Komşularımızla olan ilişkimiz ulus devlet ilişkisini aşabilmiş değil.
Bu model bizi kaçınılmaz olarak onlarla çatışmaya sürükler, çünkü onlardan veya bizden kaynaklanan sebeplerle olsun, ulusların tabiatında çıkarları itibarıyla birbirleriyle çatışma potansiyeli yatmaktadır. Her ulus kendi çıkarını korumak, komşularının ve rakiplerinin aleyhine olmak üzere genişlemek ister. Her ulusun bir “büyüme, büyük olma ideali” vardır: Büyük Türkiye gibi, Büyük Arnavutluk, Büyük Ermenistan vs. Büyüklük, genişleme ve ulusal çıkar sürgit çatışma demektir. Ulusal temelde belirlenmiş bir politika tabiatı gereği ahlaki olanla sorunlu ilişkiler yaşar; politika yürütücüleri toplumlar arası adaleti, vicdani karar süreçlerini tesis etmeyi arzu etseler bile bunu başaramazlar. Silah üretimine göre kurulmuş bir fabrikadan ekmek üretilemez.
Hâlbuki modernitenin içine girdiği krizde üretim yapısı ve ulus devletlerin bünyevi değişim geçirmesine paralel politik kültür de değişiyor. Yeni dönemde belki ulus devletler tamamen ortadan kalkmayacak; fakat klasik manadaki misyonları zayıflayacak, üzerinde çokça titredikleri egemenliğin önemli bir bölümünü devretmek zorunda kalacaklardır. Karşılıklı bağımlılık ortak sorunlar karşısında ortak sorumlulukları ve işbirliğini gerektiriyor. Bizi bekleyen süreçte giderek güçlenen yerel yönetimlere, bölgesel entegrasyonlara ve diyalog çalışmalarına şahit olacağız. Bu aşamadan sonra mezhep, ırk, etnisite/kavim veya coğrafî bölge temelinde bir ulus devletin yaşama şansı şüphelidir. Yeni kurulacak bir Kürt veya Filistin devletinin yaşama şansı zayıf olduğu gibi Türkiye, İran, Mısır, Suriye veya başka devletin de kendi başına ayakta kalma şansı giderek zayıflamaktadır. Hepsinin bir araya gelip ortak olabileceği yeni bir model arayışı bize kendini empoze etmektedir. Sorun, Türkiye’nin hangi bölgesel havzadan yana tercihini kullanacağı noktasında düğümlenmektedir. Mevcut durumda Türkiye sadece siyasî ideolojisi ve sosyo-ekonomik tercihleri itibarıyla değil, “Batı eksenli” takip etmeye zorlandığı dış politikasıyla da Batı’ya bağlı ve bağımlıdır. Suriye krizinde Başbakan’ın açıkça “Burası bir NATO toprağıdır” demesi acı bir hakikatin itirafıydı. Ortalama insanlar şunu sorar: Burası bir NATO toprağı ise Kurtuluş Savaşı’nda biz neden İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlılara karşı savaştık?
Deneysel olarak gözlendiği üzere Türkiye’nin ekonomik ve sosyal gelişmesi ile Batı’yla olan organik ilişkileri arasında ters orantı söz konusudur: Ülke son 10 senede AB’yi bir miktar rölantiye aldığı –almak zorunda bırakıldığı- için yüksek bir sosyo-ekonomik performans gösterdi. Hiç kuşkusuz siyasî ve hukukî reformların bir bölümü önemlidir ve AB üyelik süreci bunları sağlamaktadır. Ancak AB’nin reformlarını paket olarak aldığımızda toplumsal yapının nasıl çözüldüğünü de bugün acı bir biçimde yaşıyoruz. Elimizde toplum, aile, ahlakî yüksek değerler kalmıyorsa, kazandıklarımızın ne önemi var?
Türkiye Suriye, İran, Irak ve diğer bölge ülkeleriyle yapısal ilişkilere girme eğilimi gösterip bunun bölgesel bir entegrasyona dönüşme istidadı gösterdiğinin işaretlerini vermeye başlayınca, Batı alelacele NATO üyeliğini ve AB üyelik sürecini hatırlattı; el çabukluğu ile radar sistemini ve patriot füzelerini getirip dikti. Bu çerçevede tarihin tozlu raflarından Osmanlı-Safevi savaş dosyasının indirilmesi, İran’ın ne kadar güvenilmez bir ülke olduğunun, teröre destek verdiğinin, nükleer programının hepimizi tehdit ettiğinin; Maliki’nin Irak’ta nasıl acımasız bir “Şii diktatörlük kurma”ya çalıştığının; Suriye’de halkını ezen bir despotun bulunduğunun; Lübnan’da İsrail’e kök söktüren Hizbullah’ın esasında bir “Şii partizan” olduğunun bir bir anlatılması hayli manidardı. İki sene önce bunları bilmi
Ali Bulaçm Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.