“İslam Devrimi” Tarihin Akışını Değiştirebildi mi? (2)

Rate this item
(0 votes)
“İslam Devrimi” Tarihin Akışını Değiştirebildi mi? (2)

11 Şubat 1979’da gerçekleşen ve otuz dokuzuncu yıldönümünü kutlamakta olan “İslam Devrimi”nin küresel çapta bir etki meydana getirip getiremediğini bir önceki yazımızda analiz etmeye çalışmıştık. Bu makalemizde de konuya devamla “İslam Devrimi”nin özellikle Batı Asya (Ortadoğu) merkezli olmak üzere İslam dünyasında bir kırılma meydana getirip getiremediğini analiz etmeye çalışacağız.

Bahsi geçen bir önceki yazımızın giriş bölümünde küresel çapta etkinliğe sahip olayların değerlendirilmesinde dikkat edilmesi gereken bir takım ilkeler belirlemiştik ki, bu ilkeler, “İslam Devrimi ve İslam dünyası” başlığıyla yapacağımız bu analiz içinde geçerlidir.

Lehte durarak veya aleyhte konumlanarak nasıl ele alırsak alalım “İslam Devrimi”nin esas etki ve etkinliğini “İslam Dünyası”nda açığa çıkarttığı reddedilmez bir hakikattir. Ve yine “İslam Devrimi”nin emperyalizm ve Siyonizm ile mücadelesinin daha ziyade İslam coğrafyasında bir vekalet savaşı türünden gerçekleşiyor olması ile bu mücadelenin derinleşerek ilerlemeye devam ettiği de diğer bir gerçekliktir.

Evet, ister onu bir “inkılab” olarak görüp taraftar, gönüldaş ve destekçi olma itibariyle olsun ister bu “inkılab”ı bir talihsizlik ve başa gelmiş bir musibet olarak görüp karşıt ya da düşman olma itibariyle olsun “İslam Devrimi”nin istemli veya istemsiz bir şekilde İslam dünyasını derinden etkilediğini görebiliyoruz. Zira sadece “karşıtlık ve düşmanlık”ların dozuna bakarak bile bu gerçekliğin sağlamasını yapmak mümkündür.

Özellikle son on yıl içerisinde “İslam dünyasında olup biteni izah edemeyenlerin veya olup biteni Batı (ABD, İsrail ve AB) lehine evriltmek ve yönlendirmek isteyenler”in dillerine pelesenk ettikleri “Şii hilali, Fars yayılmacılığı ve Pers istilası” gibi tabirler bile tek başına “İslam Devrimi”nin İslam dünyasında açığa çıkarttığı sinerjinin delilidir.

Bu bapta söylenmeden geçilemeyecek bir başka vakıa da “İrancılık ve İrancı” tabirleridir. Çoğu zaman belli bir suçlama ve yerme manası yüklenerek doğudan batıya tüm İslam coğrafyasında belli bir düşünce biçimi “İrancılık” ve bu düşüncenin müntesipleri “İrancı” tabirleriyle tanımlanıyor.

Bu tabirlerin sahipleri ve itham şeklinde kullanıcıları her ne kadar bazen kinaye ve bazen açık bir garaz ile suçlama, art niyet, öteleme ve ötekileştirme mantığını gütseler de İslam dünyasında bu denli yaygın  (anti) olarak kullanılan diğer kavramın “Amerikancılık / Amerikancı” olduğunu dikkate alırsak esasında İslam dünyası üzerinde etkin iki temel gücün ve temel iki düşünce biçiminin kimler olduğunu da tespit etmiş oluruz.

“Acaba “İslam Devrimi” hangi alanlarda ne türden etki ve etkinlik açığa çıkarttı ki, karşıtlarının bin bir sebep ve menfaat gözeterek “Devrimci İslamcılık ve İslam Devrimcisi” demeye dillerinin varmaması dolayısıyla “İrancılık/İrancı” tabirleriyle tanımladıkları bir akım doğdu?” sorusu incelemeyi fazlası ile hak ediyor.

1- İslam’ın “Rönesans”ı başladı

Besbelli ki İslam’ın değil İslam’ı anlama biçim(ler)inin yani İslam’ın müntesiplerinin Rönesans’a ihtiyacı vardır. “İslam Devrimi” İslam alemi için kendileri kabul etsinler veya kabul etmesinler bir Rönesans hükmündedir. 

Yüzyıllardır İslam dünyasının “akıl”dan uzak “taklit, tabiiyet, biat ve mutlak gelenek”  üzerine kurulu anlayışların egemenliği altında yaşıyor olması “cehalet, taassup, kavmiyetçilik ve mezhepçilik” temelli inşa edilmiş toplum ve ülkeler açığa çıkarttı. Üretememek, pozitif bilimden uzaklık, güç ve zorbalığa dayanma; kültür, sanat, edebiyat yoksunluğu; teknik ve teknolojik olarak dünyanın çok ardında bulunma ise bu toplum ve ülkelerin ortak ve vazgeçilmez özelliği haline geldi.

Bizatihi kendisi bir “sorgulama ve akıl” hareketi olmasından dolayı “İslam Devrimi” hem akıl yolu ile düşünerek, sorarak, sorgulayarak inanç ve yaşamın kapılarını araladı ve hem de akleden, düşünen, soran, sorgulayan insanın teknik, teknoloji, kültür, sanat ve edebiyat üretebileceğini ortaya koydu. Ve üstüne de gücünü teknik, teknoloji, bilim, irfan, kültür, sanat ve edebiyattan alan bir ülke ve toplumun sevgi, barış, hoşgörü içerisinde yaşayabileceğini (nispeten) ortaya koydu.

İşte bu durumun sosyal bilimlerdeki ifade şekli “Rönesans (Yeniden Doğuş)”tur.

Ancak nasıl ki on altıncı yüzyıl başlarında doğan Avrupa Rönesans’ının esas meyve ve ürünleri on sekizinci yüzyıldan itibaren kendini göstermiştir, İslam Rönesans’ı da (benim kanaatimce bu süreçten çok daha kısa olmakla beraber) zamanla derin etkisini açığa çıkartacaktır. 

2- Öz Muhammedi İslam’ın tanınması

Bir realite olarak İslam tarihsel olarak iki mektep (Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Şia) kanalıyla günümüze ulaşmıştır. Cenab-ı Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de kutsayıp (Ahzab 33) hepimizi tabi olmaya davet ettiği pak ve masum Ehl-i Beyt (s)’in öğretisi kahir ekseriyetle Ehl-i Şia içerisinde idi. Üzücü ve rahatsız edici bir takım tarihsel gerçeklikler dolayısıyla Ehl-i Beyt (s)’in öğretisi kendini geniş kitlelere tanıtma ve davet imkanını hiçbir zaman yakalayamadı. Hep muhalif bir damar ve kapalı bir toplum kalmaya mahkum edildi.

Ancak “İslam Devrimi” Ehl-i Beyt (s) öğretisinin etrafındaki çit ve bentleri devirdi. İçenlere akıl, aşk, sevgi, barış, hoşgörü ve adalet güdüsü veren berrak ve billur bu kaynağın üzerindeki sis perdesi dağılınca sadece İslam coğrafyasından değil dünyanın dört bir yanından insanlar bazen fert fert ve bazen de fevç fevç Ehl-i Beyt (s)’e yönelmeye başladılar.

3- Üçüncü halin (İslami bir çıkışın) mümkünlüğü

“İslam Devrimi” gerçekleştiğinde dünyanın genelinde olduğu gibi İslam coğrafyası da iki kutup (emperyalist Batı Bloku ile Komünist/Sosyalist Doğu Bloku) arasına sıkışmış ve ayakta kalmak için bu iki kutuptan birine üye, yandaş ya da uşak olmayı mutlak gereklilik gören bir haldeydi.

İster emperyalist Batı Bloku olsun ister sosyalist Doğu Bloku İslam coğrafyasındaki tasallut ve tahakkümlerini garanti edip etkinliklerini derinleştirerek devam ettirmek için krallıklar, hanedanlıklar ve kukla hükümetlere sonsuz bir destek veriyorlardı. 

Bu durum “taklit, tabiiyet, biat ve mutlak gelenek”e dayalı İslami anlayışlarla birleşince tüm çıkış yolları kapanıyor, halklar için yegane kurtuluş yolu olarak “boyun eğme” kalıyordu.

İslam coğrafyasının hali pür melali bu iken “İslam Devrimi” doğdu. “La Şarkıyye vela Garbiyye illa İslamiyye! (Ne Doğu ne Batı illa İslam!)” sloganı ile Doğu ya da Batı’nın uşağı, yandaşı ve hatta üyesi olmaksızın var olmanın İslami dinamikler üzerine yükselen yeni bir yolunu yeni bir yönetimini ortaya koydu.

4- İslam’ın insanlığın geleceğine dair teorisinin ortaya konması

İdeolojiler ve dinlerin en özel ve güçlülük yanları dünyanın ve insanlığın geleceğine dair teorileridir. Yirminci yüzyıl sonları komünizm ve sosyalizmin tüm teorileri ile çöktüğü; Hint, Çin ve Japonya ağırlıklı Uzakdoğu din ve felsefelerinin her tür toplumsal beklenti, öngörü ve teoriden vazgeçip tamamen bireysel birer öğretiye dönüşerek sahadan çekildikleri bir süreçti. “Batı Liberal Demokrasisi” güncele ve geleceğe dair teorisi ile mutlak zaferini ilan etmişti. Artık dünya ve insanlığın geleceğine dair “Batı Liberal Demokrasisi”nden başka alternatif yoktu. Muhalifler bile bunu kabul etmişlerdi.

İşte böyle bir ortamın hüküm sürdüğü süreçte “İslam Devrimi”, İslam’ın teorisini ortaya koydu. Bu teori: “Tüm yeryüzünün İlahi sorumluluk ve yetki sahibi “masum bir önder” eliyle “adalet” temelli şekillendirileceği (Mehdeviyet) ancak özel bazı şartlar dolayısıyla onun “gaybet”te olduğu güncel zamanlarda topluma (insanlığa) ilim, irfan, ahlak, siyaset ve takva noktasında en bilge fakihin önderlik etmesi gerektiğini savunan “Velayet-i Fakih” teorisidir.”

Ayrıntılarda bazı ihtilaflar olmakla beraber bugün İslam coğrafyasının en yakınlaştığı inanç alanı “Mehdilik”tir. “Velayet-i Fakih”in ise tartışılmaya devam ettiği de bir hakikattir. Zira “Velayet-i Fakih” kavram ve teorisi bırakın İslam dünyasının genelini için içinde doğduğu Şia toplumu içinde bu haliyle yeni ve günceldir. Ancak bu tartışmaların varlığı bile İslam’ın “gelecek” teorisinin birer tezahürleridir.

5- Zulme başkaldırı, emperyalizm ve Siyonizm ile mücadele ruhu

Hiç şüphesiz “İslam Devrimi”nin İslam aleminde sahada en pratik olarak gözlemlenebilecek etkisi bu maddedir.  Başta İslami Cihad Örgütü ve HAMAS olmak üzere Filistin Direnişi, Lübnan Hizbullah’ı, Yemen Ensarullah Hareketi, Irak Kuvay-i Milliyesi olan Haşd-i Şabi, Suriye’nin topyekün direnişi, Bahreyn ve Suud’un bazı bölgelerindeki anti-emperyalist anti-siyonist hareketlerin hepsi çok değişik vesilelerle esin,  ilham ve destek kaynaklarının “İslam devrimi” olduğunu defalarca beyan etmişlerdir.

Evet, bazıları bu hareket ve direnişleri bizim ele aldığımız gibi almıyor ve onları çok değişik şekillerde itham ediyorlar. Bu yorum sahiplerinin bir bölümünü bu noktaya ulaştıran cehalet, taassup, kavmiyetçilik veya mezhepçilik gibi sahip oldukları bozuk anlayış ve ideolojilerdir. Bir bölümün durumunu ise ifade edebilecek terimler;  “ihanet, haset ve kindarlık”tır.

Bu ara paragraftan sonra tekrar başlığa dönelim. “İslam Devrimi”nin zulme, emperyalizm ve siyonizme karşı direniş noktasında bu açık tezahürlerinden başka bir de muhalifleri de dahil olmak üzere neredeyse istisnasız tüm kesimlere aşıladığı bir bilinçaltı mücadele, direniş ve azim ruhu vardır. Özellikle Gasıp Siyonist Rejim’in yenilmezlik efsanesinin çökertilmesi, Amerika’nın kollarına vurulan darbeler ve son olarak BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)’nin duraklatılması farkında olsunlar olmasınlar kitlelere cesaret ve mücadele ruhu aşılamaktadır.

Bugün ülkemizde Büyük Şeytan’a karşı yükselen sesleri bile bu dalganın etkisinden uzakta görmemek gerektir. Zira “Kerbelavari hareketler”in etkisi zaman ve mekanla sınırlandırılamaz!

Muntazar Musavi 

Read 2273 times