Ehl-i Beyt imâmlarının dördüncüsü olan Zeynelabidin (a.s) Hicrî 36’da Medine’de dünyaya geldiği rivâyet edilmektedir. Bazı kaynaklarda Miladî 38’de Kûfe’de doğduğu aktarılmakta. Babası İmâm Hüseyin (a.s), annesi Şehrbanu validemizdir.
Allah’ın adıyla
Ehl-i Beyt imâmlarının dördüncüsü olan Zeynelabidin (a.s) Hicrî 36’da Medine’de dünyaya geldiği rivâyet edilmektedir. Bazı kaynaklarda Miladî 38’de Kûfe’de doğduğu aktarılmakta. Babası İmâm Hüseyin (a.s), annesi Şehribanu validemizdir. Dedesi İmâm Ali (a.s) şehid edilesiye dek, yani üç-dört yaşına kadar dedesinin sevgi, şefkat ve ilgisine mazhar olmuştur. Amcası İmâm Hasan (a.s) ve babası İmâm Hüseyin’den (a.s) ilim tedris etmiştir. Amcası İmâm Hasan’ın (a.s) Muâviye ile yapmış olduğu mütarekeden sonra Medine’ye hicret edildiğinde Mescid-i Nebevi adeta medreseye dönüştürülmüştü. İnsanlar amcasının ve babasının eğitim ve irşadından faydalanıp tebyin edilirken kendisi de bu ders halkalarına katılır ilim tedris ederdi. Ayrıca babası ve amcasından ev ortamında da özel olarak tefsir, hadis, fıkıh, akaid ve irfanî konularında ilim öğrenmekte idi.
Kerbelâ faciasına kadar uzun bir zaman sürecinde nebevî kaynaktan ve Ehl-i Beyt pınarından ilim tedris ederek büyük bir bilgi birikimi ve engin bir donanıma sahip olmak İmâm Zeynelabidin’e (a.s) nasip olmuştur. Bu ilmî birikim babasının şehadetinden sonra imâmet ve velâyet misyonunu kuşanmayı ilâhî bir sorumluluk olarak karşısına çıkarmıştı.
Elbetteki bu misyonu yüklenmek İmâm (a.s) için sürpriz değildi. Amcası ve babasının bu bağlamda ona vasiyetleri vardı. Hatta dedesi İmâm Ali (a.s) onu kucağına alıp sevip okşarken ev halkına da onun gelecekte Müslümanlara karşı üstleneceği sorumluluktan ve ümmet nezdindeki imâmetinden söz etmekte idi. Babası Seyyid-i Şûheda İmâm Hüseyin (a.s) ise Kerbelâ’ya vardıklarında oğlunu karşısına alıp yükleneceği imâmet misyonuyla ilgili son kez nasihatlerde bulunmuştu. Ayrıca İmâm Hüseyin (a.s) oğluna, Medine’ye döndüğünde Ümmü Seleme validemizden imâmetle ilgili bir takım emanetleri almasını da söylemişti. Nitekim İmâm Zeynelabidin (a.s) Medine’ye vardığında ilk iş olarak Ümmü Seleme validemizi ziyaret edip emanetleri almak olmuştur.
Hiç kuşkusuz İmâm Zeynelabidin (a.s) 57 yıllık yaşamının en acı anını Kerbelâ’da yaşamıştır. Hasta ve bîtap bir vaziyette olmasından dolayı babasının ve Ehl-i Beyt yârenlerinin yardımına koşamamak ve o fecaati sadece seyrediyor olmak ona çok acı gelmiştir. Hatta takatsizliğine rağmen yattığı yerden kalkmaya teşebbüs etmiş ancak halası Zeyneb ve diğer kadınlar ona engel olmuştu. Elbette ki takdiri ilâhî onun hayatta kalmasını murad etmişti. Zira yeryüzü hüccetsiz kalmamalıydı ve ümmete karşı yüklenilmesi gereken sorumluluk onu bekliyordu.
İmâm Zeynelabidin (a.s) Ehl-i Beyt kadınlarıyla birlikte Şam’dan yola çıkıp uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Medine’ye geldiğinde halk büyük bir mahcubiyet içerisinde taziye ziyareti yapmaktaydı. İmâm (a.s) büyük bir olgunluk ve metanet içerisinde taziyeleri kabul ediyor ve ziyaretçilere hiçbir serzenişte bulunmuyordu. “Keşke babanı yalnız bırakmasaydık, keşke onunla birlikte bizde orada şehid olsaydık“ gibi sözler edip kendilerini kınamakta idiler.
Medine halkı İmâm Hüseyin’in (a.s) peşisıra gitmemiş olmanın ezikliğini İmâm Zeynelabidin’e (a.s) teveccüh etmekle telafi etmeye çalışıyordu. Kendisine son derece hürmetkâr davranıyorlar ve sorunlarının halli için ona müracaat ediyorlardı. Artık İmâm (a.s) Medine’de şer‘î hükümlerin ve her türlü ilmî problemin halli için başvuru mercii idi. Meselelerin halli için önerdiği şer’î hükümler ve fıkhî fetvalar tam bir kalp mutmainliği ile kabul görüyordu.
Ayrıca İmâm’ın (a.s) kendi kişilik ve şahsiyetinin halk üzerinde büyük bir tesiri vardı. İmâm’ın (a.s) gece gündüz ibadetle iştigal etmesi, abidliği, takvası, zühd ve verası halkın ona olan saygı ve sevgisini daha da arttırmıştı. Bu nedenle ona “ibadet edenlerin ziyneti“ anlamına gelen “Zeynelabidin“ ismini vermişlerdi. Diğer bir lakab olarak Seyyidu’l-Abidin (abidlerin efendisi) diye de anılmaktaydı. Ayrıca çok secde ettiği için ona Seccad ismini de takmışlardı. (İmâm’ın (a.s) asıl ismi Ali bin Hüseyin’dir.) Halk İmâm’da (a.s) peygamber simasını, nübüvvet nurunu görüyordu. Bu nedenle İmâm’ın (a.s) halk nezdinde son derece saygınlığı ve itibarı vardı.
Halk İmâm‘dan (a.s) sadece meselelerinin halli için istifade etmek değil, kendisinden her konuda ilim tedris emek istiyordu. İmâm (a.s) bu talep üzerine Mescid-i Mebevî’de geniş kapsamlı bir ders halkası oluşturmuştu. Kısa süre içerisinde İmâm’ın (a.s) namı her taraftan duyulur olmuştu. Bu ders halkasına sadece Medine halkı değil, civar semtlerden de katılanlar vardı.
Birçok ilim dalının temeli de bu medresede atılmıştı. Süreç içerisinde İmâm’ın (a.s) rahle-i tedrisinden geçen, onun engin nebevî ilmi ile techiz olan önemli sayıda fakihler yetişmiş oldu. Hadis-i şeriflerde Ehl-i Beyt imâmları için “Hidayet meşalesi“ denilmesi onların nebevî ilmin gerçek mümessili ve menbaı olmalarındandır. Elbette ki söz konusu hadisin siyasî boyutu da var. Ancak ne yazık ki İslâm ümmetinin bu bağlamda Ehl-i Beyt imâmlarından istifade etmesine, onların siyasî rehberliği altında adil bir şekilde yönetilmelerine fırsat verilmedi.
Halk, hiç olmazsa onların ilminden yararlanalım diyordu. Gaspçıların hükümet merkezi nasıl olsa Şam’daydı ve Ümeyyeoğulları‘nın valisi şimdilik İmâm’ın (a.s) faaliyetlerine karışmıyordu. Tabi ki bu durum Kerbelâ katliamından dolayı tepki almama adına idi. Vali‘den İmâm’ın (a.s) faaliyetleriyle ilgili raporlar isteniyor ancak kendisine müdahale edilmiyordu. Gerçi iş o raddeye varmıştı ki halkın adlî sorunlarının halli de İmâm (a.s) tarafından çözümlenmekteydi. Kısacası halk İmâm’a (a.s) güveniyor, ona itibar ve ona teveccüh ediyordu. Bir zamanlar dedesi İmâm Ali’ye (a.s) halktan mada halifeler de adlî işlerin halli için müracaat etmekteydi.
(Rivayetlere göre dönemin halifesi (!) Abdulmelik b. Mervan ile Roma Kralı arasında para kullanımı hususunda ihtilâf olunca meselenin halli için İmâm Zeynelabidin‘e (a.s) müracaat ediliyor. İmâm (a.s) İslâm dinarının sikke olarak basımını öneriyor ve mesele halledilmiş oluyor. Müslümanların maslahat söz konusu olduğunda İmâm (a.s) fikir beyan etmekten ictinab etmiyordu.)
Yunus suresinin 35’nci ayetinde ifade edildiği gibi doğruyu bilen ve bu bilgi birikimi ile hakka ulaştıran uyulmaya daha layıktı ve halk bu yüzden mevcut şartlar dahilinde hidayet imâmlarına müracaat etmekteydi. Devlet imkânları ise gasıpların elindeydi. Şam’da saraylarına yerleşmişler topladıkları vergilerle halkı cendereye sokmuşlardı. Ve yine halkın çençlerini toplayıp cihad adı altında savaşlara sürmekteydiler. Gönülleri-kalpleri fethetmek yerine toprakları ele geçirmek onlara daha cazip geliyordu. Zira ele geçirdikleri ganimetlerle ve aldıkları cizyelerle saraylarının istişamını daha da şatafatlı hale getiriyorlardı. Ahiret değil debdebeli hayat onlar için daha çekici idi. Bir halk ayaklanması, bir kıyam olmadığı sürece Medine’de olup bitenler onları pek ilgilendirmiyordu.
İmâm (a.s) bu ortamı fırsat bilerek halkı tebyin ve irşad etme vazifesine büyük bir ciddiyetle devam ediyor ve bir taraftan da adlî meselelerin halli için hüküm ve fetvalar veriyordu. İmâm (a.s) halk arasında hiçbir ayırım gözetmezdi. Her yaş grubundan insanlar ders halkasının müdavimiydi. Ancak İmâm (a.s) insanların seviye, kapasite ve taleplerine göre ders halkaları oluşturmuştu. Örneğin, bazı kişiler kendilerini kelâm ilminde geliştirmek isterken, bazıları da fıkhî-hukukî konularda uzmanlaşma talebindeydi. İmâm (a.s) işlemiş olduğu ders müfredatını tefsir, fıkıh-hukuk, siyer, akaid-kelâm, hadis ve tarih gibi değişik ilim dallarına tasnif ederek disiplinli, sistematik ve anlaşılır bir metodla eğitim faaliyetlerini sürdürmekteydi.
Ayrıca edindiğimiz bilgilere göre İmâm (a.s) matematik, geometri, astronomi-gökbilimi, kizik, kimya ve tıp gibi pozitif ilimlerle de iştigal ediyormuş. İmâm (a.s), bu ilimlerin altyapısını oluşturarak oğlu İmâm Muhammed Bakır‘a (a.s), o da oğlu İmâm Cafer Sadık’a (a.s) aktardığı tarihî kaynaklarda geçmektedir. Bilindiği gibi Cebir ve kimya ilimlerinin mucidi ise İmâm Cafer’in (a.s) talebesi Cabir bin Hayyan’dır. Ki bu ilmi İmâm Cafer’den (a.s) almıştır. Bugün dünyanın her tarafındaki lise ve üniversitelerinde Cebir (Al-Gebra) dersi okutulmaktadır.
Eğer Ehl-i Beyt imâmlarının önünde despot rejimlerin bariyer, kuşatma ve engelleri olmasydı hiç kuşkusuz İslâm medeniyeti Kur’an’ın öngördüğü şekilde inkişaf edecekti ve dünyanın çehresi bugünkü gibi olmayacaktı. Pozitif ilimlerle geliştirilecek teknoloji ve maddi imkânlar insanlığın hayrı için kullanılacak, dünya bayındır hale gelecekti. Siyasal alanda ise insanlar İslâm’ın hayat bahşeden-hayatı teminat altına alan hukuk sistemiyle adilane bir şekilde yönetileceklerdi. Kısacası dünya insanlığı barış ve huzur içerisinde yaşayacaktı. Yüce Allah’ın yeryüzü insanlığına sunmuş olduğu maddî imkân ve nimetler yine adilane bir şekilde paylaşılacak, üretim ve tüketimde arz-talep denklemi baz alınıp adil gelir dağılımı sağlanacaktı. Zekât, sadaka ve humus göbeği ve ensesi şişik insanların insafına terk edilmeyecek, bütün yoksulların hakları gözetilip dünyada bir tek fakir insan kalmayacaktı.
Vahşi kapitalizmin ise esamesi okunmayacaktı. Savaşlar mı, toplu imha silahları mı? Bunlara asla fırsat verilmeyecekti ve bunların da esamesi okunmayacaktı. “Hak gelince (hak hakim olunca), batıl zail olur“ ayetinde ifade edildiği gibi batıl olana, şer olana o fırsat verilmeyecekti. Ama olmadı işte. Bir eksen kayması bakın nelere mal oluyormuş?!
Bazıları bu ifadelerimizi uçuk ve hayal mahsulü olarak yorumlayabilir. Oysa ifede ettiklerimiz Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın kelâmı olan Kur’an’dan neşet etmektedir. Örneğin, Yüce Allah Kur’an’da bütün yeryüzüne dinini egemen kılacağını söylerken bunu ön koşula bağlamaktadır. “Eğer siz Allah’a (Allah adına Allah’ın dinine) yardım ederseniz Allah’da size yardım eder ve yeryüzünde ayaklarınızı sabit ber kadem kılar.“ (Muhammed:7) Siz dinin mücessem temsilcisi, velâyet şahı İmâm Ali’yi (a.s) Sakife’de terk ederseniz, siz Hasan-ı Mücteba’yı (a.s) Muâviye melununa karşı naçar bırakırsanız, siz hidayet meşalesi Seyyid-i Şuheda İmâm Hüseyin’i (a.s) Kerbelâ toprağında zalim Yezid’in insafına terk ederseniz Allah’ın dinine nasıl yardım etmiş olursunuz?
Yeryüzünde ayakların sabit ber kadem kılınması ne anlama gelmektedir? Müslümanların yeryüzünde sabit ber kadem olsaydı dünyanın öbür ucundaki bir mazluma kimse zulmetmeye cesaret edemezdi. Biz Müslümanlar bütün dünya halklarına, bütün dünya mustazaflarına karşı sorumlu kılınmış bir ümmetiz. “Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz..“ ( Âl-i İmrân:110)
İslâm ümmetinin bugünkü acınası haline bir bakın ve düşünün nerde hata yapıldı diye? Bu yanlışların, bu vebâllerin karşılığı yine Kur’an’ın ifadesiyle “Hizyun fi hayatu‘d dunya“ (dünya hayatında rezillik-rüsvaylık), ahirette de “eşeddil azab.“ (Bakara:85) değil midir? Kur’an’da aktarılan bu olay aslında Yahudilerden örnekle Müslümanlara anlatılıyor. Aynı duruma düşülmesin diye. Ancak ne yazık ki kadim tarihlerdeki hatalar Muhammed (s.a.a) ümmeti tarafından da tekerrür edildi.
Hiç kuşkusuz İmâm Zeynelabidin (a.s), işlemiş olduğu tefsir derslerinde bu konuları da öğrencilerine aktarmaktaydı. Onun derdi, ıstırabı, bütün uğraş ve çabası devrimci bir potansiyel oluşturmaktı. Ancak Ümeyyeoğulları tarafından kuşatılmışlığının ve hakkında sürekli olarak Şam’a raporlar sunulduğunun da farkındaydı. Babasına yapılan ihanetleri de gözönünde bulundurmuyor değildi! İnsanlar onun üstün fazilet ve erdemliliği karşısında saygıda, hürmette kusur etmiyorlardı, ona büyük bir tazim ve ihtiramla bağlı idiler. Ancak etrafındakiler devrim ve kıyam için potansiyel olarak fazla bir yekûn tutmuyordu…
Hazım Koral