İslam tarihiyle ilgili olup da Abdullah b. Sebe’nin önemli bir yer almadığı, sayfalar dolusu açıklamalarla değinilmediği çok az kitap vardır.
Bu hayali, kurgusal adam çeşitli suretlerde tasvir etmiş, farklı görüntüler altında sahneye çıkarmışlar. Bazen korkuların kol gezdiği, tozun dumana katıldığı olayların arasına dalan bir cengâver, bazen ardı arkası kesilmeyen göçlere ve uzun seferlerin zorluklarına katlanan bir kahraman olarak çıkarmışlar karşımıza. Bir bakıyorsun Medine’de, bir bakıyorsun Mekke’de ortaya çıkıyor. Oradan Basra’ya, sonra Kufe’ye geçiyor. Birden Şam’da sahne alıyor. Çöller, sahralar dolaşıyor, vadileri, dağları aşıyor. Her yerde o. Büyülü bir deniz dalgası, gözlerin ışığını alan bir şimşek. Sesten daha hızlı hareket ediyor. Dinsizliğin ve şirkin davetçisidir. Görüşleriyle insanları yoldan çıkarır, sözleriyle akılları zehirler. Yahudiliğin ilkelerine, Zerdüştiliğin inancına çağırır.
Akıllar üzerinde karşı konulmaz bir hakimiyeti, düşünceleri egemenliği altına alan akıl almaz bir heybeti var. Söylüyor; anında tasdik ediliyor. Emrediyor; derhal uygulanıyor. Arapları asasının bir işaretiyle istediği tarafa sevk edebiliyor. Söylendiğine göre –evet böyle söylüyorlar ve bu söz ne büyük bir iftiradır– birçok sahabe–maazallah– emrine giriyor, ilkelerine inanıyor. Örneğin Hz. Muhammed’in (s.a.a) medresesinden mezun olmuş, Resulullah’ın (s.a.a), doğruluğuna şahitlik ettiği Ebu Zer, Allah yolunda annesi ve babasıyla birlikte işkenceler çekmiş Ammar b. Yasir onun davetinin destekçileriymişler! Onun inancını taşıyorlarmış! Onun fikirlerinden etkilenmişlermiş!
Mesela Ebu Zer’in, Allah’ın malını belli bir zümrenin elinde dolaşan bir servete, Allah’ın kullarını da kölelere dönüştüren servet sahiplerine karşı başlattığı isyan –iftiraya bakın– onun eseriymiş! Osman’a karşı gerçekleşen ayaklanmayı o tertiplemiş. Cemel savaşını o kızıştırmış, sıffin savaşı onun emriyle başlamış! Şianın ilkeleri onun düşüncelerinden ve görüşlerinden derlenmişmiş… vs…
Şu akıl tutulmasına bakın! Şu sefih görüşlere bakıp da yanmayın! Ne pespaye hayaller Allah’ım! Ya şu hakkın örtbas edilip batılın göğe çıkarılmasına ne demeli!
Hiç kuşkusuz akıl ile hakikat arasına engel konulmasından, hakikatin, karanlık ve ıssız çöllerde ihtilaflara, çarpıtmalara ve saptırmalara bulaştırılmasından daha korkunç bir hadise olamaz. Nitekim böyle bir çarpıtma ve güdümlemeyledir ki İbn Sebe yalanına inanılmış ve bunun neticesinde bizim çürütmeye çalıştığımız onca iddiayı içeren nice kitaplar kaleme alınmıştır.
Ama meselenin arka planına bakmanın ve bu efsanenin ortaya çıkışının gerçek sebebini gözler önüne sermenin, asıl aktörün derin bir sessizlik içinde kirli elleriyle arkasında yer aldığı bu sahte figürü teşhir etmenin zamanı gelmiştir artık.
Dinin mukaddesatıyla istediği gibi oynayan, Müslümanların birliği yolunun seçilemez hale gelmesi için tozu dumana katan bu karanlık elleri bu gün bir titremedir, can alıcı bir telaştır almış. Çünkü arkasına gizlendikleri perdenin kaldırılma zamanının geldiğini fark ediyorlar. Maskelerini yırtılıp gerçek yüzlerinin sergilemesinin an meselesi olduğunu anlıyorlar. Ayrılığın, tefrikanın tehlikesini fark eden kitlesel bilinç yükselmesi bu düzenbazlar açısından tehlike çanlarının çalınması demektir.
“İbn Sebe meselesini ele almanın, gündeme getirmenin bu gün için bir yararı yoktur. Çünkü zaman değişmiştir. Bu mesele de geçmişin mezarlığına gömülmüştür. Mazinin mezarlarını yeniden deşmenin, dürülüp kaldırılmış, zamanın hazmettiği eski defterleri açmanın herhangi bir doğru tarafı yoktur.” diyenler yanılıyorlar.
Onlara şunu diyebiliriz: Bu mesele, bazılarının vehmettiği gibi dürülmüş sahifelerden, unutulup gitmiş konulardan değildir. Bilakis her vakit taze ve yenidir. Üzerinden ne kadar uzun bir zaman geçerse geçsin değişmez. Her vakit yayılma istidadındadır, her an dayanacağı yeni üsler bulabilecek kıvraklıktadır. Günümüzün yazarlarının Şiayı eleştirmek için bulabilecekleri bolca malzeme üretme kabiliyetine sahiptir. Bu gibi yazarların başında, ihtilaflara yol açan gedikleri kapatmaları, zor zamanların, zulüm asırlarının ifsat ettiği tarafları ıslah etmeleri beklenen koca koca alimlerin, şeyhlerin bulunması da ayrıca üzüntü vericidir.
Genç Müslüman beyinleri, bütün ümmetin yararına olacak şekilde aydınlatmaları beklenen üstadlar vardır ne yazık ki bu kirli planın parçaları olmuş zümreler arasında.
Ne yazık ki bunlar fitnenin etkenlerine teslim olmuşlardır. Oysa buna karşı bilinçli bir tavırla durmaları kendilerine daha çok yakışırdı. Yetişen yeni nesilleri eğitmek, İslam ümmetine hizmet etmek, ilmi tespit ve nakillerde İslami metoda uymak, eleştiride itidal sınırını aşmamak gibi omuzlarına bindirilmiş sorumluluklarına göre hareket etmeleri daha uygun olurdu.
Bu gibi zatların İbn Sebe olayıyla ilgili olarak yazdıklarından, birçok değerlendirmelerini dayandırdıkları çıkarımlarından bazı örnekler sunmak istiyoruz:
Ebu Zehv
Şeyh Muhammed Ebu Zehv–Ezher–i şerif ulemasındandır. Şu anda Usul–u Fıkıh fakültesinin profesörüdür [1] – “Şiilik, İslam düşmanlarının arkasına gizlendikleri bir perdedir” başlığı altında şunları söylüyor:
“Benim kesin kanaatim şu dur ki: Şiilik, fars, Yahudi, Rum ve benzeri birçok milletten İslam düşmanlarının dine karşı komplo kurmak ve bu İslam devletinin düzenini devirmek amacıyla arkasına gizlendikleri bir perdedir…”
Devamla şunları söylüyor: İslam düşmanları içeri sızabilecekleri zayıf kapılar aramaya başladılar. Sonunda amaçları açısından en uygun ve en etkili kapının hile ve aldatma olduğuna karar verdiler. İçlerinden bir grup Müslümanlığını ilan etti. Bunlar, Ehl–i Beyt sevgisi ve Hz. Ali’ye haksızlık edenlere buğzetmekle temayüz etmiş Şia mezhebine girdiler. Sonra onları fitne ve helaka sürükleyici davranışların içine girdiler. Nitekim Şianın içinde yaydıkları ve büyük kısmı dinin temelini yıkmaya, İslamın öğretilerinden ve hükümlerinden sıyrılmaya dönük bozuk inançlarla onların birçoğunu sahih dinden uzaklaştırdılar. Tarihçilerin belirttiğine göre bu fitnenin temelini Yahudi bir adam olan Abdullah . Sebe atmıştır. Bu adam Ali sevgisinde aşırı gitmiş ve sonunda Allah’ın ona hulul ettiğini iddia etmiş. Sonra da halkı Osman’a karşı ayaklanmaya çağırmıştır…”
Kardeşimiz Şeyh Muhammed Ebu Zehv böyle diyor ve kesin kabullermiş gibi tereddütsüz sıralıyor iddialarını. Öğrencilerine anlatıyor. Böylece nesillerden beri devam edip gelen ve Yahudilerin Müslümanlara karşı zafer kazandıkları fikrini inceden inceye işleyen mesajı bir kez daha iletiyor. Şunu demek istediğinin farkında değildir: bir tek Yahudi hilesi ve kurnazlığıyla Muhammed’in (s.a.a) ashabını parmağında oynatmış, onları sinsice planlarını uygulayan araçlar haline getirmiş, çağrısıyla onların kafasını karıştırıp fitneye düşürmüş. Onlar da düşünmeden onun çağrısını kabul etmişler ve emirlerini yerine getirmişler. Başka hiçbir etken yok ortada. Sadece bir tane yahudinin propagandası. Davetine icabet etmişler, iradesine uymuşlar. Haşa! Onlar bu aşağılık duruma, bu onur kırıcı düzeye düşmekten yücedirler. Ama Şeyh–Allah selamet versin–ikna olmuş gibi, hem de böyle düşünmesini gerektirecek ciddi bir kanıt yok iken. Ne diyelim, Allah bize ve ona hidayet versin.
Muhammed Ebu Zehra
Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi İslam Şeriatı Profesörü Şeyh Muhammed Ebu Zehra–Osman zamanındaki fitnelerin ortaya çıkmasına yol açan sebepleri saydıktan sonra–şöyle diyor [2] : Osman’ın yakın akrabalarından valiler tayin etmesinin neticesinde akrabalarını kayırma suçlamasına yönelik etkenler harekete geçti. Bu valilerin bazısının İslami bir geçmişleri yoktu. Abdullah b. Sa’d b. Ebu Serah gibi bazıları da irtidat ettikleri için peygamber (s.a.a) tarafından haklarında ölüm emri çıkarılmıştı. Osman, Amr b. As’tan sonra onu vali yaptı. Öbürü de–İbn As– bundan dolayı insanları Osman’a karşı kışkırtmaya başladı. Şöyle diyordu: Allah’a yemin ederim ki karşıma bir çoban çıksa, onu da Osman’a karşı kışkırtırdım.” Abdullah’ı vali tayin etmekle birlikte hakkında kötü sözler yayılmaya başladı. Çünkü insanlar onun hakkında ileri geri konuşuyorlardı. Bunun sebebi, onun önce inanan, sonra inkar eden ve Peygamberi (s.a.a) yalanlayan bir adam olmasıydı…
Devamla şöyle diyor: “Bunun sebeplerinden biri, belki de en büyüğü İslama kin duyan grupların varlığıydı. Bunlar, İslamın gölgesinde yaşıyorlardı, ama Müslümanlara her türlü tuzağı kurmaktan da kaçınmazlardı. İslam elbisesini geçirmişlerdi üzerlerine. Zahiren İslama girmişlerdi. Ama içleri itibariyle kafirdiler. Bu fırsat çıkınca karşılarına Zinnureyn (Osman) hakkında kötü şeyler söylemeye, Ali b. Ebutalib’in iyiliklerini sayıp dökmeye başladılar. İslam memleketinde intikam duygusunu kaşıdıkça kaşıdılar. Bazı valilerin uygulamalarını propagandalarına malzeme yaptılar. Hiç kuşkusuz bu kumpasın baş tağutu Abdullah b. Sebe’ydi. İbn Cerir et–Taberi onun hakkında şunları söylüyor:
“Abdullah b. Sebe, San’a’lı bir yahudiydi. Annesi siyahtı. Osman zamanında Müslüman oldu. Sonra halkı saptırıp yoldan çıkarmak maksadıyla İslam memleketlerinde dolaşmaya başladı. Önce Hicaz bölgesini gezdi. Sonra Basra’ya oradan da Şam’a gitti. Şam halkından hiç kimseyi etkileyemedi. Sonunda onu Şam’dan kovdular. Oradan Mısır’a gitti. İnsanlara anlattığı hususlardan biri şuydu: İsa’nın bir gün döneceğini iddia edip de Muhammed’in dönmeyeceğini söyleyenlere hayret ediyorum. Halbuki Allah şöyle buyurmuştur: “Kur'an'ı sana farz kılan Allah, elbette seni (yine) dönülecek yere döndürecektir.” (Kasas, 85) Ayrıca Muhammed, İsa’dan daha çok dönmeye layıktır…
Sonra insanlara şunları söyledi: Bu güne kadar bin peygamber gelmiştir. Her peygamberin bir vasisi vardır. Muhammed’in (s.a.a) vasisi de Ali’dir. Buna şu sözleri de eklemiştir: Muhammed peygamberlerin sonuncusu, Ali de vasilerin sonuncusudur.
Ardından şunları anlattı: Osman halifeliği haksız yere almıştır. Resulullah’ın (s.a.a) vasisi dururken o halife olamaz. Bu iş için uyanın, harekete geçin. Emirlerinizi bu noktada eleştirin. Marufu emretme ve münkeri nehyetme görüntüsüyle hareket edin ki insanların size meyletmesini sağlayasınız… Sonra davetçilerini her tarafa yaydı. Şehirlerde fesat çıkaran kimselerdi bunlar. Onunla yazışıyorlardı. Gizlice insanları görüşlerini benimsemeye çağırdılar. Marufu emretme ve münkeri nehyetme görüntüsü altında hareket ediyorlardı. Memleketin her bir yanına yazılar gönderiyorlardı. Yazılarında valilerin ayıplarını işliyorlardı. Kendileriyle aynı görüşü paylaşanlarla bu minval üzere yazışıyorlardı. Geniş bir propaganda alanı bulmuşlardı. Açıktan söylediklerinden farklı bir şey istiyorlardı. İzhar ettiklerinden farklı bir niyet gizliyorlardı içlerinde.
Tarihçilerin şeyhi “Taberi”nin Müslümanları ifsat etmek için komplo kuran bu adamların tavırlarını nasıl açıkladığını görüyoruz. Bunlar, Osman’ın bazı valilerinin olumsuz davranışlarını gerekçe göstererek sapık fikirleri ve ayrılıkçı düşünceleri yayıyorlarmış.
Yazar devamla şunları söylüyor: Şiiler ve onlarla birlikte bazıları köklerinin peygamberin (s.a.a) vefat vaktine kadar dayandığını ileri sürseler de Şia mezhebi bu fitnelerin gölgesinde doğup gelişti. [3]
Ahmed Emin
Ahmed Emin ise, İbn Sebe’nin fikirleri ve öğretileriyle peygamberin (s.a.a) sahabesi Ebu Zer’i etkilediğini söylüyor ve ekliyor:
Ebu Zer el–Gifari’nin görüşleri ile Mazdek’in görüşleri arasında sadece mali açıdan benzerlik olduğunu görüyoruz. Taberi şunları söylüyor: Ebu Zer Şam’da ikamet etti ve bir süre sonra şöyle demeye başladı: Ey zenginler topluluğu! Fakirlerin ihtiyaçlarını giderin. “Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! Bunlar cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacaktır.” (Tevbe, 34–35) Çok geçmeden fakirler zenginlere karşı öfkeyle doldular. Zenginlere sataşır oldular. Sonunda zenginler insanlardan duydukları bu tür sözlerden şikayetçi oldular.” Sonra Muaviye onu Medine’ye Osman b. Affan’ın yanına gönderdi ki Şam’da fesat çıkarmasın. Osman ona sordu: Şamlılar niçin senin sivri dilinden şikayet ediyorlar? Dedi ki: Zenginlerin malı biriktirmemeleri gerekir…
Burada Ahmed Emin şu değerlendirmeyi yapıyor: Burada Ebu Zer’in görüşünün Mazdek’in ekonomiyle ilgili görüşlerine çok yakın olduğunu görüyoruz. Ama Ebu Zer bu görüşleri kimden öğrendi?
Ahmed Emin bu soruyu ortaya attıktan ve bu düşüncenin değerli sahabe Ebu Zer el–Gıfari (r.a) tarafından benimsenmiş olduğu kanaatini dile getirdikten sonra bunun cevabını aramaya başlıyor ve şunları söylüyor:
Bunun cevabını da Taberi bize veriyor ve diyor ki: “Kara kadının oğlu (ibn sevda/İbn Sebe) Ebu Zer’le karşılaştı ve ona bu fikirleri aşıladı. Adı geçen bu kara kadının oğlu Ebu Derda ve Ubade b. Samit’e de gitmişti, ama onlar onu dinlememişlerdi. Hatta Ubade onu tutup Muaviye’ye götürmüş ve “Allah’a yemin ederim ki Ebu Zer’i sana musallat eden adam budur.”demişti. [4]
Bundan sonra sözlerini şöyle sürdürüyor: Biz biliyoruz ki kara kadının oğlu (İbn Sevda) Abdullah b. Sebe için kullanılan bir lakaptır. San’a’lı bir yahudiydi. Osman zamanında Müslüman olduğunu söyledi. Müslümanların dinini bozmaya çalıştı. Memleketin her tarafına yıkıcı, zararlı birçok akideler yaydı. Bunları ileride açıklayacağız. İslam coğrafyasının birçok memleketini dolaştı. Hicaz, Basra, Kufe, Şam ve Mısır’a gitti. Bu fikirleri Irak veya Yemen Mazdeklerinden öğrenmesi yakın bir ihtimaldir. Ebu Zer de iyi niyetinden bu fikirleri benimsedi ve nefsinin eğilimli olduğu zühd boyasıyla boyayarak dile getirmeye başladı. Ebu Zer en muttaki insanlardan biriydi. Dünyaya meyletmez, ondan uzaklaşırdı. Sevilen bir tip olduğu için de sufiler üzerinde etkili olmuştur. [5]
El–Hatib
Bu noktada Muhibbuddin adıyla tanınan el–Hatib’in yazdıklarını aktarmadan geçemeyeceğiz. Ki okuyucu bir yalana dayanmanın, efsaneleri gerçekmiş gibi benimsemenin ve bunu kanıt diye ortaya koymanın sonunun nereye vardığını görsün. Öyle ki bu yalan ve efsane gerekçe gösterilerek sahabe–i kiramdan birçok zatın makamına dil uzatılmış, hiçbir haklı gerekçe olmaksızın acımasız eleştiriler yöneltilmiştir. Kuşkusuz bu, hakka muhalif hareket etme ve heva ve hevesten kaynaklanan arzulara göre davranma bağlamında tam bir küstahlıktır.
Bu adam bu efsaneyi önce kendi arzusuna uygun bir kalıba sokuyor, tam da hevasının öngördüğü biçimde kurguluyor–el hak, birçok alanda yaratıcılığını göstermiş biridir–hem de hiçbir delile dayanmadan, bir kaynak göstermeden…
İbn Sebe’yi anlattıktan sonra diyor ki: Bu şeytan Abdullah b. Sebe adlı San’a’lı bir yahudidir. Kara kadının oğlu (İbn Sevda) diye çağrılırdı. Fikirlerini son derece iğrenç bir yöntemle, aşamalı olarak ve dahice yaydı. Çeşitli farklı toplumsal katmanlara mensup insanlar çağrısına icabet ettiler.
Devamla şunları söylüyor: kabile liderlerinin çocuklarını, şehirlerin ileri gelenlerini, özellikle babaları cihad ve fetih hareketine katılan kimseleri kendine bağlamak için yoğun bir çaba sarf etti. Bazı Salih, ama saf kimseler ve aşırı eğilimleri oldukları için toplumdan dışlanan aykırı tipler çağrısına uydu. Fustat’ta onun fikirlerini benimseyenler şunlardır: el–Gafiki b. Harb el–Akki, Abdurrahman b. Adis el–Belvi et–Tecibi eş–Şair, Kinane b. Bişr, Sevdan b. Hamran, Abdullah b. Zeyd b. Verka Amr b. Hamak el–Huzzai, Urve b. En–Nabiğ el–Leysi, Kuteyre es–Sekuni…
İbn Sebe’nin Kufe’de yoldan çıkardığı kimseler de şunlardır: Ömer b. Esem, Zeyd b. Savhan el–Abdi, el–Eşter Malik en–Nahai, Ziyad b. en–Nazar el–Harisi, Abdullah b. Esem.
Basra’da onun fikirlerini benimseyenler şunlardır: Harkus b. Züheyr es–Sa’di, Hekim b. Cebele el–Abdi, Zerih b. Ubad el–Abdi, Bişr b. Şureyh, el–Hatem Dabia el–Kaysi, İbn el–Muharriş b. Abd…
Medineliler arasında sadece üç kişi bu fikirleri benimsedi: Muhammed b. Ebubekir, Muhammed b. Ebu Huzeyfe ve Ammar b. Yasir…
İbn Sebe’nin dehasına ve kurnazlığına bakın. Fustatlıları Ali’ye uymaya, Kufelileri Talha’ya uymaya, Bsaralıları da Zübeyr’e uymaya çağırıyor… Sonra adı geçen yazar mektupların da İbn Sebe tarafından değiştirilip çarpıtıldığını yazıyor…
Bununla yetinmiyor el–Hatib ve Medinelileri kınıyor, daha doğrusu sahabeleri eleştiriyor ve diyor ki: Bu, onların uyanmasına sebep olmalıydı. Ali de uyanmalıydı. Bilmeliydiler ki Müslümanlar arasında fesadı kışkırtan, karışık ortamı fırsat bilerek içlerindeki kötülüğü ve şerri yaymaya çalışan kimseler var. Bu, onların uyanmaları için yeterliydi. Çünkü Osman’ın mektubunu değiştiren bu sinsi eldi. Bunun delili de mektubu taşıyan kişinin bilerek onlar tarafından fark edilecek şekilde, ama gizleniyormuş gibi yaparak yürüyor olmasıydı. Böylece kendisinden kuşkulanmalarını sağlamak istiyordu. Ne yazık ki o günden bu güne Müslümanlar iyi yürekliliklerinin kurbanları olmaya devam ediyorlar…” [6]
Böylece bu efsane birçok çağdaş yazarın ve daha birçok araştırmacının beyninde yer edinmiştir. Başkalarının bu konuda yazdıklarını da aktarmak istemiyoruz. Çünkü buraya kadar aktardıklarımız mevzunun anlaşılması ve oluşturduğu tehlikenin boyutlarının kavranması açısından yeterlidir.
Buraya kadar anlatılanlardan anlaşılıyor ki–senin de gördüğün ve başka kitaplardan da gözlemlemen mümkün olduğu gibi– anlatılan hikaye şudur: Ebu Zer’i, mali uygulamalarından dolayı Muaviye’ye karşı kışkırtan İbn Sebe’dir. Ebu Zer’in savunduğu bu fikirler İslamın ruhundan ve öğretilerinden kaynaklanmıyorlar. Bunlar Mazdek’in fikirleridir. Ebu Zer’in görüşünü desteklemek için gösterdiği ayetler, İslamın değil de İbn Sebe’nin öğretilerindenmişler gibi!
El–Hatib’in sözünü ettiği sahabeden ve tabiinden birazdan hayat hikayesini vereceğimiz Ammar b. Yasir, Abdullah b. Zeyd, Amr b. Hamak el–Huzzai, Hekim b. Cebele el–Abdi, Zeyd b. Savhan gibi bu adamlar –el–Hatib’in deyişiyle iyi niyetli, saf veya aşırı kimseler, aykırı tiplerdirler ya–İbn Sebe’nin davetinin başını çekmeye başlamışlar.
Ümmetin seçkin şahsiyetlerine ve büyüklerine yönelik bundan daha büyük bir iftira olabilir mi?
Bilemiyoruz bu hükmün, bu gibi sözlerin delili nedir? Birazdan göreceğimiz gibi Taberi’den başka bir kaynakta da yer almıyor.
Özellikle bu yazar–yani el–Hatib– Taberi’nin sözlerini birazdan değineceğimiz şartlara uyması dışında güvenilir bulmayan biridir. Ama İbn Sebe meselesi tam da onun arzusuna uygundur. Bu yüzden karanlıkta odun toplayan kimse gibi üzerine atlamıştır.
Nereden Nereye?
İbn Sebe meselesi, müsteşriklerden ve başkalarından oluşan bazı yazarların içlerindeki arzuya uygun düşmüştür. Buna bu yüzden özel bir itina gösterirler. Her açıdan ele alıp açıklarlar. Yaldızlı, ilgi çekici, dikkat uyandıran kelimelerle kalemlerini oynatırlar. Her fırsatta vurgulama gereğini duyar, doğruluğundan şüphe etmeyen, gerçekleştiğinden emin bir edayla tekrarlayıp durular. Sanki kuşku götürmez bir gerçekmiş gibi. Altında yatan tehlikenin farkına varmadan tartışılmaz bir hakikat gibi dillerinden düşürmezler.
Ne yazık ki bu adamlar bu meselenin kaynağından haberdar değildirler, ya da öyle görünüyorlar. Nereden başladığını ve nereye kadar vardığını, hangi büyük etkilere yol açtığını, kötü sonuçlarını ve vahim akıbetlerini görmezden geliyorlar.
İbn Sebe için–daha önce de değindik– diyorlar ki: Müslümanlar arasında ihtilaf çıkaran odur. Mensuplarının sayısı yüz milyondan fazla olan bir mezhebin [7] kurucusudur. O, diğer İslam beldelerinde amacına ulaşamayınca Mısır’a gidip amacını orada gerçekleştiren bir kahramandır. Kitleleri etrafında toplamış, müslümanların başkentine, yani halife Osman’ın bulunduğu Medine’ye sevk etmiş, böylece rejimi devirmiştir. Şeyh Ebu Zehv ve Ebu Zehra’nın dediğine kalırsa amacını da gerçekleştirmişti.
Dediklerini kalırsa, Resulullah’ın (s.a.a) sadık olduğuna tanıklık ettiği değerli sahabi Ebu Zer’in aklını çelen, Muaviye’nin üzerine salan ve müslümanların mallarını zimmetine geçirip istediği gibi harcamasına isyan bayrağını açmasını sağlayan oymuş!
Evet, aynen böyle diyorlar. Güya İbn Sebe, Ebu Zer’e her şeyi mubah gören Mecusi Mazdek düşüncesini telkin etmiştir!
Böylesi aptalca düşüncelerden Allah’a sığınırız.
Bakın İbn Sebe daha neler yapmış? Bir kere birçok büyük sahabenin hareketinin üyeleri ve fikirlerinin davetçileri olmalarını sağlamış! Artık bu hikayeyi saran akıl almaz abartıları varın siz tasavvur edin. Gün geçtikçe abartılar çoğalmıştır. Sağlıklı bir araştırmaya ve incelemeye tabi tutulmadıkça, ilmin hakkını vermeyen kalemler bu meydanda at koşturdukça da daha nerelere varacak Allah bilir!
Her düşünen insanın bu hikayenin kaynağını sorması gerekir. Tarihçilerin beslendikleri kaynak hangisidir? Müsteşriklerden ve başkalarından oluşan yazarları hangi kaynak beslemektedir?
Bu haber güvenilecek kadar değişik kanallardan gelip tevatür niteliğini kazanmış mıdır? Tarih gibi, değişik kanallardan bile gelse birçok karışıklığa, aklın kabul edemeyeceği hurafelere açık bir alanda çok dikkatli olmayı gerektiren bir mevzuda bu haber güvenilirlik niteliğine sahip midir?
Bazıları, birçok tarih ve edebiyat kitabında yer almasından dolayı kazandığı şöhret ve yaygınlığa bakarak sağlam bir kaynağa dayandığını sanabilir. Ama bunların hiçbiri mevcut değildir. İleride açıklayacağımız gibi güvenilecek bir kaynaktan tamamen yoksundur bu haber.
Hikayenin kaynağını bir an için bir kenara bırakalım. Senedini, rivayet zincirinde yer alan ricali görmezlikten gelelim. Her şeyden önce akıl, böyle bir hikayenin gerçek dışı ve itibar edilemez olduğuna hükmeder. Çünkü akla aykırı, gerçekten uzak ve realiteyle ilgisi yoktur.
Bu yüzden araştırmacı bir edebiyatçının veya objektif bir tarihçinin yahut aydın bir profesörün bu hikaye karşısında hakkın ve ilmi sorumluluğun gereği olarak araştırmacı ve sorgulayıcı bir tutum içinde olması yakışık alırdı. Çünkü meselenin büyük önemi var. Bir kere Müslümanları küçük düşürmekte, fikri düzeylerini aşağılamakta, tanımadıkları bir adama itaat edecek kadar aptal olduklarını, sürü gibi yalan ve dolanlarının peşinden gidecek derekeye indirmektedir.
Hikaye büyük sahabeleri aşağılayıcı bir mahiyettedir. İslam’ın ileri gelenlerini küçük düşürücü bir üsluba sahiptir. Onları–bazı yazarların ifadesiyle– iyi niyetli saflıkla nitelendirmektedir. Uzaktan gelen, şirk ve ilhat fikirlerini yayan bir adamın sözlerine kanacak kadar ebleh olan tipler olarak resmetmektedir. Bu bir.
İkincisi, bu adamın fikirleri sadece Mısır’da başarılı oluyor. Çünkü Mısırlılar süratle bu düşüncelere kanıyorlar, çok kısa bir sürede ona meylediyorlar. Bu meçhul davetçiye, bu yabancı lidere uyuyorlar! Bu adam nasıl bu kadar açık olabiliyor? Çekinmeden, korkmadan onları şirk ve ilhat fikirlerine çağırıyor ve onlar da hemen çağrısına uyuyorlar, mevcut sultanı devirmeye ilişkin fikirlerini kabul ediyorlar, isyan teşviklerine atlıyorlar! Sebepsiz ve gerekçesiz olarak, öncesinde herhangi bir hazırlık olmaksızın! Nasıl olabiliyor?
Nerede görüş sahipleri, nerede tecrübeliler, fikir adamları? Hepsi de saf aptallar[8] mıydı? Akledecek bir kişi yok muydu aralarında?
İslam ümmetinin bir parçası, ağırlıklı düşünceleri, etkili fikirleri, deneyim ve bilgi sahibi sahabelerin yaşadığı Mısır’ın bu kadar kısa sürede bu adamın sapık fikirlerine koşması akılla mantıkla bağdaşmıyor.
Biz burada sözü Taha Hüseyin’e bırakalım. Onun İbn Sebe efsanesi ve gerçeğe aykırı muhtevası ile ilgili sözlerini–özetle– dinleyelim.
Doktor “el–Fitnetu’l Kubra (Büyük fitne): Osman” adlı kitabının 14. bölümünde şunları söylüyor:
“Bir hikaye var. Son kuşak raviler alabildiğine abartmışlar, aşırı bir önem atfetmişler. Hatta bir çok ilk kuşak tarihçiler de Osman’la ilgili ihtilafların kaynağı haline getirmişler bu hikayeyi. Bu ihtilaf Müslümanlar arasında tefrikayı da doğurunca etkileri de silinmemiştir doğal olarak. İbn Sevda (kara kadının oğlu) olarak bilinen Abdullah b. Sebe hikayesinden söz ediyoruz.
Raviler diyorlar ki: Abdullah b Sebe San’a’lı bir yahudiydi. Annesi Habeşistanlıydı. Osman zamanında Müslüman oldu. Sonra halifeye karşı komplo kurmak, insanları ona karşı kışkırtmak amacıyla İslam dünyasını dolaşmaya başladı. Halkı ona isyan etmeye teşvik ediyor, insanlar arasında yeni fikirler yayıyor, dini ve siyasi düşüncelerini ifsat ediyordu.
Birçok insan İslam aleminde, Osman zamanında baş gösteren karışıklıkları İbn–i Sevda’ya mal ediyor. Bazıları onun çok sağlam bir plan hazırladığından, İslam aleminin çeşitli bölgelerinde örgütlenmeye gittiğinden, gizli yapılanmalar oluşturduğundan, yer altında sinsi planlar yürüttüğünden ve böylece fitnenin alt yapısını hazırladığından söz ediyorlar. Nitekim şartlar olgunlaşınca da halifeye karşı saldırı başlatmış ve derken olanlar olmuş, isyan patlak vermiş, halifenin evi kuşatılmış ve en sonunda imam öldürülmüş.
Bana öyle geliyor ki İbn Sebe meselesinin bu kadar büyütenler hem kendilerine, hem de tarihe haksızlık ediyorlar. En başta şunu belirtelim, Osman’a karşı başlatılan hareketten söz eden önemli kaynaklarda İbn Sebe ile ilgili herhangi bir kayda rastlamıyoruz. Osman’ın hilafeti zamanında olup bitenlerden, insanların ona isyan etmelerinden bahsederken İbn Sa’d ondan hiç söz etmiyor. Bana göre bu hikayeyi en ayrıntılı biçimde anlatan en önemli eserlerden biri olan Belazuri’nin “ensabu’l eşraf” adlı eserinde onun adı geçmiyor. Sadece Taberi, Seyf b. Ömer’den rivayet ediyor. Görüldüğü kadarıyla sonraki tarihçiler de ondan alıp yayıyorlar.
Bilmiyorum, İbn Sebe, Osman zamanında önemli bir kişi miydi, değil miydi? Kesin olmamakla beraber, bana göre bir önemi varsa bile bu kadar abartılacak kadar değildir. Osman zamanında yaşayan Müslümanlar, yine Osman zamanında Müslüman olmuş ehli kitaptan birinin direktifleriyle hareket edecek, onun telkinlerine akıllarını ve görüşlerini teslim edecek değillerdi.
Bu İbn–i Sebe ile ilgili olarak anlatılan en garip hikaye ise, Muaviye’yi eleştirmesi için Ebu Zer’e telkinde bulunanın o olduğuna ilişkin olanıdır. Güya, o dönemde insanlar “mal Allah’ındır” diyorlarmış da İbn Sebe ona doğrusunun “mal Müslümanlarındır” demek olduğunu öğretmiş. Bu telkinle kalmamış, Ebu Zer’in emirlere ve zenginlere yönelttiği tüm eleştiriler onun telkiniyle oluyormuş!
İbn Sebe’nin Ebu Zer’le münasebet kurup ona bazı görüşlerini telkin ettiğini ileri sürenler hem kendilerine, hem Ebu Zer’e haksızlık ediyorlar. Ayrıca İbn Sebe’yi de inanılmayacak bir dereceye yükseltiyorlar.
Raviler diyorlar ki: Ebu Zer, Şam’dan Medine’ye döndükten sonra bir gün Osman’a şöyle dedi:
“Malının zekatını veren bir kimsenin bununla kalması yetmez. Onun ayrıca dilenenlere vermesi, açları doyurması, Allah yolunda infakta bulunması gerekir.” Bu sırada Ka’bu’l Ahbar da oradaydı ve bu sözleri duyuyordu. Dedi ki: Farz olan yükümlülüğü yerine getiren birinin başka bir şey vermesi gerekmez. Ebu Zer bu söze kızdı ve Ka’b’a şöyle dedi: Ey Yahudi kadının oğlu! Bu konuda konuşmak sana düşmez! Sen mi dinimizi bize öğreteceksin? Sonra elindeki bastonla ona vurdu… Görüldüğü üzere Ebu Zer, Ka’b’ın dinini kendisine öğretmeye kalkışmasına karşı çıkıyor. Hatta görüş belirtmek suretiyle müslümanların işlerine burnunu sokmasını içine sindiremiyor. Kaldı ki Ka’b müslümandı. İbn Sebe’den çok daha önce Müslüman olmuştu ve Medine’de Müslüman olmadan önce Müslümanlara komşuydu.
En fazla şunu söyleyebiliriz: Eğer İbn Sebe ile ilgili bütün anlatılanlar doğru ise, bu dediklerini ve yaptığı çağrıları ancak fitnenin kopmasından ve ihtilafın büyümesinden sonra gerçekleştirmiştir. Yani çıkan fitneden istifade etmiştir, fitneyi o çıkarmamıştır. Yine şunu söyleyebiliriz: Emevi ve Abbasi döneminde Şia düşmanları İbn Sebe olayını abartmışlar ki Osman’a ve valilerine nispet edilen bazı olumsuz tavırlar hakkında kuşkular uyansın. Bir yandan da Ali’ye ve Şiasına karaçalınmış olsun. Böylece Şianın bazı düşüncelerinin Müslümanlara karşı komplolar kuran bir yahudiden kaynaklandığı fikri yerleşsin…
Devamla şunları söylüyor:
Bütün bunlar akılla bağdaşmayan şeylerdir. Eleştirel olarak bile yaklaşılsa ispatı mümkün değildir. Tarih düşüncesi böylesi hikayelere dayandırılarak inşa edilemez.
Bundan sonra Doktor, Osman’a karşı gerçekleşen ayaklanmanın sebeplerini açıklıyor ki biz bunları burada aktarmaya gerek duymadık. [9]
Medine–i Münevvere
Biz Müslümanların başkenti Medine’ye dönelim. İslamın mesajının yüceltilmesi için savaşların tozu dumanına karışmış muhacir ve ensarın, başta da İmam Ali b. Ebutalib’in yaşadığı Medine.
Bunların teslim oldukları, Mısır’dan Medine’ye kadar bunca yol kat edip gelen, şehri işgal edip rejimi deviren, halifeyi öldüren İbn Sebe’nin komutasındaki orduya karşı koymadıkları, Müslümanların bu durumdan kurtulmak ve bu felaketi savmak için hiçbir şey yapmadıkları nasıl söylenebilir?
Ama gerçek bundan tamamen farklıdır. Çünkü ordu sadece Mısır’dan gelmemişti. Ordunun komutanı da İbn Sebe değildi. Esasen İbn Sebe diye biri de yoktu. Bilakis isyan Medine kaynaklıydı. Çünkü Emevilerin kötü uygulamalarından, özellikle Mervan’ın davranışlarında dolayı genel bir kötümserlik, huzursuzluk hakim olmuştu İslam aleminin her tarafına. Bu da birçok tarihçinin de vurguladığı gibi sahabeler arasında mevcut durumu ıslah etmeye dair fikrin kabul görmesine neden olmuştu.
Burada sözü üstad Ahmed Emin’e bırakalım. “Yevmu’l İslam” (İslam’ın Günü) adlı bir diğer eserinde şunları söylüyor: “Osman, halifeliğinin ilk altı senesinde adil ve merhametli bir yönetim sergiledi. Fakat son altı senesinde artık yaşı iyice ilerlemişti. Emevilerden oluşan akrabalarının etkisine girmişti. Devlet işlerinin kontrolünü Emevilerin reisi Mervan b. Hakem el–Umeviye bırakmıştı. Bu da birçok sahabeyi kızdırdı. Özellikle Ali, Zübeyir ve Talha gibi sahabeler buna şiddetle karşı çıktılar. İlk etapta hilafeti bu tahakkümden kurtarmak istediler. Bu amaçla Osman’dan halifelikten çekilmesini istediler. Fakat Osman kabul etmedi. Aradan çok zaman geçmeden Osman Medine’de etrafında birkaç yakın dostuyla yapayalnız kaldı. Ona karşı en büyük mücadeleyi veren, insanları ona karşı mücadeleye çağıran şahsiyetlerin başında Aişe bint Ebubekir geliyordu. Osman’ın bütün hasımları ülkenin her tarafını ona karşı ayaklandırmayı başardılar. Medineliler evinin etrafında toplandılar. Evin etrafından ayrılmayı reddettiler. Mısırlılar da ayaklandılar. Çünkü Osman adına yazılmış ve geri döndüklerinde bütün ileri gelenlerinin öldürülmesini isteyen bir mektubun vali Abdullah b. Ebu Sarah’a geldiğini öğrenmişlerdi…” [10]
Devamla şunları söylüyor: İnsanları Osman’a karşı öfkelendiren en büyük olaylar şunlardır: Abdullah b. Halid b. Useyd el–Umevi ondan akrabalık namına yardım istedi. O da ona dört yüz bin dirhem verdi. Resulullah’ın (s.a.a) sürgün ettiği Hakem b. Ebu’l As’ı geri getirdi ve ona yüz bin dirhem verdi. Resulullah (s.a.a) Medine çarşısını Müslümanlara tasadduk etmişti. Osman burayı Haris b. Hakem’in mülkiyetine verdi. Mervan da Fedek’i mülkiyetine geçirdi. Oysa bu araziyi Fatıma, babasının vefatından sonra hem babasından kalan miras olarak, hem de babası tarafından kendisine bağışlanmış bir yer olarak talep etmişti. Ama bu arazi Fatıma’dan alınmıştı. Osman Medine çevresindeki meraları emevilerin dışındaki bütün müslümanların sürülerine yasakladı. Abdullah b. Ebu Sarah’ın Afrika’nın batısını fethederken elde ettiği bütün ganimetleri ona bağışladı. Bu ise Trablus’tan Tanca’ya kadar olan büyük bir bölgeyi kapsıyordu. Başka hiçbir müslümana bundan bir pay ayırmadı.
Ebu Süfyan’a beytülmalden iki yüz bin dirhem verdi. Aynı gün Mervan b. Hakem’e yüz bin dirhem verdi. Mervan, Osman’ın kızı Ümmü Eban’ın kocasıydı. Beytülmal’ın yöneticisi Zeyd b. Erkam hazinenin anahtarlarını getirip Osman’ın önüne koydu ve ağladı.
Osman: Akrabalık bağlarımı gözettiğim için mi ağlıyorsun? dedi. Zeyd şöyle dedi: Hayır, Resulullah (s.a.a) zamanında Allah yolunda yaptığın harcamaların karşılığını aldığını zannediyorum da o yüzden ağlıyorum. Allah’a yemin ederim ki Mervan’a yüz dirhem verseydin, yine de fazla vermiş olurdun. Bunun üzerine Osman: Bırak anahtarları! Senden başkasını buluruz, dedi.
Ebu Musa el–Eş’ari Irak’tan büyük miktarda para getirdi ona. O da bu paranın hepsini Ümeyye oğulları arasında taksim etti.
Haris b. Hakem’i evlendirdi ve ona Beytülmalden yüz bin dirhem verdi. Şam’da Muaviye’ye altın ve gümüş biriktirdiği için karşı çıkan Ebu Zer’i Rebeze adlı köye sürgün etti.
Abdullah b. Mesud’u kaburgalarını kırıncaya kadar dövdü. Ömer’in hadleri ikame etmek, haksızlıkları ortadan kaldırmak, fitnecilere fırsat vermemek ve halkın yönetimini gözetmek şeklindeki yönetim tarzından saptı…” [11]
Neyse... Ayaklanma Medine’den başladı. Sahabelerin büyük bir kısmı, bu fırsatı menfaatleri için kullanan Emevilerin bozdukları hususları yeniden ıslah etmek maksadıyla yoğun bir muhalefet sürdürüyorlardı. Sahabeler ülkenin dört bir yanına şu mektubu göndermişlerdir: “Cihad etmek istiyorsanız, çabuk davranın. Çünkü halifeniz Muhammed’in dinini ifsat etti.” [12]
Kaynak
Bu hikayenin kaynağını gözler önüne sermek ve yazarların bilgilerini edindikleri bu membaı irdelemek zorunda hissediyoruz kendimizi. Çünkü bazı yazarların bu hikayenin sıhhatinden kuşku duyma eğiliminde olduklarını, bununla beraber bunu açıkça ifade edemediklerini de görüyoruz. Çünkü güvenilir tarihçilerden ve değişik rivayet kaynaklarından tevatür düzeyinde bir sağlamlıkla aktarıldığını sanıyorlar. Bu yüzden de hikayeyi tümden bir kenara atmak yerine, içerdiğini düşündükleri abartılı unsurları reddetme eğilimini sergiliyorlar.
Hatta bazıları, rivayet ettiği hadisler Tirmizi’de [13] yer alan bir ravi tarafından aktarıldığı için bu hikayenin kesin olarak sahih olduğunu söylemişlerdir. Bu ve önceki etkenlerden dolayı birçok yazar için mesele karmaşık bir hal almıştır.
Örneğin Dr. Ziyauddin er–Reys şunları söylüyor: Bazı müellifler bu adamın–İbn Sebe– gerçekte var olup olmadığında kuşku duyma eğilimindedirler. Oysa ona ilişkin rivayetlerin çokluğu, güvenilir tarihçilerin aktardıkları tevatür düzeyindeki haberler böyle bir adamın var olduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır. Bununla beraber birçok abartılara da konu olmuştur. O kadar ki Osman zamanında meydana gelen bütün hadiseler ona nispet edilmiş, sorumluluk tamamıyla ona yüklenmiştir…” [14]
Görüldüğü gibi meseleyi karıştıranlardan biri de Dr. Er–Reys’tir. İbn Sebe olayının değişik kanallardan aktarıldığını sanıyor. Çünkü değişik kitaplarda zikredildiğini görmüştür. Bununla beraber bu adamla ilgili olarak aktarılan hikayeleri sahih bulmuyor. Dolayısıyla abartılardan arınmış şahsiyetinin varlığına kanaat getiriyor. Bunu söylerken tek dayanağı değişik rivayetler ve güvenilir tarihçilerin aktardığı tevatür düzeyine ulaşmış İbn Sebe haberleridir.
Burada Dr. Er–Reys’in hakikati kavradığını, tarihte Abdullah b. Sebe adlı bir kişinin varlığından şüphe duyma eğiliminde olduğunu algılıyoruz. Bunanla beraber eski üslupların ve kuralların etkisinden kurtulacak gücü kendisinde bulamamıştır. Çünkü bu üslup ve kaideler rivayetlere ve irtibatlı oldukları hadislere göre amel etmenin tabiatından kaynaklanmaktadır. Bu anlayışa göre sika düzeyindeki ravilerin kesin olarak aktardıkları bir şey, hadiseler, fikirler veya şahıslarla ilgili de olsa bütün insanların buna kesin vakıa gözüyle bakmaları gerekir. Ama bize göre bu bağlamda bizim ilmi görev ve sorumluluğumuz, ilmi araştırma objektiflerini meseleye yöneltmemizi, cehalet karanlığının gizlediği gerçekleri gün yüzüne çıkartmamızı, ve karanlıklarda kalan her şeyi ortaya koymamızı gerektirmektedir.
Hiç kuşkusuz bu gibi bir mesele, her özgür araştırmacının büyük bir vakit ayırmasını gerektirici özelliktedir. Çünkü topluma büyük zararlar vermiş, her müslümanın kalbini sızlatan felaketlere yol açmış vahim sonuçları olmuştur. O halde ilmi araştırmanın ışığında bu hikayenin kaynağının ne olduğunu öğrenelim.
Bu hikayenin birinci kaynağı et–Tefsiru’l Kebir ve tarih–i taberi adıyla bilinen “tarihu’l umem ve’l muluk” adlı eserlerin müellifi Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et–Taberi’dir (öl: h. 310). Ondan önce hiç kimse bu hikayeden söz etmemiştir. Dolayısıyla bu hikayenin ve Abdullah b. Sebe ile ilgili aktarılan bütün rivayetlerin kaynağı odur.
İbn Esir (öl:h.630) ve İbn Haldun (öl: h.808) ve başkaları da bu hikayeyi Taberi’den almışlardır.
İbn Cerir’in İbn Sebe, Osman döneminin hadiseleri ve ridde haberleri ile ilgili olarak aktardıklarının tümünün kaynağı ise Harun Reşid zamanında veya ondan sonra vefat eden Seyf b. Ömer’dir.
İbn Cerir ve bu gibi efsaneleri eserinde aktarması üzerinde konuşmak bize düşmez. O, bir takım sözler aktarmış, duyduğu şeyleri zikretmiş ve kimden duyduğunu da belirtmiştir. Meselenin tahkikini, lehinde veya aleyhinde hüküm verilmesini araştırmacılara bırakmıştır. Taberi kitabının önsözünde yer verdiği şu sözlerle sorumluluktan kurtulmuştur:
“Bu kitabımızda geçmiş bazı kimselerden aktardığımız bazı haberler, sahih kabul etmelerini gerektiren bir özellikleri olmadığı ve hakikatte bir anlam da ifade etmedikleri için okuyanlara kerih, duyanlara çirkin gelebilir. Bilinmelidir ki bunların bizimle bir ilgisi yoktur. Bunlar bize nakledenlerden kaynaklanmaktadır. Biz bu haberleri bize aktarıldıkları gibi aktardık sadece.” [15]
Bu sözüyle o, naklettiği her şeyin sahih olmadığını belirtmiş oluyor. Araştırmacılar için tartışma kapısını açık bırakıyor. Örneğin kitabında birbiriyle çelişen, bir arada olmaları imkansız olan haberlere de yer vermiştir. Sadece gerekli gördüğünde kritik etmiş, tercihini kullanmıştır.
Hiç kuşkusuz Taberi değerli bir tarihçi ve alim bir fakihtir. Kendini ilme ve irfana adamıştır. İlminin bir göstergesi “tarihu’l umem ve’l muluk” adlı eserinin mukaddimesinde ilmi yöntemine dikkat çekmesi ve geçmişlerin haberlerini kendisine aktarıldıkları gibi aldığını beyan etmesidir. Böylece o, haberlerin sahih olmamasının, ihtilaflı veya uydurulmuş olmalarının sorumluluğunu üzerinden atıyor. Nakillerinin ve yer verdiği haberlerin arkasında durmuyor. Bizden kitabında yer alan her şeyi tasdik etmemizi, tarihinin içerdiği her şeyi kabul etmemizi de beklemiyor.
Taberi’nin Haberleri
Burada Muhibbuddin adıyla bilinen el–Hatib’in Tarih–i Taberi hakkında yazdıklarını değerli okuyucuların dikkatine sunmanın yararlı olacağını düşünüyoruz. El–Hatib diyor ki:
“Taberi’nin aktardığı haberlerden, ravilerinin cerh ve tadil kitaplarındaki hayatlarını inceleyenler istifade edebilirler. Taberi’nin şeyhlerinin ve onların şeyhlerinin hayatları Zehebi’nin tezkiretu’l huffaz adlı eserinde, ikinci yüz yılın sonuna kadarki ravilerinin hayatları Safi el–Hazreci’nin tezhibu’l kemal, Hafız İbn Hacer’in tehzibu’t tehzib adlı eserinde yer almaktadır. Bunlardan cerhedilen zayıf raviler Hafız ez–Zehebi tarafından Mizanu’l–İtidal’da ele alınmaktadırlar. İbn Sa’d’ın tabakatında, Hatib’in Tarihu Bağdad’ında, İbn Asakir’in Tarihu Dımaşk’ında, Zehebi’nin Tarihu’l İslam’ında, İbn Kesir’in el–Bidaye ve’n Nihaye’sinde ele alınmaktadırlar. Hadis ıstılahları kitaplarında ravi için gerekli olan sıfatlar, muhalif bir rivayetin ne zaman kabul edilebileceği açıklanmaktadır. Müslüman alimlerin tarihçilerine önem verdiği, haberlerini ayıkladığı, sıhhat bakımından derecelendirdiği, yararlanma şartlarını açıkladığı kadar kaynaklarına bu kadar önem veren başka bir ümmet yoktur. Çünkü bunu bilmek İslam tarihiyle ilgilenmenin temel şartıdır.
Ama hevalarına tabi olarak odun toplar gibi haberleri derleyen, ravilerini araştırma gereğini duymayan, sadece haberin altında Taberi’nin falan cildin falanca sayfasında zikrettiğini belirtmekle yetinen, bununla da üzerlerine düşeni yaptıklarını sananlar, binlerce haberi içeren İslam tarihi kitaplarından istifade etmekten en uzak kimselerdir.
Eğer bu adamlar hadis ıstılahına ilişkin kitapları inceleseler, cerh ve tadil kitaplarını araştırsalar, haberle ilgilendikleri kadar haberin ravilerine de önem verseler, hiç kuşkusuz İslam tarihinin atmosferini yaşayabilir, zayıf haberlerle güçlü haberleri ayırt edebilir, haberleri aktaranları tanıdıkları oranda haberlerin değerini de bilirler.” [16]
Yazar el–Hatib’in değerlendirmesi böyle. İbn Sebe meselesine ilişkin rivayetlerin senetlerini araştırmaya başlamadan önce bu yazara sormak istiyoruz:
Acaba kendisi burada vurguladıklarını uygulamış mıdır? Taberi’den ve başkalarından aktardığı haberlerin senetlerinde yer alan ricali araştırmış mıdır?
Hadis ıstılahları ilminden haberdar mıdır? Cerh ve tadil kitaplarını inceledi mi? mesela cerhedilen ricalin haberlerini kabul etmekten kaçınıp, adil saydıklarını kabul etmiş midir?
Eğer evet, dese, realite onu yalanlıyor. Çünkü yazılarında güvenilir kaynaklara dayanmayan haberlere yer vermiştir. Dolayısıyla sırf arzusuna uydukları için bunları sahih kabul etmiştir.
Bunun en somut örneği burada zikrettiğimiz ve sadece Taberi’nin aktardığı İbn Sebe meselesidir ki rivayetin senedinde kabul edilebilir vasfına sahip tek kişi yoktur. Yazar bu rivayete nasıl itimat etmiştir?
Anlamıyorum, yukarıda yaptığı değerlendirmeye niçin kendisi uymuyor? Neden başkasının yapmasını istediği şeyi kendisi uygulamıyor? Yazar, iyiliği emredip aksine hareket eden, kötülüğü yasaklayıp kendisi işleyen biri konumundadır.
Rivayetin senedini okuyucuların dikkatine sunuyoruz ki el–Hatib’in yazdıklarının kağıt üzerine karalanmış mürekkepten başka bir anlam ifade etmediğini anlasınlar.
Senet
Buraya kadar İbn Sebe efsanesinin nasıl İslam tarihinde yer aldığını, nasıl hedeflerine doğru yol aldığını açıkladık. Bu hedef, müslümanların akidelerine bozukluk isnat etmek, onları cahil ve aldanan güruhlar olarak göstermektir. Ki bunlar arasında dine nispet edilen görünümlerle belirginleşen kimseler vardır. Birçok yazar bu konuda saygıdeğer isimler zikretmektedirler ki bazı yazarlar bunların İbn Sebe’nin çağrısına icabet ettiklerini, bunu iyi niyetlerinden kabul ettiklerini söylemektedirler. Hatta bazılarına göre bu adamlar aptaldılar. Kimileri de daha başka yakışıksız nitelikleri kullanarak bu simaları aşırı fikirlere sahip olarak değerlendirmektedirler.
Yine bu açıklamalarımız çerçevesinde gördük ki çizilen İbn Sebe portresine bakılırsa İbn Sebe karşı konulmaz bir güce sahiptir. İnancını ciddi bir engelle karşılaşmadan yaymaktadır, ifsadını İslam toplumunun merkezinde hiçbir korku ve devlet tarafından cezalandırılma endişesi duymadan gerçekleştirmektedir. Ya da kamuoyu tepkisinden kesinlikle çekinmemektedir. Derken bu adam birçok müslümanı hak yoldan saptırmayı başarıyor, hem de hiçbir cezaya uğramadan veya İslam devletinde zararlı faaliyetler yürüttüğünü, insanları halife Osman’a başkaldırmaya çağırdığını bilen valiler tarafından herhangi bir zarara uğratılmadan.
Yazarlar Basra valisinin onu şehirden çıkarmakla yetindiğini, Muaviye’ninse hiçbir şey yapmadığını, adam toplayıp Medine’ye saldırmaya, sonunda hükümet darbesi yapmaya hazırlandığını gören Mısır valisi İbn Sarah’ın ona karışmadığını anlatıyorlar. Bu ise adamın heybetini daha bir arttırmakta, şanını yüceltmektedir.
Dr. Taha Hüseyin, İbn Sebe meselesini anlattıktan ve böyle bir kıssanın sahih olmasının uzak bir ihtimal olduğunu dile getirdikten sonra şunları söylüyor:
“Bunların tümü karşısında çekinceli davranmamız gerekiyor. Çekimserlikle ve ihtiyatla karşılamalıyız. İslamın ilk dönemindeki Müslümanları, dinleriyle, siyasetleriyle ve akıllarıyla istendiği gibi oynanabilecek aptallar güruhu seviyesinde olmaktan tenzih etmemiz lazımdır. Öyle ya, San’a’dan bir adam geliyor. Babası Yahudi, annesi ise siyahtır. Kendisi de yahudidir. Sonra Müslüman oluyor–kendi isteğiyle veya kılıç zoruyla değil–sırf hile yapmak ve Müslümanları rahatlıkla aldatmak için. Sonra beklenen bütün başarıları elde ediyor. Örneğin Müslümanları halifelerine baş kaldırmaya teşvik ediyor, onu öldürtüyor. Bundan sonra veya önce onları zümrelere ve gruplara bölüyor.
Bütün bunlar akılla bağdaşmayan şeylerdir. ... Tarihi meseleleri böyle hikayelere bina ederek algılamak asla doğru değildir. [17]
Evet, bu kıssayı bürüyen bu olgular ve içerdiği bu akıl almaz hususlar, kıssanın tasdik edilmesini imkansız kılmaktadır. Bütün bunlar kıssanın bir kenara atılması, itimat edilmemesi için yeterlidir. Bundan sonra ayrıca senedini araştırmaya, ricalini tanımaya bile gerek yoktur.
Ama bu kıssanın kazandığı öneme ve bazılarının ravilerinin sika olduklarının sanmalarına binaen senette yer alan ricalin durumunu öğrenme ve bu konuda rical ulemasının sözlerine kulak verme gereğini duyduk ki mesele açıklığa kavuşsun ve hakikat ortaya çıksın. Ki konuyla ilgili hükmü duygu değil akıl versin, cehalet değil ilim versin, batıl değil hak versin.
Bu kıssa tek bir adama dayanıyor, başka hiç kimseden rivayet edilmemiştir. Seyf b. Ömer. Bu adamdan bu hikayeyi rivayet etmekle Taberi yalnız kalmıştır. Daha önce de söylediğimiz gibi diğer tarihçiler de Taberi’den almışlardır. Şimdi rivayet zincirinde yer alan ricali okuyucuların gözlerinin önüne seriyoruz ki hükmü onlar versinler.
Dünya Ehlibeyt (a.s) Kurultayı
ABNA.İR
--------------------------------------------------------------------------------
[1]– el–İmam es–Sadık (a.s) ve’l mezahibu’l Erbaa kitabı kaleme alındığı sırada.
[2]– Bkz. el–Mezahibu’l–İslami, s. 46–47.
[3]– Bkz. el–Mezahib el–İslamiye, s. 46–47.
[4]– Fecru’l–İslam, s. 110.
[5]– Fecru’l–İslam, s. 111.
[6]– Hameletu Risaleti’l–İslam, s. 23–24.
[7]– eş–Şia Fi’l–Mizan, s. 445 bu sayı eskidendi. Şu anda Şiilerin Müslüman nüfus içindeki oranları %25’in üzerindedir.
[8]– Aynen böyle söylüyor “muhibbuddin” olarak bilinen el–Hatib.
[9]– el–Fitnetu’l–Kubra, s. 134.
[10]– Yevmu’l–İslam, Ahmed Emin, s. 57.
[11]– Yevmu’l–İslam, Ahmed Emin, s. 58–59.
[12]– Bkz. Ensabu’l–Eşraf, Belazuri, c.5, s.60; el–Kamil Fi’t–Tarih, İbn Esir, c.3, s.168; Tarihu’t–Taberi, c.2, s.644.
[13]– Tirmizi, c.5, s.697.
[14]– En–Nazariyatu’s–Siyasiye el–İslamiye, s. 41.
[15]– Tarih–i Taberi, c.1, s.5.
[16]– Mecelletu’l–Ezher, sayı: 24 s. 210 yıl: h. 1372.
[17]– el–Fitnetu’l–Kubra, s.134.