Sünnetin Yanlış Anlaşılma Sebepleri

Rate this item
(0 votes)
Sünnetin Yanlış Anlaşılma Sebepleri

Mevlid-i Nebi haftası münasebetiyle Peygamberimizin (saa) sünnetinin yanlış anlaşılmasına sebep olan birkaç hususa değinmek istiyorum.

Dinî metinler söz konusu olduğunda yanlış anlamayı iki sebebe indirgemek mümkündür. Yanlış anlama ya sözün dilsel yapısından ya da maksadı anlamaktan kaynaklanabilir. Günlük hayatımızda da durum farklı değildir. Öyle zamanlar olur ki birinin ne dediğini başka zaman ise ne demek istediğini doğru anlayamıyoruz. Çünkü bazen kelime hazinemizin yetersizliği, dilsel üsluplara vukûfiyetimizin eksikliği metni doğru anlamamıza engel olmakta bazen de anlamı açık olan bir sözü doğru bir bağlama oturtmadığımızdan dolayı yanlış anlayabiliyoruz. Örneğin iyi niyetle söylenen güzel bir sözü yergi makamında kabul edince kötüye yorumlayabiliyoruz. Elbette anlama problemlerini bir yazıda ele alma iddiasında değiliz. Amacımız Mevlid-i Nebi haftası vesilesiyle problemin ciddiyetine bir nebze de olsa dikkat çekmektir. Bunun için metin düzeyinde ve maksat düzeyindeki yanlış anlama problemlerine birkaç örnek vermekle yetineceğiz.

Peygamberimizin (saa) sözlerini metin düzeyinde yanlış anlamanın en önemli sebebi Arapça bilgisinin eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Bilgi eksikliği de farklı açılardan olabilir.

Arapçada müşterek dediğimiz, bir kelimenin birden fazla anlamda kullanılması yanlış anlamaya sebep olmaktadır. Mesela ihtilaf kelimesi; tefrika, parçalara bölme ve gidiş geliş anlamında kullanılmaktadır. “Ümmetimin ihtilafı rahmettir.” hadisindeki “ihtilaf” kelimesini “tefrika” şeklinde anlayan Abdulmü’min Ensari adındaki ravi, İmam Cafer es-Sadık’a (as) şöyle demiştir: “Eğer ümmetin ihtilafı rahmet olsaydı birleşmeleri azabı gerektirirdi!” İmam ona, ihtilaf kelimesini yanlış anladığını, söz konusu hadiste dinde ihtilafın kastedilmediğini dolayısıyla bu hadiste tefrika anlamında değil, gidiş geliş yani dini öğrenmek ve öğretmek için ilim merkezlerine gidip gelmenin rahmet olduğu, kastedilmiştir.[1]
Dille ilgili bir diğer problem, kelimelerin zamanla yeni anlamlar kazanması, ilk kullanıldıkları anlamlarının bilinmemesidir. Afv kelimesinin bizde çağrıştırdığı ilk anlam bağışlamak ve vazgeçmektir. Oysa Kur’ân’da ihtiyaç fazlası ve kolaylıkla verilecek mal anlamında kullanılmıştır.[2]
Zamanla kelimelerin sözlük anlamı dışında ıstılah haline gelmeleri de ciddi anlama problemlerine sebep olmaktadır. Çünkü islamî ilimlerdeki çoğu ıstılah, Peygamberin (saa) vefatından sonra oluşmuştur. Örneğin fıkıh kelimesinin İslamî ilimlerden birine isim olması Kur’ân’ın inişinden sonra gerçekleşmiştir. Kur’ân’ın nüzul döneminde böyle müstakil bir ilim henüz oluşmamıştı. Bu açıklamayı da göz önünde bulundurarak “الحکمة ضالّة المؤمن”/hikmet mü’minin yitik malıdır” hadisine bakalım. İfadede geçen “hikmet” kelimesini felsefe olarak anladığımızda ciddi problemlere sebep olmaktadır. Hikmet kelimesinin asıl anlamı “engel olmak, sağlam olmak” anlamındadır. Nitekim Türkçede de kalelerin sağlamlığını anlatmak için “muhkem kaleler” denilmektedir. Öyleyse insanı cahillikten koruyan her türlü ilim, hikmettir. Dolayısıyla hadis-i şerifin felsefeyi onaylama veya reddetmeyle ilgisi yoktur. Sadece bizi cehaletten koruyan ilmin peşinden koşmamızı istiyor.
Hadis metinlerinin yanlış anlaşılmasındaki bir diğer problem, hadise eklemelerin yapılması veya eksik aktarılmasıdır. Çoğumuzun duyduğu Ebu Hureyre’nin; “Üç şeyde uğursuzluk vardır: At, kadın ve ev” şeklindeki rivayetinin baş kısmı aktarılmadığı için oldukça ciddi kafa karışıklığına neden olmuştur. Oysa rivayetin aslı şöyledir: “Cahiliye ehli derler ki uğursuzluk üç şeydedir: At, kadın ve ev.” Bu rivayet, ekleme ve çıkarmaların hadislerin anlamını nasıl çarpıttığına en güzel örneklerden biridir. Cahiliyeye ait bir anlayış sanki Muhammed Mustafa’nın (saa) sözü gibi sunulmuştur.[3] Bu tür rivayetlerin neden hadis külliyatlarında muhafaza edildiği ise başlı başına üzerinde durulması gereken bir sorun.
Metinden kaynaklanan problemlere dikkat çekmek açısından örneklerin yeterli olduğunu düşünüyorum.

Maksadı yanlış anlamanın ortaya çıkardığı sorunlar için Mutahharî’nin verdiği iki örnekle yetineceğim. Zira bu örnekler son derece önemli mesajlar barındırmakta ve konunun özünü anlamada ufkumuzu oldukça aydınlatmaktadır.

Süfyan-i Sevrî İmam Cafer Sadık'ın (a.s) yumuşak bir elbise giydiğini görüp "Resulullah (saa) böyle bir elbise giymiyordu." diye itiraz edince, İmam ona şöyle dedi: Resulullah (saa) giymedi diye insanların kıyamete kadar böyle yapması gerektiğini mi sanıyorsun sen?! Bunun İslâm'ın emirlerinden olmadığını bilmiyor musun?! Zaman ve mekânın şartlarını göz önünde bulundurman gerekir. O dönemde Resulullah'ın (saa) yaşamı normal bir yaşamdı. İnsanların çoğunun o dönemde nasıl yaşadığına bakmak gerekir. Elbette o toplumun önderi olan ve insanların uğruna can ve mallarını sunduğu Resulullah (saa) için her türlü yaşam imkânı vardı. Fakat Resulullah (saa) halkın genelinin yaşamını göz önünde bulundurarak hiçbir zaman kendisi için özel bir statü istemedi. İslâm dini insanların derdine ortak olmayı, eşitliği, adaleti, insaflı olmayı, fakirlerin ruhunda ukde oluşmaması, arkadaş, komşu veya onun hareketlerini izleyen kişinin rahatsız olmaması için yumuşak ve ılımlı olmayı emreder. Resulullah'ın (saa) döneminde yaşam şartları bu kadar geniş ve kolay olsaydı o da kesinlikle böyle davranmazdı.
Şimdi sormak gerekir. Resulullah’ın yaşamında sünnet olan neydi? Eski elbise giymesi, kuru ekmek yemesi, evinde yemeğin pişmemesi mi yoksa paylaşma, adalet, insaf, dert ortağı olma gibi ilkeler miydi? İmama göre bu konudaki sünnet, halkıyla dert ortağı olmak, paylaşma, eşitlik, beraberlik, adalet ve insaf gibi ilkelerdir. Nitekim İmam Cafer es-Sadık'ın (as), kuraklık yılında malî işlerinden sorumlu kişiye "Git, ambarımızda biriken buğdayları sat ve bundan böyle ekmeğimizi günlük olarak temin edelim." demiştir. Çünkü pazardaki ekmek, buğday ve arpa karışımından pişiriliyordu. İslâm dini buğday veya arpa ekmeği ye ya da buğdayla arpayı karıştır demiyor. Halk arasında davranışın insaf, adalet ve ihsan üzerine olmalıdır diyor.

Mutaharrî’nin sadece bu açıklamaları bile günümüzdeki birçok sorunun kaynağını ortaya koymaya yeterlidir. Sünneti sağ elle yeme, tabağı silip süpürmeye indirgeyip şatafatlı yaşamlarıyla insanların gönlünde sürekli ukde bırakanlar sadece insanların sünneti doğru anlaması önünde birer engeldirler.

Maksadın yanlış anlaşılmasına diğer bir örnek  İmam Ali’nin (as) kendi rivayetine getirdiği izahı verilebilir. İmam Ali'ye (as) bizzat kendisinin naklettiği, "Sakalınızı değiştirin ve Yahudilere benzemeyin." hadisi uyarınca neden sakalına kına yakmadığı sorulduğunda, şöyle buyurdu: "Bu emir, Resulullah'ın (saa) dönemine hastır. Düşmanın, karşımızdakiler bir grup yaşlı ve işten düşmüş kişilerdir, dememeleri için Resul-i Ekrem'in (saa) kullandığı bir savaş taktiğiydi. Fakat bugün kişi bu konuda serbesttir." Şimdi eğer Hz. Ali (as) olmasaydı, böyle bir açıklamada bulunmasaydı, biz "Resulullah (saa), sakalınıza kına yakın buyurmuştur." deyip kıyamete kadar insanların sakallarıyla uğraşır ve onlardan sakallarını boyamalarını isterdik.[4] Şimdi bir taraftan sünnete uyuyorum diye sakalına kına yakıp diğer taraftan kendisine bomba bağlayıp camileri kana boyayanların ne kadar çarpık bir sünnet anlayışına sahip olduklarının daha iyi anlaşıldığını düşünüyorum.

Mevlid-i Nebi haftasının Peygamberimizin (saa) söz, fiil ve ikrarlarından oluşan sünnetini doğru anlamamızın önündeki engellerin kalkmasına vesile olmasını Rabbimizden niyaz ediyorum. 


[1] Biharu’l-Envar, c. 1, s. 227.

[2] Bakara, 2/219.

[3] Detaylı bilgi için bkz. Abdulhadi Mesudi, Hadisi Anlamanın Engelleri, Misbah: İslamî Düşünce ve Araştırma Dergisi, 2014, cilt: III, sayı: 9, s. 97-118.

[4] Murtazâ Mutaharrî, Ehl-i Beyt İmamları'nın Siyasî Tutumları, Çev. Cafer Bendiderya, Kevser, İstanbul, 2007, s. 19-22.

Read 8 times