Batılı araştırmacıların çoğu, aksiyom olarak, bütün toplumlarda Batılı demokratik sekülarizme doğru kaçınılmaz bir ilerleme olduğunu ileri sürdüler ve dinin önemli bir sosyal ve siyasi faktör olduğunu ya küçümseyip görmezden geldiler ya da reddettiler.
İslam Devrimi'nin zaferinin 35. yıldönümünün kutlu vesilesiyle, İslam Devrimi lideri İmam Seyid Ali Hameney'e, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani'ye, hükümet yetkililerine ve İran İslam Cumhuriyeti'nin bütün yürekli insanlarına tebriklerimi sunmak istiyorum.
ABD liderlerine ve Batılı uzmanlara: Aksi yöndeki uğursuz öngörülerinize rağmen İslam Cumhuriyeti ayakta kaldı; “rejim değişikliği” yönündeki ateşli düşlerinizi bırakmanızın tam zamanı.
Ünlü Amerikalı yazar Mark Twain'i yorumlamak üzere, İslam Cumhuriyeti'nin ölümüne ilişkin raporlar aşırı derecede abartıldı ve Batılı uzmanlar, daha başlamadan İslam Cumhuriyeti'nin ömrünün tamamlandığını öngörmeye başladı.
Ervand Abrahamian şöyle yazar: “1979'un hareketli aylarında – İslam Cumhuriyeti resmen ilan edilmeden önce – pek çok İranlı ve yabancı, akademisyenler ve gazeteciler, katılımcılar ve gözlemciler, muhafazakârlar ve devrimciler, kendilerinden emin bir şekilde onun yıkılışının eli kulağında olduğunu öngörüyordu.”
İran'ın eski Maliye Bakanı Cihangir Amuzigar 1993 yılında, “İran İslam Cumhuriyeti'nin Şubat 1979'daki kuruluşundan bu yana, muhalefetin içinden birilerinin yeni rejimin yakın bir çöküşe doğru ilerlediğini öngörmedikleri tek bir yıl bile olmadı” diye yazmıştı. Ancak 35 yıl boyunca İslam Cumhuriyeti sabırla direndi, İran'ın eli kulağındaki patlamasına ilişkin tüm hayal mahsulü öngörülere, bazıları aşağıda listelenen gülünç iddialara meydan okudu.
1980 – Christian Science Monitor'ün deniz aşırı haber editörü Geoffrey Godsell, “İran, devrimin harcandığı noktaya mı yaklaşıyor?” başlıklı makalesinde, Fransız Devrimi'nin ivmesini kaybedip Napoleon Bonaparte'ın yükselişini gördüğü Temmuz 1794'e gönderme yaparak “İran devriminin ‘Termidor'una mı geliyoruz?” diye sordu.
1981 – New York Times muhabiri John Kifner, “İran'daki şiddetli siyasi iç çatışma, Amerikan Büyükelçiliği rehinelerinin serbest bırakılmasıyla daha da alevlendi ve bu hafta iki yaşını dolduran devrimin gelecekteki seyrine şüphe düşürdü” diye yazdı.
1982 – İranlı sürgündeki araştırmacı Sepehr Zabih, “Rejim, giderilmesi çok zor olan ciddi bir tehlike içinde. Humeyni rejimi uzun süredir, gerçek anlamda üç cepheli bir savaşla karşı karşıya… Rejim, hiçbir cephede sonuç alıcı bir şekilde eyleme girişemedi” iddiasında bulundu.
1984 – Gazeteci Terence Smith, “Öngörülen şey, uzayan ve muhtemelen şiddet içerecek olan bir güç mücadelesidir. Bu öngörüyle, merkezleri Paris'te bulunan İranlı sürgün grupları, günlerdir Tahran'da siyasi bir rol oynama şansına hazırlanıyorlar” diye yazdı.
1993 – Sol eğilimli, ödüllü liberal gazeteci Chris Hedges, “Şah Muhammed Rıza Pehlevi'nin devrilmesinden on dört yıl sonra İran devrimi, ne refaha ulaşabildi ne de kalıcı bir umuda… Rahatsızlık o kadar yaygın ki, Hükümet yetkilileri bile sesli olarak, bu kadar destek kaybını nasıl başardıklarını düşünüyorlar” ifadelerini kullandı.
1995 – “İran'da ikinci devrimin eli kulağında” başlıklı bir makalede serbest çalışan gazeteci Lamis Andoni, “Tahran'ın bir işçi banliyösünde gerçekleşen 4 Nisan eylemi bütünüyle, ABD destekli şahın devrildiği 1979 devrimi sırasındaki protestoları hatırlatıyor” gözleminde bulundu.
1997 – Deniz Akademisi kıdemli öğretim üyesi Michael Rubin, Middle East Quarterly'ye, İran'a yeniden girmesine izin verilmesi için Fred S. Eldin takma adıyla yazdığı yazısında, “Değişim geldiği zaman Amerikalılar, rejime karşı durmuş kişiler olarak minnetle anılacaktır; Almanlar, Fransızlar ve diğerleri de, diktatörleri bastırmış kişiler olacak görülecektir” öngörüsünde bulundu.
1998 – Washington Post dış haberler editörü Douglas Jehl, “İran ekonomisi her geçen gün daha da hasta hale geliyor… İranlı liderler ise daha fazla ilaç ararken, ülkenin sorunlarının gölgesinde kalmış görünüyor” diye yazdı.
1999 – “Zaman tükeniyor” başlıklı bir makalede Ortadoğu araştırmacısı Sandra Mackey, “İran halkı Tahran sokaklarında, İslam Cumhuriyeti'nin geleceğini planlama hakkı için çatışıyor” diye yazdı.
2001 – “Yıkılan İran'a can simidi atmayın” başlıklı makalesinde Michael Rubin, “Amerika Birleşik Devletleri'ni yapması gereken en son şey, en azından sendeleyen ve gerçekten de çökmeye başlamış olabilecek bir hükümetle görüşmektir” tavsiyesinde bulundu.
2003 – Muhalefet aktivisti Ali Cavidi, “İslami rejim hiçbir bakımdan istikrarlı bir sistem değildir. Ekonomik bakımdan, yenilmiş bir projedir… Bütün bu durumların sonucu olarak rejimin çöküşü kaçınılmazdır” dedi.
2007– Dış politika analisti Michael Ledeen açıkça rejim değişikliği çağrısında bulundu. “İran'da rejim değişikliği için açık çağrıları savunuyorum” diye ilan eden Ledeen, “İran bize karşı savaşta olmasa bile, nükleer programı olmasa bile ahlaki ve siyasi olarak doğru olan budur” vurgusu yaptı.
2009 – Askeri stratejist Edward Luttwak, “Bu noktada, İran'ın dini rejiminin sadece kısa vadeli geleceği şüphelidir. … Bu şeylerin her biri kendi dinamiğine ve zaman çizelgesine sahiptir, fakat söz konusu olan, uzun yıllar daha süremeyecek olan bir rejimdir” dedi.
2010 – İran doğumlu yazar ve akademisyen Macid Muhammedi, “İran İslam rejimi şimdi çöküş yolundadır ve onun hayatta kalabileceğinin lehindeki ve aleyhindeki argümanları tartışma zamanıdır” diye yazdı.
2012 – Wall Street Journal editörü Sohrab Ahmari, “Dış müdahale olmasa bile, sakatlayıcı yaptırımlardan gelen ekonomik bozulma ile içerideki huzursuzluğun birleşmesi, önümüzdeki aylarda ve yıllarda Tahran'da rejimin çöküşünü hızlandırabilir” kehanetinde bulundu.
Batı'daki İran araştırmacılarının çoğu, İran İslam Cumhuriyeti'nin çöküşüne ilişkin öngörülerini üç faktöre dayandırdılar: birinci olarak, sözde 2500 yıllık monarşik geleneğin varsayılan kurumsal ağırlığı; ikinci olarak, Irak tarafından empoze edilen ve İran'da Kutsal Savunma olarak bilinen 8 yıllık savaşın yıkıcı sosyo-ekonomik etkileri; üçüncü olarak da sözde uluslararası toplumun – yani ABD ve müttefiklerinin – İslam Cumhuriyeti'nin doğuşundan beri ülke üzerine dayattıkları tecrit.
Benzeri bir şekilde, Batılı araştırmacıların çoğu, aksiyom olarak, bütün toplumlarda Batılı demokratik sekülarizme doğru kaçınılmaz bir ilerleme olduğunu ileri sürdüler ve dinin önemli bir sosyal ve siyasi faktör olduğunu ya küçümseyip görmezden geldiler ya da reddettiler.
Aynı araştırmacılar ayrıca Flynt Leverett ve Hillary Mann Leverett'in işaret ettiği, Şah'ın devrilmesinin nedeninin esasen İslam'a karşı saygısızlığı olduğu gerçeğini de görmezden gelme konusunda ısrarcı oldular.
Mark Whittington, içlerinden bazıları kariyerini İslam Cumhuriyeti'nin eli kulağındaki çöküşünü öngörmekle geçiren ABD'li siyaset uzmanlarının tipik perspektifini ortada kouyor. Whittington, şunları yazıyor: “İran'daki teokratik rejimin, muhtemelen yerini demokrasiye benzer bir şeye bırakacak şekilde çöküşü, dünyayı sarsacak bir olay olacaktır. Bir dizi dolaysız sonucu olacak, bunların hemen hemen hepsi Amerika Birleşik Devletleri'nin çıkarına olacaktır.”
Ancak Washington, İran'ın en kötü düşmanlarından ikisini, Afganistan'da Taliban'ın ve Irak'ta Saddam'ı ortadan kaldırmak suretiyle, gerçekte Tahran'a yardım etmiş oldu.
“ABD politikalarının aynı zamanda İran'ın bir bölgesel güce dönüşmesine yardım etmiş olması ironiktir” diye yazan Muhsin Milani, şöyle devam ediyor: “Amerika Birleşik Devletleri sayesinde, İran'ın karşısındaki en büyük tehdit ortadan kalktı ve İran'ın Fars Körfezi'ndeki en kuvvetli yerli güç rolü pekişti.”
İslami hareketten gazeteci ve yorumcu Zafer Bengeş, Batılı (veya Batılılaşmış) “otoritelerin” İran hakkındaki düşüncelerindeki bir başka kusuru ortaya koyuyor. Batılı “uzmanlar”, İran'la ilgili değerlendirmelerini, iktidar düğmelerinin sadece sınırlı sayıda elitin elinde olduğu Batı tipi “demokrasi”lere dayandırıyor. Oysa İran'da bulunan ve İslam Cumhuriyeti'nin kurucusu İmam Humeyni tarafından tasarlanan hükümet sistemi için bu geçerli değil; orada iktidar, seçilmiş yasama üyeleri, yürütme ve yargı arasında dağıtılıyor ve hepsi dini merciin denetimi altında. Bengeş, “ABD ve Siyonist İsrail tarafından teşvik edilen suikastler ve bombalamalar kampanyası, Batı'nın modeline göre işleyen herhangi bir hükümetin çöküşüne yol açardı. İslami İran ise bu model üzerine kurulu değildi ve hayatta kalması Batı'nın hüsnüniyetine bağlı değildi.”
Pek çok Batılı araştırmacı, İran İslam Cumhuriyeti'nin kaydadeğer direncini izah etmek için, İran hükümetinin yıllar içinde kriz yönetiminde çok maharetli hale geldiği, ABD'li rehineler krizinden itibaren her krizi yurttaşlarını kendisine daha fazla bağlı hale getirmek için kullandığı şeklinde mantıksız bir bakış açısına sarıldı.
Oysa bu argüman sadece İran için geçerli olamaz, zira bütün istikrarlı hükümetler, belli bir kriz yönetimi becerisine ulaşmış olmalıdır. En açık olan nokta, Şii İslam'da ve İslam öncesindeki tektanrıcılık arayışında derin kökleri bulunan İran'ın, yurttaşlarının çoğunluğunun arzularına uygun olduğu görülen eşsiz bir İslami temsili hükümet biçimi yaratmış olduğudur. Ne yazık ki bu apaçık izahat, dinin etkili bir siyasi ve askeri güç olduğunu görmezden gelen, bunu sadece mevcut İran hükümetinin ileri sürdüğü bir argüman olarak görüp yadsıyan – ki bu reddetmek için yeterli bir zemin değildir – Batılı araştırmacılar tarafından devamlı olarak reddedilmektedir.
İlave olarak, İslam Cumhuriyeti'nin hayatta kalmasına ilişkin olarak ileri sürülen öteki teoriler de bir dizi tarihsel noktayla tutarsızdır. Söz konusu olan Şiiliğin merkezi rolüdür.
Bu nedenle, araştırmacılar İran'ın “ekonomik basınca karşı zemininin tanımlanamayan bir güç kaynağı aracılığıyla koruma” yeteneğinden bahsebilirken, bu güç kaynağının İran halkının Şii İslam'a sadakatinden geldiği açıktır.
İran'ın İslam Devrimi'nin zaferi öncesinde Şah yönetimi altındaki hali, Arapların, İslam onlara özgürlük getirmeden önce içinde oldukları berbat koşullara çarpıcı bir şekilde benziyor.
Nehcü'l-Belağa'nın ikinci vaazında bu koşulları tarif eden İmam Ali, “O dönemde insanlar fitne içine düşmüş, din ipi kopmuş, inancın temelleri sarsılmış haldeydi… yol gösterecek şey bilinmiyordu ve karanlık hâkimdi” der.
İmam Hameney, fitne kelimesinin anlamını “Bu, insanın hiçbir şeyi göremediği tozlu bir iklimdir. Bu iklimde kişi, yolu göremez ve ne yapacağını bilmez” şeklinde açıklar. İran halkı, Şah yönetimi altında kendilerini tam olarak böyle bir çevrede buluyorlardı, ancak Şii İslam'la olan tarhsel bağlantılarından ötürü, İmam Humeyni'nin sunduğu rehberlik ipini coşkuyla tuttular.
İşte bu yüzden bir kez daha İran halkını, İran İslam Devrimi'nin 35. yıldönümünün sevinçli vesilesiyle tebrik ediyorum. “Rejim değişikliği” taraftarı olan ABD liderleri, 1980 yılında İran'ı işgal ettiği zaman zayıf bir direniş bekleyen, fakat İran halkının kendisine karşı birleştiğini gören Saddam'dan ders almalıdır.
ABD'nin, kaydadeğer direncini şüphesiz gelecekte de gösterecek olan İslam Cumhuriyeti'ni tanımasının zamanı gelmiştir.
ABD'li yetkililere: İran İslam Cumhuriyeti, temelli olarak burada. Bunu unutmayın!
Yuram Abdullah Weiler / Press TV
Çev: Selim Sezer