Yüce peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav) şöyle buyurdu:
من اكل ما يشتهي ولبس ما يشتهي وركب مايشتهي لم ينظر اللّه اليه حتى ينزع او يترك
‘İstediğini yiyen, istediğini giyen ve istediği işi gören insan, bu istekleriyle mücadele etmez ve onları terketmezse, Allah ona teveccüh etmez.’
Cümledeki rakebe ma yeştehi ibaresi, ihtimalen kelimenin hakiki anlamında istek ve murad demektir. Yani arzulanan her fiilin seçimi. Muhtemel olarak rakebe kelimesi burada iş ve eylem anlamındadır. Yani insanın, gönlünün istediği her işi yapabilmesi.
Her halükarda, tüm hayırların başında yer alan ve varlık alemindeki tüm insani yüceliklerin mayası durumundaki ilahi teveccüh, insanın bu fiilleri işlemesiyle yitirilir. Bu fiillerin terkedilmesi ise gönüllü olarak riyazete girilmesi ve heves edildiğinde gerçekleştirilebilen fiillerin bir kenara bırakılmasıdır.
Tüm arzularına ulaşabilme gücüne sahip olmayan insanlar, bu durumun kadrini bilmelidirler. Zira insanın heva ve hevesleri karşısında meydanı boş bulmaması, büyük bir nimet sayılmalıdır. Gerçi, bir işe muktedirken onunla mücadele edenlerin sevabı, oldukça fazladır.
Resul-ü Ekrem (sav) şöyle buyurur:
الدنيا دُوَل، فما كان لك أتاك على ضعفك وما كان منها عليك لم تدفعه بقوّتك ومن انقطع رجاءه مما فات، استراح بدنه ومن رضي بما قَسَمه اللّه قرّت عينه
‘Dünya, elden ele dolaşır. İstediğin şeyler, zaafına rağmen seni bulur ve senin kudretin, istemediklerinin seni bulmasını önleyemez. Gelip geçenlere aldırmayıp, dünya malın umut bağlamayanlar, rahatlığa kavuşurlar. Allah’ın kendilerine verdiklerine rızayet gösterenlere göz aydınlığı vardır.’
Duvel kelimesi devlet kelimesinin çoğulu olup, elden ele dolaşan anlamına gelir.
Dünyalıkların doğasında sürekli değişim vardır. Sahip olduğumuz mal, makam, imkanlar, sağlık ve afiyetin ömrümüzün sonuna dek baki kalacağını sanmamalıyız. Durum böyle değildir ve bunların elimizden alınması mümkündür.
Dünyadan kasdedilene gelince... Ondan ümitlerini kesen, ona umut beslemeyen herkes kendini rahatlatmıştır. Dünya, kınanmıştır. Yani, insanın egosu için, heva ve hevesleri için istediği şeyler; yoksa, eylemlerde yücelik kazanmak veya uhrevi hayırlar değil... Görevde ilerlemek veya dünyayı mamur etmek değil... Dünyadan ve dünyalıklardan kasdedilen bunlar değildir.
Nebiyyi Ekrem (sav)’den şöyle rivayet edilmiştir:
ثلاثٌ من كنّ فيه استكمل خصال الإيمان: الذي إذا رضي ، لم يُدْخِله رضاه في باطلٍ وإذا غَضِبَ لم يخرجه الغضب من الحقّ وإذا قدر لم يتعاط ما ليس له
‘Şu üç özelliğe sahip olan bir insanda imanın hasletleri tamamlanmış demektir: Bir insana olan muhabbetin, onun Batıl eylemlerine rıza gösterilmesine yol açmaması; öfke anında hakka riayet edilmesi ve kudretliyken, hakkı olmayan fiillere başvurulmaması.’
Bu rivayet, ‘iman üç haslete sahiptir’ şeklinde anlaşılmamalıdır. Kasdedilen mana şudur ki, bu üç haslet eğer bir kimsede bulunursa, imanın hasletleri onda toplanmış demektir. Çünkü, bunların her biri kendi içerisinde çok sayıda iyi sıfatları içermektedir.
Bir insanı sevip ona muhabbet beslemek, sevgi sahibi kimseyi Batıl’a sürüklememeli ve haksız yere o insanın savunulmasına yol açmamalıdır. Ayrıca, öfke, o insanı yanlış tutumlara ve hak dairesinden çıkmaya sevketmemelidir. Bu arada, insan güç ve kudret sahibi iken, kendi hakkı olmayan fiillere girmemelidir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’den şöyle nakledilmiştir:
الحياءُ حياءان، حياءُ عقلٍ وحياء حُمْقٍ، وحياء العقل العلم وحياءُ الحُمقِ الجهل
‘İki tür edeb ve haya vardır: Aklın hayası ve ahmaklığın hayası. Aklın hayası, ilimdir ve ahmaklığın hayası ise cehalet.’
Aklın hayası, insanın akla dayanarak haya duygusuna sahip olmasıdır. Tıpkı, günahın işlenmesi sırasında duyulan utanç veya saygıdeğer insanlar karşısındaki terbiyeli davranışlar gibi. Bu, ilmin hayasıdır; yani bilinçli bir utangaçlık. Cehaletin hayası ise, sormak, öğrenmek, ibadet etmek ve benzeri fiillerden çekinmektir. Tıpkı, bazı insanların kimi çevrelerde namaz kılmaktan utanıp çekinmeleri gibi. Bu çekingenlik, cahili bir davranıştır.
Hatem’ül Enbiya Muhammed Mustafa (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
خياركم أحسنكم أخلاقاً، الذين يَألفون ويُؤلفون
‘Sizin en hayırlınız, ahlakça en iyi olanınızdır. Onlar, insanlara ülfetle davranır ve başkaları da onlara ülfetle yanaşırlar.’
Sizin en iyi olanlarınız, halkla olan davranışlarında herkesten daha iyi hareket edenlerdir. Güleryüzlü oluşları, halkın onlara sevgi beslemesine neden olur.
Rivayet, şer’i mükellefiyetlerini yerine getirmeyen ve fakat güleryüzlü davranan herkesin, dini görevlerini yerine getiren ve fakat güleryüzlü olmayan kimselere tercih edildiği anlamına gelmemektedir. Hadisde, görevlerini yerine getiren mü’min bir insanın yumuşak huylu olması durumunda, güleryüzlü olmayan mü’minlerden evla olduğu vurgulanmaktadır.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’le ilgili olarak şöyle bir rivayette bulunulmuştur:
“İslam peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (sav)’in yanına gelen biri, peygamberimizin kendisine bir tavsiyede bulunmasını ister. Resul-ü Ekrem şöyle buyurur:
وقال رجلٌ اَوْصِنى، فقال صلى الله عليه وآله وسلّم: لاتَغضَب، ثم أعادَ عليه، فقال: لاتَغضَب، ثمّ قال: ليس الشّديد بِالصّرَعَةِ، انّما الشديدُ الذي يَملكُ نفسه عند الغضب
‘Öfkelenme, öfkelenme...Güçlü olmak, başkalarını yere sermekle değil, öfke anında nefsine sahip çıkmakla ispatlanır.’”
Öfke, insanın sinirlenmesi, iradi olmayan bir eylem değildir. İrade dahilindedir. Demek ki, sinirli davranmamak ve öfkeyle hareket etmemek zorundayız.Öfke anında başkalarını yere sermek yiğitlik değildir ve öfkesini yenebilen insan yiğittir.
Burada sinirli hareket etmekten kasdımız, geçici sinirlenmeler olmayıp; bir insandan rahatsız olan bir kimsenin, hayatın çeşitli kesimlerinde onu izleyip durması ve uygun bir fırsatta ondan öcünü alması şeklindedir.
İnsan, öfke ve şehvetini gemlemesini bilirse, bunun etkilerini hayatı boyunca hisseder.
Resul-ü Ekrem (sav) şöyle buyuruyor:
عجباً للمؤمن لايقضي اللّه عليه قضاءً إلا كان خيراً له، سرّه او ساءه. إن ابتلاه كان كفّارةً لذنبه، وإن اعطاه وأكرمه كان قد حباه
’Allah’ın mümin için mukadder buyurduğu her şeyin onun hayrına olması ilgi çekicidir. İstediği ya da istemediği her şeyin. Hastalığı, günahının keffaretidir ve kerem ve nimeti de onun için bir ödüldür.’
Allahu teala mümin kulları için her şeyin iyi ve güzelini ister. Gerek hastalıklar gibi onu rahatsız eden ve gerekse onu sevindiren olaylarda...
Müminin hüznüne yol açan hadiseler, onun günahlarının keffaretidir ve onu sevince boğan gelişmeler de ilahi birer lütuftur.
Hafız’ın şiirlerinde de buna benzer mazmunlara rastlanmaktadır : ‘Tarikatta salikin başına gelen her şey, onun hayrınadır.’ Ancak, Hafız bu anlamı yalnızca salike özgü olarak söz konusu etmektedir. Oysa bu hadis-i şerifde mutlak olarak müminden söz edilmektedir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’den şöyle nakledilmiştir:
ودّ المؤمن المؤمن فياللّه من أعظم شعب الإيمان ومن أحب فياللّه وأبغض فياللّه وأعطى فياللّه ومنع فياللّه فهو من الأصفياء
’Müminin mümine Allah için meveddet göstermesi, imanın en büyük şubelerindendir. Allah için dostluk, Allah için düşmanlık, Allah için bağışlamak ve Allah için bağışlamamak... Böyle biri, seçkinler zümresindendir.’
Dostluklar, düşmanlıklar, bağışlamalar ve bağışlamamanın lazım geldiği yerlerde de bağışlamamak... Bunların hepsi eğer Allah için olursa, insanı, müminlerin makamından da yüksekte yer alan seçkinler derecesine yükseltir.