Peygamber Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâla bana (benden öncekilere verilmeyen) beş özellik vermiştir… Onlardan biri şefaattir; onu ümmetim için erteledim ve şefaatim ancak Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayana ulaşacaktır.”
Şefaat; Müslümanların ve semavi din takipçilerinin genelinin inandığı dini bir fiildir. Şefaatten maksat, evliyaların ve Kur’an gibi kutsal sayılan bazı eşyaların kıyamet günü belirli şartlar çerçevesinde günahkâr bir gruba şefaat ederek onları cehennem azabından kurtarması, ya da şefaatle şahsın derecesinin yükselmesine sebep olmaktır.
Şefaatin Etkileri
Şefaatin mahiyeti; ne günaha teşvik etmek ve ne de günahkar için bir yeşil ışık yakmak ve aynı şekilde geride kalma sebebi ve aracılıkta değildir, belki aşağıda bazılarına değineceğimiz eğitici sonuçları peşinde getiren önemli bir terbiye meselesidir.
1. Ümit Yaratmak: Nefsani arzuların insana galip gelmesi genellikle insanın büyük günahlara mürtekip olmasına neden olur ve ardından da insana ümitsizlik ruhiyesi hâkim olur. Bu ümitsizlik ve karamsarlık ruhiyesi insanı daha fazla günaha bulaşmaya iter. Bunun karşısında evliyaların şefaat edeceği ümidi, engelleyici bir etken olarak fertlere kendilerini ıslah ve düzeltmeleri durumunda iyi ve temiz şefaatçilerin şefaati ile günahlarının telafi edilebileceği ihtimali ümidini verir.
2. Evliyalarla Manevi Bağ Kurma: Şefaate ümidi olan biri kesinlikle Allah’ın velileri ile bir yolla bağ kurmaya ve onlarla sevgi ve dostluk bağlarını koparmamak için onların razı olacakları işler yapmaya çalışır. Bu bağ ve sevgi şefaat ümidi taşıyan birinde daha fazla hayır ameller işlemeye yol açar.
3. Şefaat Şartlarına Elde Etmek İçin Çabalamak: Şefaat ümidi taşıyanlar geçmiş amellerini gözden geçirerek geleceğe dair daha iyi kararlar almalıdırlar; zira uygun bir zemine olmadan şefaat vuku bulmaz, çünkü şefaat, bir yanda şefaat edilecek kişide uygun bir zemininin ve diğer yanda da şefaat edicinin hürmeti, saygısı ve salih amellerinin bulunmasıyla gerçekleşen bir çeşit lütuftur.[33]
Vahhabiler ve Şefaat
Vahhabiler de dahil bütün Ehlisünnet mezhepleri şefaat konusunu kabul etmektedirler. Vahhabilerin büyüğü İbn Teymiyye şöyle demektedir: Şefaat hakkındaki hadisler çok ve mütevatirdir; Şefaat hakkındaki çeşitli hadislerden bir bölümü Sahih Buhari ve Müslim’de ve birçoğu da sünen ve müsnedlerde bulunmaktadır.[34]
İbn Teymiyye başka bir yerde ise şöyle demektedir: Kıyamet gününde Peygamber Efendimiz için üç şefaat vardır… Şefaatin üçüncüsü cehennem ateşini hak edenler içindir. Peygamberi Ekrem’in, peygamberlerin, Sıddıkların ve diğerlerinin şefaati, cehennem ateşini hak eden kimselerin ateşe girmemeleri ve aynı şekilde ateşe girmişlerin cehennemden kurtulmaları içindir.[35]
Vahhabiler, Enbiya ve Salihlerden dünyada şefi hayattayken veya kıyamet gününde şefaat talep edilebileceğine inanmaktadırlar, Abdurrahman b. Hasan b. Muhammed b. Abdulvahhab (1285) şöyle der: “Hayatı zamanında Peygamberden (s.a.a) şefaat dilemek onun duasından dolayıdır ve Peygamberin duası kabuldür, ancak vefatından sonra Peygamberden şefaat talep edilmesi caiz değildir.”[36]
Şefaat konusunda Vahhabiler ve diğer Müslümanlar arasında yaşanan tartışma berzah aleminde Enbiya ve Evliyalardan şefaat talep edilebilmesi üzerinedir; zira vahhabiler berzah alemini kabul etmedikleri için bu tür şefaati caiz bilmemektedirler. Abdullah b. Muhammed b. Abdulvahhab şöyle söylemektedir: “Bizler Peygamber Efendimizin kıyamet günü şefaatini ve aynı şekilde diğer peygamberler, evliya, melekler ve bebeklerinde şefaat edebileceğini rivayetlerde var olma hasebiyle ispatlıyoruz, ancak bizler şefaati sahibinden (Allah’tan) istiyoruz. Şefaati Allah’tan istememiz gerekir, şefaat edicilerden değil. Yani şahıs şöyle söylememelidir: Ey Allah resulü ve Ey Allah’ın velisi senden şefaat etmeni (ve şefaate benzeri şeyleri) istiyorum… ve buna benzer ibarelerle Allah’tan başkasının kadir olmadığı şeyleri istemek. Berzah âleminde bulunan şefiden şefaat talep edilmesi şirkin kısımlarındandır.”[37]
Vahhabilerin En Önemli İtirazları
Şefaat konusunda Vahhabiler tarafından yöneltilen en önemli itiraz ve eleştiriler şunlardan ibarettir:
Allah’tan Başkasından Şefaat Dilemek Şirktir
Şefi’den şefaat talep etmek bir nevi Allah’tan başkasına seslenmek ve ondan başkasından istemektir ve buda ibadette şirktir; zira Allah’u Teâla şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz mescitler, Allah’ındır. O hâlde, Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin.” (Cin Suresi, 18. ayet). Allah’a birlikte hiç kimseyi seslenmeyin ve çağırmayın.
Cevap: Bu itiraz ve eleştiri vahhabilerin tevhit ve şirk mefhumundan algıladıkları yanlış manadan kaynaklanmaktadır. Şirk ve tevhit mefhumunun doğru bir şekilde tahlil edilmesiyle, Allah’tan başkasını çağırma ve seslenmenin kendi başlı başına şirki gerektirmediğini ve hatta haram olmadığını anlarız. Çünkü şirk koşmak, bir şeyin ilah, rab ve bağımsız olduğu inancının var olduğu yerdedir. Şialar hiçbir zaman kendi İmamları ya da Allah’tan başka bir varlığın bu özelliklere (Uluhiyet, Rububiyet ve Bağımsız) sahip oldukları inancını taşımaz. Şüphesiz Müslümanların onlara seslemesi veya onlardan yardım dilemesi caiz ve meşrudur ve diğerlerinin de ellerinden geldiği kadar onlara yardım etmesi gereklidir. Ayrıca bir ferdin yaptığı fiil caiz ve meşru olursa, ondan bu işi yapmasının istenmesi de caiz ve meşru olacaktır. Yani eğer kıyamette Peygamber Efendimiz (s.a.a) ve diğer şefaatçiler için şefaat etmek hak ve meşru oluyorsa, aynı şekilde onlardan şefaat dilemekte doğru ve meşru olacaktır.
Başkalarından dua etmesini istemek bütün Müslümanların ortak görüşünde caizdir, bir kimseye “bana dua et” demek gibi. Bundan dolayı Allah tarafından şefaat etmelerine izin verilen kimselerden “Allah katında benim şefaatçim ol” örneğinde olduğu gibi, şefaat dilenmesi caiz ve meşru olacaktır.
Allah’u Teâlâ halkı günahlarının affedilmesi ve bağışlanması için, peygamberden (s.a.a) kendileri için bağışlanma talebinde bulunmasına davet ediyor: “Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.” (Nisa Suresi, 64. ayet) Bazıları bu ayeti “onlar Peygamberin kendisine eziyet ettikleri için mutlak ondan helallik istemeleri gerekmektedir” mana ederek tevcih etmeye çalışmışlardır, ancak ayetin üzerinde dikkatlice düşünüldüğü zaman bu açıklamanın doğru olmadığı aşikar olur. Eğer konu peygamberin kendi hakkında vazgeçme konusu olsaydı “Allah Resulü onları affetti (وَ غَفَرَ لَهُمُ الرَّسولُ)” lafzından istifade edilmesi gerekirdi. Oysaki ayeti kerimede “Peygamber onlar için bağışlanma diledi (وَ اسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسولُ)” cümlesi geçmektedir.
Diğer taraftan vahhabilerin delil olarak getirdiği ayet (Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin) maiyyeti (birlikteliği) nefyetmektedir; yani hiç kimseyi Allah’a eş, ortak ve aynı derecede bilmeyin. Ayetin muhatabı vasıtaları bağımsız olarak gören müşriklerdir. Ayrıca eğer Allah’tan başkasından şefaat talep etmek şirk sayılıyorsa, o zaman fertlerin hayatta olmaları veya olmamaları arasında hiçbir fark bulunmaması gerekir; yani Peygamber Efendimiz veya şefaat yetkisine sahip birinden hayattayken bile bir şey talep etmemeliyiz.
Ehlisünnet kaynaklarında sahih olan bir rivayette, Tirmizi Enes b. Malik’ten şöyle nakleder: “Resulullah'tan (s.a.a) kıyamet günü bana şefaat etmesini istedim, Allah resulü, “şefaat edeceğim” buyurdu. Bunun üzerine, “Ya Resulallah, seni nerede arayayım?” diye sordum. Resulü Ekrem’de “İlk olarak beni sırat köprüsünde ara” buyurdu.”[38]
Şefaatin Allah’a Özgü Olması
Kur’an-ı Kerim şefaati Allah’ın özel hakkı olarak belirtmektedir: “De ki: “Şefaat tümüyle Allah’a aittir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra yalnız O’na döndürüleceksiniz.” (Zümer Suresi, 44. ayet) Bu ayeti kerimeden yola çıkarak şefaati sadece Allah’u Teâla’dan talep etmek gerekmektedir.
Cevap: Şefaat, varlık âleminde bir tür etki koyma babından Allah’ın rubibiyetinin mazhar ve cilvelerindendir ve bundan dolayı Allah’u Teâlâ’ya özgüdür. Ama bu konu Peygamber ve salihlerin şefaat hakkına sahip olduğu inancıyla bir çelişkisi bulunmamaktadır; zira onların şefaati bağımsız ve müstakil değil, diğer meselelerde de olduğu gibi Allah’u Teâlâ’nın izni ve isteği şartına bağlıdır. Nitekim Allah’u Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Bütün güç ve kuvvet Allah’a aittir”.(Bakara Suresi, 165. ayet) Bu ayeti kerime, varlık âlemindeki bütün güç ve kuvvetlerin Allah’a ait olduğu ve diğer varlıkların da Allah’ın meşiyyet ve izni ve onlara verdiği ölçüde kudret sahibi olacakları manasına gelmektedir. Allah’ın bir varlığa güç ve kuvvet vermesinden sonra ondan yardım talebinde bulunabilinir. “De ki: “Şefaat tümüyle Allah’a aittir” ayeti de bütün şefaatlerin Allah’a ait olduğu ve Allah’ın maslahat görmesi ve bir mahluka şefaat izni vermesi durumunda o varlıktan, Allah’ın verdiği izni bu fert hakkında kullanmasını talep edebileceğimiz anlamına gelmektedir.
Müşriklerin Eylemlerine Benzemesi
Kur’an-ı Kerim’de Allah’u Teâla, Risalet asrı müşriklerini Allah’tan başkasından şefaat diledikleri için müşrik saymaktadır: “Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” diyorlar.”(Yunus Suresi, 18. ayet)
Cevap: Risalet asrı müşriklerinin mabut ve putlarının şefaat makamına sahip olduklarına inandıkları tartışılmaz, ancak ayette müşriklerin hem putlara ibadet ettikleri ve hem de putları şefaatçi olarak kabul ettiklerini belirtmiştir ve şefaat makamına sahip olmaları inancıyla birlikte onlara ibadet etmeleri müşriklerin kınanmaları sebebi olmuştur.
Müşrikler (Allah’u Teâlâ’nın onlara böyle bir makam vermediği halde) putların delilsiz, kayıtsız ve şartsız şefaat makamına sahip olduklarına inanmakta ve diğer taraftan da putlarının ilahlığına inanarak onlara ibadet etmekteydiler. Ama Allah’ın izin verdiği bir kişi hakkında şefaat makamına sahip olduğu ve şefaat hakkını da Allah’ın izni ile kullanacak olmasıyla (Onlar, O’nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler ve hepsi O’nun korkusuyla titrerler. (Enbiya Suresi, 28. ayet) ) artık böyle bir itiraza yer kalmaz. Ayrıca hiçbir Müslüman, şefaatçilerin ulûhiyet makamı taşıdıklarına inanmamaktadır ki onlara ibadet etsinler ve eylemleri müşriklere benzesin. İlah ve ulûhiyet inancı taşımaksızın sırf İmamların zarihine sevgi, saygı gösterme veya öpmenin ibadet sayılmayacağı açıktır, yoksa anne ve babanın elini öpmekte onlara ibadet etmek manasına gelirdi.
Diğer bir nokta ise, taş ve ağaçlardan yapılan putların Allah’u Teâla tarafından, bir fayda veya zarar ulaştırma noktasında bir izinleri bulunmamaktaydı, sadece putperestler taş ve ağaçlardan yapılan putları için bir etki sahibi oldukları inancı taşımaktaydılar ve bu etki Allah’ın izni ile şefaat eden şefilerin tesiriyle tamamen farklıdır.[39] Bu ayeti kerimede Allah’u Teâla putperetlere şöyle buyuruyor; sizler putlarınızın benim vermediğim bir makama sahip olduklarına inanmaktasınız. Acaba bu eyleminizle Allah’ın bilmediği bir şeyden mi haber vermek (putların etkileri) istiyorsunuz ve bu konu evliyalardan şefaat dilemekten uzaktır.
Son olarak bu ayette şefaat dilemek ikgili bir konu geçmemekte, belki konu putların şefaat makamına sahip oldukları inancı konusudur; (İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır, diyorlar) buyurmakta, (Allah katında bize şefaat et) cümlesi geçmemektedir. Bundan dolayı eğer vahhabilerin bu ayeti delil olarak getirmesini doğru kabul edersek, o zaman şefaat inancının mutlak manada şirk olduğunu söylememiz gerekir ve bu konu vahhabilerin kendisini de kapsar; zira onlarda şefaatin aslını kabul etmektedirler.
Başkalarından Şefaat Dilemeyi Men Eden Rivayetler
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır: “Yere ve göklere tasarruf eden, af dileyip dua etmene izin vermiş, kabul etmeyi de üzerine almıştır. Vermesi için istemeni, merhamet etmesi için de merhamet dilemeni emretmiştir. Seninle arasına engel olacak bir kimseyi koymadı. Katında bir şefaatçiye muhtaç etmedi…”[40]
Cevap: İlk olarak; Şefaat konusu, İslam ümmetinin üzerinde ittifak ettiği konulardan biridir ve hatta vahhabiler şefaati ispatlamaya çalışmaktadır. Kur’an ve hadisler de şefaatin varlığına işaret etmektedir: Nitekim Allah’u Teâla Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir.” (Bakara Suresi, 255. ayet).
Buhari’nin Peygamber Efendimize (s.a.a) dayandırdığı senetli bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Allah Teâla bana (benden öncekilere verilmeyen) beş özellik vermiştir… Bana şefaat verilmiştir...[41]
“Katında bir şefaatçiye muhtaç etmedi” cümlesi, Allah’ın kullarına karşı fiil ve inayetlerinin, insanların tanımadıkları kişilere rücu ederek onların tanıtmalarıyla isteklerini elde eden insanlarınkine, benzemediğine işaret etmektedir; zira Allah’u Teâlâ evrendeki tüm sırlara âlimdir ve direkt olarak insanları ve ihtiyaçlarını tanır. Allah Teâlâ’nın sebeplere yönlendirmesi, onun hikmeti ve evrendeki neden sonuç ve sebep müsebbip kanunlarının gereksiniminden kaynaklanmaktadır.
Hak Teâlâ insanı, şefaatçinin peşine gitmesi için mecbur etmemiştir; zira cimriliği veya talep edenin hakkına olan cehlinden dolayı asıl şahsa ulaşmanın mümkün olmadığı zaman şefaatçiye gerek duyulur. Hâlbuki Allah’u Teâlâ tarafından bir cimrilik veya engel söz konusu değildir. Bu bazı Hristiyanların, Allah ve insan arasında mutlaka bir aracı olması gerektiği inancının aksidir.
Ölülerden Şefaat Dilemek
Vahhabiler, şefaat edicinin vefatından sonra, ondan şefaat dilenmenin şirk olmasından ve bizim sesimizi duyamayacağından dolayı caiz olmadığına inanmaktadırlar.
Cevap: Eğer bir fiil şirk ise, dünyada da ahirette de şirktir. Ayrıca ölüm cisimle ilintilidir, ama ruh canlıdır ve dua ve şefaat dileğinin duyulması ve icabet edilmesi ruhla alakalıdır, bedenle değil. Berzah âlemi konusunda berzahtaki ruhani hayata ayrıntılı bir şekilde değinilmiştir.
Ehlisünnet kaynaklarında Peygamber Efendimize (s.a.a) salavat göndermenin ve vefatından sonra uzaktan veya yakından ona selam gönderme hakkında birçok rivayet zikredilmiş ve Peygamber Efendimizin (s.a.a) bu salavat ve selamları duyduğu ve onlara cevap verdiği belirtilmiştir.[42]
Şefaat Etme Hakları Var, Bizlerin Şefaat Dilemeye Hakkı Yok
Muhammed b. Abdulvahhab şöyle demektedir: Eğer birisi, Peygamber Efendimize (s.a.a) şefaat etme hakkı verildi ve bende ondan Allah’ın ona verdiği bir şeyi istiyorum, derse şöyle cevap veririz: Allah’u Teâla ona şefaat hakkı verdi, ancak seni, ondan şefaat dilemekten men etti ve şöyle buyurdu: “O hâlde, Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin.”[43]
Cevap: Birinci olarak; yukarıda zikredilen ayetin şefaat dilemeyi men etmekle hiçbir bir ilgisi bulunmamakta ve Allah’a bağımsız olarak bir ortak koşan, onlara ibadet eden ve onlardan hacetlerini isteyen müşriklerle ilgilidir. Bundan dolayı bu tür ayetler vahdet inancı taşıyanlara tatbik edilemez.
İkinci olarak; önceden de belirttiğimiz gibi “mea (birlikte)” kelimesiyle gelen bu ve benzeri ayetler, bir varlığın hiçbir zaman Allah’ın arzında karar kılınmaması gerektiğine delalet etmektedir. Ama Allah’ın, bir vasıta veya şefaatçiye bir işi yapmasına izin verdiği ve yapılan her şeyin Allah’ın emri ile yapıldığı inancı taşırsa bu şirk olmamakla birlikte tevhid inancı doğrultusundadır. Nitekim Hz. İsa (a.s) Kur’an’da, hastalara şifa vermeyi, ölülere hayat vermeyi ve hatta topraktan kuş yaratmayı kendine nispet vermekte ve onu Allah’ın iznine bağlı olarak tanıtmaktadır.[44]
Şefaati İnkâr Edenler
Şefaatin aslını inkâr edenler de bazı deliller öne sürmüşlerdir:
Şefaat Günah İşlemeye Teşvik Ediyor
Bazılarının görüşüne göre şefaat inancı, fertleri günah işlemeye teşvik etmekte ve günahkâr ve mücrimlerde isyan ruhunu yaşatmakta olduğundan dolayı, şefaat inancının İslam şeriatı ve diğer şeriatların ruhiyesi ile uyuşmamaktadır.
Cevap: Evvela; Şefaate inanmak eğer günaha teşvik olursa “Tövbe” de günahların bağışlanmasına sebeptir ve tövbe insanların daha çok günah işlemelerine neden olur. Hâlbuki tövbe tüm Müslümanların ittifakla kabul ettikleri asıl ve temel inançlardan biridir. İkinci olarak; Suçluların bütün sıfatları ve özellikleri tamamen belli olduktan ve ikapların her türlüsü onun tüm zamanlarında cari olması netlik kazandıktan sonra şefaat vadesi isyan ve günaha teşvik olur… Ancak bu durumlar belirsiz ve üstü kapalı kalırsa yani hangi günah, hangi günahkârlar, kıyametin hangi saatinde olacağı belli olmazsa, hiç kimse şefaat edilip edilmeyeceğini bilmezse bu durumda şefaat günahlara teşvik etmek anlamına gelmez.
Allah’la İnsan Arasında Bir Vasıtaya Gerek Yok
Allah’u Teâlâ insanlara şah damarından bile daha yakın ve herkesten daha çok merhametlidir; o zaman neden ondan başkasına yönelerek dilekte bulunalım.
Cevap: Allah’ın biz kullarına şah damarından daha yakın olduğu doğrudur, ancak insanın yeryüzünde yaratılışının hikmeti gereği Allah’u Teâlâ insanlarla direkt olarak konuşmak yerine insanların hidayeti ve irşadı için Peygamberleri vasıtası karar kılmıştır. Aynı şekilde yaratılış hikmeti gereği, hidayet emrinin daha iyi yapılabilmesi için insanların nezdinde resuller ve hidayet edicilerin makamımı yüceltmiştir. Netice itibari ile beşerin onlardan rahat bir şekilde ve güvenerek itaat etmeleri için onlara günah ve hatadan masun kalma (ismet) lütfunda bulunmuştur. Bu ilahi hüccetlerin yüce makamının halkın nazarında daha fazla aşikar olması ve gönüllerinin onların tarafına yönelmesi için Hak Teâlâ onlara zahiri makamlar armağan etmiştir.
Allah’u Teâlâ Kur’an’da (Hz. Yusuf’un (a.s) kardeşlerinin, Allah’ın onları affetmesi için babalarını vasıta karar kılması veya son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.a) şahıslara yaptığı dua ve istiğfarının, fertlerin kendileri hakkında yapmış olduğu dua ve istiğfardan daha etkili olduğunu belirtmesi veyahut Hz. İsa’nın (a.s) zamanında yaşayan insanların, hastalarının şifa bulması veya sıkıntılarının giderilmesi için zamanın hüccetine müracaat etmeleri gibi) bazı konuları beyan ederek, insanlardan istekleri noktasında daha iyi netice elde etmeleri için bu fertleri (şefaatçileri) vasıta karar kılmalarını istemiştir.
Günahkarı Cezalandırmak mı yoksa Şefaat Etmek mi Adalettir?
Yüce Allah kıyamette günahkârları cezalandıracağını buyurduktan sonra kıyamet günü onlardan cezayı (azabı) kaldırması ya adalete uygun bir iştir ya da zulümdür; Eğer cezayı (azabı) kaldırması adaletli bir iş ise, bu durumda cezalandırmanın aslı haşa Allah tarafından bir zulümdür. Eğer cezanın (azabın) kaldırması zulüm ise ve cezalandırmak adaletli ise, o zaman şefaatçilerin şefaati ve onların bir ferdin cezanın kaldırılması için şefaatçi olmaları zulümdür.
Cevap: Cezanın (azabın) kaldırılması, “zulüm” ve “adalet” unvanlarına sadık ve tatbik olmayan Allah’ın “fazl (lütfu)” olabilir. Başka bir tabirle cezanın kaldırılması lütuftur ve lütuf adaletten üstündür. Allah’u Teala adaleti esası üzerince günahkarlar için bir azap tayin etmiştir, ancak şefaat vasıtasıyla cezanın kaldırılması lütuf ve ihsandır. Hak Teala insanlara adil olmalarını öğretmiş ve daha sonra çabalayarak adaletten üstün olan ihsan makamına ulaşmalarını emretmiştir: “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl suresi, 90. ayet). Aynı şekilde Allah’u Teâlâ insanlara, bir kişinin bir şahsa kötülük yapması durumunda, adalet gereği kötülük yapana aynı ölçüde kötülük yapılan kişi tarafından ceza uygulayabileceğini, ancak adaletten daha üstün olan sabır ve ihsan üzere onu affederek bu hakkından vazgeçmesinin daha hayırlı olduğunu öğretmiştir: “Eğer ceza verecekseniz, size yapılanın misliyle cezalandırın. Eğer sabrederseniz, elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır.”[45]
Kaynakça
[1] İbn Menzur, Lisanu’l Arab, c. 15.
[2] Biharu’l Envar, c. 6, s. 19.
[3] Dairetu’l Mearif Kitabı Mukaddes, s. 411.
[4] İsra Suresi 79. ayet.
[5] Tefsiri Razi, c. 3, s. 55.
[6] Bakara Suresi, 254. ayet.
[7] Bakara Suresi, 48. ayet.
[8] Secde Suresi, 4. ayet.
[9] Zümer Suresi, 44. ayet.
[10] Bakara Suresi, 255. ayet.
[11] Sebe Suresi, 23. ayet.
[12] Enbiya Suresi, 28. ayet.
[13] Sebe Suresi, 23. ayet.
[14] Müsned-i Ahmed, c.1, s.301; Süneni Nesai, c. 1, s. 209; Süneni Darımi, c. 2, s. 873; ve diğerleri.
[15] Biharu’l Envar, c.8, s. 34.
[16] Mutahhari, Murtaza, Adl-ı İlahi, s. 253.
[17] Mutahhari, Murtaza, Adl-ı İlahi, s. 232, 236.
[18] Rum Suresi, 48. ayet.
[19] Cevadi Amuli, Abdullah, Tefsiri Tesnim, c. 4, s. 262.
[20] Cevadi Amuli, Abdullah, Tefsiri Tesnim, c. 4, s. 262.
[21] Bakara Suresi, 255. ayet.
[22] Murtaza, Mutahhari, Adlı İlahi, s. 234.
[23] Enbiya Suresi, 28. ayet.
[24] Makalatı İslamiyyin, c. 1, s. 168 ve 334; el-Keşşaf, Zemahşeri, c. 1, s. 152.
[25] “Kim güzel bir (işte) aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık ederse, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın her şeye gücü yeter.” Nisa Suresi, 85. ayet.
[26] Mead der Kur'an, c. 2, s. 145.
[27] “Rahmân’ın katında söz almış olanlardan başkaları şefaat hakkına sahip olmayacaklardır.” Meryem Suresi, 87. ayet.
[28] “O’nu bırakıp taptıkları şeyler şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şâhitlik edenler şefaat edebilirler.” Zuhruf Suresi, 86. ayet.
[29] Muhammed b. Yezid Kazvini, Süneni İbn Mace, c. 2, s. 724; Seyyid Himyeri, Kurbu’l Esnad, s. 64.
[30] Enbiya Suresi, 28. ayet.
[31] Muhammed b. Yezid Kazvini, Süneni İbn Mace, c. 2, s. 724; Seyyid Himyeri, Kurbu’l Esnad, s. 64.
[32] Örnek olarak ismi zikredilen kaynaklardaki rivayetlere müracaat edebilirsiniz: İlmu’l Yakin, c. 2, s. 1325; Sahih Buhari, c. 4, Kitabu Tevhid, babı 24, s. 392, hadis 7439; Biharu’l Envar, c. 8, s. 362.
[33] Selefigeri ve Pasuh bi Şübehat, s. 465.
[34] Mecmuu Fetavayı İbn Teymiyye, c. 1, s. 314.
[35] Mecmuu Fetavayı İbn Teymiyye, c. 3, s. 147.
[36] Kitabu’t Tevhid ve Gurretu Uyunu’l Muvahhidin, s. 258.
[37] Ed-Dürerü’s Seniye, c. 1, s. 231.
[38] Sahih Tirmizi, c. 4, s. 621, Ma Cae fi Şe’ni’s Sırat babı.
[39] Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz!? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” (Yunus Suresi, 18.ayet.)
[40] Nehcü’l Belağa, c. 3, s. 47. (31. Mektup)
[41] Sahih Buhari, c.1, s.86; Sahihi Müslim, c. 2, s. 63.
[42] Süneni Ebu Davud, c. 2, s. 218. (31. Mektup)
[43] Keşfü’ş Şübehat, s. 25.
[44] A’li İmran suresi, 44. ayet.
[45] Nahl suresi, 126. ayet.
Bibliyografi
1- Kur’an-ı Kerim
2- İbn Teymiyye, Mecmuu’l Fetava, Mecme el-Melik Faht li Tabaati’l Mushafi’ş Şerif, el-Medinetu’n Nebeviye, 1416.
3- İbn Menzur, Muhammed b. Mükrim, Lisanu’l Arab, c. 15, Daru Beyrut ve Daru Sadr, 1388.
4- Ebu Muhammed Abdullah b. Abdurrahman el-Darimi, el-Temimi el-Semerkandi, Süneni ed-Darimi, Daru’l Mugni, el-Memleketu’l Arabiyyeti’s Suudiyye,, 1412.
5- Ebu Davud Secistani, Süleyman b. Eş’as, Süneni Ebu Davud, el-Mektebetu’l Asriyye, Beyrut.
6- Ebu İsa, et-Tirmizi (Müteveffa: 279), Süneni Tirmizi, Şirketu Mektebetu ve Metbaatu Mustafa el-Babi el-Halebi, Mısır, 1395.
7- Ahmed b. Şueyb, Süneni Nesai (es-Süneni Sugra), Mektebetu’l Mektubati’l İslamiye, Haleb, 1406.
8- ed-Dürerü’s Seniye fi’l Ecvibeti’n Necdiyye, Ulameyı Necd, Muhakkık: Abdurrahman b. Muhammed, çapı şeşum.
9 - Rızvani, Ali Asgar, Selefigeri ve Pasuh bi Şübehat, İntişaratı Mescidi Mukaddesi Cemkaran.
10- Zemahşeri Mahmud, el-Keşşaf an Hakaik Gavamizu’t Tenzil, Daru’l Kitabu’l Arabi, Beyrut.
11- Subhani, Cafer, Menşuru Cavid, Kum: Müessesi İmam Sadık (a.s), çapı evvel.
12- Kamusu Kitabu’l Mukaddes, Kahire, Daru’s Sakafe.
13- Abdurrahman b. Hasan b. Muhammed b. Abdulvahhab, Kitabu’t Tevhid ve Gurretu Uyunu’l Muvahhidin, el-Memleketu’l Arabiyyetu’s Suudiyye.
14- Mecmuu Müellifatı Şeyh Muhammed b. Abdulvahhab, el-Memleketu’l Arabiyyetu’s Suudiyye.
15- Muhammed b. Abdulvahhab, Keşfu’ş Şübehat, Vezaratu’ş Şuunu’l İslamiye ve’l Evkaf ve’d Davet ve’l İrşad, el-Memleketu’l Arabiyyetu’s Suudiyye.
16- Muhammediyan, Behram ve Diğeran: Dairetu’l Mearifi Kitabı Mukaddes, İntişaratı Ruzu Nu, çapı evvel.
17- Mekarim Şirazi, Nasır, İtikadı Ma (O