabında İbni Kayyum Cezvi’den bidat ehlinin şahadeti hakkında şöyle nakletmektedir:
Fasık birinin şahadeti kabul edilmektedir. Rafizi, havariç ve mutezile gibi bidat ehli olanların da.
Albani, İbni Teymiye’den şöyle nakletmektedir:
“Ebu Hanife, Şafii ve bu ikisinden başkaları Ehli hevanın şahadetini kabul etmektedirler. Onların imametinde namazı sahih bilmektedirler… ve içtihatlarında ister ilmi ister ameli konularda olsun hata etmiş öteki imamları tekfir etmiyorlardı. Ehli sünnet içtihat edip hataya düşenleri tekfir etmemektedir.”
Albani yine şöyle demektedir:
“Şia veya Rafizileri tekfir edemeyiz, meğer onların inançlarını çok iyi öğrenmiş olalım!”
Vahabi ulemalardan Şeyh Salih Es-Sadelan şöyle demektedir:
“Namaz kılınan, ilahi hudutların icra edildiği, emri bil maruf ve nahyi anil münkerin uygulandığı İslam toplumlarını cahiliyet toplumu diye vasıflandırmak caiz değildir.” cahiliyet toplumundan maksat küfür ve şirk içinde yaşayan toplumlardır.
Başka bir yerde ise şöyle yazmaktadır:
“Tekfir etmek haricilerin yöntemidir. Bu, vaad ve vaid ayetlerini iyi anlamadıklarından kaynaklanmıştır. Kafirler için nazil olan ayetleri Müslümanlara tatbik etmişlerdir.”
Şeyh Salih Es-Sadelan’ın hariciler hakkındaki bu açıklamaları kendisi ve tabi olduğu vahabilik içinde geçerlidir. Zira Vahabiler, Sadri İslam’da müşrikler için nazil olan ayetleri Müslümanlara tatbik etmektedirler! Vahabi yazarlar kendi sözlerinde nasıl çelişkiye düştüklerinin farkında bile değillerdir.
Vahabi alim Albani’ye Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyen yöneticileri neden kafir bilmiyorsunuz halbuki Kur’an şöyle buyurmaktadır:
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُولٰئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
“Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. (Maide Suresi, 44. Ayet)”
Sorusunun cevabında şöyle demektedir: “Bu ayetteki küfürden maksat, dinden çıkmak anlamına gelen dinde küfür değildir, bilakis ameli küfürdür.” Albani, bu şekilde ayeti tevil etmektedir. halbuki kendi temel inançlarıyla burada çelişmektedir. Çünkü Albani tevile inanmamaktadır! Albani ve diğer Vahabi yazarlar Sadri İslam’da müşrikler için nazil olan ayetleri örneğin: “فَلَا تَدْعُوا مَعَ اللّٰهِ اَحَدًا; “O halde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın (dua etmeyin) (Cin Suresi, 18. Ayet)” ve bunun gibi bir çok ayeti sahih bir tefsir olmadan Müslümanlara tatbik etmektedirler!! Peygamber ve Ehlibeytine tevessül edenlere çok rahat bir şekilde müşrik demektedirler!! Halbuki bu ayetler başka hakikatleri açıklamaktadır.
Şeyh Abdullah bin Cibrin “Mecmu Feteva c.6” kitabında şöyle yazmaktadır:
“… İmam Malik şöyle diyor: Eğer birisinin kafirliğine % 99 ve imanına sadece % 1 ihtimal versem, Müslüman’a hüsnü zandan dolayı onun amelini mümin olduğuna yorarım.”
Ayetler, hadisler ve Şia ve Sünni mezheplerinin büyüklerinin fetvalarından sonra şu soru akla gelmektedir: Neden tekfir içerikli fetvalar bazı Vahabiler tarafından sadır olmakta ve Müslümanların katlini mubah saymaktadırlar? Tüm Sünni ve Şii Müslümanları tanıklığa çağırarak şöyle diyoruz: acaba böyle fetvalar Kur’an’a, sünnete ve mezheplere mutabık mıdır, yoksa onlara muhalif midir? Eğer muhalifse hangi sebeple bu tür fetvalar yayınlanmaktadırlar? Acaba tekfir fetvalarının yayınlanması Kur’an ve sünnetin bir kenara bırakılması değil midir? Acaba bu fetvalar, fetva verenlerin lehine midir, zararına mı? kimler bu fetvalardan yararlanmaktadır, dostlar mı düşmanlar mı? acaba bu tür fetvaları yayınlayanlar cahil midir, yoksa alim mi? acaba bu kişiler müçtehitler mi yoksa mukalitler mi? acaba İslam, Kur’an ve sünneti bilen ve Müslümanların yararını düşünen bir müçtehit böyle fetvalar verir mi?
Bu soruların cevabını siz değerli okuyucuların vicdanlarına bırakıyoruz.