Allah’ın adıyla
Son sıralarda üst düzey yetkili ağızlardan sık sık duyulan tekerlemelerden biri de “ Pers ve Şia yayılmacılığı” sözüdür.
Belli ki rastgele kullanılan bir söz değil. Danışmanların, akıl hocalarının titizlikle belli amaçlar için seçip sık sık kullanması için efendilerine sundukları bir söz olsa gerek.
Bu ifadenin birkaç amaca yönelik kullanıldığı söylenebilir. Misal olarak “Irak’ta mezhebe dayalı olarak Pers milliyetçiliği temelinde yayılmacılık söz konusu” denildiğinde çoğunluğu Arap olan Irak halkının ve bölgedeki öteki Arap halklarının sözde Pers/Fars milliyetçiliğine karşı tahrik edilmesi amaçlanır. Çünkü başta Irak olmak üzere bölgedeki Arap ülkelerindeki müslümanların önemli bir bölümünü Şii Araplar oluşturur. Hedef kitleye Şia yayılmacılığı/Şia Hilali iddiasının ters tepki verdiği dikkate alınarak artık Şia, Alevi veya Nusayri yayılmacılığı daha az kullanılmaktadır.
Halbuki Pers yayılmacılığı iddiası kendi akıllarınca Şii-Sünni Arap, Kürt, Türkmen ve Türk herkesin hazmedebileceği bir ifadedir. Öte yandan Şia Hilali uydurmacasının başta ülkemizdeki Şii ve Aleviler olmak üzere bölge ülkelerinde uyandırdığı rahatsızlık geç de olsa farkedilmiş görünüyor.
Peki bu iddianın gerçeklik payı var mıdır? Bu hususta söylenecekleri birkaç maddede özteleyebiliriz:
1- İran, Arabistan yarımadasından sonra İslam’ı kabul eden ilk ülkedir. İslam’ı Kabul ettikten sonra bu ülkede kurulan ve bölgesel değil de bütün İran’ı kapsayan devletlerin hiç biri Farslar tarafından kurulmamıştır. Önce Araplar, sonra çeşitli Türk boyları ve Moğollar tarafından işgal edilen İran ülkesinde birçok devlet kurulmuş, kavimler birbiriyle karışmış ve bugün Farsı, Türkü, Arabı, Kürdü, Beluçu ve diğer kavimleriyle bir İran millet oluşmuştur. İran’da bütün kavimler kendi dil ve kültürlerini korumakla birlikte herkes İranlı olarak tanıtır kendini. İslam İnkılabı’nın zaferinden sonra ise kavmiyetçilik yasaklanmış, kabul edilen anayasada sadece gayri müslimler azınlık olarak tanınmıştır. Farsçanın resmi dil olarak kullanılması ise yeni bir durum olmayıp İslam’ın kabul edilmesinden sonra İran’da kurulmuş bütün devletlerce resmi dil olarak kabul görmüştür. Kısacası bugünkü İran’da Persçliğin/Farsçılığın bir karşılığı yoktur ve sadece dışarıda İran’ı karalamak için uydurulmuş bir terimdir.
2- İran’da İslam Devriminden sonra kurulan İslam Cumhuriyeti anayasası uyarınca ümmet kavramı millet kavramına tercih edilmiş ve başta Müslüman milletler olmak üzere tüm mustazaf halkların vahdeti, dayanışması vurgulanmış ve pratikte de bu ilkeye bağlı kalmıştır. Arap ve Sünni Filistin’in İslam ümmetinin baş meselesi olarak ilan edilmesi ve Filistinli kurtuluş hareketlerinin desteklenmesi, uluslararası emperyalizmin bölgedeki temsilcilisi konumundaki İsrail ile ilişkilerin kesilmesi ve bu şeytani güçlerin baskılarına 38 yıldan beri direnmesi, Batı ülkeleri yerine komşu müslüman ülkelerle ilişkilerini her sahada artırması İran’ın kavmiyetçilik peşinde olmadığının en açık kanıtlarıdır.
3- İran’ın başta Suriye ve Irak olmak üzere bölgedeki yasal hükümetlerin yardım çağrısına olumlu cevap vermesi de zulme ve işgale uğramış ülkelere yardım edilmesi de İslam İnkılabının temel ilkelerinden olup bu teşebbüsünde ne kadar haklı olduğu gün geçtikçe daha açık bir şekilde anlaşılmaktadır. IŞİD’i başından beri destekleyip, silahlandırıp Irak ve Suriye’ye salanların şu günlerde bu terör makinasına karşı savaşmaları İran’ın ne kadar isabetli bir karar verdiğini ispatlamış bulunuyor. Yarınlarda aynı ülkelerin Nusra, Ahrar-ı Şam, Feylak, Ceyş’ul İslam gibi şimdilerde ılımlı olarak tanımlayarak yardım ettikleri terör çetelerine karşı savaşmayacaklarını kim iddia edebilir?
4- İran’ın son yıllarda bölgede etkisini artırdığı inkar edilemez. Ancak bu nüfuz artışı Suriye, Irak ve Yemen kriziyle başlamış bir süreç değildir. İran’ın bölge ülkeleri ve halkları arasındaki etkisi İslam İnkılabının zaferiyle 1979 yılında başlamıştır. Bunda iki faktör etkili olmuştur; birincisi İslam İnkılabının anti emperyalist ve küresel mesajlarının başta bölge ülkeleri olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde zulme uğramış halklar tarafından benimsenmesidir. Müstekbir güçlere karşı dik duruşu, mazlum halklara zalim güçlere karşı mücadelelerinde örnek olmuştur. İkinci faktör bu uğurda ağır bedeller ödemesidir. 38 yıldan beri dayatılan iç karışıklıklar, Irak diktatörü Saddam Hüseyin tarafından dayatılan sekiz yıllık savaş, durmadan artırılan ambargolar ve sayısız komplo planları İran’ı yolundan caydırmamıştır. Ve işte bu ilkelere bağlılığı, dik duruşu ve direniş yöntemini seçmesi bölgenin mazlum halkları ve saldırıya uğramış hükümetleri yanında İran’a haklı olarak itibar kazandırmıştır.
İran bu ilkesel çizgisini koruduğu sürece bölge halkları yanında itibar ve nüfuzunu daha da artıracaktır kuşkusuz. İran’ı kavmiyetçilik ve mezhepçilikle suçlamanın pratikte bir karşılığı yoktur. Bölge halkları bunu anlamayacak kadar bilinçsiz değildir.
Başta Suriye olmak üzere bölge ülkelerindeki iç savaş ve katliamlar konusunda İmam Hamanei tarafından 2012 Nisan’ında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yapılan nasihatler ve uyarılar dikkate alınsaydı bugün Suriye’de ne ABD-İsrail icadı Kürt koridoru kurabilir , ne Rusya bu ülkede üsler kurabilir, ne de öteki bölge dışı güçler müdahale edebilirlerdi. Hepsinden önemlisi İran ve Türkiye’nin Suriye’de dış güçleri işin içine katmadan işbirliği yapmasına dair teklif önce kabul edilip sonrasında unutulmaya terkedilmeseydi bugün Suriye ve Irak’ta bunca katliama tanık olunmazdı.
Bölgenin ve İslam dünyasının iki güçlü ülkesi İran ve Türkiye arasındaki işbirliği teklifine sırt çevirip emperyalist ve Körfez’deki mürteci ve bağımlı şeylikler ve krallıklarla işbirliğini tercih edenlerin bugün İran’ın bölge halkları arasında nüfuzunun artmasından yakınmaya ve “Pers yayılmacılığı” gibi uyduruk teorilere sığınmaya hakkı yoktur.
Yanlıştan dönmek için hala fırsat vardır.
Ziya Türkyılmaz