Tarih boyunca siyaset- din ilişkisi hep sorgulandı; aradaki bağın nasıllığı ve hikmeti çözülemedi. Aradaki bağın varlığı birileri tarafından inkar edilirken, birileri bu bağı hep güçlendirip canlı tutmuştur.
Siyaset ve iman ilişkisini ömrünün yarısını/yarım asıra yakın bölümünü ibadetle geçirmiş Müslümana sorarsanız siyesetin kirli bir iş olduğunu, mukaddes imanı lekelediğini söyler. Yani siyasetle iman arasında çelişki olduğunu iddia eder.
Siyasetciler ve din adamları toplumda kendi alanlarında hep otorite ve söz sahibi olmuşlardır. Ama siyasetciler ustaca bir planla üç aşamada din adamalarının önüne geçmişlerdir:
1-Önce siyaseti dinden ayırdılar; kendi içlerinde siyasi ekollerini oluşturdular, toplumun etkin kimselerini etkileyerek halka nüfuz ettiler.
2- Daha sonra dinin siyasetten ayrılması gerektiğini yüksek sesle dillendirdiler. Yani dinin sadece kendi alanında konuşmasını siyaset alanına karışmaması gerektiğini yaydılar. Kendi siyasi ekolleri güçlendikçe sesleri daha gür çıkıyor, taraftarları daha fazla artıyordu, sonunda dini de siyasetten ayırmayı başardılar.
3- Asıl hedefe ulaşmak için son adımı da attılar; dini siyasetin emrine soktular. Dini kendi siyasi ekollerinin şemsiyesi altına alıp korumak, yorumlamak ve inananları istedikleri gibi yönlendirmeyi başardılar.
Dini, siyaset yönlendirdiği zaman Müslümanın imanı siyasete bağlanmış oluyor; nereye isterse oraya yönlenir, nasıl isterse öyle tefsir edilir, neyi isterse onun istediğ şekilde yorumlar.
İnsanın hayatının bütün alanını ilahi iradenin altında tutan din, siyasetin iradesi altında olunca imanın kriterlerini artık siyeset belirler.
Böyle bir durumda din içi mezheplerin birbirlerine yakınlığını, ilişkilerini, dostluk ve düşmanlıklarını siyaset belirler. Bu durumda mezhep savaşlarını çıkarmak pek de zor değildir, hatta din savaşlarını dahi tetikleme gücüne sahiptirler.
Dinin, siyasi iradesinin gölgesinde korumasını savunan siyasetciler ister Müslüman olsun, ister kafir hepsi münafıktır; dini koruduklarını söylerler, dini kullandıklarını gizlerler, mezhebi farklılıkları gündeme getirip mehep savaşını tahrik ederler ama Müslümanların mezhepçilik yapıp savaş çıkardıklarını bağırırlar.
Bu şeytani iradenin karşısında ilahi irade devamlı kendi varlığını toplumun her kesiminde hissettirmiş ve insanların din ve imanlarını korumuştur. İnsanlık tarihinin seyrini şekillendirmede gücü elinde bulunduran siyasi otoritenin etkinliğinin yanı sıra insanlık tarihinin şekillenmesini sağlayan asıl etken ilahi iradedir. Bu ilahi irade, mezhepçilik, milliyetçilik, kavmiyetçilik, ırkçılık gibi şeytani argümanları kullanmadığı gibi bunları yok etmek için elinden geleni yapmıştır.
Bu ilahi irade peygamberden sonra pak imamlarda tecelli etmektedir. İslam tarihinde bu ilahi iradenin öncülüğünü yapan Şiiler, İslam ümmeti içinde mezhepçilik, milliyetçilik ve kavmiyetçilik yapmamıştır. Ehli sünnet diye bir Müslümanın katline fetva vermemiştir.
Bu ilahi irade hep zamanın dini egemenliğine almak isteyen siyasi otoriteye karşı baş kaldırmış, İslam ümmetine halife sıfatıyla hüküm süren siyasetçilere karşı gelmiştir. Ehli sünnet İslam anlayışını siyasi iradenin altına alıp İslam topraklarında saltanat kuran sultanlara karşı gelmiş, boyun eğmemiştir.
Bu ilahi irade, Şiilik İslam anlayışını maske olarak kullanan şahlara, padişahlara da itaat etmemiş, başkaldırmış, idare ve sistemlerinin batıl olduğunu haykırmıştır. Bu siyasi otoritelere itaatin haram olduğu fetvasını vermiştir.
Kısacası tarihte Şii-Sünni savaşı olmamıştır. İlahi irade ile batıl saltanatların savaşı olmuştur.
Azınlık Şii’nin çoğunluk Sünni’ye başkaldırısı olmamıştır, azınlık Şii’nin, Sünniliği maske yapan zalim idarecilere isyanı olmuştur.
Müslümanlar arasındaki savaş, dini hakim kılmak isteyen ilahi irade ile dini siyasetin emrinde tutmak isteyen iradenin savaşı olmuştur.
İşte günümüzde yaşanan sorun da budur. İmanın ölçülerini siyaset/siyasetçiler belirliyor. Kimin gerçek müslüman olduğunu, kimin inancının batıl olduğunu, kimin tekfir edilmesi gerektiğini, kimin katlinin vacip olduğunu belirleyen siyasettir. Siyaset güdümlü din anlayışı kendisinden başka hiç kimseyi müslüman görmez. Kendisini hak ölçüsü görür, kendisine benzemeyen, uymayan kafirdir, dinden çıkmıştır, katli vaciptir fetvasını verir.
Diğer taraftan siyaset, din dışı olanlara tolerans gösterilmesi gerektiğini, kafir, müşrik, münafıkların dahi hak- hukukuna riayet edilmesi gerektiğini empoze eder. Siyasetin güdümünde olan Müslüman kafirin, münafığın, ateistin canının korunmasını farz görürken, kendisi gibi düşünmeyen Müslümanı tekfir edip öldürmekten çekinmez.
Siyasetin iradesiyle öğretilen, tebliğ edilen din üzerinde otorite siyasetçilerdir. Böylece siyaset hem kendi alanının, hem de dinin tek söz sahibi ve otorite sahibi olmuştur.
Veliyy-i Fakih Ayetullah Hameney, dost ve düşmanı tanıma ve asıl düşmanın kim olduğunu teşhis etme hakkında şöyle buyuruyor: “Ben defalarca söyledim, Müslümanlara karşı savaşan selefiler, tekfirciler adındaki bu akılsız grubu asıl düşman olarak görmüyoruz. Biz bunları aldatılmış olarak görüyoruz. Siz, Müslüman kardeşinizi öldürme hata ve yanlışına düşüyorsanız, biz aynı yanlışı yapmayacağız; sizin gibi aldatılmış, cahilleri öldürmeye azm etmeyeceğiz. Elbette kendimizi savunacağız, kim bize saldırırsa bizim güçlü yumruğumuzla karşılaşır. Biz inanıyoruz ki bunlar asıl düşman değillerdir, bunlar aldanmışlardır, asıl düşman perde arkasındadır, bu gizli düşman güvenlik ve istihbarat servislerinin koltukları altında saklanıp Müslümanların boğazına sarılarak birbirlerinin canına salmaktadır.”