Bismillah
İmam Hüseyin (as) diyor ki:
“Ben ceddim Resulullah’ın ümmetini ıslah ve emri bil marufu(dinini) ihya etmek/ diriltmek için kıyam ettim”
İmam Huseyin(as) neyi ıslah ve ihya etmek istiyordu? Ümmete ve dine ne olmuştu da düzeltmeye ve diriltmeye ihtiyacı vardı? İslam’ın o zamanki merkezleri Mekke, Medine, Basra, Şam ve Kufe’deki toplumsal, ahlaki ve siyasal durum incelenmeden İmam’ın kıyamına neden olarak ileri sürdüğü bu söz anlaşılamaz.
Kerbela’da 61/680 yılında Muharrem ayının onuncu günü/ Aşura günü zirvesine ulaşan Hüseyni Kıyam’ın tüm nesillere yönelik çok sayıda mesajı vardır. Hüseyni Kıyam tarih felsefesi, siyaset, toplum bilim, ahlak ilmi, askeri-hamaset, edebiyat-duygusallık gibi bir çok dalda incelenmiş ve incelenmeye devam edilecektir. Anlamak istiyorsak, tarihten ders çıkarmak istiyorsak araştırmaktan, incelemekten ve tekrar tekrar değerlendirmekten başka çaremiz yoktur.
Hüseyni Kıyam sadece Müslümanlar arasında değil insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan, idraki/anlaşılması oldukça zor bir olay ve olgudur. Geçmişte ve zamanımızda olayın derinliğine inmek, hikmetini kavramak, toplumsal/siyasal düzen için dersler çıkarmak çok az kişiye nasip olsa da olayın duygusal yönünü anmak ve zamanımıza kadar yaşatmanın önemi de yadsınamaz.
Başta ülkemiz olmak üzere dünyanın çeşitli yanlarında Hüseyni Kıyam’ın ruh ve hakikatini şiir, mersiye ve genel olarak matem merasimleriyle canlı tutan ve bizlere ulaştıranlara şükran borcumuz vardır. Ama bütün bu çabalar Hüseyni Kıyam’ın duygusal yönünü anlatmakla sınırlı kalmış ve kıyamın asıl amacını ihtiva eden yönleri henüz toplumsal çapta anlaşılabilmiş/anlatılabilmiş değildir.
Takdir edilir ki, İmam Hüseyin(as) ona mersiyeler okunup, merasimler düzenlenip ağlanılsın diye kıyam etmemiş ve yeryüzüne gelmiş geçmiş en aziz ve reşid topluluk olan ashabını/yaranlarını bunun için feda etmemiştir. İmam Hüseyn’in kıyamının hedefleri konusunda şimdiye kadar birçok görüş ileri sürülmüşse de genelin kabul ettiği şudur ki; İmam’ın hedefi vazifesini yerine getirmek/iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, tahrif edilmiş İslami değerleri ihya etmek, davete icabet ederek tağuuti saltanatı yıkmak ve zevk u sefaya dalmış/yozlaşmış toplumun uyanışı için güçlü bir mesaj vermek/şok etkisi oluşturmaktı.
Hüseyni Kıyamı tüm yönleriyle özet olarak açıklamak bile aylarca yıllarca zaman gerektirirken bizim gibilerin birkaç yazıyla kıyamın hedeflerini ortaya koymak gibi bir iddiamız asla olamaz. Ama karınca kararıyla da olsa bazı karanlık noktaları aydınlatmaya çalışmayı da görev bilmeliyiz. Ola ki, araştırmacılar ve kalemi güçlü olanlar bu hatırlatmaları dikkate alarak şimdiki ve gelecek nesilleri Hüseyni Kıyam’ın hedefleri konusunda aydınlatmayı başarırlar, inşallah.
Şimdi birkaç soruyla kıyam öncesi durumla ilgili bazı hususlara değinelim:
Kıyam zamanında Mekke ve Medine’nin toplumsal siyasal durumu nasıldı?
Niçin başka bir şehir değil de Kufe? Mekke, Medine ve Basra’yla karşılaştırıldığında Kufe’nin farkı neydi?
Cemel, Sıffin ve Nehravan savaşları sırasındaki sapma ve yozlaşmayı isyancıların geçmişine bakarak anlamakta zorlanan, onbinlerce müslümanın kanının döküldüğü savaşları “ictihad farkı” olarak tevil edenler gibi Hüseyni Kıyamı bir iktidar savaşı olarak gören ve başka nedenlerden dolayı anlamakta zorlananlar da İslam toplumunun 30 yıl gibi kısa bir süre içerisinde İslami değerlerden uzaklaşabileceğine inanamıyorlar.
İmam Hüseyin’e nispet edilen bir rivayette Hazret şöyle buyurur: “Benim zamanımda marufla münker yer değiştirdi.” Yani kötülük iyiliğin yerine geçti, kötü işler iyi, iyi işler kötü olarak görüldü. İmam Huseyin zamanında toplum nifak/ikiyüzlülük aşamasını geride bırakarak daha tehlikeli bir aşamaya girmişti. Medine ve Mekke’de artık alenen şarap içiliyordu, evlerden çalgı ve kadın şarkıcı sesleri yükselmeye başlamıştı.
Zina konusunda duyarlılık zayıflamıştı. Bunun en açık örneği Muaviye’nin Ziyad ibn Ubeyd’i kendi kardeşi olarak ilan ederek bundan sonra Ziyad’a Ubeyd’in oğlu değil Ebu Süfyan’ın oğlu değin, çünkü Ziyad babamla annesi Mercane’nin gizli ilişkisinden dünyaya gelmiştir, diyor ve bu münkerin halife tarafından ifşa edilmesi karşısında kimseden ses çıkmıyordu. Kısacası Emeviler İslami değerleri ortadan kaldırmak ve cahiliye döneminin adetlerini geri getirmek için açıktan faaliyet gösteriyor, Ebuzer ve Ammar gibi birkaçı dışında sahabelerden de kimse buna tepki göstermiyor veya gösteremiyordu. Hatırlatmak gerekir ki, Ziyad, Yezid tarafından Kufe’ye vali olarak atanan ve Kufe ordusunu Kerbela’ya gönderen baş katil Ubeydullah’ın babasıdır.
Ebu’l Ferec İsfahani “El-Eğani” adlı kitabında şöyle yazar: “ Hicri 60’lı yıllarda (İmam Hüseyin’in imamet yıllarında) hacc ibadetini yerine getirmek için Mekke’ye gelen hacılar, tavaf sırasında şarap da içiyorlardı… ”
Ahlaki laubalilik ve yozlaşmaya kayıtsız kalındığı gibi siyasal açıdan da Emevilerin oluşturduğu korku ve baskı ortamına kimse karşı çıkacak cesareti gösteremiyordu. Artık nasihat edecek, karşı çıkacak Ebuzer , Ammar ve Salman da yoktu.
İmam Huseyin(as) işte böyle bir zaman ve ortamda Yezid gibi birine biyat edemeyeceğini ilan ediyor ve “Ben ceddim Resulullah’ın ümmetini ıslah ve emri bil marufu(dinini) ihya etmek/yeniden diriltmek için kıyam ettim” diyerek ümmetin doğru yoldan çıktığını ve dinin tahrif edildiğini haykırıyordu.
Peki nasıl oldu da genel olarak toplum ve özel olarak dünün mücahitleri kısa sürede böyle duyarsız, tepkisiz ve yozlaşmış bir duruma gelmişti?
Bilindiği üzere ikinci halifenin iş başına gelmesiyle birlikte futuhat/başka ülkeleri fethetme yöntemi tebliğ-irşad ile İslamı’ı tanıtma yayma yöntemi yerine geçmiş ve kısa sürede geniş ülkeler Müslümanların kontrolüne geçmişti. Fethedilen her bölgeden elde edilen ganimet ve haraç müthiş bir servet yığılmasıyla sonuçlanmıştı. Ganimet dağıtımı Pegamber (sa) ve birinci halife Ebubekir dönemindekinin aksine katsayı sistemine göre dağıtılmaya başlandı. Yani İslam’a girme geçmişi, muhacirden olma, savaşlara, gazvelere katılım sayısı vb ölçütlere göre dağıtılınca İslam’a ilk giren sahabelerden bazıları aniden müthiş servetlere sahip olmuştu.
Misal olarak Abdurrahman bin Afv ilk muhacirlerden olup Ensar’ın yardımıyla hayatını sürdürmüşken vefat ettiğinde servetinin miktarı hesaplanamayacak kadar fazlaydı. Bir rivayete göre öldüğünde dört eşinden birinin isteği üzerine mirasın acil olarak bölünmesine karar verilmiş ve sahip olduğu geniş araziler ve çiftlikler dışında sadece sahip olduğu altınlardan bu eşinin hissesine (1/32) 80.000 altın sikke düşmüştür. Yani 2.560.000 altın sikkeye sahipmiş. Mesudi, “ Muruc ez-Zeheb” adlı kitabında şöyle kaydeder: “ Ravi diyor ki, Abdurrahman bin Afv’ın altınlarını Mescid-i Nebi’nin ortasına yığdılar, ben Mescid’de durduğum yerden baktığımda Mescid’in öte tarafını göremiyordum.”
Bu sadece bir örnek olup ülkeler fethetme döneminde ganimet toplama savaşa katılmanın ilk saiki haline gelmişti. Şöyle ki, Cemel Savaşında Ayşe, Talha ve Zubeyr’in komuta ettiği ordu yenildikten sonra Emir’el Müminin Ali’nin ordusundaki askerler ganimet toplamak ve müslüman kadınları kızları esir edip cariye edinmelerine izin verilmeyince şaşırmışlardı. Yani ganimetsiz, cariyesiz savaş düşünemeyecek duruma gelmişlerdi. Bu misal bile Peyamber’in(sa) irtihailinden daha 30 yıl geçmeden ortaya çıkan sapmanın derinliğini göstermekte değil midir?
Mekke ve Medine başta olmak üzere önemli İslam beldelerinde servet bolluğunda, şehvet ve zevk u safa içinde boğulan sahabe ve tabiinin –istisnalar da vardı elbet- Peygamber’in (sa) getirdiği ilahi dinin Emevilerce değiştirilmesine duyarlı olmaları veya tepki göstermeleri beklenemezdi elbet.
İmam Huseyin (as) işte böyle bir ortamda Medine’den çıkmış, İslami beldelerden Hacc ibadeti için toplanmış Müslümanlara Mekke’de durumu anlatmaya çalışmış ve herhangi olumlu bir cevap alamamış ve Kufelilerin davetine icabet etmek için yeniden Kuzey’e doğru yoluna devam etmişti.
Peki Kufe nasıl bir yerdi? Kufeliler niçin İmam’ı davet etmişlerdi?
Kufe bir şehir halini almadan önce İkinci Halife Ömer zamanında sürdürülen fetihlerde ordunun toplanma merkezi olarak seçilmiş ve zamanla birlikte doğu, kuzey ve batıya doğru genişlemede büyük bir garnizona dönüşmüştü. Dicle ve Fırat nehirleri sayesinde sulak ve verimli arazilerin ortasında bulunan bu bölge kısa sürede Yemen, Hicaz ve başka bölgelerden göçlerle o zamanki en büyük şehrin oluşmasına tanık olmuştu. Beni Esed, Beni Temim gibi büyük Arap kabilelerine ilaveten Arap olmayan anlamında mevali olarak adlandırılan İranlı Müslümanların da göçüyle Kufe yeni kurulmuş çok uluslu bir şehir haline gelmişti.
Geçmişe dayalı belli bir gelenek ve kültüre sahip olmayan Kufe kabilelerin ve ulusların sayısı oranında kozmopolit, çoklu bir kültürel yapıdaydı. Ama savaşa hazır olma, ganimet toplama, yeni bölgelere hakim olma, beytülmaldan pay alma ve kabilelerini her açıdan güçlendirme konusunda ortak özelliklere sahiptiler.
Peki Kufeliler Şii miydiler?
Şiiliği Ehlibeyt’in(as) velayetini kabul etmek olarak düşünürsek bu tip Şiilerin sayısının birkaç yüz kişiyi geçmediği söylenebilir. Bunlar açısından İmam, Allah ve Resulü(sa) tarafından tayin edilmiştir, ister devletin başında olsun ister makamı gasbedilmiş olsun. Bunların Kufe’de halk tabanında bir rolleri yoktu denilebilir. Çünkü farklı kabileler içinde azınlık durumundaydılar. Ve çoğu defa kabilenin ortak kararı dışına çıkamıyorlardı.
Şiiliği İmam Ali’nin(as) halifeliğini, ilmi üstünlüğünü, komutanlıktaki üstünlüğünü kabul etmek olarak düşünürsek, nüfusun önemli bir bölümünün bu grupta olduğu söylenebilir. Emirelmüminin zamanında olduğu gibi İmam Hasan ve İmam Huseyin zamanında bunların geneli olmasa da ileri gelenleri savaşta ve barışta gerekli gördükleriinde kendi görüşlerini ve maslahatçılığı ileri sürebiliyorlardı. Muslim ibn Akil’i Kufe’de yalnız bırakan ve Hüseyni Kıyama katılmadıkları için pişman olan Tevvabin bu kategoride değerlendirilebilir. İmam Huseyn’e mektup yazıp Kufe’ye davet edenlerin çoğu bu gruptaki Şiilerdi. Süleyman ibn Sured’i bu grubun en belirgin şahsiyeti olarak görebiliriz. Kerbela şehidlerinden Habib ibn Mezahir ve Müslüm ibn Avsece’nin birinci grupta mı yoksa bu ikinci grupta mı olduğu konusunda farklı görüşler vardır.
Üçüncü bir grup ise önceki üç halifeye biyat ettikleri ve meşruiyetini kabul ettikleri gibi İmam Ali ‘ye de biat etmiş ve çıkarları korunduğu sürece savaşlarda İmam ali’nin yanında yer almış kesimlerdi. Güçlü Kindi kabilesinin lideri Eş’as ibn Kays gibi kabile reisleri ve çoğu Kur’an karisi olan Haricilere bağlı topluluklar bu grupta bulunuyordu. Kufe nüfusunun ekseriyetini bunlar oluşturuyordu. Bunlardan bazıları da İmam Huseyn’e davet mektubu yazmış ve hatta kendilerini İmam’ın şiisi/taraftarı (Şebes ibn Rebii vb) olarak tanıtmışlardı. Bu gruptakiler öteden beri iktidarın Şam’dan Irak’a, Irak’ın o zamanki merkezi Kufe’ye aktarılması yanlısı olarak Yezid’i halifelik makamına uygun görmüyorlardı. Bunlar hakkaniyet değil iktidar özlemi çeken ve iktidardan yararlanmak isteyen kesimlerdi.
Dördüncü bir grup ise sayıları çok olmasa da Emevilerin desteği ile Kufe’de bulunan, hükümetin nimetlerinden yararlanan ve Şam hükümeti lehine çalışanlardı.
Kufe şehri yukarıdaki açıklamalar ışığında eksik yanlarına rağmen Medine, Mekke, Basra ve Şam’dan toplumsal faaliyetler bakımından daha canlı, siyasal açıdan daha ileri ve dini duyarlılık bakımından daha az yozlaşmış durumdaydı. Hangi saikle olursa olsun Emevi zulmüne karşı sözde de olsa direnişe hazır olmalarını açıklamaları bile öteki şehirlerden biraz daha önde olduğunu gösteriyor.
Bu makalede İmam’ın sözünün dayandığı tarihi gerçekleri, kıyam öncesi İslam toplumunun düştüğü müptezel durumu bir nebze olsun açıklamaya çalıştık. Kufe halkının İmam Huseyn’i davet etmelerine ve O’na biyat etmelerine rağmen verdikleri sözde durmadıkları ayrı bir tarihi gerçek olup ayrı bir makalede incelenmesi gerekir. Bu konuve Kerbela’ya Ömer ibn Saad komutanlığında hareket eden grupların motivasyonlarını ayrı bir yazıda değerlendireceğiz inşallah.
Ziya Türkyılmaz