Seyyahların, yolcuların, kervanların durağı bir şehir. İlkelerin, şairlerin, sanatçıların şehri…
İran’da dillerde dolaşan Tebrizli ve İsfahanlıların arasındaki tatlı bir o kadar da hırçın rekabetin meşhur sözü…
İsfahan nisfi cihan eğer Tebriz ne başed.
İsfahan dünyanın yarısı eğer Tebriz olmazsa.
Tebriz; tarih kokan sokakları, pazarı, mimari yapılarıyla, edebiyatıyla, sanatıyla, bir iktisat şehri olmasıyla gerçekten bu sözü hak ediyor.
Tebriz’i anlatırken insan şaşıp kalıyor nasıl anlatayım Şems’in, Şehriyar’ın şehrini, Şah İsmail’in devletinin payitahtını, Settar Han’ın, Bağır Han’ın meşrutiyet mücadelesinin, İslam İnkılabının başladığı şehri, ilklerin şehri…
Tebriz’in merkezinde yer alan ve dünyanın en büyük kapalı pazarı Tebriz pazarındayız. Coğrafi olarak tarihi İpek ve Baharat yolunun önemli bir durağı olan şehrin tarihi kapalı pazarı, bu günde İran’ın en önemli ticaret merkezi sayılmaktadır. Tebriz pazarı müzesi açılışı yapılıyor. Pazar, zaten canlı bir tarih olmasıyla insanı alıp geçişe götürürken üstüne bir de pazarın geçmişini anlatan müzeyi görmek, dönemin dükkanlarını, ürünlerini görmek başka bir şey.
Müzenin içinde pazarın kuruluşundan itibaren halka hizmet veren; ticarethane, daruhane (eczane), sahaf, aktar, demirci, mobilyacı, ip boyama dükkanı, halıcı, terzi, Devlet Telgraf İdaresi, fotoğrafçı gibi dükkanlar dönemin ürünleri ile sergilenmekte.
Bakınca insanı farklı diyarlara götüren müzedeki bu dükkânlarda ne mi var? Daruhanede; dönemin ilaç kapları, büyük ve küçük kavanozlardaki ilaçlar ve ilaçların yazıldığı defter yer alırken, demircinin çekici, örsü; terzinin makası, ipleri ve çok çalışmaktan yorulan gözlerine ışık veren gözlüğü ve kim bilir hangi genç kızın erkeğin hayalini süsleyen elbiseler; doğal renklerle elde edilen boyaların iplere hayat verdiği ip boyama dükkanı; Fotoğrafçının deklanşörüyle anı durduran, siyah beyaz fotoğrafların olduğu, herkesin büyük bir heyecan ve en güzel giysileriyle karşısında poz verdiği fotoğraf makineleri, ticarethanedeki tacirlerin abaküs hesap makineleri; sahafçıda ciltlenen kitaplar; telgraf idaresindeki uzakları yakın eden telgraf makinesi; evlerin içini duvarlarını süsleyen renk cümbüşü halılar…
Müzeden sonra pazara girelim diyoruz. Büyük bir heyecanla adımlıyoruz yolları ve kısa bir süre sonra pazarın girişindeyiz. Uzunca koridorlar ve bu koridorlara bağlı başka koridorların yer aldığı labirent gibi bir Pazar. Tebrizli arkadaşımızın deyimiyle içine girdiğinde kaybolacağın, her defasında nereden çıktığını bilmediğin bir yer.
Pazarın içinde; halı, ayakkabı, altın, baharat satılan çarşıları var. Neredeyse aradığın her şeyi bulabileceğin bir pazar. Yine namaz kılmak, kuran okumak, oturup sohbet etmek, uzanıp biraz dinlenmek için camiler, soluklanmak için duracağın, içinde havuzların olduğu bahçeler. Pazarda sıradan bir dükkanlar topluluğu değil canlı bir hayatın merkezi, burası dünyanın yarısı…
Vitrinlerindeki, kapı önlerindeki ürünlerle gözlerimize bayram yaşatırken, pazarın sesi insanı alıp götürüyor. Dükkan sahipleri buyur ediyor, çay ikram ediyorlar hele ki Türkiyeli olduğumuzu söylediğimizde ayrı bir ilgi gösteriyorlar dükkanlarına, evlerine davet ediyorlar. Sohbet ederken arada farsça kelimeler kullanmalarına rağmen aynı dili konuşuyoruz. Aynı kültürün, aynı coğrafyanın, aynı inancın insanlarıyız diyor dükkan sahibi tüm içtenliği ve samimiyetiyle.
Pazar içinde ilerledikçe ayrı bir hikaye, ayrı bir tarih çıkıyor insanın karşısına. Dar geçişlerde dükkanlara gelen mallar, yeni bir şey almanın mutluğunu müşterilerin ve satıcıların davetleri sürüp gidiyor. Kalabalığın arasında hayatın ve yılların yükü yetmezmiş gibi birde hamallık yaparak geçimini sağlamaya çalışan yaşlı amcayı görüyorum, görünüşünden belli olan ağır halıyı omuzlamış insanlara çarpmamak için özür dileyerek hızlı bir şekilde gidiyordu, yardım teklifinde bulundum. Gideceğin yere kadar ben götüreyim dedim hızını kesmeden yüzüme gülümsedi ve bu yükler hafif diye teklifimi kabul etmedi. Hızlıca geçip giderken bir fotoğrafını çektim…
Pazarın bahçelerinden birindeyiz, biraz dinlenelim dedik, esnaf ve halkın sohbetleri, pazarın mistik kokusu tarif edilemez…
Tekrar pazarın içine dalıyoruz, halı çarşısının ayrı bir yeri var pazarda. Tebriz’in meşhur halıları rengarek bir destan gibi, bir taraftan ustalar halıları ilmik ilmik dokurken bir taraftan sıkı pazarlıklar yapılıyor. Dükkanlar, hikayeler bitmek bilmiyor her dükkan her hikaye bir başka güzel…
Tebriz’e gelmişken Şehriyar’a gitmemek olmazdı. Şairler Türbesindeyiz. Heyder Babanın, Ali Ey Humay-ı Rahmet, Yar Kasidi ve nice şiirlerin yazarı Şehriyar. İçerisinde Şehriyar’la birlikte 400’e yakın şairin mezarını barındıran türbede Şehriyar’ın kendi sesinden şiirler okunuyor. Türbenin içerisinde kitap satış bölümünde Şehriyar’a ait ürünler başta olmak üzere birçok kitap satılıyor.
Bir diğer durağımız El Gölü Parkı ya da eski adıyla Şah Gölü parkı. Ne zaman kurulduğu belli olmayan, içinde 12 metre derinliğinde bir su havuzu ve bir saray bulunan park Kaçar Hanedanlığı devrinde bir yazlık saray olarak kullanılmış şimdi ise şehir halkının buluştuğu, dinlendiği, huzur bulduğu bir yer olarak kullanılmakta. Genci yaşlısı demeksizin herkes orada, oldukça kalabalık olmasına rağmen güzel bir mekan.
Bu kadarla bitmiyor Tebriz daha çok gezilecek yeri var. Müzeler, camiler, tarihi kalıntılar… bir güne anca bu kadarı sığdı.
Adem Namlı