Nifak'ın varoluş gerekçesi, karşı tarafın ürkütücü gücü, pratikte bir çıkar beklentisi ve kısa vadeli çıkar elde etme olarak sınırlandırılamaz. Mümin, Kafir ve Münafık…Kur'an'ın resmettiği üç temel karakter.Kur'an'ın yine Kur'an'la biri olan el-Mizan tefsirinde, Kur'an'da münafık karakterine atfedilen öneme dayalı olarak nifak kavramı ve münafıklık karakteri bütün yönleriyle ve en geniş biçimde ele alınır. Bu yazımızda Münafık tipinin İslam tarihinde ne denli etkin olduğunu el-Mizan perspektifinde farklı bir yaklaşımla anlamaya çalışacağız.
Sosyal hayatta ve de tarihin seyri içinde münafık, Kur'an'da çizilen tablonun birebir yansıması olacak şekilde etkili olmuştur. Bu böyle iken, garip bir şekilde münafıklık olayı, sadece Medine dönemiyle sınırlandırılmış ve sanki öncesinde ve sonrasında hiçbir münafıklık vakası yaşanmamış gibi, Kur'an'ın resmettiği bu canlı, dinamik ve süreklilik arz eden karakter, tarihsel bir olgu gibi tamamen teorik düzlemle tartışılmış ve Abdullah b. Uney b. Selul şahsında dondurulmuştur. Hakim anlayış böyle olunca, tarihin seyri içinde hak ile batıl birbirine karıştırılmış, hakkın taraftarları aynı kefeye konulacak kadar dehşet verici zihinsel sapmalar yaşanmıştır. Karşı tavır alışlar eşit düzeyde muteber sayıldığı içinde teorisi Kur'an'da çizilen bu olgunun pratik hayattaki yansıması, tarihin seyri içindeki gelişimi eksik aktarılmıştır. Deyim yerindeyse, münafıklık Medine dönemine hapsedilmiş, münafık tipi de Abdullah b. Ubey b. Selul gibi tarihsel bir kişilikle sınırlandırılmıştır. Bu yüzden Peygamberimizden (s.a.a) sonra yaşanan sosyal olayların bu yönü sonraki nesiller tarafından doğru biçimde kritik edilememiştir. İslam tarihi boyunca ortaya çıkan ve toplum hayatı üzerinde olumsuz ve telafi edilemez tahrifatlar yapan grupların sapık fırkaların tarihsel kökenleri, münafıklık hareketiyle ilişkileri karanlıkta kalmıştır.
Allame Tabatabai, bu yanlış anlayışı yıkmak için önce Kur'an'ın çizdiği münafık tablosunu gözler önüne seriyor : "Kur'an-ı Kerim Münafıklar üzerinde önemle durur. Kötü ahlaklarını, yalanlarını, aldatmalarını, entrikalarını, Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanların aleyhine ateşledikleri fitneleri zikrederek tekrar tekrar onlara yönelik sert hücumlarda bulunur. Kur'an'ın Bakara, Al-i İmran, Nisa, Maide, Enfal, Tevbe, Ankebut, Ahzab, Fetih, Hadid, Haşr, Münafikun ve Tahrim gibi surelerinde defalarca münafıklardan söz edilmiştir."
Sonra bu temel karakterin oynadığı tarihi rolün büyüklüğünü gösterir biçimde Kur'an'ın, onlar karşı alınmasını istediği önlemler üzerinde durur: "Yüce Allah, Kur'an'ın akışı içinde onlara çok sert tehditler yöneltmiştir. Dünyada kalplerini mühürlemekle, kulaklarının ve gözlerinin üzerine perde indirmekle, aydınlıklarını giderip hiçbir şey göremeyecek şekilde karanlıklar içinde bırakmakla, ahirette ise cehennemin em aşağı tabakasına sokmakla tehdit etmiştir."
Bu sert ve insanın tüylerini diken diken eden üslup boşuna değildir. Allame bunu izah ederken şu hususu dikkatlerimize sunar:
"Bütün bunların nedeni, münafıkların entrikalarının, tuzaklarının, envai çeşit desiselerinin İslam'a ve Müslümanlara verdiği zararın ve Müslüman toplum bünyesinde açtığı yaranın büyüklüğüdür. Müşrikler, Yahudiler ve Hristiyanlar Allah'ın dinine onlar kadar zarar verememişlerdir; onların yaptıkları tahribatın düzeyinde bir tahribat meydana getirememişlerdir. Değil mi ki yüce Allah, Peygamberine (s.a.a) onlarla ilgili şu uyarıda bulunmaktadır: "Düşman onlardır. Onlardan sakın." (Münafıkun, 4)
Medine'de uç beren münafıklık hareketinin kökünün eskilere, Mekke dönemine kadar geri gittiğini vurgulayan Allame Tabatabai, Medine İslam toplumunda münafıkların oluşturduğu tehlikeye dikkat çekerek şu tespitlerde bulunur:
"Münafıkların entrikalarının ve komplolarının sonuçları, Peygamberimizin (s.a.a) Medine'ye hicret etmesinden hemen sonra ortaya çıkmaya başladı. Nitekim Bakara Suresi'nde onlardan söz edilmeye başlandı. Bazılarının da söylediği gibi Bakara suresi hicrette 6 ay sonra nazil olmuştur.Daha sonra inen surelerde yine onlardan, onların entrikalarından ve kurdukları komplolarda izledikleri ince yöntemlerden söz edildi. Uhud Savaşı'nda Müslüman ordunun yaklaşık üçte biri kadar sayıya sahipken orduyu savaş meydanında yalnız bırakıp çekilmeleri, Yahudilerle ittifak kurmaları, Yahudileri Müslümanlara karşı kışkırtmaları, Mescid-i Dırarı kurmaları, ifk hadisesini çıkarmaları, yine su başından çıkan kavgada ve Akabe hadisesinde fitne ateşini yakmaları münafıkalrın oluşturdukları tehlikenin boyutlarını gözler önüne serecek niteliktedir. Bütün bunlara Kur'an ayetleri ayrıntılı bir şekilde işaret etmektedir. Bozgunculuk ve her olayı Peygamber'in (s.a.a) aleyhine kullanma noktasında o kadar ileri gittiler ki, sonunda yüce Allah onları şu ifadelerle tehdit etmiştir: " Andolsun, iki yüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü haber yayanlar vazgeçmezlerse, seni onlara musallat ederiz; sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler. Hepside lanetlenmiş olarak nerede ele geçirilirse, yakalanır ve mutlaka öldürülürler." (Ahzab, 60-61) Kur'an'ın bu sert ifadesi, münafıklığın o gün için İslam toplumu açısından oluşturduğu tehdidi ortaya koyar niteliktedir.
Münafıklığın örgütlü ve İslam toplumunu tehdit eden bir hareket olarak ortaya çıkması, bazı yorumcuları, münafıkların sadece bu dönemde var olduklarını, bundan önce münafıkların olmadığını ileri sürmek durumunda bırakmıştır. Allame bunun bir yanılgı olduğunu vurguladıktan sonra münafıklığı doğuran sosyolojik, psikolojik ve tarihsel etkenlere daylı geniş bir analiz yapar:
"Bu noktadan hareketle bazıları, İslam'da nifak hareketinin İslam'ın Medine'ye girmesiyle başladığını ve Peygamber'in (s.a.a.) vefatına yakın bir zaman kadar devam ettiğini söylemişlerdir.
Müfessirlerin büyük bire kısmı bu görüşü savunmuştur; ancak Peygamber efendimiz (s.a.a) zamanında meydana gelen olaylar üzerinde iyice düşündüğümüz, bunun yanında Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra yaşanan fitne ve kargaşa üzerinde kafa yorduğumuz, bir de aktif bir topluluğun doğasını göz önünde bulundurduğumuz zaman bu görüşün tartışmaya açık olduğunu anlarız:
Birincisi: Hicretten önce Mekke'de Hz. Peygamber'in (s.a.a) izleyicilerinin arasında nifak olgusunun sızmadığına dair ikna edici bir kanıt yoktur. "Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar hicretten önce Mekke'de iken güçlü, nüfuzlu ve etkin bir konumda olmadıkları için insanlar onlardan çekinmez, sakınma gereğini duymazlardı. Ya da onlardan kendilerine herhangi bir maddi yarar ulaşabileceğini ummazlardı. Bu yüzden görünürde mümin olduklarını gösterip Müslüman olduklarını söyleyerek onlara yaklaşma, yaranma gereğini duymazlardı. Bir kere Müslümanlar baskı altında idiler; dinden dönmeleri için sistematik bir işkenceye maruz kalıyorlardı, müminlerin düşmanı, hakkın inatçı muhalifi Kureyş'in uluları ve Mekke'nin ileri gelenleri tarafından türlü eziyetler görüyorlardı. Oysa Hz. Peygamber (s.a.a) hicrette sonra Medine'de bunun tam tersi bir konumdaydı. Medine'ye hicret ederken Evs ve Hazreç kabilesinden yardımcılar edinmişti. Bu iki kabilenin ileri gelenlerinden, kendilerini ve ailelerini korudukları gibi kendisini de koruyacaklarına dair sağlam bir söz almıştı. İslam Medine'de her eve girmişti. Artık Hz. Peygamber bu güçlü yardımcıları sayesinde Medine'de galip ve egemen bir konumdaydı. Bunun yanında inanmayan küçük bir azınlık kalmıştı. Bunlar şirk inançlarını sürdürüyorlardı. Buna rağmen açıkca muhalefet edecek güçleri yoktu. Müşrik olduklarını da söylemiyorlardı. Dolayısıyla zahiren Müslüman olduklarını söyleyerek canlarını güvenceye alma gereği duydular. Görünürde İslam'â inandılar; ama içlerinde küfürlerini gizlediler ve entrikalar çevirmeye, İslam ve Müslümanlar aleyhine komplolar kurmaya devam ettiler" şeklindeki değerlendirme nifak olgusunu izah etmek bakımından yetersizdir" dedikten sonra Allame, şu tespiti yapar:
Devamı var...