Displaying items by tag: Hz Ali
Sahabelere Hakaret Eden Basiretsiz Şiiler, Irak’ta, Suriye’de, Pakistan’da Öldürülen Şiaların Kanlarından Sorumludur
Gerçekte Hz. Ali (aleyhi selam) ve Ehlibeyt (aleyhimu’s selam) Şiiliğinin içini oymak için İngiliz ve Amerika istihbaratları tarafından eğitilip Şiilerin içine gönderilen (görüntüde Kum’da, Necef’te ders okusalar bile) gulat zihniyetli sapkın Şiiler, Ehlibeyt mektebinin en önemli savunucusu ve koruyucuları olan müçtehitleri ve Ehlibeyt mektebinin temel direklerini hedef almaktadırlar. Geçtiğimiz yüzyıllarda Hıristiyanlar, Yahudiler ve Selefi Vahhabiler tarafından gündeme getirilerek tahrip edilmeye çalışılan müçtehitlik kurumuna yönelik saldırılar son yıllarda şekil değiştirerek mektepten gözüken sapkın gulatçılar tarafından yapılmaktadır.
Şia mektebinin İmam Mehdi’nin (Allah zuhurunu çabuklaştırsın) büyük gaybetinden sonraki en büyük koruyucuları olan müçtehitlere içeriden saldırılar, doğal olarak dış saldırılardan daha etkili olmaktadır. İmam Hüseyin, İmam Ali, Hz. Fatıma, Ehlibeyt sevgi ve muhabbetini bir araç olarak kullanan sapkın gulatçılar mektebi içeriden oymak için bu kutsallardan yararlanmakta ve mekteptenmiş gibi görünmektedirler. Vahhabilerin büyük önderi Muhammed Bin Abdulvahhab’ın İngilizler tarafından kullanılarak İslam’ın Ehlisünnet ekolünün içini oydukları gibi şimdi de aynı taktiği Şiiler üzerinden yapmaktadırlar. (İngilizler gerçi aynı taktiği aynı dönemlerde Bahailer aracılığı ile yapmaya kalktılar, ancak Şia müçtehitlerinin basireti ve yol göstermeleri ile başarıya ulaşamadılar) Vahhilerin önderi Muhammed Bin Abdulvahhab da İslam adına bir şeyler yaptığını zannediyor ve (bilerek veya bilmeyerek İngilizlerden aldığı destekle) ateşli bir şekilde İslam’ın içinde olmayan, İslam’a bulaşmış bidatleri temizleyeceğini, insanlara kutsal görünen kişilere (Peygamber, Ehlibeyt ve sahabe gibi önemli kişilere) tapmaktan vazgeçmeleri ve yalnızca Allah'a kulluk etmeleri gerektiğini, Allah’tan başka her şeyin bir kenara bırakılması gerektiği, tevessül edilmemesi, kabir ziyaretlerinin yasaklanılması, şefaatin söz konusu olmaması… gibi görüntüde saf ve katıksız bir İslam ve tevhide davet ettiğini zannetmesine rağmen gerçekte İslam’ın temellerine karşı saldırıya geçmişti. Görüntüde Allah için İslam için belki de bu iddialarını savunuyor ve bunun gerçekleşmesi için kendileri gibi düşünmeyen Müslümanların kanlarının, namuslarının ve mallarının helal olduğuna dair fetvalar vermekte ve yüzbinlerce masum Müslüman, vahhabiler tarafından bu şekilde şiddetli bir şekilde katledilmekteydi. Cennetü’l Baki mezarlığı tahrip edilmiş orada bulunan Ehlibeyt türbesi yerle bir edilmiş, önemli sahabelerin kabirleri yıkılmış, İmam Hüseyin’in Kerbela’da türbesine saldırılmış, Medine’de Peygamber Efendimizin kabri şeriflerine bile saldırmaya kalkmışlardır. İslam gerçeğini tarihi olarak ortaya koyan eski yaptılar ve yerler vahhabiler tarafından yıkılmış ve yerle bir edilmiştir…
Şimdi aynı zihniyete sahip olan vahhabilerin Şii versiyonu olan gulatçılar, kendi anlayışlarına göre tahrif edilmiş Ehlibeyt mektebini yeniden canlandırmak, katıksız, saf ve öz Ehlibeyt mektebini ortaya koymaya çalıştıklarını iddia etmektedirler. Ehlibeyt dışında her şeyi reddeden vahhabi Şiiler Kur’an’ın bile tahrif edildiğini, İslam’ın gerçek İslam olmadığını, onun da bozulduğunu iddia etmekte ve Öz Ehlibeyt mektebini kendilerinin bildiğini ve savunduklarını iddia etmektedirler. Ehlibeyt İmamlarının tek hakikat olduğunu ve onların bir şekilde Allah’ın bir parçası olduklarını iddia etmektedirler. Savundukları ilkelere bakıldığında bir nevi Ehlibeyte uluhiyet verdikleri görülmektedir. Allah’tan başkalarına uluhiyet vermek şirktir ve bu ilkeyi savunanların kafir olmasına neden olur. Bu düşünce Allah’ın en önemli kırmızı çizgisidir. Bu kişiler İngiltere’de yaşayan Abdulhalim el Gizzi denilen bir kişi tarafından etkilenmiş ve onun din ve Ehlibeyt mektebi karşıtı sözlerinin tesiri altında kalarak yoldan çıkmışlardır.
Bu kişiler Ehlibeyte feda olmak gerektiğini (İslam ve Kur’an’ın da görüşü bu yöndedir, ancak buradaki kasıt o değildir) ve onlar için kan vermenin, can vermenin gerekli olduğunu iddia etmektedirler (gerçekte de böyle olmalı, ancak buradaki hedefleri daha farklıdır). Dolayısıyla Ehlibeyt mektebinin içine 150-200 yıl kadar önce İngilizler tarafından atılan en büyük bidat olan kama ve zincir vurmayı savunmakta, bu şekilde Ehlibeyti savunduklarını iddia etmektedirler. Buna karşı gelen herkesi hain olmakla, mektebi anlamamakla itham etmektedirler. Kama vurmanın bidat ve haram olduğunu savunan müçtehitlere hakaretler etmekte ve lanet okumaktadırlar. Bu sapkınlara göre Kur’an ve Allah’ın emri olan Müslümanlar arası birlik ve vahdet haramdır ve ihanettir. Her kim Müslümanlar arasında vahdeti savunursa onlardan olur, onlar da kafir olduklarından bu Şiiler de kafir olmaktadır!! İmam Humeyni, İmam Hamaney, Ayetullah Hoi, Ayetullah Sistani… gibi müçtehitler bu görüşleri savunduklarından kafirdir, haindir!!! Dolayısıyla bu gulatçılar çok rahat müçtehitlere hakaretler edebilmekte ve hatta lanet bile okuyabilmektedirler. Şimdiye kadar hiçbir kafir ve münafığın açıkça cesaret edemedikleri küfür ve hakaretleri bu sapkın gulatçılar rahatlıkla edebilmekte ve halkın arasında dolaşabilmektedirler!!
Şia halkın kutsalları olan Ehlibeyt ve İmam Hüseyin (aleyhi selam) bunlar tarafından kullanılmakta ve halk bu isimlerle kandırılmaktadır. İmam Hüseyin için başvuruyoruz, bu onun için çok mu? O canını verdi, çocuklarını feda etti, biz başımızdan biraz kan akıtmışsak çok mudur? Diyerek halkın duygularını bu şekilde tahrik ederek kabartmaktadırlar. Ancak İmam Hüseyin’in düşmanları olan vahhabi selefiler bugün Irak’ta, Suriye’de, Pakistan’da, Afganistan’da, Yemen’de… Ehlibeyt taraftarlarını kesmekte ve İmam Hüseyin’e yaptıkları muamelenin aynısını onun taraftarlarına yapmaktadırlar. Bu sapkın gulatçıların kendi kanlarını akıtmaları yerine oradaki sapkın IŞİD ve Nusra gibi Ehlibeyt düşmanı katillerin kanlarını akıtmaları gerekmez mi? İnsanların kılıçlarını kendi kafalarına değil de IŞİD gibi Nusra gibi Ehlibeyt katillerinin başlarına vurmaları gerekmez mi? Her gün Şia kesen bu katiller, açıkça Muaviye, Yezit taraftarları olduklarını ve tüm Şiaların başlarını keseceklerini açıklamaktadırlar. Bu sapkın gulatçılar insanları aldatacağına ve Ehlibeyt mektebini bozmaya kalkacaklarına gidip onlarla savaşmaları, halkı onlara karşı uyarmaları gerekmez mi? İmam Hüseyin İslam için Kur’an için şehit olmadı mı? Bunların da İslam ve Kur’an için şehit olmaları gerekmez mi? Ehlibeyt İmamlarının hangisi başlarına kama vurmuş, sırtlarına zincirlerle dövmüşlerdir?! Veya Ehlibeyt imamlarının hangi yakın veya uzak ashabı bu bidati yapmıştır?! Ancak bu sapkınlar, bunu Ehlibeyt için yaptıklarını iddia ederek gerçekte Ehlibeyt mektebine darbe vurmaktadırlar. Açıkçası savundukları ve iddia ettikleri şeylere bakılırsa nasıl kama vurmak bir İngiliz icadı ise kendilerinin ve düşüncelerinin de bir İngiliz icadı olduğu ortaya çıkmaktadır.
Müslümanlar arası birlik ve vahdet hem Kur’an’ın hem de Ehlibeytin emridir, ancak bu sapkın gulatçılar buna da karşı çıkmakta ve vahdeti savunan herkes bunlar tarafından tekfir edilmektedir. İslam’da ve Ehlibeyt mektebinde tam olarak ispatlanmamış, zayıf, meçhul hadislerle insanları aldatan sapkın gulatçıların tüm söylemleri Ehlibeyt mektebi düşmanları olan Amerika, İsrail, İngiltere ve Vahhabilerin söylemleri ile birebir örtüşmektedir. Bir çok hadisi kafalarına göre yorumlayarak insanları aldatan bu sapkınlar İslam’ı tam olarak bilmedikleri için İslam’ın gerçek sahipleri olan âlimlere düşmanlık gütmektedirler.
Ehlibeyt mektebinin gerçek savunucu ve koruyucuları olan Şii müçtehitlerine hakaretler ederek lanet etmekte ve bir şekilde Müslümanları müçtehitlerden uzaklaştırarak Ehlibeyt mektebini tahrif etmeye kalkmaktadırlar.
Sünniliği içeriden yıkmak için Muhammed bin Abdulvahhab denen sapkın alimi kullanan İngilizler aynı plan ve projeyi yeniden (gerçi öz Muhammedî İslam olan Ehlibeyt mektebini yıkmak için her daim planlar ve projeler üreten İngilizler hiçbir zaman boş durmamışlardır) düzenleyerek Şia’nın içine atan İngilizler bu kez Amerika, İsrail ve Vahhabi Suudi Arabistan’dan da destek almaktadırlar. Şia’dan görünen mektebi iyi anlamamış, beyinsizleri bu yönde ilmi olarak beslemekte ve sözde gerçek Ehlibeyti insanlara tanıtmaktadırlar. Ehlibeytten başka her şeyin batıl, haram ve gereksiz olduğu, onlar için her şeyin feda edilmesi gerektiği, Ehlibeyti kabul eden herkesin mümin, kabul etmeyenlerin kâfir oldukları, Ehlibeyti kabul ederek Şia olsalar bile Hıristiyan, Yahudi ve Sünnilerin gerçek anlamda Şia olamayacakları… gibi İslam’da yeri olmayan sapkın görüşleri insanların dimağlarına atmaktadırlar. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamları tarafından Şiaları çıkmazdan ve yanlış yollara sapmaktan kurtarmaları için bizzat görevlendirilen müçtehitler, her daim kafir ve münafıkların karşısında durmuş ve Ehlibeyt mektebinin bozulmaması için mücadele etmişlerdir. Bizzat İmam Mehdi’nin (aleyhi selam) emri ve isteği ile Şiaların yol göstericileri olan Müçtehitlere dil uzatmak gerçekte İmam Mehdi’ye ve Hz. Peygambere dil uzatmaktır. Bunun da anlamı kişinin kafir olması ve dinden çıkmasıdır.
Müçtehitler İslam’ın hükümlerini yerli yerinde araştırarak İslam’ın özünü insanlara ulaştırmak için gecelerini gündüzlerine katmakta ve insanlara haramlara düşmemeleri ve farzlarını doğru bir şekilde yerine getirmeleri için yol göstermektedirler. Dolayısıyla gerçekte müçtehitlerin yaptıkları Peygamber ve İmamların yaptıkları ile aynıdır (bu yüzden müçtehitler, peygamberlerin varisi ve peygamberlik derecesinden yalnızca bir derece aşağıdadırlar) ve sevapları Allah katında mahfuzdur. Şia mektebi, tek amaçları Ehlibeytin sözlerinin doğru anlaşılması için çaba sarf eden müçtehitlere her zaman sahip çıkmış ve emirlerine uyarak mektebi bugüne kadar taşımışlardır. İngilizler ve batılı emperyalist güçler Şia mektebini ayakta tutan gücün müçtehitler olduğunu anladıkları ilk günden itibaren müçtehitlere saldırmakta, her daim müçtehitlerin itibarını zedelemek ve kötülemek için tüm fırsatlardan yararlanmaktadırlar. CIA, MI5, MI6 ve Mossad’ın yayınladığı raporlarda da bu gerçeklere açıkça temas edilmiş ve Şia mektebinin yıkılması için Velayeti Fakih ve Müçtehitlik kurumunun ortadan kaldırılması gerektiğine dair kesin görüşler ortaya konulmuştur. Bunun için yıllarca vahhabi-selefileri kullanan istihbarat örgütleri, son yıllarda Şia’dan görülen, ancak kendileri tarafından yetiştirilerek gizliden ve açıktan desteklenen (şu anda İngiltere ve Amerika’da kendi güdümlerinde olan onlarca sözde Şia kanalları yayın yapmakta ve Şia mektebinin kutsalları ve kırmızı çizgilerine saldırılmaktadır. Bu kanalları kuran ve besleyen Amerika ve İngiltere, yoksa Şia’nın dostu mu oldular? Şia’dan haz etmedikleri kadar hiçbir şeyden haz etmeyen Amerika ve İngiltere neden bu kanallara milyarlarca dolar para akıtmakta ve kuklalarını korumaktadır? Yoksa İngilizler Ehlibeyt İmamlarını, İmam Hüseyin’i, Kur’an’ı sevmeye mi başladı, yoksa bu kutsallara darbe vurmak için bu satılmış gulatçıları kullanarak Ehlibeyt mektebini içeriden yıkmaya mı çalışıyor?) gulatçıları da kullanmaya başladı. Bunun için yıllardır mektepten görülen, ancak mektebin özünü anlamamış, bağnaz, kullanılmaya müsait kişiler tespit edildi ve ardından Vahhabiliğin kurucusu Muhammed İbn Abdulvahhab’ın kullanıldığı gibi bu kişiler (Sadık Şirazi, Abdulhalim el Gızzi gibi) kullanılmaya başlandı. Bu kişiler maddi ve ekonomik olarak desteklenerek, güçlendirildi. Ardından bu kişiler çeşitli yollarla edindikleri paraları Ehlibeyt yolunda (Muharrem ayında, önemli veladet günlerinde, şehadet günlerinde ihsan vererek, yemekler dağıtılarak…) ve hayır işlerinde kullanmaya başladılar, zayıf ve yoksul halklara çeşitli bahanelerle yardımlarda bulundular. Bu şekilde halka güven verildi ve insanları kendi yanlarına çekmeye başladılar. İngiliz ve Amerikalıların yardımları ve projeleri çerçevesinde kurdukları televizyon, radyo, internet, gazete ve dergi yayınları ile insanlara Ehlibeytin yolunu sürdürdüklerini, onlar için feda olacaklarını anlatmaya çalıştılar. İnsanlar bu şekilde kandırıldı ve ağlarına düşürüldü. Daha sonra yavaş yavaş zehirlerini kusmaya başladılar ve yine Ehlibeyt adına Ehlibeyt mektebinin kutsallarına savaş açtılar. Kendi yanlarına çektikleri halk, çoğunlukla bilinçsiz ve mektebi iyi idrak edememiş avam kesim olduğu için istedikleri şekilde sözlerini bunlara kabullendirdiler ve rahatlıkla batıl sözlerini insanlara yutturdular. İçlerinden bazıları gerçeği görmüş ve yanlarından ayrılsalar da her geçen gün güçlenmiş ve Şia mektebinin en azılı düşmanlarına dönüşmüşlerdir. Her zaman iç düşman en tahrip edici ve yıkım getirici olmuştur. İç düşmandan daha azılı hiçbir düşman yoktur. Bunu bilen Amerika ve İngilizler son yıllarda bu taktiği her yerde uygulamaya koymuşlardır. Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da ve son olarak Yemen, Lübnan, Mısır, Tunus, Libya… kısacası tüm Müslüman ülkelerde bu proje uygulanmaya konmuştur. Hem Müslüman’ı Müslüman’a kırdırmak, düşman etmek, hem Sünni’yi Sünni’ye, hem Şia’yı Şia’ya hem de birbirlerine karşı savaştırmak ve birbirine düşürme projesi uygulanmaya konmuştur. Dolayısıyla bugün Irak’ta Suriye’de masum bir Müslüman öldürülüyorsa, Masum bir Şia öldürülüyorsa, masum bir Sünni öldürülüyorsa, aynı şekilde Türkiye’de, Pakistan’da… Şia ve Sünnilerin birbirlerine düşmeleri için projeler üretiliyorsa ve yine Şia içinden birileri çıkıp Şia’nın kutsallarına saldırıyorsa ve müçtehitlik gibi kırmızı çizgilerine hakaretler ediyorsa bunlar sebepsiz ve gelişi güzel yapılmamaktadır. Hepsi bir yerlerden kontrol edilmekte ve organize bir şekilde planlı ve projeli bir şekilde hareket edilmektedir.
Dolayısıyla şu anda İngiltere ve Amerika’dan yayın yapan Şia kanalları, Amerika ve İngiliz çıkarları için yayın yapmakta ve tek amaçları Ehlibeyt mektebini içeriden yıkıp yok etmektir. Eğer Şia mektebinin önderleri Ehlisünnetin değerlerine ve kutsallarına dil uzatmayın diyorsa, her kim böyle yaparsa Amerika, İsrail ve İngiltere’ye hizmet ediyor diyorsa bu sebepsiz değildir. Ehlisünnetin kutsallarından kabul edilen halifeler, Ayşe, Talha, Zübeyr gibi sahabelere dil uzatmak şu anda kimin işine gelmektedir? Suudi Arabistan ve aşırı radikal selefiler basiretsiz Şiaların bu türden hakaretlerini alıp Ehlibeyt mektebini karalamakta ve masum Şiaların öldürülmesi için bunları insanlara anlatmaktadırlar. Bugün Irak’ta, Suriye’de ve Pakistan’da eğer Şialar hunharca selefi vahhabiler tarafından katlediliyorlarsa bunun en önemli nedenlerinden birisi basiretsiz Şiaların bu türden söylemlerinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla dünyanın çeşitli yerlerinde öldürülen Şiaların kanlarından bu tür basiretsiz Şialar da sorumludur…
ABNA24.COM
İmam Hamaney: Eğer Ali b. Ebî Tâlib(a.s) gibiler olmasaydı bugün insanî değerler var olmayacaktı
İnsanlığı cezbeden konuların cazibesi kalmayacaktı. Beşeriyetin, yaşamı, medeniyeti, kültürü, arzuları, değerleri ve yüce hedefleri olmayacaktı ve insanlık vahşi hayvanlığa dönüşecekti.94 kere okundu
Müminlerin emiri ve Ehl-i Beyt İmamlarının ilki Hz. Ali b. Ebî Tâlib'in (a.s) mübarek doğum günü münasebetile, onun pak soyundan gelen ve kutlu davasının asrımızda bayraktarlığını yapan velayetin temsilcisi İmam Hamaney'in sözlerinden bir kesit:
Emir-el Müminin'in(a.s) varlığı çeşitli yönlerden ve farklı şartlarda, gerek ferdi ve şahsi amellerinde gerek kulluk ve ibadetinde, münacatlarında, zühdünde, Allah'ı çokça anmasında ve gerekse nefis ve şeytanla, maddi ve nefsani şeylerle olan mücadelesinde kıyamete kadar tüm beşer için sonsuz ve unutulmaz bir derstir.
Emir-el Müminin'in(a.s) dilinden dökülen şu cümle, semada ve insanların zihninde yankılanmaktadır: “Ey dünya! Uzaklaş benden.” Ey dünyanın cilveleri, ey çok çekici olan güzellikler, ey en güçlü insanları bile tuzağına düşüren hevesler, gidin Ali'den başkasını kandırın. Ali bu söylenenlerden daha büyük, daha yüce ve daha güçlüdür. Bu yüzden bütün basireti açık insanlar, Emir-el Müminin'in(a.s) hayatının ve onun Allah ve maneviyatla olan irtibatının her anında unutulmaz dersler bulacaklardır.
Yine diğer boyutunda, hak ve adalet çadırını kurmak ve yükseltmek için yapmış olduğu cihad vardır. Yani Nebi-i Ekrem'in (s.a.a.) risalet yükünü omuzlarına aldığı gün, ilk saatlerden itibaren, mücahid, savaşçı, mümin ve fedakar –ki henüz ilk gençlik yıllarındaydı- birini yanında buldu, o Ali idi. Peygamber bereketli ömrünün son saatlerine kadar, İslam nizamını yüceltmek sonra da onu korumak yolunda yaptığı mücadelede bir an bile Emir-el Müminin'in(a.s) yanından ayırmadı. Ne kadar mücadele etti, ne kadar tehlikeleri göğüsledi ve hak ve adaletin tesisi yolunda savaşarak kendini nasıl da mahvetti. Meydanda hiç kimse kalmadığı zaman, o kaldı. Hiç kimse meydana adım atmadığında, o attı. Zorluklar ağır bir dağ gibi Allah yolunda cihad edenlerin omuzlarına çöktüğünde, onun sağlam duruşuydu diğerlerini yüreklendiren. Onun için, yaşamın manası Allah'ın verdiği imkânlardan, beden ve ruhi gücünden, iradesinden ve ihtiyarında olan şeyden ilây-ı kelimetullah yolunda yararlanmaktan ve hakkı diri tutmaktan ibaretti. Ali'nin iradesi, beden gücü ve cihadıyla hak canlı kaldı.
Baktığınızda, bu gün dünyadaki akıllı insanlar için değer arz eden kavramların hak, adalet ve insanlık olduğunu görürsünüz, bu kavramlar kalıcı olduysa ve günden güne güçlenip derinleştiyse, bu mücadelelerden ve fedakârlıklardan kaynaklanmıştır. Eğer Ali bin Ebi Talib gibiler -ki tarih boyunca fazla yokturlar – olmasaydı bugün insani değerler var olmayacaktı. İnsanlığı cezbeden konuların cazibesi kalmayacaktı. Beşeriyetin, yaşamı, medeniyeti, kültürü, arzuları, değerleri ve yüce hedefleri olmayacaktı ve insanlık vahşi hayvanlığa dönüşecekti. Beşeriyet yüce değerlerin korunmasını, Emir-el Müminin'in(a.s) ve onun gibi yüce insanlara borçludur. Yapılan o cihadlar bu etkiyi oluşturdu.
Emir-el Müminin'in(a.s) yaşamının bir diğer boyutu, yönetim alanındadır. Büyük düşünen bu yüce insan, sonunda güce ve hükümete ulaştı, o kısa dönemde öyle işler yaptı ki eğer yıllar yılı tarihçiler, yazarlar ve sanatçılar yazıp çizselerdi yeterince söz söylememiş ve tasvir edememiş olacaklardı. Devlet başkanı olduğu dönemde Emir-el Müminin'in(a.s) yaşam tarzı çok farklıydı, Ali hükümetin manasını esastan değiştirdi.
O, ilahî hükümetin tecessümü, Kur'an ayetlerinin Müslümanlar arasındaki tecessümü, o, "Kâfirlere karşı şiddetli, birbirlerine karşı merhametli" ayetinin ve mutlak adaletin tecessümüydü. O, fakirleri kendine yaklaştırıyor ve zayıflara özel bir ilgi gösteriyordu. O, parayla, zorla ve diğer vesilelerle gündeme getirilen seçkincilik ve haksız yere kendilerini seçkin olarak görenler, Ali'nin nazarında yerle bir olmuşlardı. Onun gözünde ve gönlünde değeri olan şey, iman, takva, ihlas, cihad ve insanlıktı. Bu değerli temellerle, Emir-el Müminin'in(a.s) beş yıldan daha az bir süre hükümette bulundu. Yüzyıllardır Emir-el Müminin'in(a.s) hakkında yazanlar, eksik yazmışlardır ve doğru bir şekilde tasvir edememişlerdir ve bunların en iyileri kendi acizliklerini ve kusurlarını itiraf edenlerdir.
Onun en büyük özelliği takvasıdır. Onun Nehcu'l-Belâğa'sı takva kitabıdır ve onun yaşamı takvanın yol ve yöntemidir. Bu ayet-i şerife: "İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla nefsini satın alır (kendini feda eder). Allah, kullarına karşı şefkatli olandır." Emir-el Müminin'in(a.s) hakkında nazil olmuştur, bu ayetin tevili Ali bin Ebî Tâlib'dir. Ayet diyor ki, insanlar arasında bazıları kendi canını, varlığını yani her insanın sahip olduğu en değerli sermayeyi, telafisi mümkün olmayan tek sermayeyi -ki eğer bunu verirse artık bunun yerine hiç bir şey konmaz- Allah'ın hoşnutluğunu elde etmek için bir seferde verirler. "İnsanlardan öylesi vardır ki, nefsini satın alır..." Canını, nefsini satıyor, veriyor, kendi varlığını, "Allah'ın rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla" başka hiç bir hedef gözetmeden, hiç bir dünyevî amaç gütmeden, arada hiç bir bencillik olmadan, sadece ve sadece Allah'ın rızasını kazanmak için. Ancak Allah da böylesi bir fedakârlığın ve terkin karşısında, kuşkusuz tepkisiz kalmaz: "Allah, kullarına karşı şefkatli olandır." Bu ölçünün karşılığı, tecessüm etmiş hali Emir-el Müminin Ali bin Ebî Tâlib'dir. Ben bu boyutunu beyan ediyorum.
Sizler Emir-el Müminin'in(a.s) yaşamına bakın, çocukluktan yani dokuz yahut on üç yaşından itibaren Resulullah'ın nübüvvetine iman etti ve bilinçli bir şekilde hakikati tanıdı ve ona sarıldı. Ve ramazan ayının on dokuzunda, mihrapta ibadetle meşgul iken canını Allah yolunda verdi, hoşnut ve mutluydu, iştiyakli ve arzulu bir şekilde Allah'a iltica etti. Bu elli yıl boyunca yaklaşık elli iki, elli üç yıl boyunca on yaşından itibaren altmış yaşına kadar istikrarlı bir çizgide olduğunu, Emir-el Müminin'in(a.s) yaşamının ve çizgisinin fedakârlık ve candan geçme olduğunu görüyorsunuz. Bu elli yıl içinde, başından sonuna kadar geçen bütün olaylarda sizler fedakârlığın işaretlerini görüyorsunuz, hakikaten bu bizim için bir derstir. Ve biz -ben ve sizler- Ali'nin sözlerini söylemekte ve Ali'nin yolundan gitmekte ve cihanda Ali'ye duyduğumuz muhabbetle tanınmaktayız, Emirelmüminin'den ders almalıyız, sadece Ali'nin muhabbeti yeterli değildir, sadece Ali'nin faziletlerini tanımak yeterli değildir, gönüllerinde Ali bin Ebî Tâlib'in faziletini itiraf eden kimseler varlardı. Onlarla aramızda belki de bin dört yüz yıl fark vardır, onların bazıları kalben Ali'yi masum ve pak bir insan olarak seviyorlardı, ama davranışları farklıydı. Bu özellikleri olmadığından, bu fedakârlıkları olmadığından, benliklerinden kurtulamadıklarından, kendilerinden başkası için bir şey yapmayı bilmediklerinden, henüz benliklerinin esareti altındaydılar. Ali'nin farkı benliğinin esaretinde olmamasıydı. Ben, onun için asla söz konusu olmadı, onun için söz konusu olan şey vazifeydi, hedefti, Allah yolunda cihaddı ve Allah'tı.
Evvela Emir-el Müminin'in(a.s) çocukluk çağında Peygambere iman ederek, Mekkelilerin alay ve eziyetlerine maruz kaldı. Bir şehir düşünün ki, halkı tabii olarak haşin, medeniyetten ölçülü olmaktan uzak, kaba davranışlı bir halk, sürtüşmeyi seven, en küçük şeyde bile kavga eden bir halk, batıl inançlarında mutaassıp bir halk... Böylesi bir toplumun içinde, büyük bir insan tarafından ortaya konan mesaj o toplumun inançlarının, âdetlerinin, geleneklerinin ve bütün her şeyinin sorgulanmasına neden olmuştur. Dolayısıyla ona karşı olmaları tabiiydi ve çeşitli kesimler muhalefet ettiler, halk kesimi de Peygambere karşıydı. Böylesi bir insanı, böylesi bir mesajı bütün varlığıyla savunmak ve ona bağlanmak, fedakârlık ve kendinden geçmiş olmayı gerektirmektedir. Bu, Emir-el Müminin'in(a.s) kendinden geçmişliğinin ilk adımıydı.
On üç yıl boyunca Ali bin Ebî Tâlib en zorlu olaylarda Peygamberin yanında direndi. Peygamberin hicretinin zorunluluktan, çaresizlikten kaynaklandığı, Kureyş'in ve Mekke halkının baskıları sonucunda yapıldığı doğrudur, ancak yarınları aydınlıktı. Herkes biliyordu ki bu hicret başarıların bir ön adımıydı, gelecekteki zaferlerin mukaddimesiydi. Zorluklar dönemindeki bir hareketin her şeye rağmen rahatlık ve onurlu bir geleceği olacaktı, bu durumda genellikle herkes bir an önce bu harekete katılmak ve toplumsal paydadan bir şeyler kapmaya, kendilerine konum hazırlamaya çalışırdı. Bu anlarda Emir-el Müminin'in(a.s), Peygamberin o evden ve o şehirden çıkabilmesi için karanlık bir gecede Peygamberin yerine O'nun yatağına yatmıştır. O gece o yatakta yatan kişinin öldürülmesi neredeyse kesindi, bu meseleyi şimdi biz biliyoruz, Emir-el Müminin'in(a.s) o olayda şehit edilmediğinden haberimiz var, o zaman ve mekânda herkes biliyor muydu? Hayır, mesele o karanlık gecede, belirli bir noktada bir kişinin öldürülecek olmasıydı, bu kesin bir karardı. Peygamberin buradan çıkabilmesi için, bir kimsenin onun yerine yatması gerekiyordu ki, böylece casuslar baktığında orada birinin olduğunu göreceklerdi. Böyle bir şeye kim hazırdı? Emir-el Müminin'in(a.s) bu fedakârlığı tek başına olağanüstü ve önemli bir olaydır, ama bu fedakârlığın zamanı da onun önemini arttırmaktadır. Hangi zamandaydı? Bu, zorluk döneminin biteceği, gidip hükümet kuracakları, rahata kavuşacakları zamandı. Yesrib halkı iman etmiş, Peygamberi bekliyordu. Herkes bunu biliyor. O anda bu fedakârlığı Emir-el Müminin'in(a.s) gösteriyor, böylesi bir girişimi ve hareketi gerçekleştirecek olan insanda hiç bir şahsî beklenti olmaması gerekmektedir.
Sonra Medine'ye vardılar, Peygamberin yeni kurulan, genç devletinde gece gündüz demeksizin savaşlar ve mücadeleler başladı. Her zaman savaş vardı, bu öyle bir devletin özelliğiydi. Bedir Savaşı'ndan önce başlayıp Peygamberin ömrünün sonuna kadar süren bu on yıl içinde sürekli bir çatışma hali hakimdi. Bu on yıl boyunca Peygamber kâfirlerle ve kâfirlerle bağlantılı olan kabilelerle onlarca çatışmaya ve savaşa girdi. Bütün bu dönemlerde, Emir-el Müminin'in(a.s) adeta bir öncü, bir fedai gibi Peygamberi can-ı gönülden savundu. Öyle ki, Emir-el Müminin'in(a.s) bütün bu aşamalarda ve tehlikeli alanlarda hazır olduğunu kendisi beyan ediyor ve tarih de buna işaret etmektedir: “Cesur yiğitlerin dayanamayıp geriledikleri tehlikeli anlarda bile, Allah'ın bana ihsan ettiği cesaretle canımı yoluna koydum.” En zorlu durumlarda bile Emir-el Müminin'in(a.s) asla tehlikeyi düşünmedi. Bazıları “biz şimdi canımızı koruyalım ve sonra İslam için faydalı oluruz” diye düşündüler, Emir-el Müminin'in(a.s) asla kendini böylesi mazeretlerle kandırmadı, Emir-el Müminin'in(a.s) yüce nefsi kanmazdı. O, bütün tehlikeli anlarda ön saflarda hazırdı…
Çev. Muaz Pazarbaşı
EBÛ ZER EL-GIFÂRÎ (R.A.)
Asıl ismi “Cündüb bin Cünâde” olan Ebû Zer, kabilesinin hırçın tabiatlı, cesur bir ferdi idi. Cahiliye Devri’nde süvarilerin önünü kesmekle tanınırdı. Bu sebeple Medine civarındaki kabileler, Gıfarlı Ebû Zer’den bir hayli rahatsızdı.
Günün birinde Mekke’den kulağına bir haber ulaştı: “Biri çıkmış, Kureyşlilerin dinine meydan okuyormuş, yeni bir din getiriyormuş. Kureyşliler kendisine karşı çıkmışlar.”
Garip yaradılışlı biri olan Ebû Zer, merakını çeken bu haberi araştırmak ve Yeni Peygamber’den haber getirmek için kardeşi Üneys’i Mekke’ye gönderdi.
Üneys gidip araştırdı. Dönünce “Muhammedü’l-Emîn” denilen zatın peygamberlik iddia ettiğini, iyi ahlakı telkin edip kötülüklerden uzak kalmayı istediğini söyledi. Mekkelilerin bir kısmı ona “şair,” bir kısmı “kâhin” diyorlardı. Ancak kendisi de bir şair olan Üneys, “Fakat ben, şair ve kâhinleri çok iyi bilirim. Onun sözlerini kâhinlerin sözleri ve şiir çeşitleriyle karşılaştırdım, hiçbirine benzemiyordu!” dedi.
Ebû Zer’in merakı daha çok tahrik oldu. Kardeşinin söyledikleriyle tatmin olmadı, “Sen gönlüme şifa verir bir haber getirmedin!” dedi ve yol azığını hazırlatıp tek başına Mekke yoluna düştü. Günlerce yol aldıktan sonra nihayet Mekke’ye vardı. Kimseye sezdirmeden, Peygamber olduğunu iddia eden zatı bizzat gözetlemeye başladı. Gündüzleri Mekke’nin çeşitli yerlerinde gezip dolaşıyor, geceleri de Kâbe’nin bir köşesine çekilip yatıyordu. 15 gün geçtiği hâlde Hz. Peygamber’i bir türlü görüp tanıyamadı. Azığı bitmiş, zemzem suyuyla hayatına devam etmeye başlamıştı.
Bir gün Hz. Ali, Kâbe’nin yanından geçerken, Ebû Zer gözüne takıldı. Hâlinden garip ve yabancı biri olduğnu anladı:
“Sen garip biri misin?”
“Evet.”
“Buyur, benimle gel, seni misafir edeyim.” dedi. Ebû Zer kabul etti.
Ebû Zer kadar Hz. Ali de tedbirli ve ihtiyatlı idi. O gün birbirlerine açılamadılar. Zira müşrik zulmü öylesine kuvvetliydi ki, birinin Müslüman olduğunu haber alır almaz hemen üzerine çullanarak bayıltıncaya kadar dövüyorlardı…
Sabah olmuştu. Ebû Zer hemen kalkıp Kâbe’ye gitti. “Belki Yeni Peygamber’i görebilirim!” diye düşündü.
Akşama yakın yine Hz. Ali oradan geçiyordu:
“Henüz bir yer bulup yerleşemedin mi?”
“Hayır. Aslında burada kalmaya pek niyetim yok.”
Hz. Ali onu tekrar evine davet etti. Birlikte gittiler. Eve vardıklarında Hz. Ali aralarındaki sır perdesini araladı:
“Doğru söyle, seni buraya getiren bir şey olmalı! Sen bir şeyler arar gibisin.”
“Gizli tutacağına söz verirsen söylerim.”
“Emin olabilirsin.”
“Bize ‘burada birinin çıkıp peygamberlik iddia ettiği’ haberi ulaştı. Ondan haber getirmesi için kardeşimi gönderdim. Ancak kardeşimin getirdiği haber beni tatmin etmediği gibi, bu zata karşı merakımı daha da artırdı. Bunun için bizzat gelip onunla görüşmek ve konuşmak istedim.”
“Şüphesiz, sen tam aradığının içine düştün! Ben de onun yanına gideceğim. Sen arkamdan gel. Beni takip ederek onun huzuruna girersin. Yalnız ben yolda sana zarar verecek bir durum görürsem, ayakkabımı düzeltir gibi bir duvara yönelirim. Sen de durmaksızın ilerlersin.”
Ebû Zer bunları duyunca pek sevindi. İçine tatlı bir heyecan dalgası yayıldı. Günlerce araştırdığı gerçek, karşısına çıkmıştı. Merakı bir kat daha arttı. Hz. Ali’nin peşine takılıp gitti. Resûlullah’ın evine yaklaştılar. Hz. Ali önden, Ebû Zer de arkadan takip etti ve içeri girdiler.
Ebû Zer’de heyecan son haddine varmıştı. Peygamber’i görür görmez ona hayretle baktı ve “Bana hemen dinini anlatıver!” demekten kendisini alamadı. Peygamberimiz, tebliğ ettiği yüce dini kısaca kendisine anlattı.
İçi içine sığmıyordu. Sanki dünyaya meydan okuyacak bir Ebû Zer olmuştu. Duyduğu hakikati kâinata haykırmak, her önüne gelene anlatmak istiyordu. Yüce Peygamberimiz, ona tedbirli olması tavsiyesinde bulundu, “Ey Ebû Zer! Bu işi şimdilik gizli tut. Memleketine dön. Bizim ortaya çıktığımızı haber aldığında döner, gelirsin.” Buyurdu.
Fakat Ebû Zer, “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben bu hakikati müşriklerin ortasında haykırırım!” dedi.
Kötülük yolunda gözünü budaktan esirgemeyen Ebû Zer, hak yolunda mı çekinecekti?!
Kâbe’de Kureyş müşriklerinin toplu bulunduğu yere vardı, “Ey Kureyş cemaati!” dedi, “Beni dinleyin. Biliniz ki, ben Ebû Zer, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna kesin olarak şehadet ediyorum.”
Bu meydan okuyuşu duyan azgın müşrikler, ellerine geçirdikleri taş ve sopalarla Ebû Zer’in üzerine saldırdılar. Ebû Zer mücadele ettiyse de nafileydi, bayılıp yere yığıldı. Bu hâl birkaç kere tekrar edildi. Bir keresinde Peygamberimizin amcası Abbas, Kureyş’e, “Ne yapıyorsunuz?! Dövdüğünüz bu zat, sizin ticaret yolunuz üzerindeki Gıfar kabilesindendir.” deyince onu bıraktılar.
Ebû Zer bundan sonra Medine civarındaki Gıfar yurduna döndü. Annesi, kardeşi ve kabilesinin yarısı onun sayesinde Müslüman oldu.[1]
Bir müddet sonra o da Medine’ye hicret etti. Resûlullah’ın en yakın Ashâbı arasında yer aldı. Onun yakın hizmetinde bulundu. Geç saatlere kadar huzurunda kalır ve sohbetlerinde bulunurdu. Resûlullah’ın hastalığında daima başucunda duran ve son nefesinde yanında bulunan sahabilerden biri de Ebû Zer idi.[2]Allah Resûlü’ne o kadar yakındı ki, bazen ondan “dostum” diye söz ederdi. Bağlılığı o kadar büyüktü ki, bizzat Resûlullah’a, “İnsanın kalbi sevdiğine karşı nasıl olur da bu kadar muhabbetle dolu olur, diye hayret ediyorum! Benim kalbim yalnız Cenâb-ı Hakk’ın ve Resûlünün sevgisiyle doludur.” derdi. Bu sevgisini de kayıtsız şartsız itaatiyle gösterirdi. Bir defasında Resûlullah’tan bir memuriyet istemişti.
Peygamberimiz ona idarecilik için zayıf olduğunu söyleyerek, “İdareciliğin yükü ağırdır. Bu işin hakkını vermek lazımdır. Eğer dikkat edilmezse, kıyamet gününde mahcup olunur.” buyurdu. Bunun üzerine Ebû Zer hemen isteğinden vazgeçti.[3]Bir defasında da Resûlullah ona şöyle demişti:
“Senin hizmetin, emîrlerin hizmetinden az değildir. Onların kılıç kullanarak yapacağı hizmeti sen kafa ve fikrinle yaparsın.”[4]
Peygamber Efendimiz onun hakkında, “Yalnız gezer, yalnız yaşar, yalnız ölür.” buyurmuştu. Onun hayatı gerçekten hep bu ifadenin doğrulanması şeklinde geçti.
Sıcak bir yaz günüydü… Tebük Seferi için Ebû Zer de hazırlanıyordu.
Ne var ki, devesi çok yaşlı idi. Ordudan geri kalıyordu. Ebû Zer ne yaptıysa, hayvanını yürütüp orduya yetişemedi. Orduyla arası iyice açıldı. Bu arada bazıları çeşitli bahanelerle seferden geri kalmışlardı.
Tebük’e yakın bir konak yerine varılmıştı. Ebû Zer de görünürlerde yoktu. Sahabiler, geride kalanlar için ileri geri konuşmaya başlamıştı. Ebû Zer’in de olmadığı hatırlatıldığında Resûlullah, “Bırakın onu. Eğer onda bir hayır varsa Allah onu size ulaştırır.” buyurdu. Resûlullah onun İslam’a nasıl bağlı, ne büyük bir fedakâr olduğunu biliyordu.
Bir öğle vakti idi… Gözcü, “Ufukta bir adam tek başına bu tarafa doğru geliyor!” dedi. Resûlullah, “Ebû Zer mi acaba? Onun olmasını isterdim!” buyurdu.
Sahabe toplanmış, tek başına yaklaşmakta olan şahsı seyre dalmıştı. Bazıları, “Vallahi odur, Ebû Zer’dir!” dediler.
Gerçekten gelen, Ebû Zer’di. Devesinin yürüyecek takati kalmayınca, onu bırakmış, yükünü sırtına yüklemişti. Tek başına aç susuz yollara koyulmuştu. Nihayet bin bir güçlükle İslam ordusuna yetişmişti. Resûlullah, Ebû Zer’i görünce sevindi ve “Allah, Ebû Zer’e rahmet etsin. O yalnız başına yürür, yalnız başına yaşar, yalnız başına ölür.” buyurdu.[5]
Ebû Zer, bitkin bir vaziyetteydi. Resûlullah onu şu dua ile taltif etti:
“Ey Ebû Zer! Bana gelip kavuşuncaya kadar attığın her adımına karşılık, Allah senin bir günahını bağışlasın.”
Ebû Zer’in yükünü sırtından indirip susuzluğunu giderdiler.Peygamberimiz zaman zaman Hz. Ebû Zer’e tavsiyelerde bulunurdu. Bazen de Ebû Zer’in (r.a.) kendisi, Resûlullah’tan (a.s.m.) tavsiyede bulunmasını isterdi. Bir gün yine Peygamberimizden ricada bulundu. Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Sana Allah korkusunu tavsiye ederim; çünkü Allah korkusu her şeyin başıdır. Okuyabildiğin kadar Kur’ân oku ve Allah’ı an; çünkü Allah’ı anmak senin için yeryüzünde nur, göklerde azıktır. Çok gülmekten sakın; çünkü gülmek, kalbi öldürür ve yüzün nurunu giderir. Cihattan ayrılma. Çok konuşmamaya alış; zira çok konuşmamak, şeytanı senden uzaklaştırır ve dininin muhafazasında sana yardımcı olur. Fakirleri sev ve onlarla oturup kalk. Nimet noktasında senden aşağı olanlara bak, senden üstün olanlara bakma. Böyle yaparsan Allah’ın sana verdiği nimetleri küçümsemezsin. Acı da olsa daima hakkı, doğruyu söyle. Kendini kötü bilmen, seni başkalarına dil uzatmaktan alıkoymalıdır. Senin işlediğin kötülükleri başkaları işlediği zaman onlara kızmamalısın. Sende bulunan bir kusuru görmeyip de o kusurla başkalarını kötülemekten ve kendin suçlu olduğun hâlde aynı suçtan dolayı başkalarına kızmaktan daha büyük bir kusur olamaz.
“Ey Ebû Zer, tedbir gibi akıl, yasak olan şeylerden sakınmak gibi takva, güzel ahlak gibi de şeref yoktur.”[6]
Ebû Zer, hayatının geri kalan kısmında Peygamberimizin bu tavsiyelerine harfi harfine uydu.
Ebû Zer (r.a.) mürüvvet sahibi biriydi. Başkalarına iyilik yapabilmek için hayatını dahi çekinmeden ortaya koyabilirdi.
Bir defasında adalet güneşi Ömerü’l-Fâruk bazı sahabilerle sohbet ediyordu. O anda huzuruna iki genç girdi. Temiz giyimli, vakarlı ve mert tavırlı bir genci de beraberinde getirdiler. Geliş maksatlarını da şöyle anlattılar:
“Biz iki kardeşiz. Herkes tarafından sevilen ve sayılan babamız, bahçesinde meyve toplamaktayken, bu genç tarafından bugün öldürüldü! Kendimiz bir ceza vermeye tevessül etmedik, adaletin eline teslim etmek için size getirdik.” dediler.
Hz. Ömer, davacıları dinledikten sonra, getirilen gence, “Bu söylenenler hakkında ne diyorsun? Doğru mu konuşuyorlar?” diye sordu.
Genç telaşlanmadan, soğukkanlılık içinde, başından geçenleri anlatmaya başladı:
“Ey müminlerin emîri! Evet, bunlar doğru söylediler. Fakat hadiseyi daha geniş olarak ben anlatayım: Ben bir çölün ortasında, vahada yaşayan bir insanım. Ailemi alarak buralara kadar gezmeye geldim. Yolum bahçelerin arasından geçiyordu. Atım ve kısraklarım da yanımdaydı. İçlerinden birisi vardı ki, bakmaya kıyamazdınız! Yanımda çok kıymetliydi. Yürüyüşüne hayran olmamak mümkün değildi. Bir bahçenin duvarından sarkan bir dal hayvanın içini çekmiş ki, boynunu uzattı, daldan kopardı. Bunu görür görmez, atın yularını hemen çektim. İşte tam bu sırada bahçeden sinirli ve öfkeli bir ihtiyar belirdi. Üzerime doğru geliyordu. Elinde de bir taş vardı. Hiçbir şey demeden elindeki taşı ata fırlattı. Ne olduğunu anlamadan bir de baktım ki, atım cansız yerlere serilmiş! Canım kadar sevdiğim atın bu hâlini görünce, ben de yerdeki taşı aldığım gibi adama attım. Adamcağız da bir feryat kopararak o anda can verdi! Ben bu hâldeyken, bu iki genç, kolumdan tuttular. İşte, gördüğünüz gibi beni huzurunuza getirdiler.”
Gencin yaptığını böyle mertçe itiraf etmesi Hz. Ömer’in hoşuna gitti. Fakat adalet tecelli etmeliydi. Hükmünü verdi:“Suçunu itiraf ettin. Kısas lazım!”
Genç, verilen hükmü itiraz etmeden kabul etti. Fakat bir mazereti olduğunu belirterek şöyle konuştu:
“Mademki dinin hükmü budur, verilen kararı kabul ediyorum. Yalnız, benim küçük bir kardeşim var. Babam daha önce ölmüştü. Ona da biraz para bırakmış, ‘Oğlum, bunlar kardeşinindir. Büyüyünceye kadar bunun muhafazası sana ait.’ demişti. Ben de bu paraları bir yere sakladım. Yerini benden başka kimse bilmiyor. Eğer hemen kısası yerine getirirseniz, para, sakladığım yerde kalır, yetimin de hakkı zayi olur! Eğer müsaade buyurursanız gideyim, o emaneti güvenilir bir adama teslim ettikten sonra dönüp geleyim. Ondan sonra cezamı çekmek için canımı teslim ederim. Bu hususta bana kefil de bulunur.”
Genci dinleyen Hz. Ömer biraz düşündükten sonra:“Bu gence kim kefalet eder?” dedi.
Genç, mecliste bulunan sahabilere göz gezdirdi. Biraz sonra Ebû Zer el-Gıfârî Hazretleri’ni işaret ederek, “İşte bu zat,” dedi, “bana kefil olur.”
Hz. Ömer, Ebû Zer’e dönerek, “Ey Ebû Zer, bu gence kefil olur musun?” diye sordu.
Hz. Ebû Zer, gencin mertçe davranışı karşısında hiç tereddüt etmeden, “Evet,” dedi, “üç güne kadar döneceğine kefil olurum.”
Sahabiler arasında yüksek mertebesi ve mevkii bulunan Hz. Ebû Zer’in kefaleti, davacı olan gençlere de kâfi geldi.
Kefaleti kabul edilen genç bırakıldı. Evine gitti. Aradan üç gün geçti. Verilen mühlet bitmek üzereyken davacılar Hz. Ömer’e geldi. Ebû Zer Hazretleri de orada hazırdı. Fakat suçlu olan genç henüz gelmemişti.
Davacı gençler Ebû Zer Hazretleri’ne, “Ey Ebû Zer, kefil olduğun adam nerede kaldı? Böyle durumlarda, giden geri gelir mi hiç?! Biz kısasın senin üzerinde yapılmasını istiyoruz! Kefilliğin icabı budur.” dediler.
Verdiği sözden dönmek bilmeyen Ebû Zer Hazretleri de:
“Acele etmeyin, daha vakit var. Hele verilen müddet tamamlansın. Eğer dönmezse, kefalet hükmünün yerine getirilmesine razıyım.” dedi.
Bu konuşmaları dinleyen Hz. Ömer, davacılara ve Hz. Ebû Zer’e, “Eğer genç gelmezse, Allah şahit olsun ki, kısasın hükmünü infaz ederim!” buyurdu.
Ebû Zer Hazretleri güzel ahlakı ve takvasıyla sahabilerin en çok sevdiği bir kimseydi. Bu manzara karşısında hazırda bulunan sahabiler ümitsizlik içinde ağlıyorlardı. Davacı gençlere diyet, yani kan parası teklif ettilerse de kabul etmediler. Kısasta ısrar ediyorlardı.
Sonunda zaman dolmuş, Ashâb’ın heyecanı son raddeye gelmişti. Ebû Zer Hazretleri’nin, gözlerinin önünde kısas edilmesini o an için düşünmek bile istemiyorlardı. Tam bu sırada genç çıkageldi. Yorgun ve bitkin bir hâldeydi. Ter içinde kalmıştı. Konuşmaya mecali kalmamıştı. Nefes nefese, geç kalışının sebebini anlatmaya başladı:
“Kardeşimi dayısına teslim ettim. Ona, paraları sakladığım yeri de gösterdim. Bütün gayretlerime rağmen ancak şimdi gelebildim. Bulunduğumuz yer çok uzak olduğu için biraz geciktim. Verilen hükmü infaz edebilirsiniz.”
Genci pürdikkat dinleyen sahabiler, verdiği sözde durduğundan dolayı tebrik ettiler. Ebû Zer’e de, mertliğin en canlı misalini veren genci nereden tanıdığını ve ne maksatla kefil olduğunu sordular. Yüce sahabi şöyle cevap verdi:
“Bu genci sizin gibi ben de ilk defa gördüm. Daha önceden hiç tanımam. Ama sizlerin huzurunda yaptığı teklifi reddetmeyi mürüvvete uygun görmedim. ‘Âlemde insanlık kalmamış’ mı denilsin?!”
Tarihlere altın sayfalarla geçecek manzara karşısında duygulanan davacı gençler dayanamayarak davalarından vazgeçtiler…
Ebû Zer (r.a.) sonraları Şam’a yerleşti. Çok sade bir hayat yaşadı. Gösterişe meyletmediği gibi, meyledenlerden de hoşlanmazdı. Şatafattan uzak kalmayı severdi. Son derece kanaatkârdı. Kendisine 4000 dinar maaş bağlanmıştı. Fakat o, bu paranın çok azını kendine sarf ediyor, büyük bir kısmını fakirlere tasadduk ediyordu. Çünkü müminlerin, kazançlarını Allah yolunda sarf etmeleri gerektiğine inanıyordu. Ailesi için gerekli olan nafakadan fazla mal biriktirmenin doğru olmadığına kàni idi. Bu fikirlerini büyük bir cesaretle müdafaa ediyordu. Nihayet zenginler onu, Şam Valisi Muâviye’ye şikâyet ettiler.
Vali Muâviye, bin altını bir hizmetçisiyle bir gece yarısı Ebû Zer’e göndermişti. Onun samimiyetini ölçmek istiyordu. Halka böyle telkin edip de kendisi başka türlü mü yapıyordu?
Ebû Zer (r.a.) parayı alır almaz hemen fakirlere dağıtıverdi. Vali sabah namazından sonra hizmetçisini çağırıp, “Ebû Zer’e git, ‘Vali parayı başkasına gönderdiği hâlde yanlışlıkla sana verdim. Geri ver, yoksa valinin cezasından kurtulamayacağım!’ de.” dedi. Hizmetçi Ebû Zer’e (r.a.) durumu açıklayınca, “Aman evladım, valiye söyle ki, yanımda altınlardan biri dahi kalmadı! Size müsaade etsin de, gidip dağıttıklarımdan toplayayım.” dedi.
Muâviye için bu kadarı kâfi idi. Onun samimi olduğunu anladı. Durumu Halife Hz. Osman’a bildirip onu Medine’ye gönderdi.
Hak bildiği bir meseleyi söylemekte kimseden çekinmeyen Ebû Zer (r.a.), burada da herkese bildiği hakikatleri anlatmaya devam etti.
Hattâ meydana gelen rahatsızlıklar sebebiyle halife kendisini fetva vermekten menetmişti. Konuştuğu bir sırada biri kendisine bunu hatırlatınca şöyle demişti:
“Yemin ederim ki, kılıcı enseme dayasınız, başımı uçurmadan önce Resûlullah’tan duyduğum bir gerçeği söyleyebileceğimi bilsem, yine söylerim!”
Nihayet halife ve kendisinin de muvafakati üzerine, Medine dışında, Mekke yolu üzerinde şirin bir konak yeri olan Rebze köyüne gitti. Hayatının son senelerini burada geçirdi.
Hicret’in 31. senesinde artık ölüme iyice hazırlanmıştı. Yeni bir elbiseye ihtiyacı olduğu söylendiğinde, “Bana elbise değil, kefen lazım!” diyordu. Yakında Resûlullah’a kavuşacağını söylüyordu. Yanında hanımı ile bir tek hizmetçisi vardı. Onlara, “Ölünce beni yıkayıp kefenleyin, sonra da yolun ortasına koyun!” diye vasiyet etti.
Hanımı ağlamaya başladı. Onu tek başına kimseden habersiz mi toprağa gömeceklerdi?! Bunun üzerine Ebû Zer, “Ağlama. Bir gün Resûlullah ile birlikte idik… ‘Sizden biri ıssız yerde vefat edecek. Onun cenazesinde müminlerden küçük bir topluluk hazır bulunacak.’ buyurmuştu. Orada bulunanların hepsi topluluklar içinde vefat ettiler. Geriye ben kaldım. Yolu gözet, benim söylediklerimi aynen yap.” dedi. Ve ruhunu teslim etti.
Hanımı ile hizmetçisi vasiyetini yerine getirip cenazesini yol üzerine koydular. Hizmetçi de yanında beklemeye koyuldu. O sırada Irak’tan, içlerinde Abdullah bin Mes’ud’un da bulunduğu bir kafile çıkageldi. Kâbe’ye umre yapmak üzere gitmekteydiler. Yol üzerindeki cenaze onları korkuttu! Hattâ develer ürküp az kalsın onu çiğneyeceklerdi… Bu sırada hizmetçi ayağa kalkarak, “Bu, Resûlullah’ın sahabisi Ebû Zer’dir. Kendisinin gömülmesi için vasiyet etti. Yardım ediniz!” dedi.
Bunları duyan Abdullah bin Mes’ud, kendisini tutamayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ve eski günleri hatırlayarak şöyle dedi:
“Resûlullah, ‘Sen tek başına yürüyecek, tek başına yaşayacak, tek başına öleceksin.’ buyurmakla ne kadar doğru söylemiş!”
Arkadaşlarıyla birlikte inip Ebû Zer’in namazını kıldılar ve orada defnettiler.[7]
Ebû Zer (r.a.) 281 hadis rivayet etti. Onun rivayet ettiği hadislerin az olması inzivayı, yalnız yaşamayı sevmesinden kaynaklanmaktadır. Rivayet ettiği hadislerden:
“Kardeşine güler yüz göstermen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybetmiş bir kimseye yolunu göstermen sadakadır. İyi görmeyen birine yardımcı olman sadakadır. Taş, diken ve kemik gibi, insanlara zarar verecek bir şeyi yol üzerinden kaldırman sadakadır. Kovandan kardeşinin kovasına su boşaltman sadakadır.”[8]
“Amellerin en üstünü, sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini de Allah için sevmemektir.”[9]
“Resûlullah’ın karşılaşıp da musafaha yapmadığı hiç olmamıştır. Bir gün beni çağırması için birini göndermişti… Ben ise evde yoktum. Gelince, Resûlullah’ın çağırdığını söylediler. Hemen yanına gittim. Sedir üzerinde oturuyordu. Beni kucakladı. Bu kucaklama benim için çok güzel bir şeydi.”[10]
__________________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 5: 187; Buhârî, Menâkıb: 82.
[2]Müsned, 5: 162.
[3]Müslim, İmâre: 16.
[4]Asr-ı Saadet, 3: 194.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 5: 188.
[6]Hilye, 1: 168.
[7]Hilye, 1: 169-170; İsâbe, 4: 65.
[8]Tirmizî, Birr: 36.
[9]Ebû Dâvud, Sünnet: 2.
[10]age., Edeb: 143; Müsned, 5: 163.
Şiilik tarihine kısa bir bakış
Şii dünyasının önde gelen isimlerinden birisi olan Ayetullah Cafer Subhani, Şii ekolü hakkında ortaya atılan şüpheleri bertaraf etmek için bir yazı kaleme aldı.
Üstat Cafer Subhani’nin hazırladığı eserde; Şiilik hakkındaki ilk bulguların henüz Peygamber Efendimiz hayatta iken ortaya çıktığını ve hatta bunun ilk temllerini atanın Allah Resulü’nün (saa) kendisi olduğunu dile getiren Ayetullah Cafer Subhani, Peygamber döneminde var olan ve onun vefatından sonra Ali taraftarları (Şiat un Ali) olarak anıldıkları ve bu gruba bağlı herkesin, Arap kökenli Adnan veya Kahtanoğullarından geldiğini yazdı.
Havza din ilimleri merkezi tarafından yayınlanan üstadın notlarını siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz:
Şiilik Hakkında Oryantalistlerin Yorumu
Bazı Şarkiyatçılar, Şiiliğin kökeni tam olarak bilmediklerinden ötürü, bu ekolü bir İran fikir akımı olarak değerlendirmekte ve şöyle demektedirler;
“Bilindiği gibi İran toplumunda bir şahlık sistemi vardı ve İranlılar da İslam dinine geçtikten sonra bu monarşik yapıyı İslam üzerinde de uygulamaya başladılar. Sonuç olarak da Ali ve onun çocuklarını Peygamberin varisi olarak kabullendiler. Hal böyle olunca da; her imam, kendisinden önceki imamın varisi olarak addedildi ve hükümet bu ilke doğrultusunda bir sonraki imama devredildi.
Oryantalistlerin Bu Teorisine Cevap
Bu iddia o denli yersiz ve yetersizdir ki; onu, Şiiliğin ortaya çıkışı için bir delil olarak sunmak dahi abestir. Öncelikle nübüvvetin en yüksek makam olarak kabul gördüğü geçmiş ümmetlerde, bu ırsi geçiş sürecini çok net görmekteyiz ve Kuran-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyurur;
أَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ عَلَىٰ مَا آتَاهُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ ۖ فَقَدْ آتَيْنَا آلَ إِبْرَاهِيمَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَآتَيْنَاهُمْ مُلْكًا عَظِيمً
“Yoksa insanlar, Peygamber (saa) ve ailesine Allah’ın lütfünden kendilerine verdiği nimet yüzünden onları kıskanıyorlar mı? Evet biz, İbrahim Ailesi’ne de kitabı ve hikmeti vermiş, onlara çok büyük bir mülk de lütfetmiştik.” (Nisa/54)
İbrahim (as) imamet makamına erdiği vakit, Allah’tan kendi nesline de imamet makamını vermesini istemiş ve Yüce Allah da onun isteğini, neslinden gelecek salih ve adil çocuklara verme şartıyla kabul etmiştir. Bakın Kuran bu olayı nasıl anlatıyor;
وَإِذِ ابْتَلَىٰ إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ ۖ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا ۖ قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي ۖ قَالَ لَا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ
“Hani Rabbi, İbrahim’i bazı kelimelerle imtihana çekmiş, o da onların hakkını vermişti de Rab şöyle demişti: “Seni insanlara önder yapacağım.” İbrahim, “Soyumdan birilerini de” deyince Allah: “Benim ahdim zalimlere ulaşmaz.” buyurdu.” (Bakara/124)
Peygamberlerin bütün vasileri de bu yönde tayin olagelmiştir. Hatta Arap putperest toplumlarında dahi kabile reisi öldükten sonra yerine yabancı birisi geçemez bilakis şeyhin oğlu onun yerini alırdı. Öyleyse şahlık gibi babadan oğla geçen yönetim şekli yalnızca İranlılara ait olmadığını görüyor ve diğer toplumlarda da bu sistemin kabul edildiğini biliyoruz. Eğer bu yönetim tarzı yüzünden İranlılar Şii olmuştur denilirse de; o zaman monarşinin hakim olduğu diğer toplumların da bu varsayıma göre Şii olması gerekmez miydi?
İkinci olarak, daha önce de denildiği gibi Şiilik Medine’de doğmuş ve Hz. Resul döneminde ilerlemiştir. Bu durum göz önüne alındığında ise henüz İranlıların İslam diniyle müşerref olmadıklarını görmekteyiz.
Emir ul Müminin Ali (as) halife olduğu zaman; Sözünden dönenler, Zalimler ve Haricilerle olmak üzere üç büyük savaş meydana gelmiştir ve Hz. Ali’nin (as) ordusunun genelini Hicaz ve Yemenli gerçek Araplar oluşturmaktaydı. Tarih şöyle der; Ali ordusunun bel kemiğini Kureyş, Evs ve Hazrec kabileleri oluşturmakta ve bunlara ilave olarak da Yemen illerinden; Mezhec, Hemdan, Tey, Kinde, Temim ve Muzir teşkil etmekteydi. Ali ordusunun tüm komutanları da Arap kabilelerinden olan; Ammar Yasir, Haşim Mirkal, Malik-i Eşter, İbn-i Suhan ve kardeşi Zeyd bin Suhan’dır.
Hz. Ali işte bu Arap ordusuyla Cemel, Sıffin ve Nehravan savaşlarını kazandı ve hiçbir zaman İranlılar bu savaşta öyle ahım şahım bir etkiye sahip olamadılar. Tüm bunlar bir yana Şiiliği yalnızca İranlılar kabul etmedi belki Araplar içerisinde oldukça yüksek oranda da kabul gördü.
Bu Düşüncenin Tersini Savunan Bazı Din Tarihçileri
Hollandalı Dozi gibi Şiiliğin bir İran düşünce akımı olduğunu iddia eden birkaç şarkiyatçı dışında, birçok oryantalist ‘Şiiliğin aslı Araplardandır’ demiş ve İran teorisini temelsiz bir varsayım olarak görmüşlerdir. Almanların ünlü Oryantalist ve din tarihçisi Julius Wellhausen şöyle der; Muaviye döneminde tüm Irak halkı ve özellikle de Kufeliler Şia ideolojisi üzerineydiler ve hatta belki de etraf kabile ve reisleri de bu akide ile yaşıyorlardı.
Bir diğer ünlü şarkiyatçı Macar Ignaz Goldziher de şöyle diyordu; yaptığımız en büyük hatalardan birisi de Şiiliği bir İran akımı olarak görmemizdir. Bu tarih boyunca yanlış algılana gelmiş bir düşüncenin sonucudur. Hâlbuki tüm Alevi hareketlenmeleri hepsi Arap topraklarında cereyan etmiştir.
Bir başka oryantalist İsveçli Adam Metz de bu konuyu şöyle değerlendiriyordu; Hiçbir zaman Şiiliği, İranlıların bölgedeki İslam hâkimiyetine bir tepki olarak ortaya çıkardığını söyleyemeyiz. Çünkü Mekke, Sana, Amman, Hicr ve Saada gibi birkaç büyük Arap Yarımadasında bulunan şehirler dışında tüm yarım ada şehirleri Şiilerle doluydu. O dönemde ise Kum şehri halkı dışında tüm İran Ehl-i Sünnet ekolü üzerineydi ve hatta İsfahan halkı Muaviye bin Ebu Süfyan konusunda o denli aşırılığa kaçmışlardı ki; halkın bir kısmı onu Nebi-i Mürsel yani gönderilmiş peygamber olarak kabul ediyordu.
Dozi’den daha fazla İslam tarihiyle alakalı olan bu şahsiyetlerin ortak tanısı; Şiiliğin bir İran akımı olmadığı ve bu varsayımı tamamen reddetmeleridir. Her ne kadar daha sonraları İranlılar Şiiliğe karşı alaka ve sempati besleseler de gerçek buydu. Öte yandan bu konuyla ilgili sevindirici bir gelişme de iki Mısırlı yazarın kaleminden yansıyordu.
Şiilikle tam olarak uyuşmayan bir düşünce adamı olan Mısırlı yazar Ahmed Emin şöyle diyordu; Ali taraftarlığı İranlılar henüz İslam dinine girmeden önce başlamıştır ama daha sonraları Şiilik İranlı unsurlarca kendine ayrı bir renk kazanmıştır.
Ahmed Emin’in ilk sözleri oldukça gerçekçi ama diğer sözü asılsızdır çünkü Şiiliğin yalnızca bir anlamı vardır o da; İslam’ın sunduğu gerçek dini kabullenip, Hz. Resul-i Ekrem’in (saa) tüm öğretilerini uymak demektir.
Şeyh Muhammed Ebu Zehra da şöyle der; İranlılar Şiiliği Araplardan öğrenmişlerdir ve öyleyse Şiiliğin İranlı olma gibi söylemi olmaz. Ehl-i Beyt’e bağlılıklarıyla tanınan alimler Emevi ve Abbasi zulmünden Fars ve Horasan’a hicret etmişlerdir. Şiilik bu topraklarda Emevi Devleti yıkılmadan önce Ali oğlu Zeyd’in (as) buraya sığınmasıyla İran’da yayılmaya başlamıştır.
Ayrıca nasıl olur da Şiiliğin İran menşeli bir ideoloji olduğu iddia edilebilir; Hâlbuki Buhari, Müslim, Tirmizi, İbn-i Mace, Nesai, Beyhaki ve Hakemi Nişaburi gibi Hicri birinci yüzyıldaki büyük Ehl-i Sünnet âlimlerinin hepsi İranlıdır.
Konuya biraz daha dikkatlice bakacak olursak, İranlıların Müslüman olduğu dönemde ve ondan sonraki asırlarda da Sünni ideoloji üzerine olduklarını, Şiiliğin ise ülke topraklarında dağınık bir şekilde yaşayan azınlıklar arasında yer edindiğini görebiliriz.
Aslına bakılacak olunursa İran’daki ilk Şii yayılımı Yemenli Şiilerin bu topraklara göç etmesiyle Kum ve Kaşan’da vuku bulur ve o da Hicri birinci yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşir. Halbuki İslam dini Hicri 17. yy.de İran’a girer ve aradan geçen yıllar boyunca buraya yerleşen Arap Şiaları sayesinde İran’da iyiden iyiye yer edinir.
Öyleyse Arap dünyası içerisinde doğmuş olan Şiilik, daha sonra İslam alemine hiçbir değişime uğramadan o dönemlerde yayılmıştı.
Konumuzun en başında değindiğimiz gibi İmametin birbiri ardınca intikal etmesi bazı Batılı oryantalistler için Şiiliğin İran’dan menşe aldığı bahanesini ortaya çıkartmıştı. Halbuki Sünni hilafet tarihinde de Osman’ın bir suikast sonucu öldürülmesi ardından Hicri Yedinci yüzyıla kadar hilafet veraset şekline bürünmüştür. II. Muaviye’nin dünyadan göçetmesinden sonra hilafet Al-i Mervan’a geçti ve Hicri 132. yıla değin bu aile içerisinde döndü durdu. Abbasiler hükümete geldikten sonra da yine hilafet babadan oğla intikal etti bu da Hicri 656 senesine kadar Moğol Hülagu Han’ın gelişiyle son buldu. Osmanlıların hilafet anlayışı da Hicri dokuzuncu yüzyıldan ta Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar bu şekilde cereyan etti. Öyleyse, İmametin babadan oğla geçişini bir İran akımı olarak değerlendiremeyiz. Eğer Şialar İmametin Ali (as) oğullarında devam etmesini savunduysalar bu Peygamber Efendimizin emirleri doğrultusunda gerçekleşmiştir.
İslam’dan Sonra İran İnsan Coğrafyası
Şiiliğin bir İran akımı olduğu ve İranlılar tarafından ortaya çıkartıldığını iddia edenler, Hicri onuncu yüzyıla kadar İran’ın mezhepsel tarihinden habersiz olan insanlardır. Safeviler dönemi öncesi İran içerisinde Kum, Kaşan, Rey ve Sebzevar dışında Şiilikle alakalı başka bir şehir bulunmamakla beraber İran’ın diğer tüm şehirleri Sünni ekol üzerine hareket ediyordu. Ama hicri dokuzuncu yüzyılın başlamasıyla birlikte bu topraklar üzerinde Şiilik de iyiden iyiye yayılmaya ve geniş kitlelere ulaşmaya başlamıştı. Şimdi burada Mukaddesi’nin eseri olan “Ahsen ul Takasim” adlı o dönemin İran İnsan coğrafyasını hicri 375 yılında resmetmiş kitabını inceleyeceğiz.
Horasan topraklarına Mu’tezile ve Şialar olmasına rağmen Şafiilerden oluşan Şaş harç genellikle Ebu Hanife’nin ashabı hakimdir. Erdebil halkı ve İran’ın dağlık batı bölgeleri Hanefi mezhebine bağlıdır. Ama Rey şehrinde birçok mezhep mensubu bulunmaktadır ve bunların genelini yine Hanefiler teşkil etmekle beraber Hanbelilerin de sayı azımsanmayacak derecede çoktur. Kumlular Şiadır ve Kermanşah ahalisi Süfyan-i Servi taraftarlarıdır. Huzistan bölgesi değişik mezhepleri barındırır. Ahvaz ve Ramhürmüz Hanbelidir ama Ahvaz’ın yarısına yakını Şiadır aynı zamanda Hanefi ve Maliki de bir hayli vardır bu bölgelerde. Fars eyaletinin çoğu Hadis ehli ve Muaviye yanlılarıdır. Multan halkı Şiadır ve ezanlarında “Hayyi a’la hayril amel” derler ve bunu ikamede de tekrar ederler ama Multan’ın kasabalarında Hanefi mezhebi fakihleri çoktur.
Ünlü Seyyah İbn-i Battuta şöyle yazar:
“Olcaytu Hüdabende, Irak padişahıydı ve Rafizilerden İbn ul Mutahher (Allame Hilli) adında bir fakih onunla sıkı bir dostluk kurmuş ve ardından Hüdabende İslam dinine geçip Moğol ordusunu da Müslüman yapmıştır. Rafizi mezhebine bağlı olan bu bilge, Şiiliği Hüdabende’ye oldukça hoş tanıtmış ve bu nedenden ötürü de Olcaytu, halkı Şii mezhebine yöneltmiştir. Şii mezhebine tabi olunma emrini verdiği şehirlerden bir çoğu bunu kabul ederken yalnızca Bağdat ahalisi buna itiraz etmiş ve şehir merkezinde bir araya toplanıp Hüdabende’yi protesto edip “Ne bunu duyarız ne de itaat ederiz” diyerek şehre gelen elçiyi tehdit etmişlerdir. Bunun aynısı daha sonra Şiraz ve İsfahan halkı da yapmıştır. Kadı Ayaz “Tertib ul Medarik” adlı eserin önsözünde Maliki mezhebinin yayılmasını şöyle anlatmaktadır; İmam Malik’in mezhebi Horasan ve Irak ötelerine Yayha bin Yahya-i Temimi ve birkaç kişi tarafından yayılmıştır. Bunun ardından uzun yıllar bu bölge imamları Maliki mezhebi fıkhınca fetvalar vermişlerdir. Daha sonraları Gazvin başta olmak üzere İran’ın dağlık bölgeleri sayılan Hamedan ve Kermanşah’ta Kürt nüfusunun etkisi ile bu mezhep iyice yayıldı ama bunun yanı sıra Ebu Hanife ve İmam Şafii’nin mezhebi de oldukça fazlaydı.”
Meşhur Doğu bilimci Carl Brockelmann şöyle der;
“Şah İsmail-i Safevi Tebriz’i ele geçirdiğinde, bu şehrin nüfusu üç yüz bin civarında ve bu halkın üçte biri Şia geri kalanları da Sünni’ydi.”
Tarihçilerin bir araştırma özeti olarak sunduğumuz bu cümlelerin özü; Hicri dokuzuncu yüzyıla kadar İranlılar üzerinde hâkim olan mezhebin Ehl-i Sünnet olduğu ve Safeviler dönemi ve sonrası Şia mezhebinin yayıldığıdır.
İbn-i Esir “el Kamil fit Tarih” kitabında şöyle yazar;
“Sultan Mahmud babasının aksine hareket edip, Hz. Ali bin Musa er-Rıza’nın (as) türbesini tamir ettirdi hâlbuki o türbeyi yıkan babasıydı. Tus halkı da; o hazreti her ziyaret etmek isteyene eziyetler çektirmekteydiler. Sultan Mahmud’un babasının aksine hareket etmesinin sebebi de; rüyasında Emiru’l Müminin Ali’yi (as) görmesi ve ona; Bu durum daha ne zamana kadar devam edecek? demesiydi.”
ehlader
Muaviye’yle eşitleştirilmiş bir Ali’de değil; Sünnet’in ve Ehl-i Beyt ..!
Gazeteci-yazar Ali Bulaç, “Ali’de buluşmak” başlıklı bugünkü yazısında, “’Doğru Ali’ tasavvuru için Sünni ve Şii hadis kaynakları ile İbn İshak, İbn Hişam vd. siyer kaynaklarına ihtiyaç var. Bu konuda Nehcu’l-Belağa da ihmal edilir bir kaynak değil” ifadelerini kullanarak; niyet iyi, gelecek perspektifi sağlam ve bakış açısı doğru olursa, Sünnilerin ve Şiilerin ortak kaynaklarda buluşmalarının imkânsız olmadığını belirtti.
“Bu yeni bir gündür. Ne Aleviler mitolojik Ali’yle, ne Sünniler Bizans taklidi saraylardan ümmeti yönetmeye kalkışan Muaviye ile uzlaşmış Ali’yle postmodern çağın krizini aşabilirler. Ali takva ve hukukun yanındaydı, saraylara karşıydı, yoksulların ve müstaz’afların tarafındaydı” diyen Bulaç, “Bugün hangi vicdan ve akım sahibi Sünni, Şii ve Alevi, takva ve hukukun yanında yer almaz; israf ve debdebenin, kibrin, baskı ve yozlaşmanın yanında yer alır?” diye sordu.
İŞTE BU YAZI…
Bazı Alevi aydınları tarihte yaşamış Hz. Ali’nin “Aleviliğin Ali’si” olmadığını biliyorlar.
Dinler, mezhepler kendilerini aşkın, kutsal bir kaynağa veya şahsa refere ederek varlıklarına bir zemin bulmaya çalışırlar. İki semavî dinin referansı Hz. Musa (Musevilik) ve Hz. İsa (İsevîlik)’dır. Semavî olmayan diğer dinlerde de kurucular, merkezî kutsal şahsiyetlerdir. Zerdüşt, Budha, Konfüçyüs vs.
İslam, bir şahsa refere edilemez. İslamiyet’in kaynağı Kur’an ve sünnettir. Bu yüzden İslamiyet’e “Muhammedîlik”, Müslümanlara da “Muhammedî” denemez.
Sünnilerde ve Şiilerde vurgu farklıdır. Sünniler “sünnet”i, Şiiler Ehl-i Beyt’i öne çıkarırlar. Şiiler ile Aleviler, Ehl-i Beyt konusunda ittifak içindelerse de, vurgularında farklılık söz konusudur. Şiilerin ana vurgusunda Ali kadar Hüseyin, bazan daha çok Hüseyin göze çarparken, Alevilerde öne çıkan Ali’dir, Hüseyin Ali’yi takip eder. Ortada “üç Ali” var:
a) Sünni kaynakların (hadis ve siyer) tarif ettiği Hz. Ali (radiyallahu anh ve kerremallahu vechehu).
b) Şia’nın Ali tasviri ve tasavvuru.
c) Alevilerin mitolojik Ali’si. Şiilerin Ali’si, Alevilerin Ali’sinden Sünnilere daha yakındır.
Sorun büyük ölçüde “mitolojik Ali” tasavvurundan kaynaklanıyor. Tarihsel olarak yazılı kaynakların tasvir ettiği Ali bu değil, şifahi-ümmi gelenek içinde yaşamış Anadolu halkının yüzyıllar içinde kitabî İslam’dan kopuk olarak muhayyilesinde inşa ettiği Ali bu. “Doğru Ali” tasavvuru için Sünni ve Şii hadis kaynakları ile İbn İshak, İbn Hişam vd. siyer kaynaklarına ihtiyaç var. Bu konuda Nehcu’l-Belağa da ihmal edilir bir kaynak değil. Bu muhteşem metnin Şii şerhleri yanında Sünni Muhammed Abduh ve Suphi es-Salih’in şerihleri de var. Niyet iyi, gelecek perspektifi sağlam ve bakış açısı doğru olursa, Sünnilerin ve Şiilerin ortak kaynaklarda buluşmaları imkânsız değil. Büyük ölçüde zorluğu ortaya çıkaran siyasî faktörlerdir. Her ne olursa olsun, bu faktörlerin dışına çıkma cesaretini gösterip İslam dünyasının geleceği için yeni bakış açıları geliştirme zarureti var.
Tarih, kaderimiz değildir. Ve biz atalarımızın yaptıklarından sorumlu da değiliz. Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in kavgası Allah rızası için olmadığı gibi, bugünkü bölgesel siyasî çekişme ve rekabetler de Allah rızasına matuf değildir. Öyle olsaydı, iki filin tepişmesi sonucunda milyonlarca Suriyeli bu halde olmaz, Irak’ta akan kan dururdu. Çaldıran Savaşı da ne Sünni-Şii kavgasıydı, ne Türk-Fars savaşıydı. “Bu cihan iki hükümdara dar gelir, birimizden biri hükümdar olacak.” diyen iki Türk hükümdarının savaşıydı. Biri şah’tı, diğeri padişah’tı. İkisinin hükümdarlık kavgasında “kullarım” dedikleri onbinler nahak yere öldü. Çaldıran ve benzeri savaş ve rekabetlerin tümünde Hz. Ali, Ehl-i Beyt, Ashab-ı Güzin ve elbette mezhepler istismar edilir. Ama en büyük zararı daima din görür.
Bu böyle devam etmez, belki ilk adım Ali’den başlamak lazım. Bunun için öncelikle İslam’ı, Ehl-i Beyt’i ve Ali’yi siyasilerin sömürü sahasından çıkarma mecburiyetimiz var. Sünniler Ali’yi tarihin, Aleviler mitolojinin mezarlarına gömmüşler. “Mitolojik Ali” tasavvuruyla yaşayan bir Alevi ile Ali’nin davasını anlamamış, vicdanında onu Muaviye’yle eşitleştirmiş bir Sünniyi nasıl bir araya getireceğiz? Hangi dili kullanacağız?
En önemli soru şu: Ali’yi nerede arayacağız, hangi vadide bulacağız? Elimizde güvenilir kaynak yoksa mitolojik tasvire veya Beni Ümeyye’nin cinayetlerini tolere etmemizi hedefleyen tarafgir yorumlara niçin itibar edelim ki! Kaynaklarda Ali camid vaziyette duruyor. Onu oradan çıkarıp hayatın içine sokmayı denemeliyiz. Aleviler gerçek Ali’yi adaleti, hakkaniyeti arayan fıtratlarında bulabilirler. Gerçek Ali, Sünnet’in ve Ehl-i Beyt davasının takipçisiydi.
Bu yeni bir gündür. Ne Aleviler mitolojik Ali’yle, ne Sünniler Bizans taklidi saraylardan ümmeti yönetmeye kalkışan Muaviye ile uzlaşmış Ali’yle postmodern çağın krizini aşabilirler. Ali takva ve hukukun yanındaydı, saraylara karşıydı, yoksulların ve müstaz’afların tarafındaydı. Bugün hangi vicdan ve akım sahibi Sünni, Şii ve Alevi, takva ve hukukun yanında yer almaz; israf ve debdebenin, kibrin, baskı ve yozlaşmanın yanında yer alır?