Displaying items by tag: Cafer Subhani

Pazar, 21 Aralık 2014 00:00

Şiilik tarihine kısa bir bakış

Şii dünyasının önde gelen isimlerinden birisi olan Ayetullah Cafer Subhani, Şii ekolü hakkında ortaya atılan şüpheleri bertaraf etmek için bir yazı kaleme aldı.

Üstat Cafer Subhani’nin hazırladığı eserde; Şiilik hakkındaki ilk bulguların henüz Peygamber Efendimiz hayatta iken ortaya çıktığını ve hatta bunun ilk temllerini atanın Allah Resulü’nün (saa) kendisi olduğunu dile getiren Ayetullah Cafer Subhani, Peygamber döneminde var olan ve onun vefatından sonra Ali taraftarları (Şiat un Ali) olarak anıldıkları ve bu gruba bağlı herkesin, Arap kökenli Adnan veya Kahtanoğullarından geldiğini yazdı.
 

Havza din ilimleri merkezi tarafından yayınlanan üstadın notlarını siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz:

Şiilik Hakkında Oryantalistlerin Yorumu

Bazı Şarkiyatçılar, Şiiliğin kökeni tam olarak bilmediklerinden ötürü, bu ekolü bir İran fikir akımı olarak değerlendirmekte ve şöyle demektedirler;

“Bilindiği gibi İran toplumunda bir şahlık sistemi vardı ve İranlılar da İslam dinine geçtikten sonra bu monarşik yapıyı İslam üzerinde de uygulamaya başladılar. Sonuç olarak da Ali ve onun çocuklarını Peygamberin varisi olarak kabullendiler. Hal böyle olunca da; her imam, kendisinden önceki imamın varisi olarak addedildi ve hükümet bu ilke doğrultusunda bir sonraki imama devredildi.

 

Oryantalistlerin Bu Teorisine Cevap

Bu iddia o denli yersiz ve yetersizdir ki; onu, Şiiliğin ortaya çıkışı için bir delil olarak sunmak dahi abestir. Öncelikle nübüvvetin en yüksek makam olarak kabul gördüğü geçmiş ümmetlerde, bu ırsi geçiş sürecini çok net görmekteyiz ve Kuran-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyurur;

أَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ عَلَىٰ مَا آتَاهُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ ۖ فَقَدْ آتَيْنَا آلَ إِبْرَاهِيمَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَآتَيْنَاهُمْ مُلْكًا عَظِيمً 

“Yoksa insanlar, Peygamber (saa) ve ailesine Allah’ın lütfünden kendilerine verdiği nimet yüzünden onları kıskanıyorlar mı? Evet biz, İbrahim Ailesi’ne de kitabı ve hikmeti vermiş, onlara çok büyük bir mülk de lütfetmiştik.” (Nisa/54)

İbrahim (as) imamet makamına erdiği vakit, Allah’tan kendi nesline de imamet makamını vermesini istemiş ve Yüce Allah da onun isteğini, neslinden gelecek salih ve adil çocuklara verme şartıyla kabul etmiştir. Bakın Kuran bu olayı nasıl anlatıyor;

وَإِذِ ابْتَلَىٰ إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ ۖ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا ۖ قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي ۖ قَالَ لَا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ 

“Hani Rabbi, İbrahim’i bazı kelimelerle imtihana çekmiş, o da onların hakkını vermişti de Rab şöyle demişti: “Seni insanlara önder yapacağım.” İbrahim, “Soyumdan birilerini de” deyince Allah: “Benim ahdim zalimlere ulaşmaz.” buyurdu.” (Bakara/124)

Peygamberlerin bütün vasileri de bu yönde tayin olagelmiştir. Hatta Arap putperest toplumlarında dahi kabile reisi öldükten sonra yerine yabancı birisi geçemez bilakis şeyhin oğlu onun yerini alırdı. Öyleyse şahlık gibi babadan oğla geçen yönetim şekli yalnızca İranlılara ait olmadığını görüyor ve diğer toplumlarda da bu sistemin kabul edildiğini biliyoruz. Eğer bu yönetim tarzı yüzünden İranlılar Şii olmuştur denilirse de; o zaman monarşinin hakim olduğu diğer toplumların da bu varsayıma göre Şii olması gerekmez miydi?

İkinci olarak, daha önce de denildiği gibi Şiilik Medine’de doğmuş ve Hz. Resul döneminde ilerlemiştir. Bu durum göz önüne alındığında ise henüz İranlıların İslam diniyle müşerref olmadıklarını görmekteyiz.
Emir ul Müminin Ali (as) halife olduğu zaman; Sözünden dönenler, Zalimler ve Haricilerle olmak üzere üç büyük savaş meydana gelmiştir ve Hz. Ali’nin (as) ordusunun genelini Hicaz ve Yemenli gerçek Araplar oluşturmaktaydı. Tarih şöyle der; Ali ordusunun bel kemiğini Kureyş, Evs ve Hazrec kabileleri oluşturmakta ve bunlara ilave olarak da Yemen illerinden; Mezhec, Hemdan, Tey, Kinde, Temim ve Muzir teşkil etmekteydi. Ali ordusunun tüm komutanları da Arap kabilelerinden olan; Ammar Yasir, Haşim Mirkal, Malik-i Eşter, İbn-i Suhan ve kardeşi Zeyd bin Suhan’dır.

Hz. Ali işte bu Arap ordusuyla Cemel, Sıffin ve Nehravan savaşlarını kazandı ve hiçbir zaman İranlılar bu savaşta öyle ahım şahım bir etkiye sahip olamadılar. Tüm bunlar bir yana Şiiliği yalnızca İranlılar kabul etmedi belki Araplar içerisinde oldukça yüksek oranda da kabul gördü.

 

Bu Düşüncenin Tersini Savunan Bazı Din Tarihçileri

Hollandalı Dozi gibi Şiiliğin bir İran düşünce akımı olduğunu iddia eden birkaç şarkiyatçı dışında, birçok oryantalist ‘Şiiliğin aslı Araplardandır’ demiş ve İran teorisini temelsiz bir varsayım olarak görmüşlerdir. Almanların ünlü Oryantalist ve din tarihçisi Julius Wellhausen şöyle der; Muaviye döneminde tüm Irak halkı ve özellikle de Kufeliler Şia ideolojisi üzerineydiler ve hatta belki de etraf kabile ve reisleri de bu akide ile yaşıyorlardı.

Bir diğer ünlü şarkiyatçı Macar Ignaz Goldziher de şöyle diyordu; yaptığımız en büyük hatalardan birisi de Şiiliği bir İran akımı olarak görmemizdir. Bu tarih boyunca yanlış algılana gelmiş bir düşüncenin sonucudur. Hâlbuki tüm Alevi hareketlenmeleri hepsi Arap topraklarında cereyan etmiştir.

Bir başka oryantalist İsveçli Adam Metz de bu konuyu şöyle değerlendiriyordu; Hiçbir zaman Şiiliği, İranlıların bölgedeki İslam hâkimiyetine bir tepki olarak ortaya çıkardığını söyleyemeyiz. Çünkü Mekke, Sana, Amman, Hicr ve Saada gibi birkaç büyük Arap Yarımadasında bulunan şehirler dışında tüm yarım ada şehirleri Şiilerle doluydu. O dönemde ise Kum şehri halkı dışında tüm İran Ehl-i Sünnet ekolü üzerineydi ve hatta İsfahan halkı Muaviye bin Ebu Süfyan konusunda o denli aşırılığa kaçmışlardı ki; halkın bir kısmı onu Nebi-i Mürsel yani gönderilmiş peygamber olarak kabul ediyordu.

Dozi’den daha fazla İslam tarihiyle alakalı olan bu şahsiyetlerin ortak tanısı; Şiiliğin bir İran akımı olmadığı ve bu varsayımı tamamen reddetmeleridir. Her ne kadar daha sonraları İranlılar Şiiliğe karşı alaka ve sempati besleseler de gerçek buydu. Öte yandan bu konuyla ilgili sevindirici bir gelişme de iki Mısırlı yazarın kaleminden yansıyordu.

Şiilikle tam olarak uyuşmayan bir düşünce adamı olan Mısırlı yazar Ahmed Emin şöyle diyordu; Ali taraftarlığı İranlılar henüz İslam dinine girmeden önce başlamıştır ama daha sonraları Şiilik İranlı unsurlarca kendine ayrı bir renk kazanmıştır.

Ahmed Emin’in ilk sözleri oldukça gerçekçi ama diğer sözü asılsızdır çünkü Şiiliğin yalnızca bir anlamı vardır o da; İslam’ın sunduğu gerçek dini kabullenip, Hz. Resul-i Ekrem’in (saa) tüm öğretilerini uymak demektir.
Şeyh Muhammed Ebu Zehra da şöyle der; İranlılar Şiiliği Araplardan öğrenmişlerdir ve öyleyse Şiiliğin İranlı olma gibi söylemi olmaz. Ehl-i Beyt’e bağlılıklarıyla tanınan alimler Emevi ve Abbasi zulmünden Fars ve Horasan’a hicret etmişlerdir. Şiilik bu topraklarda Emevi Devleti yıkılmadan önce Ali oğlu Zeyd’in (as) buraya sığınmasıyla İran’da yayılmaya başlamıştır.

Ayrıca nasıl olur da Şiiliğin İran menşeli bir ideoloji olduğu iddia edilebilir; Hâlbuki Buhari, Müslim, Tirmizi, İbn-i Mace, Nesai, Beyhaki ve Hakemi Nişaburi gibi Hicri birinci yüzyıldaki büyük Ehl-i Sünnet âlimlerinin hepsi İranlıdır.

Konuya biraz daha dikkatlice bakacak olursak, İranlıların Müslüman olduğu dönemde ve ondan sonraki asırlarda da Sünni ideoloji üzerine olduklarını, Şiiliğin ise ülke topraklarında dağınık bir şekilde yaşayan azınlıklar arasında yer edindiğini görebiliriz.

Aslına bakılacak olunursa İran’daki ilk Şii yayılımı Yemenli Şiilerin bu topraklara göç etmesiyle Kum ve Kaşan’da vuku bulur ve o da Hicri birinci yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşir. Halbuki İslam dini Hicri 17. yy.de İran’a girer ve aradan geçen yıllar boyunca buraya yerleşen Arap Şiaları sayesinde İran’da iyiden iyiye yer edinir.

Öyleyse Arap dünyası içerisinde doğmuş olan Şiilik, daha sonra İslam alemine hiçbir değişime uğramadan o dönemlerde yayılmıştı.

 
Konumuzun en başında değindiğimiz gibi İmametin birbiri ardınca intikal etmesi bazı Batılı oryantalistler için Şiiliğin İran’dan menşe aldığı bahanesini ortaya çıkartmıştı. Halbuki Sünni hilafet tarihinde de Osman’ın bir suikast sonucu öldürülmesi ardından Hicri Yedinci yüzyıla kadar hilafet veraset şekline bürünmüştür. II. Muaviye’nin dünyadan göçetmesinden sonra hilafet Al-i Mervan’a geçti ve Hicri 132. yıla değin bu aile içerisinde döndü durdu. Abbasiler hükümete geldikten sonra da yine hilafet babadan oğla intikal etti bu da Hicri 656 senesine kadar Moğol Hülagu Han’ın gelişiyle son buldu. Osmanlıların hilafet anlayışı da Hicri dokuzuncu yüzyıldan ta Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar bu şekilde cereyan etti. Öyleyse, İmametin babadan oğla geçişini bir İran akımı olarak değerlendiremeyiz. Eğer Şialar İmametin Ali (as) oğullarında devam etmesini savunduysalar bu Peygamber Efendimizin emirleri doğrultusunda gerçekleşmiştir.

 

İslam’dan Sonra İran İnsan Coğrafyası

Şiiliğin bir İran akımı olduğu ve İranlılar tarafından ortaya çıkartıldığını iddia edenler, Hicri onuncu yüzyıla kadar İran’ın mezhepsel tarihinden habersiz olan insanlardır. Safeviler dönemi öncesi İran içerisinde Kum, Kaşan, Rey ve Sebzevar dışında Şiilikle alakalı başka bir şehir bulunmamakla beraber İran’ın diğer tüm şehirleri Sünni ekol üzerine hareket ediyordu. Ama hicri dokuzuncu yüzyılın başlamasıyla birlikte bu topraklar üzerinde Şiilik de iyiden iyiye yayılmaya ve geniş kitlelere ulaşmaya başlamıştı. Şimdi burada Mukaddesi’nin eseri olan “Ahsen ul Takasim” adlı o dönemin İran İnsan coğrafyasını hicri 375 yılında resmetmiş kitabını inceleyeceğiz.

Horasan topraklarına Mu’tezile ve Şialar olmasına rağmen Şafiilerden oluşan Şaş harç genellikle Ebu Hanife’nin ashabı hakimdir. Erdebil halkı ve İran’ın dağlık batı bölgeleri Hanefi mezhebine bağlıdır. Ama Rey şehrinde birçok mezhep mensubu bulunmaktadır ve bunların genelini yine Hanefiler teşkil etmekle beraber Hanbelilerin de sayı azımsanmayacak derecede çoktur. Kumlular Şiadır ve Kermanşah ahalisi Süfyan-i Servi taraftarlarıdır. Huzistan bölgesi değişik mezhepleri barındırır. Ahvaz ve Ramhürmüz Hanbelidir ama Ahvaz’ın yarısına yakını Şiadır aynı zamanda Hanefi ve Maliki de bir hayli vardır bu bölgelerde. Fars eyaletinin çoğu Hadis ehli ve Muaviye yanlılarıdır. Multan halkı Şiadır ve ezanlarında “Hayyi a’la hayril amel” derler ve bunu ikamede de tekrar ederler ama Multan’ın kasabalarında Hanefi mezhebi fakihleri çoktur.  

Ünlü Seyyah İbn-i Battuta şöyle yazar:

“Olcaytu Hüdabende, Irak padişahıydı ve Rafizilerden İbn ul Mutahher (Allame Hilli) adında bir fakih onunla sıkı bir dostluk kurmuş ve ardından Hüdabende İslam dinine geçip Moğol ordusunu da Müslüman yapmıştır. Rafizi mezhebine bağlı olan bu bilge, Şiiliği Hüdabende’ye oldukça hoş tanıtmış ve bu nedenden ötürü de Olcaytu, halkı Şii mezhebine yöneltmiştir. Şii mezhebine tabi olunma emrini verdiği şehirlerden bir çoğu bunu kabul ederken yalnızca Bağdat ahalisi buna itiraz etmiş ve şehir merkezinde bir araya toplanıp Hüdabende’yi protesto edip “Ne bunu duyarız ne de itaat ederiz” diyerek şehre gelen elçiyi tehdit etmişlerdir. Bunun aynısı daha sonra Şiraz ve İsfahan halkı da yapmıştır. Kadı Ayaz “Tertib ul Medarik” adlı eserin önsözünde Maliki mezhebinin yayılmasını şöyle anlatmaktadır; İmam Malik’in mezhebi Horasan ve Irak ötelerine Yayha bin Yahya-i Temimi ve birkaç kişi tarafından yayılmıştır. Bunun ardından uzun yıllar bu bölge imamları Maliki mezhebi fıkhınca fetvalar vermişlerdir. Daha sonraları Gazvin başta olmak üzere İran’ın dağlık bölgeleri sayılan Hamedan ve Kermanşah’ta Kürt nüfusunun etkisi ile bu mezhep iyice yayıldı ama bunun yanı sıra Ebu Hanife ve İmam Şafii’nin mezhebi de oldukça fazlaydı.”

Meşhur Doğu bilimci Carl Brockelmann şöyle der;

“Şah İsmail-i Safevi Tebriz’i ele geçirdiğinde, bu şehrin nüfusu üç yüz bin civarında ve bu halkın üçte biri Şia geri kalanları da Sünni’ydi.”

Tarihçilerin bir araştırma özeti olarak sunduğumuz bu cümlelerin özü; Hicri dokuzuncu yüzyıla kadar İranlılar üzerinde hâkim olan mezhebin Ehl-i Sünnet olduğu ve Safeviler dönemi ve sonrası Şia mezhebinin yayıldığıdır.
İbn-i Esir “el Kamil fit Tarih” kitabında şöyle yazar;

“Sultan Mahmud babasının aksine hareket edip, Hz. Ali bin Musa er-Rıza’nın (as) türbesini tamir ettirdi hâlbuki o türbeyi yıkan babasıydı. Tus halkı da; o hazreti her ziyaret etmek isteyene eziyetler çektirmekteydiler. Sultan Mahmud’un babasının aksine hareket etmesinin sebebi de; rüyasında Emiru’l Müminin Ali’yi (as) görmesi ve ona; Bu durum daha ne zamana kadar devam edecek? demesiydi.”

 

ehlader