Ali Bulaç: Sünni-Şii mezhepleri arasındaki ihtilaflar savaş gerekçesi olamaz, bunlar arasındaki müşterekler “asgari” değil “azami”dir
Gazeteci-yazar Ali Bulaç, Zaman Gazetesi’ndeki yazısında Müslümanlar arasındaki mezhebi ve etnik çatışmaların “yaratıcı kaos” denen bir doktrine göre planlanıp yürütülmekte olduğunu belirtti.
“Kaosla, hem İslam dünyasının alternatif olma potansiyeli yok edilmek, hem küresel sistemin basit payandası haline getirilmek isteniyor. Doktrine göre toplum bileşenlerine ayrıştırılacak, her bir parça özerkleştirilecek, sonra mutlaklaştırılıp diğerleriyle çatıştırılacak” diyen Bulaç, tüm bu yaşananlarda asıl sorumluluğun, dışarıda değil, içeride, yani biz Müslümanlarda olduğunu ifade ederek, başımıza ne geliyorsa kendi amellerimizin sonucu olarak geldiğine vurgu yaptı.
İşte Ali Bulaç’ın 24 Kasım tarihli yazısı:
Bir dinin diğer dini hakta görmemesi sonucu onun din adamlarını ve takipçilerini tümüyle ortadan kaldırma teşebbüsüne “din savaşları” denir.
İslam, nokta-i nazarında din savaşları ne meşru görülmüştür ne teşvik edilmiştir. Kendisi Ed Din olan İslamiyet’in “din merkezli” saldırı savaşını meşru görmediği gibi, bir din içindeki mezhep veya fırka savaşlarını meşru görmez. Din merkezli savaşın yegâne meşru türü, dışarıdan gelen açık ve kesin bir tehdidi veya fiili bir saldırıyı önlemeye çalışmak, nefs-i müdafaada bulunmaktır. Hz. Peygamber (sas)’in savaşlarının tümünü bu gerekçeye irca etmek mümkün. Bunun sebebini anlamak zor değil: İslam, hak kabul etmediği dinlere hukuki yaşama hakkı (meşruiyet) sağlamaktadır.
Hıristiyanların kendi aralarındaki savaşlarda rol oynayan sebep özde yani temel inanç konularıyla ilgilidir. Sünni-Şii mezhepler veya Sünni mezhep ve fırkalar arasındaki ihtilaflar savaş gerekçesi olamaz, zira söz konusu mezhep ve fırkalar arasındaki müşterekler “asgari” değil “azami”dir. Diğer dinler veya “heterodoksi” denen mezhep ve fırkalara ilişkin tutumda ise “asgari müşterekler” bir arada yaşamanın referansı olabilir. Bütün dinleri, mezhep ve inanç gruplarını kendi geniş kubbesi altında toplama kabiliyetine sahip İslamiyet referans alınmadığı, aksine siyasi ve askeri stratejilerin enstrümanı kullanıldığı, istismar edildiği için Müslümanların yarasına merhem olmuyor.
Batıl veya sapık da olsa bir din, mezheb veya fırkanın mensupları on binlerce, milyonlarca olabilir. Bir ülkede milyonlarca müntesibi olan ve bizce batıl olan bir fırkayı yok etmek mümkün mü? İslamiyet ölüm makinesi değildir, hayata hayat katan dindir. İslam, belli bir hukuk içinde gayrımüslimlerin can ve mal güvenliklerini sağlar, onlarla sağlıklı iletişim kurar, temel hak ve özgürlüklerin çerçevesini çizer. İslam nazarında hangi batıl inançta olursa olsun, insan hidayet bulma potansiyeline sahiptir, bu yüzden kimsenin hidayet bulma hakkı, fırsatı elinden alınamaz. 21. yüzyılın ilk yıllarından başlamak üzere Müslümanlar arasındaki çatışmanın potansiyeli tarihimizden kaynaklansa bile, tetikçisi dış faktördür.
Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, İran-Irak savaşı döneminde “Amacımız onları birbirine öldürtmekti ve amacımıza ulaştık.” demişti. Bugün de belirlenen amaç doğrultusunda olaylar Irak’tan Suriye’ye ve bölgenin tamamına yayılma istidadı göstermektedir. Bölgemiz üzerinde uygulanan strateji; ülkeler, mezhepler ve etnik gruplar arası çatışmalara dayanıyor. Şu var ki durup dururken potansiyeller harekete geçmez, dış faktör bunda önemli rol oynar. İkiz Kulelerin vurulmasından sonra yine Kissinger “Bundan sonra Müslümanlar birbirleriyle savaşacak.” diyordu. Kissinger’in dediği oluyor, Müslümanlar bilinçsizce birbirlerinin kanını döküyorlar. Üstelik bu savaşa sadece mezhep ve etnik çatışma değil, fırka ve cemaat arası farklılıkların yol açtığı çatışma biçimi de eklenmiş oldu.
Söz konusu kanlı savaş ve çatışmalar, adına “yaratıcı kaos” denen bir doktrine göre planlanıp yürütülmektedir. Kaosla, hem İslam dünyasının alternatif olma potansiyeli yok edilmek, hem küresel sistemin basit payandası haline getirilmek isteniyor. Doktrine göre toplum bileşenlerine ayrıştırılacak, her bir parça özerkleştirilecek, sonra mutlaklaştırılıp diğerleriyle çatıştırılacak. Mesela Sünni kendini mutlak hakikatin sahibi görecek, Şii ve Alevi’ye hak tanımayacak, Şii tarihi bir davanın peşine düşüp Ehl-i Beyt’in 1400 yıllık öcünü alacak, Kürt için kendi kavmi ve hakları dışında başka hiçbir değer önemli olmayacak, Türk ve Arap Kürt’ün hakkını tanımayacak. Her cemaat necatı kendi anlayışına indirgeyecek, diğerlerini batılda görecek.
Bir toplum bu çerçevede parçalandı mı her türlü dış saldırı ve müdahaleye açık hale gelir. Uzun zamandır yumuşak güç, kültür ve politikalar eşliğinde yüceltilen açık toplum aslında bu amaca hizmet eder hale getirildi. Müslüman toplumlar kendilerine ait olmayan değerlere açık hale getirilince kolayca bileşenlerine ayrılıp çatışacak hale geldiler.