45 yıl önce İran coğrafyasında emperyalistlerin kuklası olan bir yönetim ve bu yönetimin başında Şah Muhammed Rıza isminde bir piyon vardı. Bu piyondan kurtulmak için İran halkı İmâm Humeynî'nin çağrısına "lebbeyk" diyerek kıyam etti. Sonunda tüfek ve silaha sarılmadan, terör ve anarşiye bulaşmadan milyonlarca halk kitlesi (sivil inisiyatif haklarını kullanarak) aylarca sürdürdüğü nümayiş ve protesto mitingleri sonucunda 11 Şubat 1979 tarihinde bi iznillah zafere ulaşmış oldu.
Aslında bu devrim yıllarca sürdürülen irşad ve tebliğ çalışmalarının bir sonucuydu. İrşad ve tebliğden kastımız, uzun yıllardan beri Şah rejiminin dejenerasyonuna maruz kalmış Müslüman halkın tekrar öz değerlerine yönelmesini sağlamak ve kuşanılacak tevhidî bilinçle halkın Şah rejiminin zalimane uygulamalarına karşı kin ve düşmanlığa tahrik edilmesi ameliyesiydi.
İmâm Humeynî'nin önderliğinde, İslâm hukuku ile mütenasip, adalet temeline dayalı yeni bir anayasal düzenin tesisi adına bu devrim gerçekleşmiş oldu.
Diğer Müslüman ülkeler için bu devrim bir "sürpriz" olmuştu. Açıkçası biz sadece Ehl-i Sünnet dünyasında bu tür çalışmaların olduğunu biliyorduk. Yanı başımızdaki İran'dan haberimiz yoktu. Zira biz sadece Ehl-i Sünnet dünyasında bu tür çalışmaların olduğunu biliyorduk. Pakistan'da Merhum Ebu'l Â'lâ Mevdudî'nin liderliğini yaptığı "Cemaat-i İslâmî" bu işin öncülüğünü yapıyordu. Türkiyeli Müslümanlar olarak başta "Tefhim'ul Kûr'ân" isimli tefsiri ve "Kûr'ân'da Dört Terim" olmak üzere Mevdudî'nin birçok eserinden faydalanmıştık. Öte yandan Mısır ve diğer birçok Arap ülkesinde irşad ve tebliğ çalışmalarında bulunan ve temellerini Şehid Hasan El-Benna'nın attığı "İhvan-ı Müslimin" örgütü ile gönül bağımız vardı. Şehid Hasan El-Benna'nın "İslâm'ın manifestosu" niteliğindeki beyanatlarını Türkiye gençleri olarak adeta ezbere biliyorduk. Yine Şehid Seyyid Kutub'un Fi-Zilâlî Kûr'ân tefsiri kütüphanelerimizin baş köşesini süslüyordu. "Yoldaki İşaretler" isimli eseri ise elimizden düşmezdi ve arkadaşlarımıza da okuturduk...
Diğer taraftan Cezayir'de liderliğini Abbas Medenî ve Ali Bel Hac'ın "Selamet Cephesi" diye bir parti faaliyet gösteriyordu. Gençler olarak onların faaliyetlerini heyecanla izlerdik. Aynı şekilde Tunus'ta Gannuşi'nin liderliğini yaptığı "Nahda Hareketi" vardı. Gannuşi bizim için adeta idol olmuştu. Onu da ilgi ile takip ediyorduk...
Türkiye’de ise, birçok cemaat ve tarikat olmakla birlikte İslâm'ın müesses nizam hâline gelmesi için Merhum Necmettin Erbakan'ın liderliğindeki "Milli Görüş" hareketi siyasî arenada etkin bir şekilde mücadele veriyordu. Şahsım adına ifade edecek olursam, Merhum Erbakan Hocamız 1969 yılında Odalar Birliği'nden ayrılıp 25 Ocak 1970 tarihinde Milli Nizam Partisi'ni kurduğu günden itibaren biz bu hareketin içerisindeydik. 33 yıllık Avrupa hayatımızda aynı şekilde Milli Görüş hareketi içerisinde çeşitli kademelerde hizmette bulunduk. Kısaca ifade edecek olursak biz Müslüman gençlik olarak İslâm'ın "devlet" aygıtına kavuşturulmasını bu hareketlerden bekliyorduk. Açıkçası Ehl-i Sünnet dünyası olarak beklentimiz bu minvâl üzereydi. Oysa hiç beklemediğimiz bir anda baktık ki, hemen yanı başımızdaki İran coğrafyasında İslâm adına bir devrim gerçekleşmiş oldu. Başta Prof. Dr. Hayrettin Karaman ve Prof. Dr. Süleyman Uludağ olmak üzere mezhep taassubu gütmeyen, ufku geniş ilahiyatçı hocalarımızdan bir grup İran'ı ziyaret edip, yeni kurulan bu İslâm nizamının ("anayasal düzen" ve "hukukun üstünlüğü" prensibi ile "velâyet-i fakih" ilkesi kapsamındaki) işleyiş şeklini yerinde araştırdılar. Türkiye’ye döndüklerinde ortak bir deklarasyon yayınlayarak İran İslâm Cumhuriyeti'nin "Şer'i" yasalara uygunluğunu kamuoyu ile paylaşmış oldular. Bu ortak deklarasyon o dönemde kamuoyumuzda müspet anlamda büyük yankı bulmuştu. (Tevhid Dergisi'nde bu metin arşiv olarak bulunmaktadır. İlgi duyanlar ulaşabilir.) Evet, birtakım ilahiyatçılarımız tarafında devrime müspet bakıldı ve takdirle karşılandı. Ancak mezhep taassubu güden birçok cemaat ve tarikat liderleri araştırma ihtiyacı hissetmeden devrime karşı düşmanca bir tavır takınarak ötekileştirici bir tutuma girdiler. İşi o raddeye vardıranlar oldu ki, Fethullah Gülen ve muadilleri "Rafizîlik" suçlamasıyla devrim liderlerini tekfir etmeye başladılar. Mezhebî farklılıklardan yola çıkarak müntesiplerine öylesine tezvirat ve iftira içerikli hikayeler anlattılar ki, kısa sürede iş mezhep düşmanlığı üzerinden İran ve İslâm Cumhuriyeti düşmanlığına evrilmiş oldu. "Yok efendim, onlar Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i eleştiriyorlarmış, yok efendim onlar Aişe validemize dil uzatıyorlarmış." Bu ve benzeri tezviratlarla müntesiplerine İslâm Cumhuriyeti'ne karşı kin ve düşmanlık aşısı yapmaya başladılar. Maatteessüf ki aradan 45 yıl geçmesine rağmen bugün de aynı klişe sözlerle tezvirat ve iftiralar yoğun bir şekilde devam etmektedir. Oysa İran İslâm Cumhuriyeti Anayasası'nda Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin değerlerine hakaret etmek kanunen yasak. Düşmanlık, meseleye vakıf olmamaktan ve cehaletten kaynaklanmaktadır. Bu durum aslında İslâm düşmanı küresel emperyalist güçlerin işine gelmektedir. Onların tek isteği Müslümanlar birleşmesin, İslâm Birliği tesis edilmesin! Buna en çok çanak tutan ise cemaat ve tarikat liderleri olmaktadır. Bu çirkin bariyer ve blokajlardan dolayıdır ki, ülkemizde İran İslâm Cumhuriyeti gereği gibi tanınmamış ve anlaşılmamıştır. Gölgeleme ve perdeleme çabaları bir taraftan, diğer taraftan iftira ve tezviratlar yoğun bir şekilde devam ediyor. Özellikle "Direniş Cephesi"nin alandaki kazanımları, ABD ve Siyonist çeteye vurulan darbeler bizzat mezhep taassubu güden cenah tarafından görmezden geliniyor/gölgeleniyor ve yok sayılıyor. "Direniş Cephesi"nin kendi müntesipleri nezdinde ve kamuoyu tarafından takdir edilmesi ve itibar kazanması istenmiyor. Rabbimiz buyuruyor ki, "Bile bile hakkı ketmetmeyin." (Bakara: 42)
Bütün bu tutum ve davranışlara rağmen bir de bunun üzerine işin içine Suriye meselesi girince bazıları için husumet ve düşmanlık ayyuka çıkmış oldu. Oysa Suriye meselesi Ehl-i Sünnet fıkhına göre tahlil edilse İran İslâm Cumhuriyeti'ne hak verilecektir. Ancak bazı cemaat liderleri Suriye meselesine IŞİD fıkhına göre baktığı için Müslüman ahalinin yaşadığı coğrafyada cinayet işlemeye ve kardeş katline cevaz veriyorlar. Suçsuz insanların öldürülmelerini meşru bir hak olarak görüyorlar. Oysa bütün mezheplerde fıkhî bir kural vardır: "Ahalisi Müslüman olan bir ülkede yönetimi değiştirmek için silahlı kalkışmada bulunulamaz. Çünkü asker, polis, memur ve emniyet güçleri Müslüman halkın evlâtlarıdır. Bunlara kurşun sıkılmaz. IŞİD ve muadillerinin Irak ve Suriye'de yaptığı bundan ibaret. Muvaffak olamayacakları bir işe giriştiler ve on binlerce, hatta yüzbinlerce insanın ölümüne sebebiyet verdiler. İslâm hukukuna göre bunun adına asla cihad diyemeyiz. Cihad müstevlilere karşı, dış düşmana karşı, yani işgalcilere karşı yapılır. Bakınız, beğenelim veya beğenmeyelim 22 Arap ülkesi içerisinde sadece Suriye Filistinli silahlı örgütlere kapısını açmış. Onlara her türlü faaliyet imkânı sunmuş bulunmaktadır. Başta Hamas ve İslâmî Cihad olmak üzere her birine ofisler açıp faaliyet imkânı sunmuş. Suriye yıllardan beri İran'dan gelen silahların Hizbullah ve Filistinli örgütlere ulaştırılmasında lojistik destek sağlamaktadır. Öte yandan, başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok Arap ülkesinde Hamas ve İslâmî Cihad gibi özgürlük savaşçısı örgütler terör listesine alınmış. Yüzlerce Hamas ve İslâmî Cihad üyesi genç Suudi zindanlarında çile çekiyor. Hâl böyle iken Suriye kötü, İran kötü, öyle mi? Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır böyle? Mezhep taassubu birilerinin kalplerini de gözlerini de vicdanlarını da kör etmiş. Onlar Allah Teâlâ'nın, "Birlik olun." çağrısına karşı kör ve sağırdırlar. Bu tutum Allah Teâlâ'nın zikrinden/buyruğundan yüz çevirmektir. "Benim zikrimizden yüz çevirenlere yeryüzünde istikrarsız bir geçim vardır. Onlar mahşer günü kör olarak haşrolacaklardır." (Tâ Hâ: 124) İslâm Devleti lokal anlamda da olsa bir nimettir. Onur ve izzet vesilesidir. Bölgesel de olsa ümmet için domino etkisi potansiyelini taşıyan bir nimettir. "Sizi her nimetten hesaba çekeceğim." (Tekâsür: 8)
Şunu bilmiş olalım ki, İslâm Devrimi sadece İran halkına değil, bütün dünya Müslümanlarına onur ve izzet kazandırdı. Hatırlayın, mazlum Filistin halkının elinde mukavemet adına sadece taş ve sapan vardı. Peki uzun yıllardan beri işgal altında bulunan Gazze 2005 yılında hangi imkân ve silahlarla Siyonist çeteye yenilgi tattırdı. Siyonist çete belirli aralıklarla Gazze'yi tekrar tekrar işgal girişiminde bulundu. Ama her seferinde "Direniş Cephesi"nin yılmak bilmeyen çelik bilekli mukavemeti ile karşılaştı. Bildiğiniz üzere, Siyonist çete en son 7 Ekim'de büyük bir saldırı ile mazlum Gazze halkına yönelik bir soykırım başlattı. Savaş hukukunu hiçe sayarak hastaneleri, okulları, mabedleri ve sığınma alanlarını canavarca vurmaya başladılar. Aradan 4 ay geçmesine rağmen Gazze'yi işgal edemediler. Bu süreçte Siyonist çeteye ait yüzlerce zırhlı araç ve tank Hamas, İslâmî Cihad ve diğer bileşenler tarafından imha edildi. Tekrar sormuş olalım, sahi Filistinli örgütlere silah ve füzeleri hangi ülke veriyor? İnsanda hiç mi insaf olmaz? İran'ın silah yardımı ve Suriye'nin lojistik desteği nasıl görmezden gelinir? Yine İran'ın eğitip donattığı Hizbullah 7 Ekim'den itibaren savaşa müdahil olup işgal altındaki Kuzey Filistin topraklarında düşmanın 10 km dolayında yerleşim birimlerini boşaltıp geri çekilmesini sağlamış ve Siyonist çete tarihinde ilk defa mülteci kampı kurmak zorunda kalmıştır. İran'ın katkılarıyla elde edilen bu başarı neden görmezden geliniyor? Bütün bunlar bi iznillah İslâm Devleti'nin bereketleridir. Biz dünya Müslümanları olarak bu devrimin kadrini kıymetini bilmeliyiz. Nankör olmamalıyız. Hiç kuşkusuz nankör olmak, küfran-ı nimettir. Hakkı ketmetmektir. Bu devrim bugünlere kolay gelmedi. Ne badirelerden geçti. Ne hengâmeler yaşadı ne tür entrikalara maruz kaldı? Bunları bilmek durumundayız. Büyük şeytan ABD 45 yıldan beri bu devrimi çökertmek için çabalıyor. Çeşit çeşit desiselerle içerideki münafıkları fonlayıp kışkırtıyor.
Bakınız biraz başa giderek hatırlayalım, 11 Şubat 1979 tarihinde devrimin gerçekleşmesiyle birlikte, başta ABD ve Siyonist çete olmak üzere İran coğrafyasında emperyalistlerin vantuzları da kesilmiş oldu. Buna tahammül edemeyen Amerika Batılı hempalarını da yanına alarak yeni kurulmuş İslâm Cumhuriyeti'ne ambargo uygulamaya başladı. İran halkı bu konuda birçok zorluk ve sıkıntılara maruz kaldı. (Ambargolar bugün de devam etmektedir.) Büyük şeytan ABD ambargo ile yetinmeyerek bu yeni kurulmuş İslâm Devleti'ni yıkmak için Saddam zalimini maşa olarak kullanıp İran'a savaş açtırdı. Bu tahmilî saldırı savaşı tam 8 yıl sürdü. Sonuçta ABD emeline ulaşamadı, fakat buna rağmen İran İslâm Cumhuriyeti'ne yönelik entrikalarından hiç vazgeçmedi. İçeriden münafıkları kullandı, yine amacına ulaşamadı. İran bu süreçte muharebe sanayisine ağırlık vererek her türlü konvansiyonel silahı ve uzun menzilli füzeleri askerî envanterine kazandırmayı başardı. İlerleyen süreç içerisinde İran İslâm Cumhuriyeti bölgesel güç hâline geldi. Filistin davası uğruna kurulmuş olan Devrim Muhafızları bünyesindeki "Kudüs Gücü" vasıtasıyla Suriye, Lübnan, Irak ve Yemen gibi ülke ve halklarıyla ilişkiler geliştirdi. Dayanışma ruhunu canlandırarak "Direniş Cephesi"ni oluşturdu. Afganistan ile her ne kadar mezhebi taassuplarından dolayı mesafeli olunsa da ABD'nin kovulmasında "Kudüs Gücü" etkin bir rol aldı. İslâm Cumhuriyeti mesulleri mezhep taassubu gütmeden ve geçmişte yapılan hataları husumet konusu yapmadan Afganistan'a yardım elini uzattı. Aynı şekilde bu yardım elini Saddam sonrası Irak'ta da görüyoruz. "Kudüs Gücü" komutanı General Kasım Süleymanî bizzat Iraklı General Mehdi Mühendisî ile işbirliği yaparak ABD işgaline karşı Irak topraklarında milis güçler oluşturdu. Bu güçler gerilla taktikleriyle ABD üs ve karargâhlarına darbe üzerine darbe vurup, eski Başkan Donald Trump'ın ifadesiyle binlerce ABD askerini itlaf ettiler. Büyük şeytan ABD, Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymanî'ye suikast yapmakla "Direniş Cephesi"ni akamete uğratacağını sandı. Fakat büyük bir yanılgıya maruz kaldı. İslâm ve insanlık düşmanı küresel güçlerin bütün engelleme çabalarına rağmen "Direniş Cephesi" 45 yıldan beri istikrarlı bir şekilde yoluna devam etmektedir. Üzücü olan husus ise İslâm Devleti'nin taassup ehli bazı dindar kesimler tarafından anlaşılmamış olmasıdır. İnsan hakikate kör olmamalıdır. Rabbimiz, Enbiya Sûresi'nin 92'nci ayetinde, "Sizin ümmettiniz bir tek ümmetir ben de sizin Rabbinizim o hâlde bana kulluk edin." diye buyurmaktadır. Fakat bir başka ayette belirtildiği üzere, "İnsanların çoğu haktan hoşlanmaz." (Zuhruf: 78) Kelime-i Tevhid lafzını söylemekle ve anlamını özümsemekle Müslüman olunuyor, öyle değil mi? Peki Tevhid kelimesi sadece Allah Teâlâ'yı birlemek midir, yoksa Allah Teâlâ'nın "bir" dediğini de mi birlemek durumundayız? Elbette Allah Teâlâ'nın "bir" dediğine biz de "bir" demek zorundayız. Zira akidemiz bunu zorunlu kılmaktadır. Şu hâlde Allah Teâlâ'nın "Bir tek ümmet" olarak bizi tanımlarken biz kalkar da bu ümmeti başka isimler altında ayrıştırıcı tanımlarda bulunursak Tevhid akidesini bozup Allah Teâlâ'ya şirk koşmuş olmaz mıyız? Bu nedenledir ki, hocaefendi diye neşvünema bulmuş bazı kişiler kalkıp bu ayetin hilâfına ümmeti değişik mezhep ve gruplar adına bölmeye kalkarsa en büyük nifak ehli olmaktadırlar. "Dikkat edin o aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın." (Fatır: 5) Ne yazık ki, bu nifak ehli taife bunun farkında değil. Evet, bu bozguncu ve nifak ehli zevat Merhum Erbakan Hocamız'dan da ders almadılar. Merhum Erbakan Hocamız iktidara gelip başbakan olduğunda "İslâm Birliği"ni tesis etmek adına oluşturmayı planladığı D-8 projesi için ilk ziyaretini İran'a yapmıştı. Çünkü o inanıyordu ki, mezhebî farklılık birlik olmaya mani değildir. O biliyordu ki birlik olmak imânî bir vecibedir. Erbakan bu ziyareti esnasında İslâm Cumhuriyeti’ne olan aidiyet duygularını şöyle dile getirmişti: "Biz Milli Görüş olarak Türkiye'de muhalefetteyiz İran'da ise iktidardayız." Anlayanlar için bu sözler büyük bir anlam ifade etmektedir.
Sayesinde "İslâm Devleti"ne kavuşulan bu devrimin nasıl bir azamete sahip olduğu bu sözlerle anlaşılmıştır sanırız. Vesselâm...
Hazım Koral