Devlet yapılanmasına ilişkin İslâm ümmetinin 1400 küsur yıllık tarihine baktığımızda, Emevîlerle başlayan “monarşi yönetim anlayışı” farklı varyantlarda da olsa öz itibariyle aynı yönteme sahipti.
Yani bir yönüyle hepsi saltanat sistemiydi. Son yüz yıllık tarihimize baktığımızda ise ümmetin ulus devletler olarak 57 parçaya bölünmüş olduğunu görüyoruz. Ve ne yazık ki bu devletçiklerin yönetim biçimi olarak halkın aidiyet değerlerinden uzak bir yapıya sahip oldukları izahtan vareste bir durum. Devletçik diyoruz zira hemen hemen hepsi dolaylı da olsa Batılı egemen devletlerin güdümünde hareket eden piyon devletçiklerdi. Bunlardan biri de İran’dı. Saltanat sahibi Şah Rıza Pehlevi ülkesini tamamen İngiltere ve ABD’nin sömürgesi hâline getirmişti. İngiltere ve ABD komut veriyor, Şah uyguluyordu. Başta petrol olmak üzere ülkenin zenginlikleri bu iki emperyal ülke tarafından hortumlanıyordu. Hatta iş o raddeye varmıştı ki, bu iki sömürgeci ülke tarıma da karışır olmuştu. Halkın ne ekip ne ekmeyeceğine bunlar karar veriyordu. Hububat yerine halka tütün ekmesi emrediliyordu. Bazı mollalar ise bu durumdan son derece rahatsız oluyordu. Şah aldığı buyrukla henüz ekilmemiş olan tütün üzerinden sözleşmelere, daha doğrusu taahhütnamelere imza atıyordu. Bu dönemde işçi ve köylü sınıfının emek ve alınteri alabildiğine sömürülüyordu. Bunu fırsata dönüştüren sol fraksiyon Tudeh Partisi’ni kurarak verdikleri destekle 1951 yılında Musaddık’ı iktidara taşımış oldular. Başbakan Musaddık İngiltere ve ABD’ye tanınan imtiyazları sınırlandırarak petrolü millileştirme yoluna gitti. O dönemde İran halkı Musaddık’a destek veriyor, grevler, sokak gösterileri düzenleniyordu. Şah, bu gelişmeler karşısında İran’ı terk etmek zorunda kalmıştı. İki yıl sonra yani 1953 yılında, ABD ve İngiltere destekli bir darbeyle, Musaddık başbakanlıktan alınmış ev hapsine tabi tutulmuştu. Piyon Şah ise İran’a geri getirilmişti. Bu yeni dönemde Şah ABD ile yeni yeni anlaşmalara imza atarak iktidara yeniden gelmenin bedeli olarak ülkesini tamamen ABD’nin sömürgesi hâline getirmişti.
ABD Şah’tan tavizler alarak sömürü düzenini pekiştirmek için halkı soysuzlaştırma politikalarına ağırlık vermesini istedi. Zira soysuzlaşmış bir halk egemen güçlere baş kaldırmaz. Böylesi bir halk pısırıktır ve itaate teşnedir. Bu nedenle Şah “Ak Devrim” adı altında bir sürü reformlar başlatıyor. Bu kapsamda ilk iş olarak İslâmî tesettüre savaş açıyor. Peşinden içki tüketimini yaygınlaştırmaya çalışıyor. Kısacası yapmış olduğu reformlarda Atatürk’ü kendisine örnek alıyor.
ABD’ye kaçtığında ise, yıkılışını, reformları tamamlayamadığına ve alfabeyi değiştiremeyişine bağlıyordu. “Eğer alfabeyi değiştirebilseydim ve üzerinden iki kuşak geçseydi beni asla yıkamazlardı” diyor. Keşkelerle bir yere varılmaz. Yıkılması mukadderdi ve yıkıldı. Çünkü zulüm ile abad olanın ahiri berbat olurmuş. Yıkılmayı hak etti ve yıkıldı. Eşyanın tabiatı boşluk kabul etmez. Etkileşim iki taraflıdır. Zalim bir yönüyle zulmünden dolayı değil mazlumun ayağa kalkmasıyla yıkılır. İran halkı tüm ümmet nezdinde tebrik edilmeyi hak etmiş bir millettir. Şu gerçeği de itiraf etmiş olalım ki, İran Ehl-i Sünnet dünyası açısından “yakındaki uzak” ülkedir. Mezhebinin farklılığından dolayı ümmet nezdinde adeta tecrid edilmişti. Herkes İslâm adına üç ülkede köklü değişim bekliyordu. İhvan-ı Müslimin’in Mısır’da, Cemaat-i İslâmî’nin Pakistan’da ve Milli Görüş’ün Türkiye’de bir değişikliğe imza atacağı beklenirken, bir de baktık ki hemen yanı başımızda İslâm adına devrim olmuş. Açıkçası bu devrim sadece İslâm aleminde değil, tüm dünyada şok etkisi yapmıştı. Elçilikler belirli periyotlarla bulundukları ülkeler hakkında kendi merkezlerine rapor verirler. ABD elçiliğinin 1978 Eylül ayı raporunda İran’da her şeyin yolunda olduğuna dair rapor hazırlanıyor. Ekim ayında ise sokak gösterileri, nümayişler ve Şah rejiminin yıkım süreci başlıyor. İstihbaratı o kadar kuvvetli olan ABD bile böyle bir ön görüde bulunamıyor. Ki Şah döneminde başta Tahran olmak üzere İran’ın birçok kentinde CİA ve MOSSAD’a ait ofisler vardı. Bunlar SAVAK elemanlarını eğitip yetiştiriyor ve birlikte çalışıyorlardı. Onlar oyun kurucu, düzen kurucu şer odaklarıydı. Hapishanelerdeki Müslümanlara birlikte sorgulama ve işkenceler yapıyorlardı. SAVAK ajanları CİA ve MOSSAD elemanlarından öğrendikleri akıl almaz vahşilikteki işkence yöntemlerini mazlum Müslüman mahkumlara uyguluyorlardı.
ABD ve ABD’nin piyonu Şah her ne kadar hazırlıksız yakalanmış olsalar da bu devrim süreci 1963 yılına dayanmaktadır. Malumunuz üzere Şah “Ak Devrim” adı altında başlatmış olduğu müstehcenlik ve müptezellik reformlarına yani halkı soysuzlaştırma girişimine ilk sert tepkiyi veren merhum Humeynî idi. Humeynî o yıllarda Kum kentindeki Fevziye Medresesi’nde fıkıh, usül, felsefe, irfan ve ağırlıklı olarak ahlâk dersleri veriyordu. Şah’ın yapıp etmek istediği halkın aidiyet değerlerine, halkın ahlâkî yapısına, halkın kültür ve yaşam tarzına taban tabana zıtlık arzediyordu. İmâm Humeynî vaaz ve hutbelerinde Şah’ı sert bir dille eleştirmeye başlayınca medrese öğrencileri ve Kum halkı sokak eylemlerine başlıyor. Şah’ın askerî birlikleri ve emniyet güçleri hemen harekete geçip göstericilerin üzerine ateş etmeye başlıyor. Ayrıca Fevziye Medresesi’ne baskın yapıp birçok öğrenciyi katlediyor. Bu ara İmâm Humeynî’yi tutuklayıp Tahran’a götürüyorlar. İmâm’ı idamla yargılamaya kalkıyorlar. Fakat 1908 anayasasına göre “ayetullahlar idam edilemez” şerhi savcıları ikiye bölüyor. Bir kısmı bu kurala rağmen idam edilmesini istiyor, bir kısmı da idam edilmesin diyor. Öte yandan idam kararını duyan milyonlarca halk sokağa dökülünce İmâm’ı sürgün etmeye karar veriyorlar.
İmâm 20 ay Bursa’da, 11 yıl Irak’ın Necef kentinde ve son 3.5 ay Paris’te sürgün hayatı yaşıyor. İmâm sürgün yıllarında Şah’ı devirme faaliyetine vaaz kasetleriyle devam ediyor. Bir yönüyle bu inkılaba “Kaset Devrimi” denmesi de bundandır.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi 78 yılının sonbaharına kadar dünya kamuoyunun İran’da devrim olacağına dair bir kanaati yoktu. CIA ve MOSSAD ajanları bile yanılmışlardı.
Tahmin edilmeyen ve hesapta olmayan bir devrim ve akabinde kurulan İslâm Cumhuriyeti, başta Siyonist İsrail ve ABD olmak üzere tüm piyon devletçiklerin başındaki köle ruhlu yöneticileri son derece rahatsız etmişti. Zira tahakküm ettikleri halklar bu şanlı devrime öykünüp kıyam ederse kendi sonları da gelmiş olacak. tı. Özellikle devrimin ilk döneminden itibaren uzun yıllar boyunca Türk medyası ve laik gazeteler gün geçmiyordu ki devrim aleyhinde iftira, çirkin aşağılama ve olmadık tezviratlarda bulunmamış olsunlar. (O dönemde gazete küpürlerini kesip arşiv yapmıştım.)
Dikkatimizi çeken başka bir husus ise, devrimin zafere ulaştığı 11 Şubat 1979 tarihinde işgalci İsrail’in başbakanı Menahem Begin, “İsrail için artık kara günler başlamıştır” sözünü dile getirmesi mutlak olan bir gerçeği itiraftan başka bir şey değildi. “Kara günler” metaforu Siyonistler için katlanarak devam ediyor. Siyonist İsrail kuruluşunun 50’nci yılında, kendilerince vadedilmiş olan (Arz-ı Mevud) Mezopotamya topraklarını ele geçirmeyi hedefliyorlardı. Ancak yiğit Filistin halkının bütün imkansızlıklarına rağmen göstermiş olduğu direniş ve Hizbullah’ın vurduğu darbeler işgalcilerin kendilerini korumak için duvarlar örmelerine sebep olmuştur.
İslâm Devrimi kuruluşunun ilk gününden itibaren İşgalci İsrail’in varlığını tanımayıp yok edilmesi gerektiğini bütün dünyaya ilân etmiştir. İslâm Cumhuriyeti’ni 40 yıldan beri Filistin davası uğruna çırpınan, uğraşan ve mücadele veren bir rejim olarak görüyoruz. Bazı aklı evveller “İran Filistin için ne yapıyor ki?” diyenlere diyeceğimiz o ki: İran’ı HAMAS ve İslâmî Cihad yetkililerine sorsunlar, “ O silahları nereden tedarik ediyorsunuz?” diye.. Hizbullah’a ve İzzettin Kassam Tugayları’na sorsunlar, “O füzeler size nereden geliyor?” diye.. Veya Netanyahu ve Trump’ın beyanatlarına bakın? Moderatör Netanyahu’ya soruyor: “Üç düşman ülke ismi verir misininiz?” Netanyahu’nun verdiği cevap üç kez üst üste: “İran, İran, İran” oluyor. Trump iki gün evvel feveran ederek verdiği beyanatta İran’ın Golan Tepeleri’nde İsrail ile savaşıyor!” diyerek İsrail adına endişe ve korkusunu dile getiriyor. İşgalci İsrail’in savunma bakanı: “Biz Gazze’de İran’a karşı savaşıyoruz” diyor. Bir soru da biz sormuş olalım: 1982 senesinde Siyonistlerce işgal edilen Güney Lübnan toprakları 2000 yılının 25 Mayıs’ına kadar 18 yıllık savaşı kim yaptı? 67 savaşında beş tane Arap ülkesi hezimeti yaşarken 2000, 2006 ve 2008 savaşlarında zafer kazanan hangi ülke idi?
Şu bir gerçek ki, İslâm Devrimi en ağır sınavını Siyonistlere karşı değil, vefa ve kadir kıymet bilmeyen ümmet bireylerine karşı vermektedir. Özellikle devrim mezhebi saiklerle değerlendirilmekte ve bir şekilde yanlış yargı ve tahlillerle mahkûm edilmektedir. Elbette ki hatasız bir yönetim tesis ettikleri iddia edilemez. Kolay değil, 1400 yıllık geçmişimize baktığımızda ümmet Emevîlerle birlikte hep saltanat sistemleriyle yönetilmiş. İlk defa Allah Resulü’nün Medine’de tesis ettiği devlet modelini kendisine örnek aldığını iddia eden bir rejim var karşımızda. Bu yönüyle İslâm Devrimi bir yönetim biçimi olarak laboratuvar mesabesindedir. Kur’an ve Sahih Sünnet’e uygun fıkhi çıkarsamalar ve bunların günümüz koşullarına uygun olarak pratiğe aktarılması bir yönüyle kolay olmasa gerek. Devrim 40 yıldan beri ne badirelerden geçti. Özellikle başta ABD olmak üzere emperyal ülkelerin baskı ve kıskacına maruz kalması.. Yıllardır uygulanan ambargolar.. 444 gün süren rehine krizi.. Devrimin öncü kadrolarına karşı ardı arkası kesilmeyen suikastlar.. 8 yıllık tahmili savaş, vs..
Evet; Müslümanlar olarak İslâmî yasalara uygun hak ve adalet temeline dayalı, insan hak ve özgürlüklerini önceleyen, hukukun üstünlüğünü esas alan bir yönetim biçimine hep özlem duyduk. Nicelerimiz bu değerler adına mücadele verdi ve bedeller ödedi. Nicelerimiz, “Laik rejimi yıkıp yerine şeriat düzeni kurmak amacıyla teşekkül oluşturmak” maddesinin muhatabı olarak ve “terörist” yaftasıyla Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargılandı ve ağır cezalara maruz kaldı. Hatta laik rejimin kurulduğu yıllarda bu maddeden idam edilenler oldu. Yine aynı şekilde İran’da “İslâm Devleti” ideali uğruna nice bedeller ödendi. Elbette ki sadece İran’da değil hemen hemen bütün Müslüman ülkelerde benzeri sıkıntılar, mücadeleler ve umutlar devam etmektedir. Başta Mısır olmak üzere birçok Arap ülkesinde “İhvan-ı Müslimin” bu amaçla mücadele verip bedeller ödemekte. Pakistan’da merhum Mevdudi’nin “Cemaat-i İslâmî” hareketi aynı amaçla faaliyetlerini sürdürmektedir. Türkiye’de ise merhum Erbakan hocamızın “Milli Görüş” teşkilatı 50 yıla yakın bir süredir aşkla şevkle İslâm Devleti ve İslâm Birliği projelerini D-8 kapsamında hayata geçirmeye çabalamaktadır. Merhum hocamızın kurmuş olduğu partilerin mahkeme tutanaklarında hangi gerekçe ile kapatıldığına bakılsın mesele anlaşılacaktır. Kısaca tekrar edecek olursak, bütün dünya Müslümanlarının imânî bir vecibe olarak gördüğü İslâm Devleti’ne 40 yıl önce İran halkı kavuşmuştu. Ancak iş bununla bitmiyor. Asıl sorumluluk istikrarlı bir şekilde bu işi götürebilmektir. Bir gözlemci olarak, bir takım eksikleriyle birlikte İran’ın bu işi götürdüğü kanaatindeyiz. Yani artı - eksi bazında değerlendirecek olursak artılarının daha fazla olduğu her sağduyu sahibi, her insaf ehli tarafından görülecektir. Yeter ki olaya mezhep taassubu ile bakılmasın. İran İslâm Cumhuriyeti’nin ümmet nezdindeki en büyük handikapı bu olsa gerek. Bazı taassup ehli alim müsveddeleri “4 hak mezhep” metaforunu kullanarak İsna Aşeri Caferî ekolünü “bidat ehli” olarak yaftalayıp olmadık tezviratlarla ümmet nezdinde İslâm Devrimi’ni töhmet altında bırakıyorlar. Sormak lazım âlemlere rahmet Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) hangi mezheptendi? Her şeyden önce ictihad sonucu ortaya çıkmış olan fıkhi ekoller birer mezhep olarak değerlendirilse de “hak” ibaresiyle tabulaştırılamazlar. Zira mutlak doğru “hak”tır. Bu ise ancak açık nass ile sabit olan dinî hükümlerdir. Ki bunlar imana taalluk etmektedir. İmân ise üç temel unsurdan müteşekkildir. Bunlar: Tevhid, nübüvvet ve mead inancıdır. Mezhebi, meşrebi ne olursa olsun bu üç temel inanca sahip olan her kişi Müslümandır. Biz bundan ötesine bakamayız ve kimsenin çetelesini tutma yetkimiz de yoktur. Ebu Hanife buyuruyor ki: “Bir kişide % 99 küfür alameti görseniz fakat buna mukabil o kişide % 1 iman alameti görmüş olsanız ona Müslüman muamelesi yapınız.” Şimdi karşımızda 40 yıllık geçmişiyle rüştünü ispat etmiş bir İslâm Cumhuriyeti var. Bugüne kadar anti emperyalist tutumuyla, dinî değerleri hayata hakim kılma çabasıyla, başta Filistin ve Bosna olmak üzere dünyanın her tarafında zulme uğrayan Müslümanlara ve direniş hareketlerine sahip çıkmasıyla temerküz etmiş (konsantre olmuş) bir İslâm Devleti’ni görüyoruz.
Ayrıca şunu belirtmiş olalım ki, bu devrimi sağlıklı bir şekilde analiz edebilmemiz için, bu devrimin liderini de çok iyi tanımamız gerekmektedir. İmâm Humeynî’yi çocukluk ve medrese arkadaşları anlatırken kendisinin son derece nezaket sahibi ve naif bir kişiliğe sahip olduğunu, arkadaşları arasında en takvalı kişi olarak bilindiğini, öğrencilik yıllarından beri teeccüt namazını kıldığını söylemektedirler. Aile bireyleri ile yapılan röportajlarda yine aynı şekilde eşine, çocuklarına, gelinlerine ve torunlarına son derece şefkatli olduğu anlatılmaktadır. Hayatı boyunca en ufak bir kaba davranışına tanık olunmamış bir portre var karşımızda. Yıllar önce Hürriyet Gazetesi Bursa’da kaldığı evin sahibi ve komşularıyla röportajlar yapıp yazı dizisi olarak yayınlamıştı. O röportajda da İmâm gayet nazik ve kibar bir insan olarak tanıtılıyor. Ev sahibi anlatıyor: “Bir gün İmâm’a postahaneden bir koli gelmişti. Kendisine teslim ettim. Beklememi söyledi ve koliyi yanımda açıp içinden çerez ve kuru yemiş türü şeyleri çıkarıp bana ikram etti ve birkaç paket daha uzatarak bunları da komşulara dağıtmamı rica etti. Kendisine ise çok az ayırmıştı.” Ev sahibinin eşi anlatıyor: “Bir gün Gemlik’te bulunan zeytin bahçemize piknik yapmaya gitmiştik. Ben zeytin ağacından ufak bir dal parçası kırıp çiçek niyetine İmâm’a uzattım. Dalı eline aldı ve ‘Keşke koparmasaydın, seneye bu dal zeytin verirdi’ dedi. Bu kadar yufka yürekli ve hassas olacağı aklıma gelmezdi.” Aynı bayan anlatıyor: “İmâm her sabah namazından sonra Kur’an okurdu. O kadar güzel lâhuti bir sesi vardı ki, kulağımı duvara dayayıp dinlemekten kendimi alamazdım. Bir gün kendisine ipek işlemeli, pahalı bir seccade hediye etmek istedim. Nazikçe seccadenin çok şatavatlı ve süslü olduğunu söyleyerek kabul etmedi. Ben kabul etmeyiş medenini anlamıştım. Bu sefer evde kumaş, basma ne varsa keserek kırk yamalı bir seccade diktim. Kendisine bu seccadeyi uzattığımda memnuniyetle teşekkür edip kabul etti. Onun çok sade bir yaşamı vardı.”
Fransa’da kaldığı esnada evine sık aralıklarla gazeteciler ve misafirler geliyor. Bu durumdan komşuları rahatsız olur endişesiyle İsa (a.s) peygamberin doğum gününe denk gelen gecede komşularına birer paket tatlı ve birer adet çiçek yaptırıp gönderiyor. İmâm’ın kişiliği ile ilgili o kadar çok anekdot var ki, aslında bunlar ayrı başlıklar altında sunulmalı. Biz bu iki örnekle yetinmiş olalım. Yine de İmâm’ın mütevazılığından ve bir peygamber varisi olarak sade yaşamından bir örnek daha vermiş olalım: İslâm Devrimi zafere ulaştığında İmâm’ın ikamet etmesi için Şah’ın saraylarından birini kendisine tahsis edilmesini öneriyorlar. İmâm bu teklif karşısında, “Eğer ben sarayda yaşıyacaksam bu devrimi neden yaptık?” diye cevap veriyor. Ardından kendi önerisini söylüyor: Bana yoksul insanların yaşadığı bir mahallede iki odalı bir ev kiralamanızı istiyorum.” Nitekim öyle yapıyorlar ve İmâm vefat edesiye kadar 50-60 M2’lik iki odalı bir evde kiracı olarak kalıyor. İmâm bu evde ikamet ettiği süre gelen gidenlerden dolayı ev sahibine rahatsızlık veriyor endişesiyle defaatle ev sahibinden helallik istiyor. İmâm vefat ettiğinde belediyeden mal varlığını tespit komisyonu gelip rapor tutuyor: Transistorlu bir radyo, bir adet sepha, iki adet sandalye, gözlük, takke, tespih ve birkaç tane kitap. İşte dünyanın en şanlı devrimini bi iznillah gerçekleştiren bir şahsın mal varlığı!
SSCB’nin Dışişleri Bakanı Şwartznaze o evde bir tahta sandalyede ağırlanmıştı. Belki yadırgayanlar olmuştur, ancak olması gereken oydu. Bu görüşmenin videosunu izlemiştim. İmâm Afganistan işgalini gündeme getirerek azarlayıcı bir üslupla yaptıkları işin yanlışlığını açık açık ibraz ediyor ve derhal Afganistan’dan çıkmalarını söylüyor. Şeartznaze’nin yüz ifadesini bugün gibi hatırlıyorum. Afallamış, şaşkınlık ve büyük bir mahcubiyet içerisindeydi. İmâm üzerine basa basa komünizmin yakın bir gelecekte yıkılacağını söylüyordu. İmâm’ın komünizm ile ilgili görüşleri Avrupa televizyonlarında da gündeme gelmişti. Akabinde komünizm yıkıldığında Avrupa televizyonları “Bunu önceden haber veren ilk kişi İmâm Humeynî olmuştur.” denilerek İmâm’ın ferasetinden övgü ile söz edilmişti. İsviçre’de ikamet ettiğimiz o yıllarda bu tür TV haberlerine defaatle bizzat tanıklığımız oldu. Fakat genel anlamda ifade edecek olursak Batı toplumları seküler bir mantığa sahip oldukları için din adına kurulmuş bir devlete soğuk bakmaktadırlar. Batılılar Hıristiyanlık nezdindeki dinî yönetimden çok çekmişler. Terminolojik olarak “teokrasi” metaforu onlar için negatif bir anlam ifade etmektedir. Elbette ki İslâm eşittir teokrasi değildir. Evet, İslâm’a göre “Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.” Fakat bu uygulama insan iradesini, insan fıtratını ortadan kaldıran bir uygulama değildir. Aksine İslâm’ın yönetim anlayışı insan iradesi ve insanın ontolojik yapısıyla motamot uyum içerisindedir. Zira İslâm her şeyden önce fıtrat dinidir. Kozmik âlemdeki namütenahi uyumluluk Allah Teâlâ’nın teklifî yasaları için de söz konusudur. İnsanoğlunun hayattan beklentisine yönelik ve ontolojik gereksinimlerine en uygun kurallar manzumesi Allah Teâlâ’nın şerî yasalarıdır. 40 yıldan beri İran’da uygulanan bundan başkası değildir. Fakat ekonomik ambargolar ve zorunlu olarak yapılan askerî yatırımlar halkın refahını bir türlü olması gereken seviyeye çıkaramamıştır. Bu devrim elbette ki ekmek için, aş için yapılmadı ancak İslâm’ın dünyaya dair en önemli hedeflerinden biri de yoksulluğu ortadan kaldırmaktır. İslâm, “Bir lokma, bir hırka” dini değildir. “Fakirlik az kalsın küfr olacaktı” diyen bir peygamberin ümmetiyiz. Hayatın kolaylaştırılmasına, yeryüzünün imarına ve her türlü bayındırlık hizmetlerine ilişkin işler biz İslâm ümmetini beklemektedir. Birlikten kuvvet doğar. Bu gerçeği çok iyi bilen İmâm Humeynî bi iznillah yaptığı devrimin şirazesini geniş tutarak mezhep taassubu ile hareket etmedi. Onun söylem ve demeçleri tüm ümmete şamildi. Onun çağrısı ezilen, sönürülen tüm dünya halklarına yönelikti. Bazı mollalar onu mezhep normlarıyla sınırlamak istiyordu. Verdiği fetvalar ta o zamanlar İngiliz Şiîlerini rahatsız ediyordu. Kendisine “Gizli Sünni” diyorlardı. İmâm Şiîsiyle Sünnisiyle İslâm ümmetinin zorunlu vahdetinden söz ederken Amerikancı Sünnilerle İngiliz Şiîleri kahroluyor ve olmadık tezviratlarla İmâm’a ve onun nezdinde İslâm Cumhuriyeti’ne çamur atıyorlardı. Bu ekollerin her ikisinin de finansörü Suud rejimidir.
İmâm’ın bir tek derdi vardı o da Filistin topraklarının Siyonist işgalinden kurtarılması ve ümmetin evrensel birlikteliğini tesis etmesi idi. İmâm, Müslümanların birbirleriyle uğraşması değil, tam tersi birbirleriyle ittihad oluşturması için çaba sarfetmeleri gerektiğini anlatıyordu.
Sonuç olarak İslâm Devrimi’nin 40’ncı yılını idrak ettiğimiz bu günlerde Müslümanlar olarak İmâm’ın bu vasiyetini yerine getirme çabası içerisinde olmalıyız...