Hüseyni Kıyamın Verdiği Dersler

Rate this item
(0 votes)
Hüseyni Kıyamın Verdiği Dersler

İmam Hamanei
  
Hüseyni Kıyamın Verdiği Dersler

Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki: "Hüseyin bendendir; ben de Hüseyindenim" ve yine buyurmuştur ki: "Doğrusu Hüseyin hidayet meşalesi ve kurtuluş gemisidir." Bütün namaz kılan kardeşleri, bacıları ve kendimi Allah'tan korkmaya, takvalı olmaya, günahtan sakınmaya, hayatın ruhu ve hedefi olan Allah’ın rızasını kazanmaya davet ediyorum. "Malın ve evladın fayda vermediği" o günde ve dünyada yüzümüzün ak olmasının asıl kaynağı bu olacaktır.


Allah'a şükürler olsun ki ömrümüz Hz. Hüseyin'i (a.s) anmakla geçmektedir. Bu büyük insanın kıyamı hakkında çok şeyler düşünülüp söylenmiştir. Ama ne kadar çok düşünülürse düşünülsün bu konuda sohbet, araştırma ve fikir yürütme alanı geniştir. Henüz bu büyük, olağanüstü ve eşsiz vakıa hakkında söylenecek çok sözler vardır. Bunları düşünüp birbirimize söylememiz gerekiyor. Eba Abdullah Hüseyin'in (a.s) Medine’den çıkıp Mekke’ye gittiği günden Kerbela’da şehadet şerbetini içtiği güne kadar geçen olaylara dikkat edecek olursanız göreceksiniz ki insan bu bir kaç aylık olaydan yüzden fazla önemli ders alabilir. Binlerce ders alınır demedim, ancak desek de yerindedir. Onun her işareti bir ders olabilir.

Bu vakıada yüzlerce ders var dememin sebebi şudur: Eğer bu olayları dikkatle incelersek bunlardan yüz konu çıkarabiliriz. Bunların her biri, bir ümmet için, bir ülke için, toplumu idare etmek için, tarih için, insanın kendisini terbiye etmesi ve Allah’a yakın olması için birer derstir. Öyle ki Hüseyin b. Ali (ruhlarımız ona, onun adına ve yadına feda olsun) alemdeki mukaddes insanların arasında güneş gibi parlamaktadır. Yani evliya, imamlar, şehidler ve salih kullar ay gibi, yıldız gibiyseler İmam Hüseyin (a.s) güneş gibidir. O büyük insanın kıyamından dolayı bu böyledir. Bu harekette asıl olan bir ders vardır. Ben bugün bu asıl dersi sizlere arzetmeye çalışacağım. Diğerlerinin hepsi yan konulardır, bu ise metnin kendisidir. Niçin kıyam etti? Bu bir derstir: Niçin kıyam etti? İmam Hüseyin'in (a.s) Medine-i Munevvere'de, Mekke-i Mükerreme’de, Yemen’de o kadar izleyicileri vardı, bir köşeye çekilir ne onun Yezid’le ve ne de Yezid’in onunla bir işi olurdu. Şiilerinin ve izleyicilerinin arasında yaşar, ibadet ve tebliğ edebilirdi; o halde niçin kıyam etti? Olay neydi? Asıl soru budur, asıl ders budur. Bu konuya şimdiye kadar hiç kimse değinmemiştir demek istemiyorum. Gerçekten alimler çok çalıştılar, çaba harcadılar, bu hususta çok da konuştular; benim burda arzettiğim şey bu hususta daha kapsamlı bir anlayış ve yeni bir bakıştır.

Bazıları, İmam Hüseyin (a.s) Yezid'in fasid devletini devirerek kendisi bir devlet kurmak istiyordu, İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamının hedefi buydu diyorlar. Bu söz tamamen doğru değildir; yanlıştır da demiyorum. Eğer bu sözden şu kastediliyorsa: "İmam Hüseyin (a.s) devlet kurmak için kıyam etti, neticeye ulaşmanın mümkün olmadığını görünce iyi oldu geri dönelim dedi. Hükümet kurmak maksadıyla hareket eden kimse bu işin mümkün olduğunu gördüğü müddetçe ilerler; ancak bu işin mümkün olmadığını veya mantıklı bir ihtimalin olmadığını görünce vazifesi geri dönmektir. Vazifesi hükumet teşkil etmekse sadece gidilmesi mümkün olan yere kadar gitmesi caizdir. Ancak gidemediği yerden geri dönmelidir." İmam Hüseyin'in (a.s) bu kıyamdan hedefi, Ehlibeyt'in hakkı olan hükumeti kurmaktı diyenlerin maksadı buysa, hayır, bu doğru değildir. Çünkü bu hareketin tamamını gözönüne aldığımızda hedefin bu olmadığını görmekteyiz. Bazıları da karşı noktada yer alarak diyorlar ki: "Hayır efendim, hükumet de ne demek oluyormuş? İmam Hüseyin (a.s) hükümet kuramayacağını biliyordu, İmam (a.s) esasen öldürülmek ve şehid olmak için geldi."

 

Peygamber, İslami düzende bozukluklar baş gösterdiğinde ne yapılması gerektiğini belirtmişti...

Bu söz de bir müddet çok yaygındı. Bazıları bunu şairane tabirlerle dile getirerek güzel bir şekilde beyan ediyorlardı. Bazı büyük alimlerimizin de böyle söylediklerini gördüm. İmam Hüseyin'in (a.s) şehit olmak için kıyam ettiği yeni bir söz değildi. Hareketsiz kalmakla bir şey yapılmayacağından, o halde gidip şehid olarak bir şeyler yapalım sözü de doğru değildir. İslam kaynaklarında, dini kaynaklarda "git kendini ölüme at" diye bir şey yoktur. Bizde böyle bir şey yoktur. İslam’ın tanıttığı şehadet bundan farklıdır. Ayet ve hadislerden de şehadet hakkında şu anlaşılmaktadır ki, insan farz veya yapılması iyi olan mukaddes bir hedef uğruna kendisini ölüme atabilir. Sahih İslami şehadet budur. Ancak öldürülmek için kendini ölüme atmak ve şairane bir tabirle "kanım zalimin ayağını sarsıp onu yere yıksın" diye öldürülmek şehadet değildir. Hayır; bu kadar azametli bir vakıanın hedefi bunlar değildir. Bu da o gerçeğin bir bölümüdür, ancak bu İmam Hüseyin'in (a.s) hedefi değildir. O halde, "İmam Hüseyin (a.s) hükumet için kıyam etti, hedefi hükumet teşkil etmekti" diyemeyeceğimiz gibi "İmam Hüseyin (a.s) sadece şehid olmak için kıyam etti" de diyemeyiz. İmam Hüseyin (a.s) başka bir şey için kıyam etmiştir. Ben bu konuşmamda onu anlatmaya çalışacağım.


Bence, İmam Hüseyin'in (a.s) hedefi hükumet kurmaktı veya şehadetti diyenler hedefle neticeyi karıştırmışlardır. Hayır, bunların hiç biri değildi. İmam Hüseyin’in bunların dışında bir hedefi vardı; ancak bu hedefe ulaşmak için bir harekete ihtiyacı vardı bunu ise iki sonuçtan biri izliyordu: Ya hükumet ya da şehadet. Tabi İmam (a.s) her ikisi için de hazırdı. Hem hükumetin ön hazırlıklarını, hem de şehadetin ön hazırlıklarını yapıyordu. Yani her ikisi için de kendisini hazır durumda tutuyordu. Sonuçta hangisine ulaşırsa ulaşsın doğruydu ve sakıncası yoktu. Ancak asıl hedef bunlar değildi, bunlar sadece hedefi izleyen sonuçlardı. Hedef neydi? İlk önce o hedefi kısaca tanımlayıp sonra biraz açmak istiyorum. İmam Hüseyin'in (a.s) hedefini açıklamak istiyorsak şöyle demeliyiz: İmam Hüseyn'in (a.s) hedefi çok büyük bir dini farizayı yerine getirmekti ki bu farizayı ondan önce hiç kimse yerine getirmemiştir. Ne Hz. Ali (a.s) ve ne de İmam Hasan (a.s).

 

Bu farizanın İslam’ın bütün fikri düzeni ve ameli değerinde önemli bir yeri vardır. Bu fariza çok önemli olmasıyla birlikte temel bir farizadır. İmam Hüseyin (a.s)’ın zamanına kadar bu fariza gerçekleştirilmemişti; neden? Niçin o zamana kadar gerçekleşmediğini açıklayacağım. Bütün tarihe bir ders olması için İmam Hüseyin (a.s) bunu yapmalıydı. Mesela; Resulullah (s.a.a) hükümet kurdu ve hükumet kurmak bütün İslam tarihi için bir ders oldu. Veya Peygamber (s.a.a) Allah yolunda cihad etti ve bu bütün müslümanlar ve sonsuza kadar bütün insanlık tarihi için ders oldu. Bu farz da müslümanlara ve tarihe ameli bir ders olması için İmam Hüseyin (a.s) vasıtasıyla yerine getirilmeliydi; bu işi niçin İmam Hüseyin'in (a.s) yapması gerekiyordu? Çünkü onu yapmanın ortamı İmam Hüseyin'in (a.s) döneminde oluştu. Bu ortam İmam Hüseyin’in döneminde (a.s) oluşmasaydı, mesela İmam Ali Naki (a.s) döneminde oluşsaydı bu işi İmam Ali Naki (a.s) yapardı. Büyük vakıa, İslam tarihinin büyük kurbanı İmam Ali Naki (a.s) olurdu. Bu ortam İmam Hasan'ın (a.s) döneminde oluşsaydı İmam Hasan (a.s) yapardı. İmam Sadık'ın (a.s) döneminde oluşsaydı İmam Sadık (a.s) yapardı. Bu ortam İmam Hüseyin'den (a.s) önceki dönemlerde oluşmadığı gibi İmam Hüseyin'den (a.s) sonra da oluşmadı.

On ikinci imamın gaybet dönemine kadar imamlardan hiç birinin döneminde böyle bir ortam oluşmadı, sadece İmam Hüseyin'in (a.s) döneminde oluştu. O halde hedef, şimdi açıklayacağım farzı yerine getirmekti. Tabi bu farz yapıldığında şu iki neticeden birisini verecekti: Yerine getirdiği bu farzın neticesi ya hükumetti ki, hükumet olsaydı İmam Hüseyin'in (a.s) hükumete hazırlığı vardı ve hükumete geçseydi de işi sıkı tutar ve toplumu Resulullah'ın (s.a.a)’in Hz. Ali'nin (a.s) dönemindeki gibi yönetirdi. Ya da bu farzın neticesi hükumet değil şehadet olacaktı. Netice şehadet olsaydı İmam Hüseyin (a.s) ona da hazırdı. Allah Teala İmam Hüseyin'i (a.s) ve diğer İmamları bu hususta karşılaşacakları öyle bir şehadetin ağır yüküne tahammül edebilecekleri bir şekilde yaratmıştı, İmam Hüseyin (a.s) buna tahammül etti. Kerbela musibetleri de başka bir büyük meseledir. Bu konunun özetidir.


Şimdi konuyu biraz açalım: Resul-i Ekrem (s.a.a) ve herhangi bir peygamber geldiklerinde beraberlerinde bir takım hükümler de getirirler. Bu hükümlerden bazıları kişisel olup, insanın kendisini ıslah etmesi içindir ve bazıları ise toplumsal olup insanların idari hayatını düzenlemek, yönetmek ve insan toplumunu yüceltmek içindir. Bu hükümler topluluğuna “İslam nizamı” denilmektedir. İslam Resul-i Ekrem'in (s.a.a) mukaddes kalbine nazil oldu, namazı, orucu, zekatı, infak etmeği, haccı, aile hükümlerini ve kişisel irtibatları getirdi. Daha sonra Allah yolunda cihad, İslam hükumeti kurma, İslam iktisadı, yöneticiyle halk arasındaki ilişkileri, hükumete karşı halkın görevlerini; bütün bunları insanlığa İslam sunmuş, hepsini de Resul-i Ekrem (s.a.a) getirmiş ve açıklamıştır: "Sizi cennete yaklaştıracak veya cehennemden uzaklaştıracak her şeyi tanıttık." İnsanı ve toplumu, hakka ulaştıracak her şeyi Resul-i Ekrem (s.a.a) açıklamıştır. Sadece beyan etmekle kalmamış, onları pratikte de göstermiştir. Resulullah'ın (s.a.a) zamanında İslam hükümeti ve İslam toplumu oluşturularak, İslam iktisadı uygulandı, İslami cihad yapıldı, İslami zekat alındı ve İslami bir ülke oldu, İslami bir düzen meydana geldi. Bu düzenin mimarı Resulullah'tır (s.a.a).


Bu trenin lokomotifini harekete geçiren, onun çizgisini belirleyen Resul-i Ekrem (s.a.a) ve onun yerine geçen imamlardır. Hattı da bellidir. İslam toplumu ve ferdi, bu hattın üstünde, bu doğrultuda ve bu yolda hareket etmelidir. Eğer bu yolda hareket edilirse o zaman insanlar kemale ulaşır, salih kullar olur ve melekleşirler. Bu durumda zulüm ve kötülük insanların arasından kalkar, fesad yok olur, ihtilaf ve ikilik diye bir şey kalmaz, fakirlik ve cahillik yok olur. İnsanoğlu bedbahtlıktan kurtularak Allah’ın kamil bir kulu olur. Resul-i Ekrem (s.a.a) bu düzeni Medine'nin bir bölümünde daha sonra da Mekke ve diğer bir kaç şehirde uyguladı. Burada şu soru akla gelmektedir: Acaba Resul-i Ekrem'in (s.a.a) harekete geçirdiği bu treni herhangi bir etken, raydan çıkarırsa yapılması gereken şey nedir? İslam toplumu saparsa ve bu sapıklık bütün İslam’ın ve İslam öğretilerinin sapmasından endişe edilecek bir dereceye ulaşırsa bizim vazifemiz nedir? Çünkü iki türlü sapıklık vardır:


Bazen insanlar sapar, fasid olurlar; çoğu zaman böyle olur, ancak İslam’ın hükümleri ortadan kalkmaz. Bazen de insanlar fasid olduğu gibi hükumetler, alimler ve sözcüler de fasid olur; fasid insanlardan da sahih din çıkmaz. Kur’an’ın anlamını tahrif ederler, hakikatları tahrif ederler, iyileri kötü, kötüleri de iyi gösterirler. Münkeri maruf ve marufu da münker ederler, İslam’ın çizdiği çizgiyi yüzseksen derece başka bir yöne değiştirirler. İslam toplumu ve İslam nizamının başına böyle bir şey gelirse insanlar ne yapmalıdırlar? Elbette Resulullah vazifenin ne olduğunu buyurmuştur. Kur’an-ı Kerim'de vazifeyi şöyle açıklıyor "Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse, Allah (yerine), kendisinin onları sevdiği ve onların da kendisini sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden, kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir…" [1]

Bu hususta bir çok ayet ve hadis vardır. İlerde değineceğim gibi İmam Hüseyin'in (a.s) Resulullah'tan (s.a.a) naklettiği hadiste de bu vazife beyan edilmiştir. İmam Hüseyin (a.s) bu hadisi Resulullah (s.a.a)’dan halka nakletmiştir. Peygamber (s.a.a) ilahi hükmü buyurmuştu, ancak Peygamber (s.a.a)’in kendisi bu ilahi hükme amel edebilmiş miydi? Elbette ki hayır; çünkü bu ilahi hüküm toplum sapıklığa düştüğünde amel edilecek bir hükümdü. Hiç bir konuda insanı hükümsüz bırakmayan Allah’u Teala bu hususta da hükmü belirlemiştir ve bu hükmü Peygamber (s.a.a) insanlara açıklamıştır. Aynı zamanda Kur’an ve hadislerde de beyan edilmiştir. Ama Peygamberin (s.a.a) kendisi bu hükümle amel edemezdi. Bu hükme ancak toplum raydan çıkıp saptığı zaman amel edilebilir. Peygamberin (s.a.a) zamanında ise toplum sapmamıştı. Hz. Ali'nin (a.s) döneminde de toplum o derece sapmamıştı. Muaviye’nin başta olduğu İmam Hasan'ın (a.s) döneminde bozulmaların bir çok belirtileri ortaya çıkmış olmasına rağmen tamamen İslam’ın sapmasından endişe edilecek dereceye ulaşmamıştı. Evet; kısa bir dönemde böyle bir durumun oluştuğunu söyleyebiliriz, ancak o dönemde de kıyam için fırsat yoktu. İslam hükümlerinin bir parçası olan bu hükmün önemi devlet kurmaktan az değildir. Çünkü hükumet toplumu idare etmek, yönetmek demektir. Toplum tedricen çizgiden çıkar, bozulmalar olur ve Allah’ın hükmü değişirse; durumu değiştirme, hayatı yenileme, bu günkü tabirle inkılaba cevaz veren hükme ihtiyaç olacaktır.


O halde sapık toplumu ıslah etmek için kıyam etme hükmünün önemi, İslam devletinin içeriğini belirleyen hükümden az değildir. Bunun kafirlerle cihad etmekten veya İslam toplumunda normal bir marufu emr ve münkeri nehyetmekten daha önemli olduğu söylenebilir. Hatta bu hükmün önemi Allah’ın büyük ibadetlerinden ve hacdan da fazla olduğunu söyleyebiliriz. Niçin mi? Çünkü bu hüküm gerçekte ölmek üzere olan İslam’ın veya ölmesinden sonra dirilmesini sağlamaktadır. Elbette ortam uygun olduğunda bu hükme amel etmek farz olur. Çünkü Allah-u Teala insanı, faydası olmayan hiç bir şeyle mükellef etmemiştir. Ortam uygun olmazsa ne yaparsa boştur ve hiç bir etkisi olmaz. Ortamın uygun olması şarttır. Elbette ortamın uygun olmasının da özel bir anlamı vardır. Tehlikesi olduğu için ortam uygun değildir diyemeyiz çünkü amaç bu değildir. Bundan maksat insan yaptığı bu işin sonucu alacağını, mesajını halka ulaştırabileceğini bilmelidir.

 

İmam Hüseyin'in (a.s) döneminde de o bozukluk ve sapıklık oluştuğu gibi ortam da uygundu. Raydan çıkılmıştı; çünkü Muaviye’den sonra öyle birisi hükumete geçmişti ki hatta İslam’ın zahirini bile gözetmiyordu. Şarap içiyor, açıkça zina yapıyor; haksız yere adam öldürüyor, şiirler okuyarak Kur’an’ı ve İslam dinini reddediyordu. Açıkça İslam'a karşı çıkıyordu; ancak Müslümanların emiri olduğu için İslam’ın ismini kaldırmak istemiyordu ama İslam'a da amel etmiyordu. İslam’la alakası yoktu. Aksine kendi amel ve hareketleriyle toplumu kirli su çıkan ve etrafını bulandıran bir kanal gibi bütün İslam toplumunu kirletiyordu. Fasit hakim böyledir. Fasit hakim kalenin başında olduğu için ondan sıçrayan bir şey sadece orda kalmaz, aşağı dökülerek bütün kaleye yayılır. Fakat sıradan normal insanlar böyle değildir. Sıradan insanlar sadece kendi bulundukları yeri bozabilirler. Elbette ki yüksekte olan ve toplumda konumu herkesten yüksek olan kimselerin zararları çok olur. Normal insanların azmaları sadece kendilerini etkiler. Etraflarındaki bazılarının da fesada sürüklenmelerine sebep olabilirler. Ancak başta olan birisinin doğruluğu her yeri etkiler. Yine salih bir kimse olursa onun da doğruluğu her yeri doldurur. Yezit gibi bir kimse o kadar azgınlığıyla birlikte müslümanların halifesi olmuştu. Peygamberin (s.a.a) halifesi! Bundan büyük sapma mı olur? Kıyam için ortam da hazırdı. Elbette tehlike vardı. Güçlü ve kudretli olan bir kimsenin onunla çelişen insanlara tehlike oluşturmaması mümkün müdür? Bunun bir savaş hali olduğu bellidir. Siz onu tahtından aşağı çekmek ve gücünden düşürmek istiyorsunuz, onun sizi seyretmesini bekleyemezsiniz. Tabiidir ki o da size darbe indirecektir. O halde tehlike vardı. Ortam uygundu diyorsak yani İslam toplumu, İmam Hüseyin'in (a.s) mesajını o dönemdeki veya tarih boyunca insanlara ulaştırabilecek bir durumdaydı. İmam Hüseyin (a.s) Muaviye’nin döneminde kıyam etmek isteseydi İmamın mesajı örtbas edilir, gelecek kuşaklara ulaşmazdı.


Bunun sebebi Muaviye dönemindeki hükumetin durumudur ki şimdi ben onu açıklamak istemiyorum. Muaviye döneminde öyle bir siyaset hakimdi ki halk hak sözün hak oluşunu işitemiyordu. Dolayısıyla İmam Hüseyin (a.s) Muaviye’nin döneminde on yıl imam olmasına rağmen hiç bir şey demedi, hiç bir harekete girişmedi, kıyam etmedi. Çünkü o dönemde durum uygun değildi. İmam Hüseyin'den (a.s) önce de İmam Hasan (a.s) vardı. O da kıyam etmedi; çünkü ortam uygun değildi. İmam Hasan (a.s) bu işin ehli olmadığından değil. İmam Hasan (a.s) ile İmam Hüseyin (a.s)’ın bir farkı yoktu. İmam Hüseyin (a.s) ile İmam Seccad'ın (a.s) da bir farkı yoktur.


Yine İmam Hüseyin (a.s) ile İmam Ali Naki'nin (a.s), İmam Hasan Askeri'nin (a.s) bir farkı yoktur. Tabi İmam Hüseyin (a.s) bu cihadı yaptığı için bunu yapmayanlara oranla makamı daha büyüktür. Ancak imamet makamı açısından onların hepsinin makamı birdir. Onlar için de böyle bir şey söz konusu olsaydı bu işi yapar ve bu makama ulaşırlardı. İmam Hüseyin (a.s) hem böyle bir sapmayla karşılaştığı için o vazifeyi yapmak zorundadır ve hem de ortam uygun olduğu için. Dolayısıyla sıradan normal insanlar gibi olmayan, dini bilen, arif, alim, ileri görüşlü olan Abdullah b. Cafer, Muhammed Hanefiyye ve Abdullah b. Abbas gibi kişiler İmam Hüseyin'e (a.s), "tehlikelidir, gitmeyin" dedikleri zaman, tehlike yüzünden vazife kaldırılır demek istiyorlardı. Onlar bu vazifenin sırf tehlikeli olmasıyla kaldırılmayacak bir vazife olduğunu bilmiyorlardı. Evet; tehlikeliydi. Bu vazifenin her zaman tehlikesi vardır. İnsan, görünüşte çok güçlü bir güce karşı kıyam ederse tehlikesiz olabilir mi? Böyle bir şey mümkün müdür? Bu vazifenin her zaman tehlikesi vardır. İmam Humeyni'ye diyorlardı ki, siz Şah'la karşı karşıyasınız, bu iş tehlikelidir. İmam Humeyni bu işin tehlikeli olduğunu bilmiyor muydu? İmam Humeyni bilmiyor muydu ki, Pehlevi rejiminin emniyet görevlileri insanı tutup hapse atar, işkence eder, insanın dava arkadaşlarını öldürür, sürgün ederler? Bunları bilmiyor muydu?

Pekala biliyordu. İmam Hüseyin'in (a.s) döneminde yapılan işin küçük bir örneği de bizim dönemimizde yapıldı. Ancak o dönemde şehadet neticesine ulaştılar, ama bu dönemde ise hükumet neticesine ulaşıldı. Bu ikisi birdir, aralarında hiç bir fark yoktur. İmam Hüseyin'in (a.s) hedefiyle İmam Humeyni’nin hedefi birdi. Hüseynî öğretiler Şia öğretisinin büyük bir kısmını teşkil etmektedir. Bu her şeyin temelidir. Bu İslam’ın temellerinden birisidir. Demek ki hedef İslam'ı asıl hattına döndürmektir. İslam toplumunu sahih hattına döndürmek; ama ne zaman? Doğru yoldan çıkıldığı zaman; cehalet, zulüm, diktatörlük ve ihanet müslümanları yoldan çıkardığı, ortamın hazır ve şartların da kıyama müsait olduğu zaman. Tabi tarihin çeşitli dönemleri vardır. Bazen şartlar müsait olur bazen de olmaz. İmam Hüseyin'in (a.s) zamanında olduğu gibi bizim zamanımızda da şartlar müsait idi. İmam Humeyni (r.a) de aynı işi yaptı.

 

Arz ettiğim gibi hedef birdi, ama insan bu hedefin doğrultusunda giderek, İslami toplumu ve İslami düzeni asıl merkezine yani hakkın hattına döndürmek için zulmani hükumetin ve batıl güçlerin aleyhine kıyam edince, bir bakıyorsunuz ki bu kıyam başarılı oluyor ve hakimiyet ele geçiriliyor.Bizim zamanımızda elhamdulillah bu böyle oldu ve hükumet ele geçti. Bazen de, kıyam hükumet ile sonuçlanmayıp şehadet nasip oluyor. Acaba bu durumda kıyam etmek farz değil midir? Neden olmasın. İnsan şehit olsa da kıyam etmesi farzdır. Acaba şehadetle sonuçlanan bir kıyamın faydası yok mudur? Neden olmasın; ikisinin arasında hiç bir fark yoktur. Bu kıyam, bu hareket her iki durumda da faydalıdır. Ancak her birinin kendine özgü faydaları vardır. Bu iş yapılmalıydı, hareket edilmeliydi; işte bunu İmam Hüseyin (a.s) yaptı. Bu işi ilk yapan kişi İmam Hüseyin'di (a.s). Ondan önce hiç kimse bu şekilde kıyam etmedi; çünkü böyle bir ortam yoktu. Peygamber (s.a.a) ve Ali (a.s) zamanında bu şekilde toplumsal bozukluk yoktu, olsaydı da kıyam etmek için ortam hazır değildi. İmam Hüseyin (a.s) zamanında her ikisi de vardı. İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamında asıl mesele budur. O halde konumuzu şöyle toparlayabiliriz: İmam Hüseyin (a.s) İslami düzenin ve İslam toplumunun yapısını yenilemek veya İslam toplumundaki büyük eğrilik ve sapmaların karşısında durmaktan ibaret olan büyük farzı yerine getirmek için kıyam etti. Bunları yapmak ancak kıyam etmekle, marufu emretmek ve münkerden nehyetmekle olur. Tabii ki daha önce de arzettiğim gibi bu iş bazen hükumete ulaşmakla sonuçlanır; İmam Hüseyin de bunun için gelmişti; ve bazen de neticesi şehadet olur ki İmam şehid olmaya da hazırdı. Bunları ben İmam Hüseyin (a.s)’ın kendi sözlerine dayanarak söylüyorum. Ben Hz. Hüseyin'in (a.s) sözlerinden bir kaçını seçtim. Hepsi de yaklaşık olarak aynı manayı ifade ettiği için bunlarla yetiniyoruz. Birincisi Medine’de Medine’nin valisi Velid’in İmamı (a.s) çağırarak: "Muaviye öldü, sizin Yezid'e biat etmeniz gerekiyor" dediği gecedir. İmam Hüseyin'de (a.s): "Bırak sabah olsun, gidip düşünelim, bakalım biz mi halife olmalıyız yoksa Yezid mi?" diye buyurdu. O günün sabahı Mervan Medine’nin sokaklarının birisinde İmam Hüseyin'i (a.s) görerek: "Ey Eba Abdullah kendini ölümün kucağına atıyorsun. Neden halifeye biat etmiyorsun? Gel biat et kendini ölümden kurtar" dediğinde İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Allah'tan geldik Allah'a döneceğiz. Eğer Yezid gibi biri başa gelir ve İslam Yezid gibi birine kalırsa artık İslam’a veda etmeliyiz." Mesele Yezid’in şahsı değildir. Mesele Yezid gibilerdir.


İmam Hüseyin (a.s) şunu demek istiyor: Şimdiye kadar olanlara tahammül edilebiliyordu. Ama şimdi söz konusu olan İslam’ın kendisi, dinin temeli ve İslam toplumudur. Yezid gibi birinin hükmetmesiyle İslam yok olacaktır. Yoldan çıkma tehlikesi ciddi bir tehlikedir. İslam’ın aslı tehlikededir. Mekke’den ayrılmak istediği zaman bir vasiyetinde kendi hedefini açıklamıştır, tabi İmam Hüseyin hem Medine’den ve hem de Mekke'den ayrıldığında Muhammed Hanefiyye ile arasında bazı konuşmalar geçmişti. Zilhicce ayında Mekke'den ayrılmak istediğinde Muhammed Hanefiyye de Mekke'ye gelmişti. Bence bu vasiyeti İmam o zaman Muhammed Hanefiyye ile aralarında geçen konuşmada yapmıştır. İmam Hüseyin (a.s) kardeşi Muhammed Hanefiyye’ye vasiyyet olarak bir şey yazıp verdi. Orada Allah'ın vahdaniyetine şehadetten sonra şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki ben bozgunculuk yapmak, tuğyan etmek, zulmetmek ve fesat çıkarmak için kıyam etmedim." Yani gelecekte bazıları "İmam Hüseyin de hükumete geçmek, kendini göstermek, dünyada keyfini sürdürmek, zulmetmek ve fesad çıkarmak için savaşanlar gibi savaşıp, mücadele verdi" diye yalan savurmasınlar. Bizim işimiz böyle işlerden değildir. "Şüphesiz ki, ceddimin ümmetini ıslah etmek için kıyam ediyorum." Yani hedefim ıslahtır, ıslah etmek istiyorum.


Bu farzı İmam Hüseyin'den (a.s) önce hiçkimse yerine getirmemişti. Bu ıslah, kıyam etmek yoluyla gerçekleşmektedir. Bu cümleyi İmam o vasiyetnamede yazmıştır. Biz huruc edeceğiz, yani kıyam edeceğiz ve bizim kıyamdan amacımız ıslah etmektir. Kesinlikle hükumeti ele geçireceğiz veya şehit olacağız diye kıyam etmiyoruz. Hedefimiz ıslah etmektir. Elbette ıslah küçük bir olay değildir. Bazen şartlar öyle bir şekilde gelişiyor ki, insan hükumete ulaşır ve gücü ele geçirir. Bazen de bu işi yapamaz ve şehid olur. Aynı zamanda her iki kıyam da ıslah etmek için yapılmış olur. Daha sonra İmam (a.s) buyuruyor ki: "Marufu emretmek, münkerden nehyetmek ve ceddimin yolunda gitmek için kıyam ediyorum." Islahın metodu budur. Daha önce de söylediğim gibi marufu emretmenin ve münkerden sakındırmanın örneği budur. Yine İmam Hüseyin (a.s) Mekke'de biri Basra'nın, diğeri de Kufe’nin ileri gelenlerine olmak üzere iki mektup yazdı. Basra’ya yazdığı mektupta şöyle buyuruyordu: "Elçimizi size bu mektupla gönderiyorum. Ve ben sizi Allah'ın kitabına ve Peygamber’in sünnetine (uymaya) davet ediyorum. Şüphesiz ki sünnet ölüyor, bidatlar canlanıyor. Eğer beni dinlerseniz sizi doğru yola hidayet ederim." Yani ben bidatı kaldırmak, sünneti ihya etmek için kıyam etmişim. Yani İslam Peygamberinin sünnetini ve İslami düzeni ihya etmek, o büyük vazifeyi yerine getirmek istiyorum. Bu mektubu Basralılara yazmıştı. Ama Kufe’ye gönderdiği mektupta ise şöyle buyuruyor: "And olsun ki; Kitabla amel etmeyen, adaletle hükmetmeyen, halkla beraber olmayan, Allah yolunda nefsini korumayan birisi imam değildir. Vesselam" Yani fısk-u fucur ehli olan, ihanet eden, fasid ve Allah'tan uzak olan birisi İslam toplumunun imamı, rehberi ve önderi olamaz. İmam, toplum içinde Allah’ın kitabına amel etmelidir. Kendisini bir köşeye çekip inzivada namaz kılması yeterli değildir. Kitabla amel etmeyi toplumda canlandırmalıdır. Adaletli olmalıdır, hakkı toplumun kanunu yapmalıdır. Yani toplumun kanun ve kaidelerini hakka yönlendirmeli, batılı da silip atmalıdır. "Allah yolunda nefsini korumak." Galiba bu cümle, imam olacak birisinin ilahi yolda nasıl olursa olsun kendisini koruması, şeytani ve maddi şeylerin esiri olmaması manasına gelmektedir. İmam burada hedefi belirtiyor. İmam Hüseyin (a.s) Mekke'den çıktı, yolda, konakladığı her yerde çeşitli insanlarla görüşüyor ve çeşitli tarzlarda hedefini onlara açıklıyordu. Hür b. Riyahi'de menzillerin bir bölümünü İmam Hüseyi'in (a.s) parelelinde gelmiş ve maksadı Hz. Hüseyin’i kontrol etmekti. Beyre'ye yetişince bineklerinden indiler.


Belki de yorgunluklarını gidermeden önce ya da ondan çok kısa bir süre sonra İmam (a.s) düşmanın orudusuna hitaben şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Resulullah buyuruyor ki; Allah'ın helalını haram eden, O'nun hükmünü yerine getirmeyen, Resulullah’ın sünnetine muhalefet eden ve insanları ona (bu sünnete uymaya) teşvik etmeyen, halka günah ve düşmanlıkla davranan zalim bir sultanı gören herkes sözle ve amelle onun aleyhinde olmazsa o insanı zalim sultanı göndereceği yere göndermesi Allah’a haktır" Yani zulmeden, Allah'ın helalını haram, haramını helal sayan, Allah’ın hükmünü bir kenara iten, onunla amel etmeyen, başkalarını da onunla amel etmeye teşvik etmeyen, halk içinde günahla amel eden ve düşmanca davranan bir sultan, yani fasid ve zalim biri ki (Yezid bunun en belirgin örneğidir) iş başında olursa, bu özellikleri taşıyan bir sultanı gören herkes hakkında, Peygamber (s.a.a) buyuruyor ki: "Diliyle ve ameliyle onun aleyhinde olmazsa Allah Teala sessiz ve ilgisiz kalan, herhangi bir girişimde bulunmayan o insana da kıyamet gününde zalim sultana vereceği cezanın aynısını verecektir." Bunu Peygamber (s.a.a) buyurmuştur. Bu da Peygamberin (s.a.a) bu meselenin hükmünü sözle buyurduğu örneklerden birisidir.


Peygamber (s.a.a), İslami düzende bozukluklar baş gösterdiğinde ne yapılması gerektiğini kendisi belirtmişti. İmam Hüseyin'de (a.s) Peygamber (s.a.a)’in bu sözünü delil olarak gösteriyordu. Demek ki belirlenen görev "zalim sultanın aleyhine kıyam etmek"tir. Bu şartlar altında kıyam edilmesi gerekir. Elbette arzettiğim gibi, ortam müsait olduğunda insanın böyle bir şeyin karşısında kıyam etmesi farzdır. Netice ne olursa olsun, ister ölüm, ister başarı, ister kıyam görünüşte muvaffak olsun, ister olmasın böyle bir durumda her Müslüman kıyam etmelidir. Bu vazifeyi Peygamber (s.a.a) buyurmuştur. İmam Hüseyin (a.s) daha sonra buyuruyor ki; "Ben (kıyam etmeye) başkasından daha layığım." Yani, "bütün müslümanlardan önce kıyam etmeye, hareketi başlatmaya ben daha evlayım. Çünkü ben Peygamberin torunuyum. Eğer Peygamber (s.a.a) bu kıyamı Müslümanların hepsine tek tek farz etmişse, bu, Peygamber (s.a.a)’in torunu, O’nun ilim ve hikmetinin varisi olan Hüseyin b. Ali'ye başkalarından daha önce farzdır. Ben bu yüzden kıyam ediyorum." Gadir denen yerde İmama (a.s) dört kişi daha katıldı. İmam (a.s) onlara hitaben buyurdu ki, "Bilin; Allah’a and olsun ümidim, Allah’ın bizim için istediği iki hayırdan birisine: ya şehadete ya da zafere ulaşmaktadır." Bu da zafere ulaşmakla şehid olmanın onların nazarında hiç bir farkının olmadığının başka bir delilidir. Vazife vazifedir, yerine getirilmesi gerekir. Yani buyuruyor ki: "Allah Teala’nın bizim için istediği şey bizim hayırımıza olan şeydir, ister muzaffer olalım, ister şehit olalım, farketmez. Biz vazifemize amel ediyoruz." Kerbela’ya geldikten sonra ilk hutbesinde: "Gördüğünüz gibi bize tayin olunan şey nazil oldu." diyerek şöyle devam etti: "Hakka amel edilmeyip batıldan sakınılmadığını görmüyor musunuz; işte böyle bir durumda müminin haklı olarak Allah’a kavuşmağı (ölmeği, şehit olmayı) istemesi gerekir." İmam Hüseyin (a.s) bu farzı yerine getirmek için kıyam etti. Ve bu farz tarih boyunca bütün müslümanları ilgilendirmektedir. İslam toplumu köklü bir sapmayla yüzyüze geldiği zaman ve İslami hükümlerin tümünün değiştirildiği görüldüğü an bütün müslümanlar kıyam etmelidir. Elbette şartların uygun olduğu ve kıyamın etkili olacağı bilindiği zaman. Ölmemek ve hayatını sürdürmek, eziyet görmemek, zulüm görmemek bu şartların içinde değildir. Bu yüzden İmam Hüseyin (a.s) kıyam edip herkese ders olması için ameli olarak bu farzı yerine getirdi. Tarihte uygun şartlarda bu işi yapanlar olabilir. Ama İmam Hüseyi'den (a.s) sonra ki İmamların (a.s) hiçbirisinin zamanında bu şartlar meydana gelmedi.


Çünkü onların yapacağı daha önemli işler vardı. İslam toplumunda bu şartlar İmam Zaman'ın (a.s) gaybetinden önce ve sonra gerçekleşmedi. Ancak tarih boyunca buna benzer şartlar İslam ülkelerinde vuku bulmuştur. Şimdi bile belki de İslam dünyasının bazı yerlerinde ortam hazırdır ve müslümanların kıyam etmesi gerekir. Eğer kıyam etseler hem vazifelerini yerine getirir, hem de İslam’ın izzetini yüceltmiş olurlar. Bir kaç kez kaybedebilirler; ama ıslah için yapılan bu kıyam devam ederse şüphesiz fesad ve bozukluk kökünden kazınacak ve silinip gidecektir. Bu işi hiç kimse bilmiyordu. Çünkü Peygamber (s.a.a) zamanında olmamıştı. İlk üç halife zamanında da olmamıştı, Hz. Ali (a.s) da yapmamıştı. Bu yüzden İmam Hüseyin (a.s) ameli yönden İslam tarihine büyük bir ders verdi. Gerçekte İslam’ı yüceltti. Böyle sapmalar nerede olursa olsun İmam Hüseyin (a.s)’ın mektebi bir ilahî metot olarak size ne yapacağınızı söyler. Vazife budur. Bu sebepten dolayı Kerbela vakıası canlı tutulmalıdır. Çünkü Kerbala olayının anılması bu ameli dersi, insanlığın gözü önüne getirir ve ders verir. Maalesef diğer İslami ülkelerde Aşura dersi gerektiği gibi tanınmamaktadır. Halbuki tanınması gerekir. Bizim ülkemizde tanınmıştır. Bizim ülkemizde halk İmam Hüseyin'i (a.s) tanımaktadır. İmam Hüseyin (a.s)’ın kıyamını biliyorlar. Bu yüzden İmam Humeyni: "Muharrem kanın kılıca galip geldiği aydır" diye buyurduğunda halk şaşırmadı. Gerçekte budur: Kan kılıca galip geldi. Ben yıllar önce bu konuyu toplantıların birinde bir gruba arzettim. Elbette inkılaptan önce idi. Belki de yirmidört - yirmibeş yıl önce. Orada papağanın hikayesini örnek olarak anlatmıştım. Bunu Mevlana Mesnevi’ de yazmıştır. Tabi bu, gerçekleri açıklaya bilmek için bir örnektir. Mevlana Mesnevi’de şöyle yazıyor: Bir tüccarın papağanı vardı. Hindistan'a yolculuk yapmak istediğinden ailesi ve çocuklarıyla vedalaştıkdan sonra papağanıyla da vedalaşmak istedi. ve şöyle dedi: "Ben senin vatanın olan Hindistan’a gidiyorum. Oradaki papağanlara söylememi istediğin bir sözün var mı?" Papağan da dedi ki "Hindistan'da falan yere git, benim akrabam ve arkadaşlarım oradadırlar. Onlara sizlerden biri benim evimde kafestedir de. Sadece bunu onlara söyle, senden başka bir isteğim yok."


Tüccar Hindistan’a gittiğinde papağanın dediği yere gitti ve orada ağaçların üstünde birçok papağanın olduğunu gördü. Onlara seslenerek şöyle dedi: "Ey papağanlar, size bir mesaj getirdim, sizlerden birisi benim evimde kafeste yaşıyor. İyi yemeği ve güzel bir yaşamı var; sizlere selam gönderdi." Tüccar sözlerini tamamladığında gördü ki, ağaçların üzerindeki papağanların hepsi kanat çırparak gözlerinin önünde düşüp öldüler. Tüccar buna çok üzüldü ve; "Niçin ben bu sözleri söyledim de bu papağanlar öldüler" dedi. Artık olan olmuştu, Tüccar evine döndüğünde papağanın kafasının karşısında durarak, "Senin papağanlara gönderdiğin mesajı ilettim" dedi. Papağan; "Peki, ne dediler?" diye sordu. Tüccar: "Hiç bir şey demediler. Senin mesajını onlara ulaştırınca hepsi kanatlarını çırparak düşüp öldüler" dedi. Papağan tüccarın ağzından bu sözleri duyar duymaz, kafesin için yığılıp kaldı. Tüccar buna da çok üzüldü, ama papağan ölmüştü ve onu kafeste tutamazdı. Kafesin kapısını açarak papağanı dışarı çıkardı, ayağından tutarak dama attı. Papağanı atar atmaz, papağan uçarak duvarın üzerine kondu ve dedi ki: "Çok teşekkür ederim, ey tüccar sen benim kafesten kurtulmama sebep oldun. Ben ölmemiştim, sadece ölü numarası yaptım. Ve bu dersi ise o papağanlar bana öğrettiler. Kafeste olduğumu anlayınca, ordan kurtulmam için ne yapmam gerektiğini bana anlattılar. Yani dirilmek için ölmeyi ve böylece gerçek kurtuluşu öğrettiler ve ben onların mesajını senden aldım." Bu hareketlerle verilen bir dersti. O kadar mesafe olmasına rağmen bana ulaştı ve ben ondan istifade ettim. Ben, o bacı ve kardeşlere diyordum ki azizlerim, sizin vazifenizin ne olduğunu artık İmam Hüseyin (a.s) size hangi dille söylesin. Şartlar aynı şartlardır, İslam da aynı İslam'dır. İmam Hüseyin (a.s) bunu bütün nesillere önce kendisi amel ederek gösterdi, örnek oldu.


İmam Hüseyin'den (a.s) bir kelime nakledilmeseydi bile vazifemizi bilmemiz gerekirdi. Din düşmanlarının kendilerine hüküm sürdüğü ve müslümanları tutsak hale getirdiği bir millet zaman boyunca vazifeninin ne olduğunu anlamalıdır; çünkü Peygamberin (s.a.a) torunu, masum imam bu gibi şartlarda ne yapılması gerektiğini göstermiştir. Dille olmazdı; bu konuyu yüz dille söyleseydi ve kendisi gitmeseydi bu mesajın tarihte geçmesi mümkün değildi, imkansızdı. Tarihten sadece nasihat etmek ve dille söylemek geçmez. Bin türlü tabir ederler; amel olması gerekir, o da İmam Hüseyin'in (a.s) yaptığı böyle büyük bir amel, böyle zor bir amel, böyle muhteşem ve canyakıcı bir fedakarlık. Gerçekten Aşura gününün sahnesi gözümüzün önündedir. İnsanoğlunun başına gelen bildiğimiz felaketler, trajediler içinde Kerbela faciası henüz eşsizdir ve bir benzeri yoktur diyebiliriz. Resulullah (s.a.a)’in buyurduğu gibi, Hz. Ali'nin (a.s) buyurduğu gibi, İmam Hasan'ın (a.s) buyurduğu ve rivayetlerde olduğu gibi; "Hiç bir gün senin günün gibi yani Aşura günü gibi, acı olmamıştır. Hiç bir olay senin başına gelen vakıa gibi değildir." Bugün de Aşura günüdür. Burada bir kaç kelimeyle İmam Hüseyin'in (a.s) musibetlerini hatırlatmak istiyorum. Kerbela’nın her yeri musibetle doludur. Aşura'nın bütün olayları acı ve ağlatıcıdır. Kerbela’ya girdikleri saatten itibaren her bölümü, İmam Hüseyin'in (a.s) konuşmaları, hutbeleri, şiir okuması, ölümden haber vermesi, bacısıyla, kardeşleri ve azizleriyle konuşması, Aşura gecesi, Aşura sabahı, Aşura öğlesi, Aşura ikindisine kadar hepsi tamamıyla musibettir. Ben onun sadece bir köşesini arzedeceğim size. Bu günler mersiye ve ağlama günleridir ve biz de her yerde işitmekteyiz. Benim de bu yüce Hüseynî ağıtta birazcık payım olsun diye bir kaç kelime arzedeceğim. Bu Cuma namazında gençlerini kaybeden belki de binlerce insan vardır. Milletimiz Allah yolunda çok gençler verdiklerinden ben de İmam Hüseyin (a.s)’ın gençlerinden bir kaç kelime arzetmeyi uygun gördüm. Biz herkese diyoruz ki, bir metine dayanarak okuyun, bir metine dayanarak mersiye okumanın nasıl olduğunu görmeniz için ben İbni Tavus’un "Luhuf" adındaki kitabının metnini okumak istiyorum size. Bu kitap İbni Tavus'un Luhuf'udur. Ali b. Tavus altıncı yüzyılda, hicri beşyüz küsür yılda yaşayan büyük Şia alimlerindendir. O ilim ailesindendir, ailesinin hepsi iyidir, özellikle bu iki kardeş: Ali b. Musa b. Cafer b. Tavus ve Ahmed b. Musa b. Cafer b. Tavus. Bu iki kardeş büyük alim ve yazarlardandırlar. Bu kitap Seyid Ali b. Musa b. Cafer b. Tavus’undur ki minberlerde bu kitabın metni bir hadis gibi okunmaktadır. Ben bu kitabın üzerinden okuyorum.


Orada diyor ki: "İmam Hüseyin'in (a.s) bütün ashabı şehit olup kendi ailesinden başka kimse kalmayınca Ali Ekber çadırların kurulduğu yerden dışarı çıktı.


Ali Ekber en güzel gençlerdendi. Babasının yanına gelerek; "Babacığım, izin verirseniz şimdi ben gidip savaşarak canımı size feda etmek istiyorum" dedi. İmam Hüseyin (a.s) hiç direnmeden oğluna izin verdi. Ali Ekber, ashabı, kardeşi oğulları ve bacısı oğulları olmadığından artık ona "gitme, dur" demedi. O, İmamın (a.s) kendi vücudunun bir parçasıydı, ciğer paresiydi. Şimdi meydana gitmek istediğine göre İmam Hüseyin (a.s) ona izin vermeliydi. Meydana giden bu genç İmam Hüseyin'in (a.s) infakıdır, Hüseyin’in İsmail’idir. Dolayısıyla gitmesine müsade etti. Ancak Ali Ekber çadırlardan, meydana doğru yola çıkınca İmam (a.s) Ali Ekber’in güzel boyu ve simasına ümitsiz bir bakışla baktı ve sonra dedi ki: "Allah'ım! Sen şahid ol, öyle bir genci ölüme gönderiyorum ki hem sima, hem konuşma ve hem de ahlak açısından yani her yönüyle insanların Resulullaha (s.a.a) en çok benzeyeniydi. Öyle bir genç ki, ahlakı Peygamber’e herkesten çok benzerdi, yine yüz şekli yani sureti ve konuşması da Resulullah’a herkesten çok benzerdi." Bakın, İmam Hüseyin'in (a.s) böyle bir genci ne kadar da çok severdi, özel bir aşkı var. Sırf oğlu olduğu için değil, Peygambere (s.a.a) benzediği için İmam Hüseyin Ali Ekberi çok severdi. Bu gencin savaş meydanına gitmesi İmam Hüseyin (a.s) için çok zordu. Nihayet Ali Ekber meydana gitti. Merhum İbni Tavus şöyle naklediyor:

 

"Bu genç savaş meydanına giderek uzun bir süre savaştıktan sonra babasının yanına gelerek dedi ki: Babacığım; susuzluk beni öldürüyor. Eğer su varsa bana bir miktar su ver. İmam da ona şöyle cevap verdi: "Savaşa geri dön. Biraz sonra ceddinin (Resulullah'ın) eliyle susuzluğunu gidereceksin." Ali Ekber tekrar meydana döndü. Ali Ekber savaş sahnesine döndü, en büyük savaşı Ali Ekber yaptı. Son derece bir cesaret ve yiğitlikle savaştı. Bir müddet savaştıktan sonra düşman ordusundan birisi okla onu hedef aldı. Onu atın üzerinden yere düşürdü. Bu durumda Ali Ekber, "Babacığım; Allah'a ısmarladık. Bu ceddim Peygamber’dir. Sana selam göndererek çabuk gel Hüseyin, diyor" dedi. Ali Ekber bu cümleyi söyledikten sonra ah çekerek canını teslim etti. İmam Hüseyin (a.s) oğlunun sesini duyunca savaş meydanına gitti. Genç oğlunun cesedinin düştüğü yere ulaştı ve oğlunun baş ucunda durdu. Yüzünü Ali Ekber'in yüzüne koyarak bir kaç kelime konuştu. Bu olayı yakından görerek nakleden ravi diyor ki: Bir ara Zeyneb'in çadırdan dışarı çıkarak, "Bu benim kardeşimin oğludur" diye feryat ederek gelip kendisini Ali Ekber'in cesedinin üzerine attığını gördüm. İmam Hüseyin (a.s) gelip bacısının kolundan tutarak onu Ali Ekber'in cesedinin üzerinden ayırdı ve kadınların yanına gönderdi, çünkü Zeyneb'in savaş meydanında olması münasip değildi. Tabi şu ibareyi okursak gerçekten bu kelimeleri duymakla insanın kalbine ateş dolar. İbni Tavus'un yazdığına göre ki, bu hususta kesinlikle sahih rivayetler de vardır; İmam Hüseyin'in (a.s) kendisini Ali Ekber'in üzerine attığı yazılmamıştır, aksine diyorlar ki İmam Hüseyin (a.s) yüzünü oğlunun yüzüne bıraktı. Kendisini Ali Ekber'in üzerine atan Hz. Zeyneb'tir. Burada şunu da belirteyim ki, Zeyneb, bu seyitlerin halası Kerbela'da kendisinin de iki oğlu şehid oldu, o da iki Ali Ekberini şehit verdi. Ben hiç bir kitapta, oğulları şehid olduğunda Hz. Zeyneb'in (s.a) bir tepki gösterdiğini, mesela bağırdığını, sesini yükselttiğini, kendisini gençlerinin üzerine attığını yazdıklarını görmedim. Günümüzdeki bu şehidlerin anneleri aynen Hz. Zeyneb gibi davranmaktalar. Günümüzde insan iki veya üç oğlunu şehid veren anneleri gördüğünde onların çok azında acizlik ve zaaf hisseder. Bu anneler gerçekten aslan gibi kadınlardır. Avn ve Muhammed adında iki oğlu şehid olduğunda Hz. Zeynep (s.a) zaafı gösteren bir tepki göstermedi; ancak kendi oğulları hariç iki yerde Hz. Zeynep (s.a) kendisini şehidin cesedinin üzerine attı. Birisi burasıdır; Ali Ekber'in cesedinin baş ucuna gelerek kendisini iradesiz olarak onun üzerine attı. Biri de Aşura günü ikindi vaktidir. Zeyneb, kardeşi Hüseyin şehit olduğunda kendisini onun bedeninin üzerine attı. Feryat ederek dedi ki: "Ya Resulullah! Bu senin Hüseyin'indir, bu senin azizin ve vücudunun parçasıdır."


[1]- Maide/54.

ehlader



Tarayıcı Bildirimlerini Aktif Edin, Sondakika Haberleri Size Ulaşsın...Evet Hayır

Read 2825 times