Maratonu andıran üç günlük müzakerelerin sonucunda İran ve 5+1 Grubu Cenevre'de, İran'ın barışçıl nükleer enerji geliştirme ve uranyum zenginleştirmesini ve İran'ın imzacısı olduğu Nükleer Silahsızlanma Anlaşması'nın (NPT) tanıdığı diğer hakları kabul eden bir anlaşmaya vardı.
İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague ve ABD Başkanı Barack Obama da anlaşmayı resmen ilan ettiler.
Anlaşma gereğince, İran nükleer tesisleri için uranyumunu %3,5 oranında zenginleştirmeye devam edecek. İran'ın en azından 4.2 milyar dolarlık dondurulmuş geliri geri verilecek ve ambargolarda hafifletilme yapılacak. Bazı medya kaynakları anlaşmanın önemli bir kısmının haftalar öncesinden tamamlandığını ve geriye sadece bazı küçük ayrıntıların kaldığını belirtiyorlar. İki hafta önce Cenevre'deki anlaşmayı bloke eden Fransa bu seferkine engel çıkarmadı.
Tahran NPT'yi imzalayan taraf olarak uzun bir süredir, 4. madde gereğince barışçıl nükleer enerji programının, uranyum zenginleştirme dahil tüm formlarını geliştirme hakkının olduğunu vurgulamaktaydı. ABD'nin resmi olarak uzun süredir bu hakkı tanımayı reddetmesine rağmen Almanya ve Japonya gibi ülkelerin İran'ın bu görüşünü paylaştıklarını belirtmek kayda değer.
4. madde "nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla geliştirilmesi, araştırılması ve üretimi" hakkından söz ediyor ki bu açık bir şekilde uranyum zenginleştirmesini de içeriyor. Bu nedenledir ki Washington bu anlaşmayı kendi çıkarlarına uyacak şekilde keyfi yorumlama yetkisine sahip değil. Washington aslında henüz NPT sahnede yokken de kendisi aynı hakkı nükleer silah üretme amacıyla kullanmıştı.
Dahası, ABD İran'ın zenginleştirme hakkını 1975 yılında tanımıştı, Bu tarihte Ford yönetimi İran'a hem uranyum zenginleştirmeyi, hem de yenileme sürecini sağlamayı teklif etmişti. Özellikle 22 Nisan 1975 tarihli Ulusal Güvenlik Kararı Memorandumunda ABD tarafından "İran'daki kendi reaktörlerinde kullanma amacıyla sıvı hale getirilecek olan Amerikan malzemelerinin sağlanması ve bunların aramızda anlaşma olan üçüncü ülkelere verilmesine" de izin verilmekteydi. Bu elbette 1953 yılındaki bir CIA darbesiyle tahta oturtulan Amerikan kuklası diktatör Muhammed Rıza Pehlevi iktidarda iken gerçekleşmişti. Fakat bu uluslararası hukuk açısından yasal bir tanıma hükmündedir.
İran'ın direnişi ve gücünün tanınması
Anlaşmanın İran'ın zaferi olduğundan hiç şüphe yoktur. 35 yıllık muhasara, baskı ve ambargolar ABD ve diğer Batılı ülkeler için tam bir başarısızlıkla sona erdi. İranlı liderlerin ve halkının gücü ve ileriye doğru adım atma kararları tüm komploları suya düşürdü. Ve aslında İran'ın Amerikan tek kutupluluğuna olan itirazı dünyanın her yerinden ülkelerce takip edilmiş oldu ve yeni ve çok kutuplu bir dünyanın önünü açtı.
Ve işin doğrusu, ABD'nin İran'la anlaşıp gücünü ve etkisini tanıma kararı alması Washington'un Suriye'ye saldırmaktan vazgeçmesi üzerine gerçekleşti. İran ve Rusya müttefiklerini koruma azmini göstererek Amerikan savaş planlarını savuşturmayı başardı.
Ambargolara rağmen İran bilimsel, teknik ve askeri alanlarda dev gelişmelere imza attı ve Ortadoğu'daki en etkili ülke haline geldi. John Hopkins Üniversitesi İleri Uluslararası Çalışmalar Fakültesi Dekanı Veli Nasr geçenlerde "İran Arap Baharı'ndan bölgesel rakiplerinden daha iyi bir pozisyonda çıktı ve müttefiki Suriye'deki kargaşa paradoksal olarak onu daha da güçlendirdi" açıklamasını yapmıştı. Bu bağlamda Washington Ortadoğu ve Fars Körfezi'ndeki yeni realiteyi kavramış gözüküyor.
Ortadoğu'daki El Kaide yayılması İran ve ABD için ortak bir tehdit anlamına geliyor. Afganistan, Libya ve diğer ülkelerde Amerikalılar bu grupların hedefi oldular. Irak, Yemen ve Suriye'deki İranlılar ve Şiiler de bu aşırılıkçı teröristlere kurban oluyorlar. Bu nedenle İran anlaşması İran ile Batı arasında terörizme karşı işbirliğine gitmenin önünü açabilir.
Kendi açısından Avrupa Birliği de, ABD ile çıkarları bazı noktalarda farklılaşmasına rağmen nükleer meseleyi çözmek istiyor. AB içinde bulunduğu ciddi krizden çıkış yolu arıyor ve ABD'den daha fazla bağlı olduğu enerji ithalatının maliyetlerini düşürmeye ihtiyaç duyuyor. İthal ettiği doğal gazın neredeyse tamamı Rusya'dan geliyor ve birlik kaynaklarını çeşitlendirmenin peşinde. Katar seçenekler arasında yer almıyor çünkü Suriye bu ülkenin terörist gruplara verdiği destek yüzünden ülke topraklarını bu gazın nakliyesinde kullandırmak istemiyor. Bu nedenle de dünyanın ikinci doğal gaz rezervine sahip olan İran en iyi seçim olarak kalıyor.
Netanyahu ve Suudi Yöneticilerin Yenilgisi
Anlaşma bunu son dakikaya kadar engellemek için uğraşan İsrail rejimi ve Suudiler için de yenilgi olacak. AP'nin aktardığına göre İsrail İstihbarat Bakanı Yuval Steinitz altı devletin İran'la nükleer anlaşmaya varmasını şiddetli bir şekilde eleştirerek dünyayı "kendini kandırmak"la itham etti ve anlaşmanın bu ilk adımının "Tahran'ın nükleer silah peşinde koşmasını durdurmayacağını" söyledi.
İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu da tüm vaktini farklı başkentleri ziyaret ederek görüştükleri kimselere İran ile anlaşmaya varmamasını istemekle harcamak suretiyle acınası bir figür halini aldı. Bazı İsrailli politikacılar ve medya bile İran nükleer silahları hakkındaki tahminleri nedeniyle kendisini alaya aldılar. İsrail 22 senedir İran'ın nükleer bomba üretmesine 6 ay kaldığını iddia etti. Netanyahu geçenlerde bu süreyi "üç haftaya" indirdi.
Netanyahu bu konuda ABD Başkanı Obama ve Dışişleri Bakanı Kerry ile açıkça çatıştı ve sonraları iki taraf da söylemlerinin şiddetini hafifletmiş olsalar da İsrail pozisyonu Amerikan yönetiminde büyük bir çatlağa yol açtı. Bu karşılaşma, ABD'nin Ortadoğu ve Fars Körfezi'nde takip ettiği ve giderek İsrail'inkinden farklılaşan politik gündeminin kaçınılmaz bir sonucudur.
İsrail on yıllardır bölge devletleri ve halkları karşısında savaş çığırtkanlığı ve saldırgan politikalara tevessül etti ve ABD'yi, sonuçları ekonomisini mahveden ve Amerikan halkını yoksullaştıran iki faydasız savaşa sokmayı başardı. İsrail'e teslimiyeti Washington'u Ortadoğu'daki halkların çoğuyla kavgalı hale getirdi ve ülkenin imajına hem bölgede hem de dünyada ciddi zarar verdi.
İsrail yıllar boyunca "İran nükleer tehdidi" mitini, İran İslam Cumhuriyeti'nin bağımsız ve güçlü bir aktör olmasını istemeyişini gizlemede kullandı. İsrail bölgesel hegemoni peşinde ve bölge ülkelerine rutin olarak saldırıyor. İran ise bu Siyonist politikalar karşısında ciddi bir engel.
İsrail aynı şekilde İran karşıtı retoriğini Filistin topraklarını işgaline dönük dünya kamuoyunun dikkatini dağıtmakta da kullanıyor. İsrail hükümeti, İran nükleer anlaşmasının Filistin devletinin varlığı karşısında gösterdiği bahaneyi kaybetmesine yol açacağından endişe ediyor. Bazı İsrail medya kaynakları Filistinlilerle anlaşma imzalanmamasının Siyonist yapı için daha fazla izolasyona neden olacağı uyarısında bulunmuşlardı.
Netanyahu muhtemelen Siyonist lobinin Amerikan Kongresindeki etkisini kullanmak isteyecek. Buradaki Amerikan halkı tarafından seçilip masrafları da onlarca ödenmesine rağmen sadece İsrail'e bağlılık duyan bazı savaş tellalı aşırı sağcı vekiller anlaşmayı reddedeceğe benziyorlar. Pek çok senatör ve Kongre üyesi tam bir yüzsüzlük sergileyerek kamuoyuna, İsrail istihbarat servisi tarafından İran nükleer programı hakkında brifinge tabi tutulacaklarını ve buna Amerikan istihbarat servislerinden daha fazla güvendiklerini söylemişlerdi. Aslında senatörler ve kongre üyeleri İsrail emirlerine uymayan pek çok seçilmiş Amerikalı yetkiliyi koltuğundan edebileceğini gördükleri için, başta AIPAC olmak üzere Siyonist lobiden korkuyorlar.
Fakat Amerikan kamuoyu anketleri halkın çoğunluğunun (CNN'e göre %56) İran anlaşmasını desteklediğini gösteriyor ve pek çok kongre üyesi seçim öncesi senede savaş yanlısı gözükme ya da açıkça Obama'ya karşı çıkma riskini almak istemiyor gözüküyor. Obama yönetimi İran ile anlaşmaya varılamamasının ABD'yi, Amerikalıların reddettiği ve ülkenin de altından kalkamayacağı yeni bir savaşa itebileceği uyarısında bulunmuştu. Dahası anlaşma dünyanın tüm güçleri tarafından ve hatta bazı Amerikan tekellerince bile desteklendiğinden bunun reddi halihazırdaki aşamada ABD için imkansız bile olabilirdi.
Öte yandan Washington'un İslam dünyasındaki militan örgütlerin büyümesinden yana duyduğu endişe, çıkarlarının bölgede ve dünyada on yıllardır siyasi ve dini aşırılıkçılığı alevlendiren Suudi Arabistan'dan tamamen farklılaşmasına yol açıyor.
Gerici Suud monarşisi İran ile anlaşmaya varmanın Ortadoğu'yu sonsuza kadar değiştireceğini ve bunun iç değişiklik taleplerini arttıracağını ve neticede Suud hanedanının mutlak hakimiyetini, kadınlara ve Şii nüfusa yapılan ayrımcılığı sonlandıracağını düşünüyor. The Guardian'a göre kraliyet ailesinde ciddi iç çatışmalar var. Üstelik veliaht prens Selman da aşırı derecede bunaklıktan muzdarip.
Suudiler İran ambargosunun petrol fiyatlarını yüksek tutmasının faydasını görmekteydiler. Eğer İran, ambargonun hafifletilmesi ve ardından da kaldırılması nedeniyle daha fazla petrol satmaya başlarsa Suudi Arabistan bunun ciddi ekonomik sonuçlarıyla yüzleşecek ve bölgesel ve uluslararası etkisi giderek zayıflayacak. Krallığın Suriye'deki yenilgisi ise durumu daha da kötüleştirecek.
Ortadoğu'daki tüm bu değişikliklere rağmen bir tarafta özgür ve bağımsız bir İran ile müttefiklerinin, diğer yanda da Siyonistlerin ve diğer ülkelerden işbirlikçilerinin karşı karşıya gelmesi değişmeden kalacaktır. Fakat artık bu yüzleşmenin İran ve müttefiklerinin lehine olan yeni kuralları var.
Yusuf Fernandez
Çev: Ozan Kemal Sarıalioğlu
medyasafak.com