Displaying items by tag: Şiilik

Perşembe, 18 Haziran 2015 06:27

“Kur’an’da ne Sünnilik var, ne Şiilik var”

Görmez: Mezhebe olan mensubiyetimizi, İslam’a olan mensubiyetimizin önüne geçirdiğimizde en büyük fitneyle karşı karşıya kalırız


Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, “Kur’an’da ne Sünnilik var, ne Şiilik var. Kur’an’da sadece Müslüman olduğumuz var” dedi.

Görmez, Irak Şii Vakfı Divan Başkanı Alaa Abdulsahib Hüseyin El-Musavi ve beraberindeki heyeti makamında kabul etti.

“KARDEŞLİĞİ YENİDEN TESİS ETMEMİZ LAZIM”

Kabulde yaptığı konuşmada, İslam ümmetin bir bütün, Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Şia’nın İslam ümmetinin ayrılmaz bir parçası olduğunu belirten Prof. Dr. Görmez, İslam dünyasında “mezhep savaşı” adı altında yaşanan gerilimlere değinerek, İslam müesseselerinin, eğitim kurumlarının ve İslam alimlerinin kardeşliği yeniden inşa etmek üzere çalışmak zorunda olduklarına vurgu yaptı.

“Mezhebe olan mensubiyetimizi, İslam’a olan mensubiyetimizin önüne geçirdiğimizde en büyük fitneyle karşı karşıya kalırız” uyarısında bulunan Mehmet Görmez, şöyle konuştu:

“MEZHEPLER SADECE MEKTEPLERİMİZDİR”

“Iraklı kardeşlerimiz çok büyük imtihanlardan geçtiler, çok büyük bedeller ödediler. Önce zalim bir yönetim altında, dikta rejiminin gölgesinde uzun seneler geçirdiler. Sonra çok acı işgallerle karşılaştılar ve bu işgaller döneminde yüz binlerce kadın, çocuk, yaşlı demeden insanlar canlarını kaybettiler. Tam bütün bunları geride bırakarak kendi ülkelerini yeniden özgür bir biçimde inşa etmeye başladıklarında, bu sefer daha büyük fitnelerle karşı karşıya kaldılar. Ben kesinlikle ‘mezhep çatışması’ demiyorum. Siyasi ve ideolojik güç kavgalarının, çıkar çatışmalarının kendisini ‘mezhep görüntüsü’ altında ortaya çıkardığı kavgalar olduğunu düşünüyorum. Çünkü mezheplerimiz, İslam’ı anlamak için başvurduğumuz mekteplerimizdir. Yoksa mezhebe mensubiyetimizi, İslam’a olan mensubiyetimizin önüne geçirdiğimizde en büyük fitneyle karşı karşıya kalırız. Ayrıca tekfirci bir düşünceye dönüşmesi, bugün İslam dünyasını saran en büyük tehlikedir.”

TEKFİRCİ DÜŞÜNCEYİ MÜSLÜMANLARIN TEL’İN ETMESİ LAZIM

“İnsanların kendisi gibi düşünmeyenleri tekfir etmesi ve tekfir ettiği insanları katletmesini ‘cihat’ zannetmesi kadar büyük bir dalalet yeryüzünde olamaz” değerlendirmesinde bulunan Görmez, “Bugün bilhassa önce Suriye’de, sonra Irak topraklarında ortaya çıkan ve tamamen cehalet üzerine bina edilen bu tekfirci düşünceyi, Şiisi ve Sünnisiyle yeryüzündeki bütün Müslümanların tel’in etmesi lazım” diye konuştu.

Published in Rapor
Perşembe, 19 Mart 2015 19:13

Şiiliği iyi okumadan yazıyorlar…

Âdem’den bugüne kadar batıl cephesinin yaptığı şey hep aynıdır. Sadece ismiler ve resimler değişmiş, izlenen metot hep aynı olmuştur.

Peygamberimiz (s.a.a) insanların fıtratına hükmeden ilahi emirleri getirdiğinde fıtratı fazla kirlenmemiş çok az sayıda insan bu emirlere teslim olup o hazreti canla-başla savundu. Ama insanların ekseriyeti ona karşı başkaldırdı. Meseleye sosyolojik açıdan yaklaşıldığında görülmektedir ki: Peygamberin yanında bulunanlar güçlerini haktan aldıkları için hiçbir haksızlığa boyun eğmemişlerdir. Savundukları şey uğrunda her türlü işkenceye, baskıya, ambargoya ve eziyete katlanmışlardır. Oysa Peygamberin karşısına çıkanlar, güçlü oldukları için kendilerini haklı görmekteydi. Bu yüzden söz konusu gücü korumak için Peygambere bazı tavizler vermeyi dahi teklif etmişlerdir…

Yani hak taraftarları her zaman durdukları yerde durmuş, hezimet pahasına da olsa asla taviz vermemiştir. Fakat batılın safında bulunanlar hezimetten kurtulmak için tavizin her türlüsüne yeltenmişlerdir. Hakkın tarafında bulunanların insani değerlerin egemen olmasından başka dert ve tasaları yoktur. Batıl yandaşlarının tek derdi ise sadece kendi egemenliklerini sağlamlaştırmak olmuştur. Bu yüzden onların durdukları yer sürekli değişkenlik gösterir… Çünkü onlar gücü nerede görseler oraya üşüşürler. Daha güçlünün yanında yer almalılar ki kendi çıkar çarklarını sürdürebilsinler. Aslında onların yandaşlıklarının da bir değeri yoktur; çünkü bu tür insanlar sadece kendi çıkarlarının yanındadırlar… Onlar çıkarları için kendi babalarını bile satarlar. Karşılarına çıkan kişi Allah Resulü bile olsa “hezeyan söylüyor, hastalık ona galebe etmiş, ne dediğini bilmiyor” derler… Böylece kirli çıkarlarını temin etmeyi planlarlar…

Bugün de durum aynıdır. Daha düne kadar mevcut iktidarı yere göğe sığdıramayanların bir anda nasıl da “u dönüşü” yaparak yönetimle kanlı-bıçaklı hale geldikleri herkesin malumudur. Bu iktidara ters düşenlerin baypas edildiğini fark eden en şiddetli muhaliflerin ise çıkarlarını korumak adına “maslahatın gereğini yerine getirerek” mevcut yönetimin şakşakçılarına dönüştükleri de herkesçe bilinen bir gerçektir…

Irak, Suriye ve Mısır’da birer Sünni devleti kurulacağı, Türkiye’nin de tarihi geçmişine dayanarak büyük İslam imparatorluğunun saltanat merkezi olacağı düşünü kuranlar gelinen süreçte büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Dış politikada yapılan bunca yanlışın zaten daha farklı bir sonuç vermesi sünnetullaha aykırı olurdu ve böyle bir şey de imkânsızdır.

“Hak geldi batıl zail oldu, zaten batıl yok olmaya mahkûmdur” ayeti bölgede tecelli etti. Binlerce insan haksız yere öldürüldü veya evinden-barkından edildi. Ama herkes şunu anladı ki; ilkeli duruş her zaman kazanmıştır, yense de yenilse de…

Hilal Kaplan, Şiiliği iyi okumadığını ele veren bir yazı kaleme almış. Diyor ki: İran İslâm Cumhuriyeti’nin ‘kurucu dışarısı’ artık ABD değil. Bilakis İran, İsrail’den sonra ABD’nin askeri olarak en çok işbirliği yaptığı ülkelerden biri haline geldi. Şiilik hareketinin ilham kaynağı İmam Hüseyin’dir (a.s). İmam Hüseyin’in mantığında ise zorba güçlerle işbirliği yapmak veya onların isteklerine teslim olmak asla düşünülemez. Zaten İran’a otuz yılı aşkın süredir uygulanmakta olan ambargolar da bunun kanıtıdır.

Hilal Hanım’ın kurduğu bir diğer cümle de şöyle: İran Devrim Muhafızları Komutanı Kasım Süleymani’ye bağlı, Irak ve Suriye’de etkinlik gösteren Kudüs Ordusu ve Şii milis gruplarının sponsoru da ABD. Örneğin geçtiğimiz günlerde, Kasım Süleymani ve ona bağlı milislerin yer aldığı, Tikrit’te çekilmiş bir fotoğraftaki askeri teçhizattan araçlara dek hepsi ABD malıydı. Ancak buna rağmen hem Esed hem de Hamaney, söylemlerinde antiemperyalizmcilik oynamayı sürdürüyorlar. Hilal hanıma soruyorum: Söz konusu askeri teçhizatın “IŞİD”den ele geçirilmediğinden emin misin?! Ayrıca gerçek manada aniemperyalizmcilik oynayanların kimler olduğunu sen daha iyi bilirsin…

Ayrıca İran’la ABD arasında eğer bir yakınlaşma varsa ve senin tabirinle “aynı yatağa girme” söz konusuysa burada demek ki İran ABD’yi dize getirmiştir. Ayrıca ABD tarafından birilerine tevdi edilmiş BOP projesi çökmüştür ve ABD İran’ın dünyadaki etkin gücünün farkına varmıştır. Ayrıca Şiiliğin modern dünyadaki gelişmelere büyük bir katkı sağlayacak en itidalli görüş olduğunu da kavramıştır. Eğer ABD İran’a yaklaşacaksa ve aralarında işbirliği olacaksa İran ve ABD’nin çıkarlarına dönük bir işbirliği olacaktır. Zaten İran’ın ABD dışındaki diğer ülkelerle de bu tarz ilişkileri vardır. Bundan İran’ın antiemperyalist tutumu ile çeliştiği çıkarımı da yapılamaz.

İran 1979 yılında durduğu yerde durmaktadır. Ayrıca İran İslam Cumhuriyeti o günden bugüne kadar çektiği tüm sıkıntılarıSünni Filistin’i savunduğu için çekmiştir. Yani İran mezhepçi bir saikle İslam dünyasına bakmamıştır. Esasen Şiilik orijinal İslami anlayış olduğu için hep İslam’ı savunmayı kendisine prensip edinmiştir. Ama aynı şeyi maalesef Sünnicilik yapan anlayış için söylemek mümkün değildir. Bunu şu tarihi vaka ile açıklayayım: Rivayete göre Hz. Ali’nin (a.s) hilafeti döneminde küçük bir çocuğun üzerinde iki kadın ihtilafa düşmüş. Onlardan her biri kendisinin çocuğun annesi olduğunu iddia ediyormuş. Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuş: Bu çocuğu iki parçaya böleceğim; yarısı senin, yarısı da senin.. Bu sözü duyan (gerçek) anne: “Aman, efendim ben yanıldım, çocuğun annesi bu kadın!” diye ileri atıldı… Böylece kadının bu gayri ihtiyari savunma refleksi, onun gerçek anne olduğunu ispatlamıştı…

Şiilik anlayışı da tarihten günümüze kadar hep İslam ümmetinin maslahatı için susmuştur ve susmaya da devam etmektedir. Çünkü bu anlayış, Muhammedi İslami anlayıştır; “ne koparırsam kârdır” anlayışı siz de bilirsiniz ki bu ekolde asla zemin bulmamıştır…

Üçüncü halifeyi öldürenler, onun intikamını (!) Hz. Ali’den (a. s) almak için Cemel harbini başlattılar. Onlar bir deveye Peygamberin zevcesi Ayşe’yi de bindirdiler. Onu Cemel ordusuna komutan yapmak suretiyle kendilerine meşruiyet kazandırmaya çalıştılar. Ama Ayşe’nin deveye binmesi dahi onları kurtaramadı. Ne dünyayı kazanabildiler, ne de ahireti.. Çünkü yanlış yerde durmuşlardı… Sakın ola ki siz de birilerinin çıkarlarını sağlamak için deveye binme hevesine kapılmayasınız! Sonra dünyanızı da yakarsınız, ahiretinizi de… Kulağınıza küpe olsun Hilal Hanım!

Ayrıca “Neo-Pers” tabiri de sizin bugün karşısında durduğunuz paralel yapının çokça dillendirdiği bir söylem.. Dikkatli olmanızı tavsiye ederim…

Mikail Gürel

Hilal Kaplan’nın yazısı

 

Pazar, 21 Aralık 2014 00:00

Şiilik tarihine kısa bir bakış

Şii dünyasının önde gelen isimlerinden birisi olan Ayetullah Cafer Subhani, Şii ekolü hakkında ortaya atılan şüpheleri bertaraf etmek için bir yazı kaleme aldı.

Üstat Cafer Subhani’nin hazırladığı eserde; Şiilik hakkındaki ilk bulguların henüz Peygamber Efendimiz hayatta iken ortaya çıktığını ve hatta bunun ilk temllerini atanın Allah Resulü’nün (saa) kendisi olduğunu dile getiren Ayetullah Cafer Subhani, Peygamber döneminde var olan ve onun vefatından sonra Ali taraftarları (Şiat un Ali) olarak anıldıkları ve bu gruba bağlı herkesin, Arap kökenli Adnan veya Kahtanoğullarından geldiğini yazdı.
 

Havza din ilimleri merkezi tarafından yayınlanan üstadın notlarını siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz:

Şiilik Hakkında Oryantalistlerin Yorumu

Bazı Şarkiyatçılar, Şiiliğin kökeni tam olarak bilmediklerinden ötürü, bu ekolü bir İran fikir akımı olarak değerlendirmekte ve şöyle demektedirler;

“Bilindiği gibi İran toplumunda bir şahlık sistemi vardı ve İranlılar da İslam dinine geçtikten sonra bu monarşik yapıyı İslam üzerinde de uygulamaya başladılar. Sonuç olarak da Ali ve onun çocuklarını Peygamberin varisi olarak kabullendiler. Hal böyle olunca da; her imam, kendisinden önceki imamın varisi olarak addedildi ve hükümet bu ilke doğrultusunda bir sonraki imama devredildi.

 

Oryantalistlerin Bu Teorisine Cevap

Bu iddia o denli yersiz ve yetersizdir ki; onu, Şiiliğin ortaya çıkışı için bir delil olarak sunmak dahi abestir. Öncelikle nübüvvetin en yüksek makam olarak kabul gördüğü geçmiş ümmetlerde, bu ırsi geçiş sürecini çok net görmekteyiz ve Kuran-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyurur;

أَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ عَلَىٰ مَا آتَاهُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ ۖ فَقَدْ آتَيْنَا آلَ إِبْرَاهِيمَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَآتَيْنَاهُمْ مُلْكًا عَظِيمً 

“Yoksa insanlar, Peygamber (saa) ve ailesine Allah’ın lütfünden kendilerine verdiği nimet yüzünden onları kıskanıyorlar mı? Evet biz, İbrahim Ailesi’ne de kitabı ve hikmeti vermiş, onlara çok büyük bir mülk de lütfetmiştik.” (Nisa/54)

İbrahim (as) imamet makamına erdiği vakit, Allah’tan kendi nesline de imamet makamını vermesini istemiş ve Yüce Allah da onun isteğini, neslinden gelecek salih ve adil çocuklara verme şartıyla kabul etmiştir. Bakın Kuran bu olayı nasıl anlatıyor;

وَإِذِ ابْتَلَىٰ إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ ۖ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا ۖ قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي ۖ قَالَ لَا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ 

“Hani Rabbi, İbrahim’i bazı kelimelerle imtihana çekmiş, o da onların hakkını vermişti de Rab şöyle demişti: “Seni insanlara önder yapacağım.” İbrahim, “Soyumdan birilerini de” deyince Allah: “Benim ahdim zalimlere ulaşmaz.” buyurdu.” (Bakara/124)

Peygamberlerin bütün vasileri de bu yönde tayin olagelmiştir. Hatta Arap putperest toplumlarında dahi kabile reisi öldükten sonra yerine yabancı birisi geçemez bilakis şeyhin oğlu onun yerini alırdı. Öyleyse şahlık gibi babadan oğla geçen yönetim şekli yalnızca İranlılara ait olmadığını görüyor ve diğer toplumlarda da bu sistemin kabul edildiğini biliyoruz. Eğer bu yönetim tarzı yüzünden İranlılar Şii olmuştur denilirse de; o zaman monarşinin hakim olduğu diğer toplumların da bu varsayıma göre Şii olması gerekmez miydi?

İkinci olarak, daha önce de denildiği gibi Şiilik Medine’de doğmuş ve Hz. Resul döneminde ilerlemiştir. Bu durum göz önüne alındığında ise henüz İranlıların İslam diniyle müşerref olmadıklarını görmekteyiz.
Emir ul Müminin Ali (as) halife olduğu zaman; Sözünden dönenler, Zalimler ve Haricilerle olmak üzere üç büyük savaş meydana gelmiştir ve Hz. Ali’nin (as) ordusunun genelini Hicaz ve Yemenli gerçek Araplar oluşturmaktaydı. Tarih şöyle der; Ali ordusunun bel kemiğini Kureyş, Evs ve Hazrec kabileleri oluşturmakta ve bunlara ilave olarak da Yemen illerinden; Mezhec, Hemdan, Tey, Kinde, Temim ve Muzir teşkil etmekteydi. Ali ordusunun tüm komutanları da Arap kabilelerinden olan; Ammar Yasir, Haşim Mirkal, Malik-i Eşter, İbn-i Suhan ve kardeşi Zeyd bin Suhan’dır.

Hz. Ali işte bu Arap ordusuyla Cemel, Sıffin ve Nehravan savaşlarını kazandı ve hiçbir zaman İranlılar bu savaşta öyle ahım şahım bir etkiye sahip olamadılar. Tüm bunlar bir yana Şiiliği yalnızca İranlılar kabul etmedi belki Araplar içerisinde oldukça yüksek oranda da kabul gördü.

 

Bu Düşüncenin Tersini Savunan Bazı Din Tarihçileri

Hollandalı Dozi gibi Şiiliğin bir İran düşünce akımı olduğunu iddia eden birkaç şarkiyatçı dışında, birçok oryantalist ‘Şiiliğin aslı Araplardandır’ demiş ve İran teorisini temelsiz bir varsayım olarak görmüşlerdir. Almanların ünlü Oryantalist ve din tarihçisi Julius Wellhausen şöyle der; Muaviye döneminde tüm Irak halkı ve özellikle de Kufeliler Şia ideolojisi üzerineydiler ve hatta belki de etraf kabile ve reisleri de bu akide ile yaşıyorlardı.

Bir diğer ünlü şarkiyatçı Macar Ignaz Goldziher de şöyle diyordu; yaptığımız en büyük hatalardan birisi de Şiiliği bir İran akımı olarak görmemizdir. Bu tarih boyunca yanlış algılana gelmiş bir düşüncenin sonucudur. Hâlbuki tüm Alevi hareketlenmeleri hepsi Arap topraklarında cereyan etmiştir.

Bir başka oryantalist İsveçli Adam Metz de bu konuyu şöyle değerlendiriyordu; Hiçbir zaman Şiiliği, İranlıların bölgedeki İslam hâkimiyetine bir tepki olarak ortaya çıkardığını söyleyemeyiz. Çünkü Mekke, Sana, Amman, Hicr ve Saada gibi birkaç büyük Arap Yarımadasında bulunan şehirler dışında tüm yarım ada şehirleri Şiilerle doluydu. O dönemde ise Kum şehri halkı dışında tüm İran Ehl-i Sünnet ekolü üzerineydi ve hatta İsfahan halkı Muaviye bin Ebu Süfyan konusunda o denli aşırılığa kaçmışlardı ki; halkın bir kısmı onu Nebi-i Mürsel yani gönderilmiş peygamber olarak kabul ediyordu.

Dozi’den daha fazla İslam tarihiyle alakalı olan bu şahsiyetlerin ortak tanısı; Şiiliğin bir İran akımı olmadığı ve bu varsayımı tamamen reddetmeleridir. Her ne kadar daha sonraları İranlılar Şiiliğe karşı alaka ve sempati besleseler de gerçek buydu. Öte yandan bu konuyla ilgili sevindirici bir gelişme de iki Mısırlı yazarın kaleminden yansıyordu.

Şiilikle tam olarak uyuşmayan bir düşünce adamı olan Mısırlı yazar Ahmed Emin şöyle diyordu; Ali taraftarlığı İranlılar henüz İslam dinine girmeden önce başlamıştır ama daha sonraları Şiilik İranlı unsurlarca kendine ayrı bir renk kazanmıştır.

Ahmed Emin’in ilk sözleri oldukça gerçekçi ama diğer sözü asılsızdır çünkü Şiiliğin yalnızca bir anlamı vardır o da; İslam’ın sunduğu gerçek dini kabullenip, Hz. Resul-i Ekrem’in (saa) tüm öğretilerini uymak demektir.
Şeyh Muhammed Ebu Zehra da şöyle der; İranlılar Şiiliği Araplardan öğrenmişlerdir ve öyleyse Şiiliğin İranlı olma gibi söylemi olmaz. Ehl-i Beyt’e bağlılıklarıyla tanınan alimler Emevi ve Abbasi zulmünden Fars ve Horasan’a hicret etmişlerdir. Şiilik bu topraklarda Emevi Devleti yıkılmadan önce Ali oğlu Zeyd’in (as) buraya sığınmasıyla İran’da yayılmaya başlamıştır.

Ayrıca nasıl olur da Şiiliğin İran menşeli bir ideoloji olduğu iddia edilebilir; Hâlbuki Buhari, Müslim, Tirmizi, İbn-i Mace, Nesai, Beyhaki ve Hakemi Nişaburi gibi Hicri birinci yüzyıldaki büyük Ehl-i Sünnet âlimlerinin hepsi İranlıdır.

Konuya biraz daha dikkatlice bakacak olursak, İranlıların Müslüman olduğu dönemde ve ondan sonraki asırlarda da Sünni ideoloji üzerine olduklarını, Şiiliğin ise ülke topraklarında dağınık bir şekilde yaşayan azınlıklar arasında yer edindiğini görebiliriz.

Aslına bakılacak olunursa İran’daki ilk Şii yayılımı Yemenli Şiilerin bu topraklara göç etmesiyle Kum ve Kaşan’da vuku bulur ve o da Hicri birinci yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşir. Halbuki İslam dini Hicri 17. yy.de İran’a girer ve aradan geçen yıllar boyunca buraya yerleşen Arap Şiaları sayesinde İran’da iyiden iyiye yer edinir.

Öyleyse Arap dünyası içerisinde doğmuş olan Şiilik, daha sonra İslam alemine hiçbir değişime uğramadan o dönemlerde yayılmıştı.

 
Konumuzun en başında değindiğimiz gibi İmametin birbiri ardınca intikal etmesi bazı Batılı oryantalistler için Şiiliğin İran’dan menşe aldığı bahanesini ortaya çıkartmıştı. Halbuki Sünni hilafet tarihinde de Osman’ın bir suikast sonucu öldürülmesi ardından Hicri Yedinci yüzyıla kadar hilafet veraset şekline bürünmüştür. II. Muaviye’nin dünyadan göçetmesinden sonra hilafet Al-i Mervan’a geçti ve Hicri 132. yıla değin bu aile içerisinde döndü durdu. Abbasiler hükümete geldikten sonra da yine hilafet babadan oğla intikal etti bu da Hicri 656 senesine kadar Moğol Hülagu Han’ın gelişiyle son buldu. Osmanlıların hilafet anlayışı da Hicri dokuzuncu yüzyıldan ta Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar bu şekilde cereyan etti. Öyleyse, İmametin babadan oğla geçişini bir İran akımı olarak değerlendiremeyiz. Eğer Şialar İmametin Ali (as) oğullarında devam etmesini savunduysalar bu Peygamber Efendimizin emirleri doğrultusunda gerçekleşmiştir.

 

İslam’dan Sonra İran İnsan Coğrafyası

Şiiliğin bir İran akımı olduğu ve İranlılar tarafından ortaya çıkartıldığını iddia edenler, Hicri onuncu yüzyıla kadar İran’ın mezhepsel tarihinden habersiz olan insanlardır. Safeviler dönemi öncesi İran içerisinde Kum, Kaşan, Rey ve Sebzevar dışında Şiilikle alakalı başka bir şehir bulunmamakla beraber İran’ın diğer tüm şehirleri Sünni ekol üzerine hareket ediyordu. Ama hicri dokuzuncu yüzyılın başlamasıyla birlikte bu topraklar üzerinde Şiilik de iyiden iyiye yayılmaya ve geniş kitlelere ulaşmaya başlamıştı. Şimdi burada Mukaddesi’nin eseri olan “Ahsen ul Takasim” adlı o dönemin İran İnsan coğrafyasını hicri 375 yılında resmetmiş kitabını inceleyeceğiz.

Horasan topraklarına Mu’tezile ve Şialar olmasına rağmen Şafiilerden oluşan Şaş harç genellikle Ebu Hanife’nin ashabı hakimdir. Erdebil halkı ve İran’ın dağlık batı bölgeleri Hanefi mezhebine bağlıdır. Ama Rey şehrinde birçok mezhep mensubu bulunmaktadır ve bunların genelini yine Hanefiler teşkil etmekle beraber Hanbelilerin de sayı azımsanmayacak derecede çoktur. Kumlular Şiadır ve Kermanşah ahalisi Süfyan-i Servi taraftarlarıdır. Huzistan bölgesi değişik mezhepleri barındırır. Ahvaz ve Ramhürmüz Hanbelidir ama Ahvaz’ın yarısına yakını Şiadır aynı zamanda Hanefi ve Maliki de bir hayli vardır bu bölgelerde. Fars eyaletinin çoğu Hadis ehli ve Muaviye yanlılarıdır. Multan halkı Şiadır ve ezanlarında “Hayyi a’la hayril amel” derler ve bunu ikamede de tekrar ederler ama Multan’ın kasabalarında Hanefi mezhebi fakihleri çoktur.  

Ünlü Seyyah İbn-i Battuta şöyle yazar:

“Olcaytu Hüdabende, Irak padişahıydı ve Rafizilerden İbn ul Mutahher (Allame Hilli) adında bir fakih onunla sıkı bir dostluk kurmuş ve ardından Hüdabende İslam dinine geçip Moğol ordusunu da Müslüman yapmıştır. Rafizi mezhebine bağlı olan bu bilge, Şiiliği Hüdabende’ye oldukça hoş tanıtmış ve bu nedenden ötürü de Olcaytu, halkı Şii mezhebine yöneltmiştir. Şii mezhebine tabi olunma emrini verdiği şehirlerden bir çoğu bunu kabul ederken yalnızca Bağdat ahalisi buna itiraz etmiş ve şehir merkezinde bir araya toplanıp Hüdabende’yi protesto edip “Ne bunu duyarız ne de itaat ederiz” diyerek şehre gelen elçiyi tehdit etmişlerdir. Bunun aynısı daha sonra Şiraz ve İsfahan halkı da yapmıştır. Kadı Ayaz “Tertib ul Medarik” adlı eserin önsözünde Maliki mezhebinin yayılmasını şöyle anlatmaktadır; İmam Malik’in mezhebi Horasan ve Irak ötelerine Yayha bin Yahya-i Temimi ve birkaç kişi tarafından yayılmıştır. Bunun ardından uzun yıllar bu bölge imamları Maliki mezhebi fıkhınca fetvalar vermişlerdir. Daha sonraları Gazvin başta olmak üzere İran’ın dağlık bölgeleri sayılan Hamedan ve Kermanşah’ta Kürt nüfusunun etkisi ile bu mezhep iyice yayıldı ama bunun yanı sıra Ebu Hanife ve İmam Şafii’nin mezhebi de oldukça fazlaydı.”

Meşhur Doğu bilimci Carl Brockelmann şöyle der;

“Şah İsmail-i Safevi Tebriz’i ele geçirdiğinde, bu şehrin nüfusu üç yüz bin civarında ve bu halkın üçte biri Şia geri kalanları da Sünni’ydi.”

Tarihçilerin bir araştırma özeti olarak sunduğumuz bu cümlelerin özü; Hicri dokuzuncu yüzyıla kadar İranlılar üzerinde hâkim olan mezhebin Ehl-i Sünnet olduğu ve Safeviler dönemi ve sonrası Şia mezhebinin yayıldığıdır.
İbn-i Esir “el Kamil fit Tarih” kitabında şöyle yazar;

“Sultan Mahmud babasının aksine hareket edip, Hz. Ali bin Musa er-Rıza’nın (as) türbesini tamir ettirdi hâlbuki o türbeyi yıkan babasıydı. Tus halkı da; o hazreti her ziyaret etmek isteyene eziyetler çektirmekteydiler. Sultan Mahmud’un babasının aksine hareket etmesinin sebebi de; rüyasında Emiru’l Müminin Ali’yi (as) görmesi ve ona; Bu durum daha ne zamana kadar devam edecek? demesiydi.”

 

ehlader

Cumartesi, 30 Ağustos 2014 00:00

Şiilik ne zaman ortaya çıktı? İşte cevabı…

Ayetullah Cafer Süphani, Şiiliğin ne zaman ortaya çıktığı konusundaki soruya şu cevabı verdi:
 
Genellikle bu tür sorular kelam alanında dillendirilmektedir. Mesela Eşarilik ne zaman ortaya çıktı? Mutezile ne zaman şekillendi? Hanefilik, Şafiilik, Hanbelilik ve Malikilik ne zaman ortaya çıktı?… türünden sorulara şöyle cevap verilir: Eşarilik Ebul Hasan Eşari (260-324 h) tarafından dördüncü asırda ortaya çıkan bir kelam ekolüdür. Bunun karşısında Hasan Basri’nin (ö:110 h) öğrencisi olan Vasıl b. Ata’nın (80-130 h) görüşlerini ihtiva eden Mutezile ekolü vardır. Burada söz konusu ekolün ortaya çıkış tarihini belirlemek mümkündür. Fıkhi mezhepler konusunda da durum aynıdır. Hanefi mezhebi Ebu Hanife (80-150 h) tarafından, Şafii mezhebi Muhammed b. İdris (150-204 h) tarafından şekillenmiş, vücuda gelmiştir. Malikilik ve Hanbelilik de aynı şekilde belli bir tarihte belli şahsiyetler tarafından ortaya çıkarılmıştır. Fakat Şiilik bir kelam veya fıkıh ekolü değildir. Dolayısıyla İslam’ın zuhurundan ve Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra ortaya çıkmamıştır. Aksine İslam ve Resulullah’la (s.a.a) başlayan bir süreçtir.

Başka bir ifadeyle Şiilik İslam tarihi ile yaşıttır veya Şiilik Resulullah’ın (s.a.a) getirmiş olduğu öğretileri ihtiva eden orijinal İslam’ın bir diğer adıdır. Resulullah’ın (s.a.a) öğretilerinden biri, imamet meselesinin Allah’tarafından tayin edilmiş ve Resulullah tarafından da tanıtılmış olan bir imam vasıtasıyla devam etmesi konusudur. İslam dininin bekasının garantisi olan bu temel ilke Şiiliğin mahiyetini teşkil etmiştir. Resulullah (s.a.a) kendi hayatında bunun duyurusunu yapmış, ümmete deklare etmiştir. Sahabeden bir güruh kimse bunu kabul etmiş ve peygamberin vefatından sonra da bunun savunuculuğunu yapmıştır. Bu sahabeler Resulullah döneminde ve o hazretin vefatından sonra Şiiliğin öncülüğünü yapmış kimselerdir. Bir grup sahabe ise bunu görmezden gelmiş ve önderliği başkalarına mal etmişlerdir.

Dolayısıyla Şiilik Resulullah (s.a.a) döneminde ortaya çıkmış, Resulullah’tan (s.a.a) sonra ümmetin imamet görevini Allah’ın tayin ettiği ve peygamberin de ümmete tanıttığı imam tarafından yürütüldüğünü kabul eden kimselere Peygamberin vermiş olduğu bir ismidir.

 

Resulullah’ın (s.a.a) kelamında Şiilik

Beyyine suresinin 7. Ayetinde şöyle buyurmuştur: İman edip Salih amel işleyenler yaratılmışların en hayırlısıdır. Ehlisünnetin de birçok tefsir kaynağında Resulullah’ın (s.a.a) bu ayeti okuduktan sonra İmam Ali’yehitaben “Onlar sen ve senin Şiandır” buyurduğu zikredilmiştir.

Peygamberimiz bisetin üçüncü yılında davetini açıkladığında akrabalarından kırk kişiyi evinde topluyor ve onlara şu öneriyi getiriyor: Size çok değerli bir şey getirdim. Allah’tan başka ilah yoktur ve ben onun elçisiyim. İçinizden kim bunu kabul edecek ki aranızda benim vasim ve halifem olsun?

Peygamberin bu teklifi karşısında hiç kimseden bir ses çıkmıyor ve yaklaşık 15 yaşları civarında olan Ali ayağa kalkıyor “Ben bunu kabul ediyorum ey Allah’ın Resulü!” diyor. Resulullah (s.a.a) ona oturmasını buyuruyor ve teklifini iki kez daha yineliyor. Her ikisinde yine sadece Ali peygamberin davetini kabul edince Resulullah (s.a.a) kendi risaletini duyurduğu o günde Ali’nin de imametini dururuyor. Bu da şunu göstermektedir ki risaletle imamet birlikte gündeme gelen bir konudur. Şiilik de risaletin imametle devam ettiği görüşünü kabul etmenin ismidir.

Published in Sorular ve Cevaplar