Ayetullah Alevi Gorgani: Şia kardeşlerime tavsiyem, sünnilerin ihtiram gösterdikleri şahıslara hakaret etmeden olaylara giriş yapsınlar ve onları Ehlibeyt’in (a.s) makamı hakkında aydınlatsınlar. Eğer müzakerelerde, bu büyük şahsiyetlerin (Ehlibeytin) konumları karşı taraf için aydın olursa ve o makamları kabul ederlerse geriye kalan işler hallolunur. Hakikaten eğer yumuşak ve mantıklı bir dille yaklaşılırsa çabuk kabul ederler.
Sünni kardeşlerime tavsiyem ise eğer bir miktar oturup düşünseler ve işiten bir kulakla müzakere ederlerse kendilerinin hazırladıkları sahih kitapların bile kendi inançlarına göre sahih olmadıklarını göreceklerdir…
Hz. Fatımatu’z Zehra’nın (selamullahi aleyha) şehadet yıldönümü münasebeti ile taklit mercilerden Hz. Ayetullah uzma Seyyid Muhammed Ali Alevi Gorgani’nin huzuruna vararak Hz. Sıddıka-i Tahire’nin (s.a) karakteri, faziletleri hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.
soru: Bize böyle bir fırsat verdiğiniz için size teşekkür ediyoruz. İlk soru olarak Hz. Fatımatu’z Zehra’nın (s.a) karakter ve şahsiyetinden bahsedebilir misiniz?
cevap: Bismillahirrahmanirrahim. Elhamduillahi vesaletu ve selamu ale resulullahi ve ale Alihi Alellahi ve le’nu’daimi ale a’daihim a’daillahi.
Bir şahsiyeti, yahut bir şeyi tanıtmak için o şeyi, yahut o şahsiyeti tanıtacak şahsın o şey, yahut o şahsiyetten daha üst ve konumda olması gerekmektedir. Maruf söze göre “muarrif, muarreften (tanıtan, tanıtılandan) daha belirgin, daha bilgili ve daha üst konumda olmalıdır”. Bu ilke, mantık ve felsefe ilminin değişmez mutlak kaidesidir. Bunun sebebi ise eğer (tanıtan) tarif eden şahıs bu şekilde olmazsa, tanıttığı şeyin özelliklerini kuşatmamıştır demektir. Halbuki muarrifin (tanıtıcı konumda olan şahsın) koşulu, muarrefin (tanıtılacak olan şahıs veya şeyin) hususiyet ve özelliklerine tam olarak vakıf olmasını gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla Hz. Peygamber Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
"تَفَكَّرُوا فِي آلاءِ اللَّه وَ لا تَتَفَكَّرُوا فِي ذاتِ اللَّه" : “Allah’ın nimetleri hakkında düşünüp tefekkür edin, Allah’ı zatı hakkında düşünüp tefekkür etmeyin.” [1] İmam Cafer Sadık (a.s) da şöyle buyurmaktadır:
إِيَّاكُمْ وَ التَّفَكُّرَ فِي اللَّهِ فَإِنَّ التَّفَكُّرَ فِي اللَّهِ لا يَزِيدُ إِلا تَيْهاً إِنَّ اللَّهَ لا تُدْرِكُهُ الابصَارُ وَ لا يُوصَفُ بِمِقدار : “Allah’ın (künhü) zatı hakkında tefekkür etmekten sakının. Şüphesiz Allah’ın künhü zatı hakkında tefekkür etmek, yolunu şaşırmaktan (kaybolmaktan, sapmaktan) başka bir şeyi arttırmaz. Kuşkusuz gözler O’nu göremez ve miktarla vasfedilemez.” [2] ان الله قد احاط بکل شیء علماً “Şüphesiz Allah, her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.” [3]
Bu girişle bizim, Hz. Peygamber Ekrem (s.a.a), Hz. Fatımatu’z Zehra (s.a) ve Masum İmamların (a.s) kutsal makamlarını tanımamızın bu minval üzerine olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani, bizler onları tanımlayamayız. Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:
يا علي! ما عرف اللّه حق معرفته غيري و غيرک و ما عرفک حق معرفتک غير اللّه و غيري “Ya Ali, Allah'ı benden ve senden başkası hakkıyla tanımamıştır. Ve seni Allah'tan ve benden başka kimse hakkıyla tanımamıştır.” [4] Ve başka bir yerde şöyle buyurmuştur:
يا علي! لايعرف اللّه تعالي الا انا و انت و لايعرفني الا اللّه و انت و لا يعرفک الا اللّه و انا “Ya Ali! ben ve senin dışında hiç kimse Allah Teala’yı tanımadı; Allah ve senin dışında hiç kimse beni tanımadı ve Allah ve benim dışımda hiç kimse seni tanımadı.” [5] Peygamberin bu ifadeleri tarif değildir, bu gerçek ve hakikatlerdir. Yani eğer bu şahsiyetlerin tanınması gerekiyorsa, bunlar gibisi bu işi yapmalıdır.
Dolayısıyla, Hz. Peygamberden (s.a.a) Hz. Zehra’nın (s.a) kim olduğunu sormak gerekir, sınırlı bir ilme ve mahdut bir kesple kesbi ilimlere sahip olan ben ve benim gibilere değil. Hal böyle iken eğer Hz. Zehra’nın (s.a) tanınması gerekiyorsa ya değerli babası ve aziz eşi tarafından, yahut Allah Teala tarafından bu olmalıdır. Dolayısıyla bizler bu şahsiyet hakkında onların ne dediklerine bakmak için onların peşi sıra gitmeliyiz.
soru: Allah ve Resulü (s.a.a) Hz. Zehra-ı Ethar’ı (s.a) nasıl tanıtmaktadırlar?
cevap: Allah ve Peygamberin (s.a.a) Hz. Zehra’yı (s.a) nasıl tanıttığına baktığımız zaman, görüyoruz ki O’nlar, Hz. Zehra’yı (s.a) yaratılış pusulasının merkez noktasında karar kılmışlardır. Allah Teala, bütün alemlerin hilkatini, dairesel vücut şeklinde beyan etmektedir. Hz. Zehra (s.a) ise onun merkez noktasındadır.
Örneğin “Kisa Hadisi”nde[6] Cebrail şöyle sormaktadır: “Ya Rabbî, abânın altında bulunan kimlerdir?” Allah “Peygamber ve çocuklarıdır” demiyor. Bilakis “Hum Fatımatu ve ebuha ve be’luha ve benuha”; “Onlar Fatıma, babası, eşi ve çocuklarıdır.” Yani pusulanın merkez noktasının ta kendisidir. Allah, Hz. Zehra’nın (s.a) mübarek vücudunu baba, dede (eşi) ve çocuklarının tanıma merkezi karar kılmıştır. Dolayısıyla bu hanımın, nübüvvet ve velayetin gerçek merkezi olduğu anlaşılmaktadır. Sanki velayet ve nübüvvet bağlantısını Hz. Zehra (s.a) sağlamaktadır.
Peygamber Ekrem (s.a.a) Hz. Zehra’yı, “Ümmü ebiha” (babasının anası) olarak adlandırmaktadır. Bazıları “bu ne demektir?” diye “Ümmü Ebiha”nın anlamında takılıp kalmışlardır. Burada takılmanın bir anlamı yoktur. Bunun anlamı, yani Hz. Zehra (s.a) gerçek ve hakikatin merkez noktasıdır. Dolayısıyla “Fatıma ve ebuha”nın anlamı, yani eğer Hz. Zehra olmasa, Peygamberin annesi ve merkez noktası yoktur, demektir. Sanki kitabın dizeleri ortadan kaybolmuştur.
Hz. Zehra’yı (s.a) tanımak için başka bir yer ise Hz. Peygamber efendimizin (s.a.a) ona olan aşırı ve şaşırtıcı ilgisidir. Kurulu düzen her zaman bu şekildedir ki imam ve liderin eli öpülür. Yani ma’mum (imama tabi olan), imamın elini öpmelidir. Ancak bazen Peygamberimiz (s.a.a) Zehra’nın elini öpmekteydi. Rivayetlerde her ne zaman Hz. Peygamber, Hz. Zehra’nın yanına giderse, Hz. Zehra’nın yerinden kalkarak babasının ellerini öptüğü ve her ne zaman Fatıma babasının evine giderse Hz. Resulün (s.a.a) onu kendi yerine oturttuğu ve ellerini öptüğü kayıtlıdır. Bu rivayetleri ne yapmalıyız? Gerçekten eğer bu kadın bu yüce makamda olmasaydı, acaba Peygamberimiz o azameti ile onun elini öper miydi? [7]
Benzersiz başka bir fazilet ise, Hz. Zehra’nın (s.a) dünyaya gelme öyküsüdür. Ben, Fatımiye günlerinin[8] birincisinde de konuşma yapmış ve bu konuya değinmiştim ki genellikle “İnna a'taynake’l Kevser” [9] suresinin tefsiri hakkında beyler daha çok “Kevser” maddesinin peşi sıra gitmişlerdir. Ve onun anlamını “çok ve bol hayır” olarak açıklamışlardır. Sonra Hz. Zehra’nın nasıl “çok ve bol hayır” olduğunun peşi sıra giderek bunun dal ve budaklarını beyan etmişlerdir. Bana göre bu tefsirler güzeldir ve onları reddetmiyorum, ancak ‘Kevser’in başka bir yönünün olması mümkündür. O da Hz. Zehra’nın (s.a) dünyaya gelme macerasıdır. Peygamber efendimiz (s.a.a) “Ebtah”da bir grupla oturduğu sırada birden Hz. Cebrail-i Emin nazil olmuş ve şöyle demiştir: “Ey Peygamber! Bu geceden itibaren artık Hatice’nin evine gitme ve 40 gün boyunca ibadet et.” Hz. Peygamberimiz de bu süre boyunca Hz. Hatice’nin yanın uğramamış ve “Ümmü Hani”nin evinde kalmıştır. Kırkıncı gece hazret için “hurma, üzüm ve Kevser suyundan oluşan cennetten yiyecekler getirdiler. Hz. Resulullah (s.a.a) bu cennet maidesinden (sofra) yedikten sonra Hz. Hatice’nin (s.a) yanına gitti ve Hz. Zehra’nın (s.a) nutfesi o cennet armağanından oluştu. Hz. Zehra’ya (s.a) Kevser demelerinin sebebi “لانها خُلقت من ماء الكوثر” onun Kevser suyundan yaratılmış olmasından dolayı olmuş olabilir. Yani Allah buyuruyor ki Ey Resulullah! Biz sana Kevser’i verdik, yani Zehra’yı (s.a) Kevser suyundan yarattık. Ben araştırdım hatta Hz. Peygamber efendimizin mübarek vücut nutfesinin Kevser suyundan yaratıldığına dair rivayet bulunmamaktadır. Böyle bir hadis, Emire’l Mümin’in Hz. Ali hakkında yoktur. Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Ebu Abdullah Hüseyin (a.s) hakkında da yoktur. Bu sadece Hz. Zehra’nın (s.a) mübarek vücudu hakkında vardır. Ehli sünnet ravilerinin “Ayşe”den naklettiği rivayette şöyle geçmiştir: “Peygamber kızı Fatıma’yı çok öperdi. Ben bunu eleştirmiş ve şöyle demiştim: Ya Resulullah! Evli bir kadını öpmeniz pekte iyi değildir! peygamber bana şöyle cevap verdi: Bu lafları etme, ben cennetin kokusunu Fatıma’dan almaktayım.”
Hz. Zehra (s.a), Ethar İmamların (a.s) beyanlarında da çok yüce makamlara sahiptir. Örneğin imam Hasan Askeri (a.s) şöyle buyurmaktadır: نحنُ حُجَجُ اللّهِ عَلى خَلقِهِ وَ فاطمةُ حُجةٌ عَليَنا “Bizler, Allah’ın kullarına hüccet ve kanıtız, Fatıma ise Allah’ın bize hüccettir.” [10] Dolayısıyla onun vücudu seçilmişler (imamlar) için hüccet ve örnektir.
Bunlar, Hz. Zehra’nın (s.a) en üstün derecelere sahip olduğunu anlatan rivayetlerden küçük bir yansımadır.
soru: Bazıları için soru işaretlerine sebep olan Hz. Zehra’nın (s.a) 1400 yıl önceki koşullar altında bir hanımefendi olduğudur. Bizler için onun (s.a), yirmi birinci yüzyılda nasıl bir model ve örnek olduğunu iddia edebiliriz?
cevap: O hazret, fakat sadrı İslam’da özel bir zaman dilimine has değildir. Bizler, açıkladığımız rivayetler ve açıklamadığımız bir yığın olayların mecmuasından icmali bir tevatürle bu hanımefendinin 1400 yıl öncesine mahsus olmadığını anlamaktayız. Bu hanımefendinin varlığı ezelden beridir merkezi bir konuma sahipti ve sonsuza kadar merkezi bir konuma sahip olacaktır. Biz, bu söyleşide o hazretin doğum öncesi dönemini açıklamaya fırsat bulamadık. Hz. Zehra (s.a) zahiri varlığından (görsel fiziki vücudundan) önce bile varlığı yaratılışın merkeziydi.
Sözün özü şudur ki Hz. Zehra’nın (s.a) makamı, bizim söyleyip vasfetmemizden çok daha üstündür. Hatta bizim anlayıp idrak edebileceğimizden bile daha yücedir. Ancak Allah, Resulü ve tahir İmamların buyurduklarından anlamaktayız ki onun kutsal varlığı her daim kalacaktır. Kıyamet günü bile bu celal ve azamet Allah’ın dileği ile baki kalacak ve insanların model ve olgusu olacaktır.
soru: Burada başka bir soru daha gündeme gelmektedir, o da Hz. Fatımatu’z Zehra’nın (s.a) bu eşsiz faziletleri ve yüce makamının olması bazıları için şaşkınlığa sebep olmaktadır. Şaşkınlığa sebep olan bu durumun bir benzeri ancak daha düşüğü Hz. Fatıma-ı Masume (s.a) içinde bulunmaktadır. Bu insanlar “bu şahsiyetlerin yaşlarının az olmasına rağmen nasıl böyle makamlara çıktığını ve Hz. Peygamber efendimizin (s.a.a) Hz. Zehra’ya (s.a) böyle davranmasına neden olduğunu, yahut Hz. Musa bin Cafer (a.s) masum bir imam olmasına rağmen Hz. Masume (s.a) hakkında “Fedaha Ebuha” (Babası feda olsun) buyurduğunu sormaktadırlar. Lütfen bu konu hakkında da açıklamalarda bulunur musunuz?
cevap: Bu konu, apaçık ve aşikardır! Bizim standart algılayışımızın dışında olan ‘bu hazretlerin varlıklarını zati ve gerçek olarak algılamamız’ gerektiği ortaya çıktıktan sonra bu konu hallolacaktır.
Elbette, bu değerli insanların istisnai varlıkları ile zahire ve doğal akışına uygun olarak davranmakla mükellef oldukları ve istisnai varlık olduklarını toplumun bilmesini istemediklerinin açıklanması gerekmektedir. Zira (eğer açıklanmış olsaydı) toplum ve insanlar hayrete ve şaşkınlığa düşebilirlerdi. Bir rivayette Peygamber efendimiz bir gün Müminlerin Emiri Hz. Ali ile yürüyorlardı. Hz. Resulullah Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: “Ali can! Ben senin hakkın olan makamını insanlara tam olarak açıklamadım, eğer senin makamının hakkını insanlara söyleseydim, insanlar senin ayaklarının altındaki toprağı (şifa diye) gözlerine sürerlerdi.
soru: Neden, onların gerçek ve hakiki makamlarını açıklamamışlardır?
cevap: Bunun bir yönünü “Hüseyin b. Ruh” Hz. Bakiyetullah’tan (imam Mehdi) almıştır. İmam Zaman (a.f) şöyle buyurmuştur: “Onlar, bütün hakikatleri söyleyemediler, çünkü eğer insanlar anlasaydılar Allah’ı kaybederler ve camilerde Ali’ye ibadet ederlerdi.”
Başka bir yönü ise böyle olması durumunda insanlar onları kendilerinden bilmez ve onları beşerden saymazlardı. Ve sonuç olarak onları kendileri için olgu ve örnek olarak alamazlardı. Dolayısıyla şöyle buyurmuştur: “ اِنَّمَا اَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰى اِلَیَّ ; “Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim (Şu var ki) bana, vahyolunuyor.” [11]Bunu neden demişlerdir? Bu, kendilerini beşeriyet sınırının dışına çıkarmamaları için bir tekittir. Böylece insanları davet ettiklerinde insanlar ‘bunların sınırları bizden ayrıdır’ demeyeceklerdi. Bizlerde sizler gibiyiz; yemek yiyoruz, uyuyoruz diyorlardı, hatta bazen Onların (a.s) istisna varlıklar olduklarını sanmamaları için sıradan insanlar gibi olduklarını göstermekte ve bazı şeyleri bilerek yapmaktaydılar.
soru: Öyleyse onların ömürlerinin kısa veya uzun olmasıyla bir ilintisinin olmadığı ve insanların şaşkınlığına neden olan onların makamları kazanılan iktibasi bir makam değildir.
cevap: Evet, onların şahsiyetleri, kazanılan iktibasa bağlı değildir. İlim ve makamları iktibasi olanlar için ömür önemlidir. Örneğin bizler. Bizler hakkında ne derece zahmet çektiğimiz önemlidir. Ama eğer Allah’ın birisine bir makam vereceği kararlaştırılırsa, bunun iktibasla (kazanılanla) bir alakası yoktur. Ancak İmamların (a.s) ilimleri “ladunni” ilimdir. Ama imamlar dışındakilere, Allah tarafından inayetler olunmakta ve bu makamlara sahip olanlara Allah tarafından mülhematlar verilmektedir.
ABNA: Şia ve gayri Şia kaynaklarında Hz. Fatımatu’z Zehra’nın (s.a) faziletleri hakkında onca hadisler bulunmaktadır, doğal olarak halifelerin kendileri Hz. Zehra’nın (s.a) bu makamlarını herkesten daha iyi bilmekteydiler. Burada şu soru akla gelmektedir öyleyse neden halifeler Hz. Zehra’nın (s.a) evine saldırılmasına razı olmuşlar ve o olayların yaşanmasına neden olmuşlardır? Bugün günümüzde bazı uydu televizyon kanalları gençlerin olayları tam olarak bilmediklerinden yararlanarak gerçeklerin aksine ve “Sahihi Buhari”de bile olan bu olayları inkar etmekte ve hatta halifelerin (Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın) Hz. Fatıma ve Hz. Ali’yle arasının oldukça iyi ve güzel olduğunu tebliğ etmektedirler! Lütfen bu konu hakkında da açıklamalarda bulunur musunuz?
Ayetullah Alevi Gorgani: Evet, onlar Ehlibeyt’in (a.s) konum ve makamlarını bizlerden daha iyi bilmekteydiler. Çünkü onlar (sahabeler) her zaman Hz. Peygamberimizin (s.a.a) sözlerini duymaktaydılar ve hatta kendileri (halifeler) bile Hz. Zehra’nın (s.a) faziletlerini nakletmişlerdir. Dolayısıyla Ehli sünnetten olan araştırmacılar, olayın aslını inkar etmemektedirler. Çünkü Hz. Fatıma’nın (s.a) evine hürmetsizlik konusu onların sahih kitaplarında sarih bir şekilde veya zımni olarak kayıtlıdır. Onlar resmi olarak bunu inkar edememektedirler, ancak onu gerekçelendirmeye ve tevcih etmeye çalışmaktadırlar!! Onların gerekçeleri ise şudur: halifeler işlerin kontrolünü ellerine almışlardı ve tabiri caizse şer’i hakimdiler. Hükümet başkanı, İslam ve Müslümanların maslahat ve yararına olan her şeyi yapabilirler. Onlar, bu olayın gerekçesini bu şekilde açıklamakta ve hadisenin hak ve batıl yönüne bakmamaktadırlar! Hatta bundan daha kötüsü, onlardan bazıları – hepsi değil- bu yöntem ve metotla Yezit ibn Muaviye’nin yaptıklarını bile gerekçelendirmeye çalışmaktadırlar!! Bu da –bazı- ulemalarının itirazlarına neden olmaktadır.
Bu gerekçe elbette ki doğru değildir. Bu konuda çok tatlı bir anım bulunmaktadır. Onların ulemalarından Mekke’de münazaralarım olmuştu.
soru: Lütfen okuyucularımızın yararlanması için anlatır mısınız?
cevap: Hac seferlerinin birinde Mescid-i Haram’da çeşitli ülkelerden gelen çok sayıda hacının yanında kendi dilleriyle bunların büyük ulemalarının biriyle–onların hiçbir kutsalına saygısızlık ve hürmetsizlik olmadan- bir bahsim oldu. Onunla konuştum. Münazaramız yaklaşık olarak iki saat sürdü ve oldukça çok etkisi oldu. (Suudi Arabistan’ın oradaki) tüm polisleri etrafımızı kuşatmış ve konuşmalarımızı dinliyorlardı. Gece saat 12’ye kadar süren münazaramızda Şiraz ve İsfahanlı dostlarımız “Ceddiniz (Resulullah) aşkına lütfen boş verin” diyorlardı. Ama ben onlara ayet ve hadislerden bahsettiğim için onların çok hoşuna gidiyordu. O gecenin sabahında Mescid-i Haram’a gitmek istediğimde İranlılar etrafımı sararak bizde sizinle geliyoruz, çünkü sizi incitebilirler! Dediler. Ancak oraya gittiğimizde gördük ki ters etki yapmış ve onlardan birisi “Cae El Alim… Cae İbn Resulillah” (Alim geldi… Resulullah’ın oğlu geldi…). Haremin hadimlerinden bazıları gelerek şaşırtıcı bir şekilde tavaf esnasında bize eskortluk ettiler.
soru: Bu olay hangi yıl gerçekleşti?
Ayetullah Alevi Gorgani: 1354 (1975) yılında.
ABNA: Hangi yolla onların şüphelerine cevap verdiniz?
cevap: Birinci yol olarak onlara dedim ki: Allah için söyleyiniz sihahın rivayetlerini kabul ediyor musunuz? Dediler ki: evet, kabul ediyoruz. Dedim ki: “Acaba sihahta (ehli sünnetin altı sahih kitabı) Hz. Zehra’nın (s.a) ölene dek şeyheynle (Ebu Bekir ve Ömer’le) konuşmadığı yazılmamış mıdır? [12]Dediler ki: evet, yazılmıştır. Dedim ki: Öyleyse zamanın halifesi meşru hükümet başkanı idiyse neden Kur’an-ı Kerim’in tanıklığı ile tahire ve masume [13] olan Hz. Zehra (s.a) onlarla konuşmamıştır?!
İkinci yol olarak ortaya attıkları gerekçelerini onlara açıkladım ve dedim ki sizin Hz. Fatıma’nın (s.a) evine karşı saygısızlık gerekçeniz budur (sonra onların gerekçelerini açıkladım.) onlar sevinçle şöyle dediler: “Ehsente ya seyyidena’l muazzam (Bravo ey değerli efendimiz), çok güzel ifade ettiniz.” Sonra dedim ki: “Ancak sizin ileri sürdüğünüz delil ve gerekçeniz çarpık ve hilaftır.” Dediler ki: Neden? Dedim ki: O gerekçe, Hz. Peygamberin (s.a.a) hükümet başkanı hakkında emir buyurmadıkları vakit geçerli olur. Ancak kendisi kanun koyucu ve yasa belirleyici olan bir peygamber hükümet başkanı için sınırlar belirlemiş ve ona istedikleri şeyi yapma izni vermemiştir. Bilakis şöyle buyurmuştur:
يا أيها الناس والله ما من شيء يقربكم من الجنة ويباعدكم من النار إلا وقد أمرتكم به وما من شيء يقربكم من النار و يباعدكم من الجنه إلا وقد نهيتكم عنه
“Ey insanlar! Sizleri cennete yakınlaştıracak ve sizleri (cehennem) ateşinden uzaklaştıracak şeyler dışında size bir emirde bulunmadım. Ve sizleri ateşe yakınlaştıracak ve cennetten uzaklaştıracak şeylerin dışında size bir yasaklamada bulunmadım.” [14] Dolayısıyla Peygamber efendimiz (s.a.a) hükümet başkanına her neyi teşhis etmişse (kendi teşhisine göre) onu yapması için izin vermemiş ve Allah’ın razılığından uzaklaşılarak vahiy evine karşı cürette bulunmasını istememiştir.
O Vahabi alime dedim ki: “Meğer, Peygamber efendimiz, Müslümanlara ve ezcümle hükümet reisine insanları –onlardan daha önemlisi vahiy evini- tavsiye etmemiş miydi? Meğer, Peygamberimiz, insanlara bu tür saldırganlıkların yapılmamasını emretmemiş midir?” bu cümleyi dedikten sonra öylece kaldılar ve kabul etmekten başka çareleri kalmadı. Çünkü Hz. Peygamberden (s.a.a) ve kendi kitaplarından nakletmiştim. Onlara dedim ki: “Onların (halifelerin) yaptıklarına bizim itirazımız budur. Bizler halifelere cesarette bulunmuyoruz. Ancak Peygamberimizin onca tavsiyesine rağmen onların davranışları Peygamber efendimizin sözleriyle nasıl örtüşebilir? Eğer sizler orada olsaydınız bu gerekçeleri kabul eder miydiniz? Dediler ki: “Cidden yekulu hasenen” (Gerçekten güzel konuşuyor).
Bu azizlerin pek dikkat etmediği üçüncü cevap ise şudur: Bütün asli olmayan feri hükümler, asli ve asıl ahkama tabidir. Ve hiçbir zaman feri ahkam asli hükümlere galebe çalamaz. Kur’an-ı Kerim’in muhkemlerinden ve kesin sünnetin cüzünden olan Hz. Emire’l Mümin’in ve Hz. Fatımatu’z Zehra’nın (a.s) makamı, dinin asli hükümlerindendir. Diğer hükümler ise –hükümet başkanının yaptıkları eylemler gibi- rütbe açısından ondan sonra gelmektedir. Bu feri, saldırmak ve evin kapısını ateşe vermeler, Müminlerin Emiri Hz. Ali ve Hz. Zehra’nın (s.a) makamından daha sonra gelmektedir. Acaba müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) makamı bizim gibimidir? Hayır, onlar ilahi hususiyetlere sahiptiler ve onlara yapılanlar doğru değildi.”
Hülasa olarak, ben onların yoluyla gittim ve onların şüphelerine cevap verdim ve oldukçada etkili oldu.
soru: Bu hatıraya binaen, Şia ve Sünnilerin kendi aralarındaki diyaloglarında ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?
soru: Benim, Şia kardeşlerime tavsiyem, onların ihtiram gösterdikleri şahıslara hakaret etmeden olaylara giriş yapsınlar ve onları Ehlibeyt’in (a.s) makamı hakkında aydınlatsınlar. Eğer müzakerelerde, bu büyük şahsiyetlerin (Ehlibeytin) konumları karşı taraf için aydın olursa ve o makamları kabul ederlerse geriye kalan işler hallolunur. Hakikaten eğer yumuşak ve mantıklı bir dille yaklaşılırsa çabuk kabul ederler.
Benim, Sünni kardeşlerime tavsiyem ise eğer bir miktar oturup düşünseler ve işiten bir kulakla müzakere ederlerse göreceklerdir ki kendilerinin hazırladıkları sahih kitapların bile kendi inançlarına göre sahih olmadıklarını anlayacaklardır.
ABNA: Bir diğer şüphe ise Hz. Fatıma’nın (s.a) şehadet konusunun kendisidir. Son yıllarda icat edip tebliğ ettikleri bir şüphedir bu. Diyorlar ki eğer Hz. Zehra şehit olduysa ve doğal yollarla vefat etmediyse neden takvimlerde önceden “Hz. Fatımatu’z Zehra’nın (s.a) vefat yıldönümü” yazılırdı, ancak son yıllarda “Hz. Zehra’nın (s.a) şehadet yıldönümü” diye yazılmaktadır?!
Ayetullah Alevi Gorgani: Şehadet ifadesini kullanmak, takvimlere bağlı ve son yıllara mahsus bir konu değildir. Şehadet kelimesi sarih ve açık bir şekilde Ehlibeyt’in (a.s) sözlerinde kullanılmıştır. Örneğin Hz. İmam Musa Kazım (a.s) Hz. Zehra hakkında resmen şehadet ifadesini kullanmış ve şöyle buyurmuştur: إنَّ فاطِمَة صِدِّيقَةٌ شَهِيدة ; “Şüphesiz Fatıma, Sıddıka ve Şehidedir.” [15]Dolayısıyla Hz. Zehra’nın (s.a) mübarek bazularına vurulan darbelerin o hazretin yaşam organlarına zarar verdiği anlaşılmaktadır. Çünkü o olaylardan (evinin yakılarak dövülmesinden) birkaç gün sonra – o genç yaşında- dünyadan göçmüştür. Dolayısıyla Hz. Zehra (s.a) için şehadet sözcüğünün kullanılması bizim ortaya attığımız yeni bir şey değildir.
Ama geçmiş yıllarda takvimlerde vefat yazılmasının sebebi şuydu: İlk olarak (Şah döneminde) devlet Ehlibeyt (a.s) dostlarının elinde değildi. Ancak İran İslam Cumhuriyeti ülkenin başına geldikten sonra Masum imamın (a.s) tabiri olan şehadet sözcüğü takvimlerde yazılmaya başlandı. İkinci olarak geçmişte onlar Şialarla mukabele etmek için bu denli uğraşmıyorlardı ve Vahabilik (ve aşırı unsurlar) gerçekte Ehlibeyt (a.s) mektebi karşısında bu şekilde bir harekete sahip değildi. Ancak Şia tarafından tehlike sezdikleri için Ehlibeyt’in (a.s) hak makamının yayılmaması için çalışma başlattılar. Doğal olarak bu hareketin, mukabil tarafı da olacaktır.
soru: Hz. Zehra’nın (s.a) ilk darp edildiği günlerde Hz. Muhsin’in şehadeti ve (anne karnındayken düşürüldüğünü) nazara alırsak son yıllarda Kum’da bazı heyetler “Muhsiniye günleri” diye meclisler düzenlemektedirler. Bazıları da bunun mukabilinde diyorlar ki Şiaları yas ve hüzün kapladı. Başka bir grup ise Vahabilerin Fatımiye konusunda mütemerkiz olduklarından dolayı Muhsiniye günlerinin düzenlenmesinin iyi olduğunu söylemektedirler. Sizin bu konudaki düşünceniz nelerdir?
cevap: İlk olarak matem meclislerinin düzenlenmesi Şiaların kederlenmesine ve depresyonuna neden olmamaktadır. Bilakis bu matem meclisleri gerçek İslam’ın diri olmasına ve zinde olmasına sebep olmaktadır. Şia, Allah Resulünün (s.a.a) ailesi için hüzünlenmeyi kendisi için iftihar bilmektedir, bu işlere zorlanmamaktadır.
İkinci olarak Muhsiniye günleri, dostların yaptıkları bir ameldir. Ve kendi tarzlarına göre şekillenmektedir. Farklı günlerde bu aile için hüzün meclislerinin düzenlenmesi onlara olan saygı ve ihtiramdan kaynaklanmaktadır. Bu yönden has bir mesele değildir. Ayrıca söylediğim gibi bu tür akımlar o mukabelelerin etkisiyle oluşmaktadır.
Her ne olursa olsun, bu tür meclislerin düzenlenmesinin bir sakıncası yoktur. bu duygusal bir eylemdir ve zorla da yapılmamaktadır. Bu hareketin nedeni muhabbettir ve insanlar kendi marifet ve muhabbetleri ölçüsünde meclisler düzenlemekte ve sofralar açmaktadırlar.
ABNA: Eğer izin verirseniz birkaç tane soru da ahlaki konulardan sormak istiyoruz?
Ayetullah Alevi Gorgani: Buyurun.
soru: Günümüzde Müslümanlar için – ve hatta diğer dinler ve bir mabuda inanan herkes için- önemli olan konulardan biriside “Dua ve münacat” konusudur. Hz. Zehra’nın (s.a) parlak siyresinden biriside bu dualardır ki onun hayatında dua çok renkli bir yere sahipti.
cevap: Hz. Peygamber Ekrem’den (s.a.a) nakledilen meşhur bir hadiste şöyle buyurmuştur: هل ادلكم بسلاح الانبياء “Size peygamberlerin silahının ne olduğunu açıklayayım mı?” dediler ki: Evet, ya Resulullah! Peygamberimiz şöyle buyurdu: سلاح الانبياء الدعاء “Peygamberlerin silahı duadır.” [16]
Dua çok önemlidir. O kadar çok önemlidir ki Allah Kur’an’da şöyle buyurmuştur:
قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَولا دُعَاؤُكُمْ ; “(Ey Muhammed!) De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!” [17] Eğer bu dualar olmasaydı Allah sizlere itina etmezdi. Neden dua bu kadar önemlidir? Çünkü yaratan ile yaratılan arasındaki ilişkidir. Yani kulun feyze ermesi için her daim yaratanından istekte bulunarak onunla irtibat halinde olması gerekir. Öte yandan kulluğun gerekliliği ise kul, ilahını unutmamalı ve onun karşısında kendisini küçük görmelidir, yoksa küfranı nimet olur.
Dolayısıyla duanın varlığı Halik ile mahlukun ilişkisidir. Kimlerin bu ilişkiye ihtiyacı vardır? neden bu ilişki olmalıdır? لان الخلق محتاج الي ذلك ; Çünkü mahlukun buna ihtiyacı vardır. Bizim neyimiz vardır ki Allah’a ihtiyacımız olmasın? Fakirin zengine muhtaç olması, zati bir ihtiyaçtır. Ve eğer dua etmezsek olması gerekenin aksine iş yapmış oluruz. Dolayısıyla şöyle buyurmuştur:
يا أَيُّهَا النَّاسُ أَنتُمُ الفُقَرَاء إِلَى اللَّهِ وَاللَّهُ هُوَ الغَنِيُّ الحَمِيد
“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır.” [18]
Dolayısıyla, dua kulun marifetli bir şekilde vazifesi ve onun rabbine olan ilgisinin bir göstergesidir. Hz. Emire’l Mümin’ine neden bu kadar münacat ediyorsun? Dediklerinde. Şöyle buyurmuştur: “Amca oğluma (Resulullah’a) bir bakın nasıl amel ediyordu da onun hakkında Kur’an ona neden kendine güçlük çıkarıyorsun diye ayet inmiştir. (Biz sana bu Kur'an'ı güçlük çekmen için indirmedik.)[19] Peygamber efendimiz (s.a.a) o kadar namaz, dua ve ibadet için ayakta kalırdı ki mübarek parmakları şişerdi.
İmam Hasan Mücteba (a.s) şöyle buyurmaktadır: bir gece anneme dikkat ettim dua ediyordu. Seher vaktine kadar dua etti, ancak bize dua etmedi. Bilakis başkalarını bize öncelikli kıldı. Nedenini sorduğumda bana şöyle buyurdu: الجار ثم الدار “Önce komşu, sonra ev” yani biz ilk önce duayı başkaları için okumalıyız, sonra da kendimiz için. Bu marifeti göstermektedir. Bunlar, onun yaratanına karşı olan marifetinin göstergesidir. Her kes Hz. Hak’ka kendi marifeti ölçüsünde ibadet etmektedir. Bu tür dualar, onun (s.a) eşsiz marifetinin ölçüsünü göstermektedir.
soru: Hz. Zehra’nın (s.a) duası madde ve mal için değildi. Ancak günümüzde bir çok insan duanın yalnızca Allah’tan maddi şeyler istemek olduğunu sanmaktadırlar. Lütfen bizlerin dua sırasında hangi konuları göz önünde bulundurmamız gerektiğini açıklayınız.
cevap: Açıklandığı gibi, duanın aslı irtibat ve ilişkidir. İnsan bu ilişkiyi korumak zorundadır. Onu sağlayan her ne olursa olsun fark etmemektedir. Açıktır ki duanın ilgili olduğu şeyler dua eden şahsın anlayış, kapasite ve marifetine bağlıdır. Ve her ne kadar bu anlayış, kapasite ve marifeti yüksek olursa duanın ilgili olduğu şeyler de o oranda yüksek ve yüce olacaktır.
Ancak duanın aslı “yaratan ile yaratılan arasındaki ilişkidir” ve fakat manevi konularda olmasına gerek yoktur. Duanın, madde ve mal için olmasının bir sakıncası yoktur. çünkü Allah’ın kendisi şöyle buyurmuştur: “Yemeğinin tuzunu ve hayvanlarının otunu bile benden isteyiniz.” Dolayısıyla maddi şeyler için dua etmekte duadır ve kınanılacak bir şey değildir.
soru: Diğer bir soru aile ve çocuk eğitimi konusundadır. Günümüzde aile kurumlarına saldırıların yoğunluğunu göz önünde bulundurarak bir çokları bu konuda sıkıntılar çekmektedir. Hz. Zehra’nın (s.a) siyresinden çocuk eğitimi hakkında nasıl yararlanabiliriz?
cevap: Bu konu, geniş bir zamanı gerekli kılmaktadır. Ancak kısaca şunu söyleyebiliriz ki bunların (a.s) aile yaşantılarının keyfiyeti herkes için bir derstir. Hz. Zeynep ve Hz. Ummu Gülsüm (s.a) imam değillerdi, ancak bu mektep onları öylesine eğitmişti ki onların yaşamlarına baktığımız zaman her yönden, hareket ve davranışlarının Allah’ın rızalığı doğrultusundaydı. Elbette bu eğitim ve terbiyeleri anneleri Hz. Zehra’nın (s.a) bereketiyledir. Çünkü anne kucağındaki eğitim babanınkinden daha çoktur. Tabi ki babada etkilidir, ancak çocukları daha çok anne eğitmektedir. Dolayısıyla eğer çocuk eğitiminin sahih tarzını istiyorsak Hz. Zehra (s.a) gibi yol olmalıyız.
Hz. Zehra’nın (s.a) nasıl Hz. Zeynep’i (s.a) eğittiğine bir bakınız, ne sadece kendisi, hatta kendi çocuklarını bile kardeşi yolunda feda etmiştir. Yahut Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’deki şefkat, duygusallık, bağış ve cömertlik, bunlar eğitimin göstergesidir.
soru: Eğer mümkünse bunun yaşanmış örneklerini verebilir misiniz?
cevap: Çocuk eğitimi için asıl olanlar, onlara ilahi ahkamı ve sosyal yaşam koşullarına riayet etmeleri öğretilmelidir. İmamların (a.s) her hangi birinin yaşamlarını okuyunuz, başkalarına ne kadar saygılı olduklarını görürsünüz. Anne ve babaya ne kadar değer verdiklerini, ne kadar şefkat ve duygu yüklü olduklarını görürsünüz.
Örneğin tarihte geçmiştir ki İmam Hüseyin (a.s) bir gün uyuya kalmış ve güneş yüzüne vurmaktaydı. Hz. Zeynep (s.a) çarşafını getirerek güneşin önüne tutarak güneşin yüzüne vurmasına engel olmuştur. Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) bu manzarayı gördüğünde haleti değişir. Hz. Ali’ye neden halin değişti? Dediklerinde, “Kerbela aklıma geldi” der.
Bunlar, kardeş ve bacının bir birlerine olan ilgi, şefkat ve alakalarını gösteren birkaç örnektir. Bu konuda her ne kadar konuşmak istersek bile dilimiz bunun için kekelemektedir. Ancak icmali olarak bunların (a.s) şefkat ve sıfatlarının bizim için örnek ve model olduğu açıktır.
soru: Acaba Masumlardan (a.s) birinin çocuk eğitimi için çocuklarından birini tembih etmek için dövdüğünü gördünüz mü?
cevap: Ben bu konuda bir şey görmedim. Aslında onların eğitim yöntemi dayak ve tembih aşamasına varmayacak bir şekle sahipti. Onların eğitim metodu, kültürel eğitim metoduydu.
Elbette bazen sıradan azarlamalar olabiliyordu. Bazen bazı durumlarda çocuklarına neden bu şekilde oldu? Gibisinden çıkıştıkları olurdu. Ancak dövme aşamasına geçtiğini ben görmedim. Onlara verdikleri eğitim tarzı, tembihe ihtiyaç hissedilmeyen bir tarzdı.
ABNA: Bize böyle bir fırsat verdiğiniz için size teşekkür ediyoruz.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] - El- Mu’cemu’l Kebir liteberani.
[2] - Vesailu’ş Şia, c. 16, s. 197.
[3] - Talak Suresi, 12. Ayet
[4] - Menakib-u İbn Şehri Aşub, c. 3, s. 268.
[5] - Ruvzetu’l Muttekin, c. 13, s. 273.
[6] - Ehli Aba hadisi.
[7] - Burada “babalar çocuklarının ellerini öper” diye bir şüphe akla gelebilir, ancak Hz. Peygamberimiz Hz. Zehra’nın ellerini yalnızca o bebekken öpmemiştir. Büyüyüp evlendikten sonra bile bu gerçekleşmiştir. Yukarda geçen rivayette bu açıkça anlaşılmaktadır.
[8] - Hz. Zehra’nın şehadeti konusunda iki farklı rivayet bulunmaktadır. Dolayısıyla Hz. Fatıma yas günleri her iki tarihte de yapılmaktadır.
[9] - Kevser suresi.
[10] - Tefsiru Etyebu’l Beyan, c. 13, s. 236.
[11] - Kehf, 110.
[12] - Sahihi Buhari, c. 5, s. 82 (Hayber gazvesi babı) ve Sahihi Müslim, c. 5, s. 153 (Cihat kitabı) gibi.
[13] - Tahire: Temiz ve pak. (Temiz ve paktan maksat bedensel temizlik değildir. Bedensel temizliğe de şamil olan ruh ve manevi temizliği içine almaktadır) Masume: Günah ve hatadan uzak ve masum olan demektir.
[14] - Usul-u Kafi, c. 2, s. 74.
[15] - Usul-u Kafi, c. 1, s. 458.
[16] - Usul-u Kafi, c. 1, s. 468
[17] - Furkan, 77.
[18] - Fatır, 15.
[19] - Taha, 2.