İslamcıların İslam İnkılabına Bakışları Değişti mi Yoksa Başından Beri Böyle miydi?

Rate this item
(0 votes)
İslamcıların İslam İnkılabına Bakışları Değişti mi Yoksa Başından Beri Böyle miydi?

Allah’ın adıyla

Bir zamanlar İslam devleti hasretiyle yürekleri yanıp tutuşan inkılabcı müslümanlar, İran İslam cumhuriyetinin zafere ulaşmasıyla bu arzularına kavuştuklarını düşünüyorlardı; İslam ülkesine isteyerek veya zorunlu hicret hazırlıkları başlamış, ailece İslam devletinin gölgesinde yaşama düşüncesi bile son derece mutlu ediyordu.

İslam cumhuriyetini görmeden övgüler yağdırmaya başlarlar; gazetelerde makaleler, dergilerde röportajlar, Cuma sonrası mitinglerin ardı arkası kesilmiyordu. İranlı düşünürlerin kitapları tercüme ediliyor, bir biri ardına kitap evleri açılıyor, hedef kültürel alanda inkılabın mesajını Türkiye’ye aktarmaktı.

Medhiyeler düzüp övgüler yağdırdıkları İslam ülkesinin nasıl olduğunu bilmiyorlardı. Zaten o güne kadar dünyanın hiçbir yerinde bir İslam devleti görmemişlerdi. Ancak hayallerde canlandırılan, arzular yumağından oluşturulmuş bir İslam devleti vardı kafalarda.

Bir İslam devletinde yaşamışlar mıydı? Hayır. Bir İslam modeli ellerinde var mıydı? Hayır. Peygamberin İslam devletini görmüşler miydi? Hayır. Öyleyse görmedikleri, yaşamadıkları bir İslam devletinin neyini onaylıyor ve benimsiyorlardı? İşte asıl mesele buydu; gerçeklerin değil de hayalin peşinden koşmanın neye mal olacağını bilmiyorlardı.

1-Hayal ve Ütopya(Tasarlanmış İdeal Toplum)

Bu devrimci İslamcılar zihinlerinde tasarladıkları arzular yumağından bir İslam devleti kurmuşlardı; hadislerden okuduklarından duydukları Medineyi fazılanın/ideal toplumun özellik ve güzelliklerden, cennet nimetlerinden donaltılmış bir devlet kurmuşlardı hayallerinde.
Kafalarındaki ideal İslam devlet modeli ile birlikte gittikleri İran’da ilk gördükleriyle şok oluyorlar, “Olsun inkılab daha yenidir, bunlar olabilir” diyerek kendilerini avutmaya başlıyorlardı.

Zamanla bazı şeylerin yolunda olmadığını düşünmeye başladılar, “dayatılmış bir savaş vardı İran’a, öyleyse gördükleri normal karşılanabilirdi, vb bahanelerle kendilerini kandırmayı tek seçenek olarak görüyorlardı. Yıllar geçmişti hala kafalarındaki İslam devletini arıyorlardı, kendi hayal güçleriyle oluşturdukları İslam devlet modelinden vazgeçmiyor, kafalarının bir köşesinde duruyordu.

Sekiz yıllık savaş süresince cephelerden eksik olmadılar, bazıları gizli, bazıları aşıkara savaş cephelerine gidiyor, İslam inkılabının korunması için canlarını dahi feda etmeye hazır olduklarını gösteriyorlardı. Kendileriyle konuştuğun zaman sadakat ve samimiyetlerinden şüphe etmezdin.

Arzuladıkları İslam modelini pratikte göremiyorlardı; taşlar yerine oturmuyor, dikilen hayal binasında bir boşluk hemen sırıtıyordu; kendilerini savaş, cephe, mücadele, cihad gibi değerlerin üzerinde saatlerce konuşarak doyurmaya çalışıyorlardı. Sabahlara kadar tahlil ve analiz ederlerdi; bıkmadan yorulmadan konuşuyor, konuştukca daha da çıkmaza giriyorlardı.
Katıldığım bir kaç toplantılarında öyle heyecan verici, insanı coşturucu sözler duydum ki, sanki inkılabı bunlar gerçekleştirmiş, inkılabın gerçek sahipleri bunlar ve gördükleri hataları da yakında düzelteceklerdi.

Bu devrimci İslamcılar, “hayali İslam devletiyle gerçeklerin İslam devletinin” farkını anlayamayacak kadar ütopyacıydılar.

2- Hodmihverlik ( ben eksenlilik)

Bu devrimci İslamcılar kendilerini, bu hayali düşüncelerine öyle kaptırmışlardı ki kendilerinden başkasını beğenmez, kimsenin kendilerinden daha iyi anlayabileceğini kabul etmezlerdi. Görüşlerine yakın birini bulsalar onu kendilerine delil sunarlardı. Kendilerini herşeyin odak noktasına oturtarak kendilerini mihver görüyorlardı, neticede “hodmihverlik” oluşmuştu ruhlarında.

Bu devrimci İslamcıların en tehlikelisi sözde İran İnkılab uzmanı sayılan abilik görevi üstlenmiş kişilerdi ve kendilerine teveccühü bir fırsat bilip kendi İslam anlayışını çaktırmadan empoze ediyorlardı.

Bazıları ise basın yayın organlarında can siperane çalışıyorlardı; gece gündüz demeden basın yayın aracılığıyla tebliğ ediyor inkılabın mesajını dünyaya çeşitli dillerde duyurma mücadelesi veriyorlardı.

Kendilerine bazı gerçekler anlatılmaya çalışılsa da anlamakta zorlanıyorlardı, kafalarındaki ütopyanın uçup gitmesinden, hayallerinin yıkılmasından korkuyorlardı. İslam inkılabının her şeyini toz pembe gösteren bazı inkılabcı kesimın tavır ve davranışları bunların bu düşüncelerinin tuzu biberi oluyordu.

Hz.Ali (as) hükümetinin gerçekleştiğini gördüklerinde hemen biata yönelip hz.Ali’nin (as) yanında yer alıyorlar ve Muaviye’ye karşı savaşa koşuyorlar. Hz. Ali (as) hükümetinin adalet yüzü kendilerine gösterilince, haricilerin yolunu tutmaktan çekinmezler bu tip devrimci, ütopyacı müslümanlar.

Çünkü kendilerini hak ölçüsü görüyor, İslam devletinin doğruluğunu da kafalarındaki hayaller ülkesi ile tatbik etmeye çalışıyorlardı.

İmamHumeyni’nın barış beyannamesini kabul etmesiyle sesler yükseliyor, mırıldanmalar itiraza dönüşüyor. hz. Ali’ye (as) Sıffeyn mütarekesini dayatanlar hz. Ali’yi (as) neden barışı kabul ettin diye tekfir edip hariciler adında.sapık bir grup olarak ortaya çıkarıyorlardı.
Savaş sonrası teker teker dökülmeye başlıyor bu İslam devleti arzusuyla yanıp tutuşanlar, neden mi? Meğer bunlar, İslam devletinin kendi kafalarındaki gibi olması gerektiğini düşünüyor, dünyanın neresinde olursa olsun kafalarındaki ütopyacı modele uymayan devletin İslami olmadığını söylemeye başlıyorlardı.

Yıllarca Allah için az da zahmetlere katlanmadılar yani; inkılabı tanımak isteyenlere kendi kafalarındaki İslam devleti modelini anlattılar, inkılabçı olmak isteyenleri vazgeçirdiler, İslam cumhuriyetine ziyarete gelenleri donanmış bir zıddı inkılab olarak geri gönderdiler.
İslam Cumhuriyeti’nin dayandığı ilkeleri, Şia’yı tanımak isteyen Sünni müslümanları Şia’ya düşman yapıp salıverdiler. Araziye uymak için kendilerini Şia gösterip kendi İslam/inkılab anlayışlarını bir Şia’nın ağzından söyleniyormuş imajı verdiler. Şia mektebini seçmek isteyenlere engel olup İmam’ın bizlerden böyle birşey istemediğini hatta muhalif olduğunu empoze ederek insanları ikileme sürüklediler.

3- İmam “Sünnilerin Şii olmasını istemiyor ve buna karşıdır” zihniyetinin tahripleri

Ne yaptığının farkında olmayan bu sözde devrimci İslamcılar her yeni dönemde bir yol tutuyor; hariciler gibi renkten renge bürünüyorlar; ne istikrarlı bir yolları var, ne belli bir hedefleri. Ne bir önderleri var, ne de yarenleri. Tek yapabildikler iş kafa karıştırmak, kavramlar kargaşası içinde hakikati boğmaktı. “Şii olduk” diyor İmam Caferi Sadık’a benzerlikleri yok, dostlarıyla bir araya gelince Hanefi fıkhını savunuyor ona göre amel ediyorlardı. Ne Cafer-i Sadık ile sadakati yakalayabildiler, ne de Hanefi ile hanif yolunu bulabildiler.

Şartlara göre mezhebi görünüm sergiliyorlar, bunu da erdemmiş gibi savunuyorlardı. Kendilerini mezhepler üstü görüyor ve yeni bir yol çıkararak mezhebi takıntıları olmadıklarını göstermeye çalışıyorlar. Bu mezhebsizlik görüşlerine de İmam Humeyni’den (r.a) delil getirmeye çalışıyorlar; “İmam kimsenin mezhep değiştirmesini istemiyor, İmam buna karşıdır”.

Bu devrimci İslamcılar, bir şey duymuşlar ama nasıl olduğunu kavrayamamışlardı, kapasite meselesi iste.

İmam, İslami vahdetin manasını açıklarken, “İslami vahdet, Sünninin Şia , Şiinin de Sünni olması değildir, bir kimsenin kendi mezhebini bırakıp başka bir mezhebi seçmesi değildir. İslami vahdet, herkesin hendi inancını koruyarak müştereklerde bir olmasıdır”. İmam’ın diğer bir görüşü ise “mezhepcilik politikası güdülmemesi” ve “mezhep yaylımcılığı politikasına” karşı oluşudur. Bu iki düşüncenin neresinden bu devrimci İslamcıların çıkardığı mana anlaşılıyor? Aslı astarı olmayan “La Şiiye- la sünniye, vahdeti İslamiyye” sloganını Osman’ın gömleği yapıp hem Şiiye, hem de Sünniye darbe vurmaktan çekinmezler çünkü hayali İslam devlet anlayışlarının yanına bir de hayali mezhep modeli çıkarıyorlar. Halbuki vahdet her iki kesimi reddetmekle değil her iki kesimin gerçekliğini kabul etmekle mümkündür.

4- Türkiye-İran savaşının çıkmasından korkuyorlarmış

Bu sözde devrimci müslümanlar yıllarca Türkiye tağut rejimdir diye mücadele verdiler. Her türlü propaganda ve tabliğatı yaptılar. Hatta bunun için en iyi yerin o zamanlar İslam Cumhuriyeti olduğuna inandıkları İran olduğunu düşünüp hicret edenler bile olmuştu. Şimdi ise İran’dan kaçıp geri dönünce tekrar kaset başa sardı; İran aleyhine propagandaya başlıyorlar.

İran’ın Suriye konusunda haksız olduğunu, Türkiye’nin ise Suriye hakkında doğru siyaset takip ettiğini düşündüklerinden, sanki savaş ihtimali varmış da(!) İran ile Türkiye arasında savaş çıkmasından korkuyorlarmış. Geldikleri nokta; dün yıkmak istedikleri laik sisteme daha yakın hissediyorlar kendilerini. Daha adil davranıyormuş bölgesel meselelerde. Daha anti emperyalistmiş. Daha anti siyonistmiş ve…

Son gelinen nokta ise Şiiler aleyhine probaganda başlatıp İslam Cumhuriyetinin Ortadoğu’da takip ettiği siyasetin doğruluğunu gölgelemek ve halkların uyanışını engellemekdir.
İran üzerinden Şiiliği karalama, Şiilik üzerinden İran’ı yıpratmayı düşünüyorlar.

Abdullah Özgür

Read 1852 times