Nemrutlaşan sinekler
“Sineğin biri kendini fevkalade bir şey sanırdı . Kendi kendine : “Şüphesiz ki ben bu devrin zümrüdü anka kuşuyum, benden daha üstün kimse olamaz.” derdi. Bir gün bir eşeğin sidiğinin içinde bulunan bir saman çöpüne kondu. Eşeğin sidiğini uçsuz bucaksız bir deniz, saman çöpünü gemi, kendini de kaptan sandı…
- “İşte bu bir okyanus, bu da benim mükemmel gemim, ben de dünyanın denizler aşan en büyük kaptanıyım.” diye karar verdi kendi kendine gururlandı koltuklarını kabarttı. ”
(MEVLANA)
Bazen bir hikaye ve hatta bir tek cümle koskoca bir hakikati üzerine söz söylenmeye gerek kalmayacak şekilde mükemmel olarak izah eder. Mütekebbirleşenlerin durumunu tasvir eden yukarıdaki hikayede olduğu gibi, hakikat aslında çok açık olduğundan sadece görmek isteyenlere ışık tutmak yeterli olacaktır. Gözlerini ve gönüllerini zihinleri ile birlikte karanlıklara mahkum edenlere sunulacak bu ışık, belki de dünya hayatlarını zindana çeviren bu insanların ahiretlerini nurlandırmalarına neden olabilecektir. Kendilerinde yitirdikleri özgüven ve bu özgüvensizlikten kaynaklanan aşağılık kompleksinin yarattığı çaresizlikten dolayı, yeryüzünde kibirlenerek saltanatlarını sürdüren zalimlere muhtaç olduklarını düşünen bu zayıf bırakılmışlar, zalimlerin asıl yüzlerini fark ettiklerinde belki de onların kibrinin kaynağının, zayıf bırakılmış ve kölelere devşirilmiş halkların gücü olduğunu anlayacak ve yeryüzündeki zulüm saltanatını devirip mazlumların iktidarına zemin oluşturabileceklerdir.
Bu yüzden bu devirdeki mücadelenin temelini “dostu ve düşmanı tarif” oluşturmalıdır diye düşünüyoruz. Zira düşman ya dost kılığında dolaşmakta ya da kendi gücünü Allah’ın (c.c.) gücünden daha fazla göstererek korku ile hükmetmektedir. Hem korku duvarının hem de dost maskesinin düşmesi düşmanın iyi tanınmasına bağlıdır. Ki düşmanımızın en büyük gücü ve aynı zamanda en büyük zaafı sahip olduğu kibridir. Çünkü bu kibir, gücü elinde bulunduranların iktidarlarını sürdürmek için hem kendileri gibi zulümden nemalananlarla işbirliği yapıp saltanatlarını sürdürmelerine ve en ufak bir itirazı dahi sert bir biçimde bastırmaktan çekinmemelerine neden olmakta, hem de her mütekebbir gibi “ilahlaştıklarını” düşünecek seviyeye ulaşıp azmalarına, herşeyi kontrol etme arzusuyla çırpınmalarına, bu yüzden de kimseye güvenemeyen paranoyak ve sürekli yanlışlar yapmaya başlayan kişilikler haline gelmelerine vesile olmaktadır.
Nemrut gibi “hayat veren ve öldüren benim” (Bakara 258) diyecek kadar azan mütekebbir zorbalar, “(gurur ve kibirle) kendilerine zulmederek girdikleri bağlarında (iktidar koltuklarında); bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam” (Kehf 35) deseler de aslında“kibirlenenlerin yeri ne kötüdür” (Nahl 29) bilmezler. Onlara “Allah’tan başka ilah yoktur, denildiği zaman kibirle direnmelerinden”(Saffat 35) ötürü “deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir”(A’raf 40) “Kibirlerini yenemeyip sırt çevirenler”(Müddesir 23) “kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmedikleri için, aşağılık maymunlara”(A’raf 166) çevrilmişlerdir. Bu zalimlerin insan suretinde ortada dolaştıklarına aldanmayın, hesabın sorulacağı gün nasıl yaşadılarsa o suretle haşrolacaklarından, aralarında bolca maymun olduğu gibi türlü hayvanlar, vahşi yaratıklar ve domuzlarda peydah olacaktır elbet.
İstedikleri kadar “yeryüzünde böbürlenerek yürüsünler, ne yeri yarabilecek ne de boyca dağlara ulaşabilecek”(İsra 37) kudrete sahip olmayan ve “insanların en çok nefret edileni” (Resulullah s.a.a.) olan bu mütekebbirler, kibre kapıldıkları için “düşük” kimselerdir. (İmam Ali a.s.) Bunlar “kıyamet günü karınca suretinde haşrolunurlar. İnsanlar onları yüce Allah’a itinasızlıkları sebebiyle ayakları altında çiğnerler”(Resulullah s.a.a.) “Dünü nutfe, yarını leş olan bu mütekebbirlere şaşmak”(İmam Ali a.s.) gerekir. Tüm dünyayı ele geçirseler dahi “her nefsin tadacağı ölümden”(Al-i İmran 185) kaçışları olmayacaktır. Ve “kalplerinde kibir bulunduğu için cennete giremeyeceklerdir”(İmam Cafer a.s.)
Tüm bu ayet ve hadisler mütekebbirlerin durumunu açıklamakla ve onları bekleyen sonun ne olduğu konusunda bizlere bilgi vermekle beraber, aslında bu tür zalimlerin bu dünyadaki zulümlerinden bezmiş mazlum halklara ilahi adaletin eninde sonunda haklarını bunlardan alacağını da müjdelemekte ve eğer bu kibir sahiplerine uyup da yoldan çıkmazlar ve mücadeleden vazgeçmezlerse, bir gün karınca gibi bu zalimleri ayakları altına alıp ezeceklerini de muştulamaktadır.
Cehennemle müjdelenen bu mütekebbir zalimler, özellikle büyük şeytanın desteği ile musallat oldukları halkları, değersiz ve her türlü zulme müstehak yaratıklar olarak gördükleri için sürekli azarlamakta, ezmekte, hakaret edip onların gururunu yerle yeksan etmektedirler. Kendi burunlarından kıl aldırmamakta ısrarcı olan mütekebbir takımı, halkların şerefini ve izzetini ayaklara altına almaktan, hem dünyalarını hem de ahiretlerini berbat edecek türlü şer yolları ile halkları kendilerine el açmaya mecbur bırakmaktan çekinmemekte bu mecburiyet(!) üzerinden de saltanatlarını sağlamlaştırmaktadırlar. Bunlar hiçbir halka zerrece değer vermeyen, iktidarda oldukları halkların değil, siyonizmin mensubu olan ve güçlerini siyonist çevrelerden alan “süfyanilerdir.”
Israrla zulümleri ile halkları hissettirmeden ezen rejimleri tasvir etmek için kullandığımız “süfyani” tabirini tam anlamıyla hak eden sistemlerin, adı , sanı, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun hizmet ettikleri mahfilleri aynı olan iktidarlarının kullandığı dile dikkat edilirse, şeytanın kibrini kimlere miras bıraktığı hakkında fikir sahibi olunabilinir. Mazlumların gözyaşları, kanları, emekleri ve çöreklendikleri toprakların tüm zenginliklerini peşkeş çektikleri büyük şeytan ve siyonist rejimin destekleri ile kurdukları kibir dağının zirvesinden halka “bakan”larla bunların “baş”ında olanların, yönettikleri insanları kendilerine ait köleler olarak gördükleri, sürekli olarak kullandıkları “benim” sözcüğüyle aşikar olmuştur. Öyleki “benim” vatanım, “benim” halkım, “benim” işçim, “benim” köylüm vb. tamlamalarla kibirlerini ikrar eden, kendilerince eksiklikleri “tamlayan”ların şerrinden nasibini almayan hiçbir kesim kalmamıştır.
“Süfyani sistemlerin” iktidarları, kendi malları olarak gördükleri vatan topraklarını kendilerinin varoluş sebebi olan siyonizme sunarken, bu toprakların asıl ve asil sahiplerine köle muamelesini reva görmekte, hakkını aramak isteyenlere “ananı da al git” diyecek kadar sevecen(!) davrandıkları için, meydanlarda sistemlerine oy toplamaktan da geri kalmamaktadırlar. Rüşvetleri bile milyar dolarları bulan bu “süfyanilerin” mal varlıklarının hesabı yapılamazken, hala halkın aldığı asgari ücrete “iyi para” diyerek göz koymaları, kibir deryasının bu “usta” yüzücülerinin halkları, asgari ücrete dahi layık görmediklerinin işaretidir de aynı zamanda. İlahlıklarını uşakları aracılığıyla ilan edecek kadar ileri giden ve “rahmetim gazabımı aşacak” demek densizliği ile kibir dağını fethetmiş bulunan “süfyaniler”, adeta halklara bakarken “siz aslında bana layık değilsiniz, ben alemlere hükmedecek ilahım” tavrını takınmakta, bağırmaktan, küfretmekten, emretmekten imtina etmemektedirler.
“Ben size izin vermeden iman mı ettiniz”(A’raf 123) diyen firavunun bugünkü torunu olan “süfyaniler”, “günah işleme özgürlüklerine(!) müdahale edilmesinden” rahatsız olurken, halkların hakkını arama, şerefli, izzetli, onurlu ve insanca yaşama özgürlüğünü hiçe saymakta, meydanlara çıkan halkların çocuklarını birbir öldürmekten adeta zevk duymaktadırlar. Nasıl ki Firavun kendi saltanatını sürdürmek için bütün erkek çocukları öldürmekten çekinmediyse, bugünün “süfyanileri” daha ileri giderek kız erkek demeden iktidarda bulundukları halkların gelecek neslinin ahlakını bozarak, hedeften uzaklaştırarak, türlü bağımlılıklara düçar ederek, manen öldürmekle iktidarlarının geleceğini garanti altına almaya çalışmaktadırlar. Zira iktidarları kibirlerinin kaynağıdır ve mütekebbirlerin bu iktidarı bırakma niyetleri yoktur. Ellerinde tuttukları dünyalıkları ve yaslandıkları büyük şeytan olmasa zerrece güçleri bulunmayan mütekebbir “süfyaniler”, kişilik olarak hiçbir değerleri ve yetenekleri olmayan, ağızları iyi laf yapan münafık olmaktan başka meziyetleri bulunmayan, halk arasında “yolda görsem selam vermem” tabirinin muhatabı varlıklardır. Kendileri de bunu bildikleri için türlü yalakalıklarla, ve ruhlarını satarak elde ettikleri gücü ve kibri kaybetmemek adına bütün zulümleri işlemekten geri durmazlar.
Adeta “Nemrutlaşan sinekler” olan süfyaniler, kendilerini dünyanın en büyük denizinde yüzen, dünyanın en büyük gemisinin kaptanı zannetseler de “sinek” olarak mide bulandırmaktan başka bir değerleri yoktur. Yine bu sinekler birgün burunlarına kaçacak bir sinek yüzünden başlarını duvarlara vura vura helak olmaktan kurtulamayacaklardır. Bizler biliyoruz ki her devrin Nemrudu’nun karşısında onun putlarını kıracak bir İbrahim bulunacaktır. Allah’a (c.c.) hamdolsun ki bu devrin, ayaklarında binlerce dolarlık ayakkabıları bulunan Nemrut soylularının karşısında da yamalı terlikle putları kırmaya gelen İbrahim’in (a.s.) nesli bulunmakta ve bu kibir budalalarının, bizlere değer diye yutturdukları dünyalıkları ellerinin tersiyle itenlerin izzete, şerefe, onura ve şahsiyete nasıl ulaştıklarını ispatlamaktadırlar.