Displaying items by tag: Hanefilik

Perşembe, 30 Temmuz 2015 17:16

Hanefilik-Caferilik İlişkisi(1)

           Bismillahirrahmanirrahim

   İslam âleminin tarihte emsali görülmedik bir buhran ve ağır belalar içerisine düştüğü böylesine hassas bir dönemde, İslam ümmetinin ağır sorumluluklarını omuzlarında taşıyan aydınların ve peygamber varisi ulemanın bir araya gelmesine vesile olan ve bu sempozyumu organize eden, Eskişehir “ Osmangazi Üniversitesi” öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ahmet Kartal beyi ve bütün yardımcı ve mesullerini tebrik etmeyi İslami ve insani bir vazife bilmekteyim.

Kuşkusuz asırlardır İslam âleminin en önemli zaaflarından birisi, diyalog ve karşılıklı anlayış eksikliğidir. Hâlbuki Kuran’ı Kerim’de : “ Ey İnsanlar! Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizle tanışasınız…” ( El-Hucurat:13) buyrularak toplumların tanışıklığının önemi vurgulanmaktadır. Müslümanların ayrı toplumlardan, farklı ırk ve meşreplerden gelmeleri tanışık ve barışık olmalarına engel değildir.

   Kaldı ki Sünni-Şii tüm Müslümanların pek çok ortak paydaları vardır ve bunların başında Kur’an-ı Kerim gelmektedir. İslam âleminde özlenen ve esasen olması gereken kardeşliğin, sevginin, saygının, hoşgörünün, dinamizmin ve gücün kaynağı Kuran’dır. Bunun için Yüce Allah (c.c) İman edenlere : “ Toptan Allah’ın ipine (yani Kuran’a) sarılın. Ayrılığa düşmeyin…” (Al-i İmran:103) emrini vermiştir. O halde Müslümanların meselelerini halletmeleri, ayrılığa düşmemelerine, bunun için de Kuran’a sarılmalarına bağlıdır.

   Hicri ilk asırdan beri Müslümanlar arasında devam ede gelen ve günümüzdeyse, İslam düşmanlarının büyük katkılarıyla daha da şiddetlenen Sünni-Şii ayırımı, kendilerine olduğu kadar yüce İslam dinine de büyük zararlar vermekte, gerçekteyse bu kavga ile İslam ve Müslümanlar yeryüzünden silinmek istenmekte ya da birkaç asır daha kendilerine gelemeyecek derecede sefalet içerisinde bulunacakları durumla karşı karşıya getirilmeye çalışılmaktadır! Oysaki “İslam”, çok iyi bilindiği gibi teslimiyet, barış, huzur ve esenlik demektir. Miladi 610 yılında Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a) efendimize indirilen ilk ayetle başlayan “teslimiyet” yani İslam, bu dinin peygamberinin 622 yılında Medine’ye hicreti ile yepyeni bir safhaya intikal etmiştir. Artık yeryüzünde İslam, yeni ve mutlak bir uyanışın, insanlığın muhtaç olduğu kurtuluşun, huzur ve saadetin bitip-tükenmeyecek kaynağı olmuştur.

   Ayrıca İslam dini, yeryüzüne indirildiği günden itibaren, hem Kuran hem de sünnet’in ifadesiyle tebliğ, teşvik, kolaylık ve hoşgörü dini olmuştur. İslam’ın verdiği savaş, insanları zorla Müslüman yapmak savaşı değil, fikir hürriyetinin, din ve vicdan hürriyetinin, düşündüklerini anlatma, tartışma ve yayma hürriyetinin, teşebbüs ve serbest dolaşma hürriyeti gibi insan olmanın ve yaşamın vazgeçilmez esaslarını teşkil eden hürriyetlerin insanlar tarafından serbestçe kullanılmasının önünü açan bir dindir.

   Ve yine İslam dini, tebliğci, müjdeleyici, sakındırıcı, affedici bir dindir. İslam’da hadlerin dışında şer’i ceza yoktur. İnsanları günahlardan uzaklaştırma, iyiliklere yöneltme düşüncesi, eğer korumacılık ve baskı derecesine ulaşırsa şer’i olmaktan çıkar. Çünkü her fert iyiyi ya da kötüyü kendi hür iradesiyle seçmelidir.

   İslam’ı anlatmanın ve yaymanın en iyi yolu örnek eğitim ve öğretimden geçer. Ancak bu eğitim ve öğretim Kuran’a ve sahih sünnet’e uygun olmalıdır. İslam’da önemli olan şirkten uzak tevhit esasına dayalı sağlam bir imandır.

   Birçok İslami mezheplere göre amel imandan bir cüz değildir. Şayet bu görüşü doğru kabul eder isek, İslam’ın evrenselliğini hayata geçirmek, Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği kurabilmek için fertlerin ne yaptıklarına değil ne düşündüklerine bakmak durumundayız. Ancak bu şekilde birliği, beraberliği, karşılıklı yardımlaşmayı sağlayabiliriz. Zira hayatta önemli olan iman birliği, ülkü birliği ve hedef birliğidir.

   Böyle ilmi toplantılar yoluyla çeşitli mezheplere mensup ilim adamlarını bir araya getirip tanıştırmak ve kaynaştırmak İslam’a ve insanlığa yapılan ey güzel bir hizmettir. İnanıyoruz ki her mezhep ve meşrepten olan âlimlerimiz bir araya gelir ve aralarındaki ilmî görüş farklılıklarını karşılıklı tartışırlarsa, Müslümanların biri birleriyle olan antlaşmazlıklarının büyük bir bölümü çözülmüş olur.

   İslam tarihine iyi bakıldığında İslam’ın ilk asırlardaki yüksek seviyede gerçekleşen ilmi ve teknolojik gelişmelerinin sebebi, o dönemlerde yaygın olan kısmi hürriyet anlayışıdır. İslam, özgürlüğe ve kişinin şahsiyet kazanmasına büyük önem vermiştir. İslam’da her fert tek başına sorumludur. Bu da ancak ferdin hürriyetini ve kişiliğini kazanmasıyla gerçekleşir. İşte bu toplantıda ve her toplantıda kısa da olsa bu hedef ve ana fikir etrafında da ilmi müzakereler ve tartışmalar yapılmalıdır. Daha doğrusu her toplantıda, genel anlamıyla Müslümanların bir muhasebesi de yapılmalıdır. Zira içerisinde bulunduğumuz şu günlerde İslam adına ortaya çıkan bir takım Müslümanlar, sadece bizim de içerisinde dâhil olduğumuz Ortadoğu bölgesinde değil, tüm dünya genelinde son derce dikkat çeken birçok olumsuz tavırlar sergilemiştir. Söz konusu bu olumsuzluklarıyla, on beş asırdır “İnsanlığa kurtuluş reçetesi” olarak tarif ettiği yüce İslam’ı da sorgulatır bir takım negatif tutum ve davranışlara girmişlerdir. Bu olumsuz hareketlerin yeniden İslam ulemasının gözlüğü ile ele alınıp ortaya konması ve olanca açık kalplilikle bu olumsuzlukların müzakere edilmesi, sanıyorum, İslami gerçeklerin belirlenebilmesi açısından son derece önemli ve hayati ehemmiyet taşıyacaktır.

CAFERİLİK-HANEFİLİK İLİŞKİSİ

“Caferilik-Hanefilik ilişkisi” ne geçmeden önce, İmam Cafer ekolüne mensup olan Caferilerin, bilinen “dört mezhep İmamı” ve özellikle de “mezhep” gerçeğiyle ilgili genel düşünce ve görüşlerini maddeler halinde arz edip, daha sonra göz önüne sergilediğimiz bu perspektiften yola çıkarak doğru sonucu elde etmenin daha kolay olacağı kanaatini taşımaktayım.

                       CAFERİLER’İN DÖRT MEZHEP İMAMI VE MEZHEP GERÇEĞİ İLE İLGİLİ GÖRÜŞÜ

Caferilere göre, Ehl-i Sünnet mezheplerinin dört meşhur imamı direkt veya dolaylı olarak Hz. İmam Cafer Sadık’ın ilminden faydalanmışlardır.
Döneminin müftülerinden olup İmam Cafer’in zamanında yaşayan Ebu Hanife ( ö.t. 150 h.) o hazretin öğrencisi olmakla övünmüş ve kendisini onun vasıtasız öğrencisi olarak tanıtmıştır. Yine Maliki mezhebinin kurucusu olan Malik b. Enes (ö.t. 179 h.) İmam Cafer’in resmi öğrencilerindendir. Kendisi Maliki mezhebinin en eski fıkıh kitabı olan “ Muvatta” adlı eserinde İmam Cafer’den vasıtasız olarak hadis nakletmiştir.

İmam Şafii ( ö.t.204 h.) İmam Malik’in öğrencisi olup üstaddan ve diğerleri vasıtasıyla da İmam Cafer’den hadis nakletmiştir. Söz konusu hadisler onun “ Müsned” isimli eserinde yer almıştır.

Hanbelî mezhebinin kurucusu olan Ahmet b. Hanbel ( ö.t.241 h.) İmam Şafii’nin öğrencisidir. İmam Şafii Bağdat’tan Mısır’a hicreti esnasında, fıkıhta Ahmet b. Hanbel’den daha bilgili birini Bağdat’ta bırakmadığını söylemiştir ( kendisi de Mısır’da vefat etmiştir).

Binaen aleyh, diyebiliriz ki, bütün mezheplerin kökü İmam Cafer’e ulaşmaktadır. Bundan dolayı da o hazret, mezhepleri birbirine yaklaştırma ve biri birleri arasında köprü oluşturma ölçüsüdür.

Caferilere göre, İslam ve “mezhep” farklı şeylerdir. İslam, dinin aslıdır, kimsenin onda ihtilafı yoktur. Ama sözlükte “gidilecek yol” veya “gidilecek yer” anlamında olan mezhep, dine doğru götüren bir yoldur. İslam âlimlerinin gittikleri yere ya da yola, “din” değil, “mezhep” ismini vermeleri çok doğru ve yerinde bir karardır. Bu ismin ilk olarak kimin tarafından kullanıldığı henüz belli değil. Ama her kim kullandıysa çok güzel bir başlangıç yapmıştır. Zira Mezhebin “din” ile farkı vardır. Mezheplerin dini “İslam” dır ve yine genel olarak bütün mezheplerin menşei içtihattır, Kur’an ve sünneti farklı anlamaktır. Bu da kişilerin yorum ve içtihadından kaynaklanır. Elbette ki bazı mezheplerin ortaya çıkışında siyasetin etkisi olmuştur ve bunda hiç şüphe yoktur, fakat büyük çoğunluğu Kur’an ve sünnet menşelidir. Örneğin Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaat’in takip ettiği yol, Kur’an ve sünnet’tir ve bunu da sahabe üzerinden elde etmiştir. Caferilerin-Şiilerin takip ettikleri yol da yine Kur’an ve sünnet’tir. Caferiler- Şiiler de bunu Hz. Peygamber (s.a.a) efendimizin Ehl-i Beyt’i üzerinden elde etmişlerdir. Sünniler hakikate (Kur’an ve Sünnet’e) sahabe üzerinden ulaşırken, Caferiler-Şiiler Ehl-i Beyt üzerinden ulaşmışlardır. Neticede diyebiliriz ki, İslam âlimlerinin söz konusu bu yola “mezhep” tabirini kullanmaları çok güzel olmuştur. Eğer “mezhep” yerine “din” tabiri kullanılsaydı, o zaman iş çok daha zor olurdu. Çünkü bu durumda “İslam” farklı dinlere bölünmüş olur ve Müslümanlar arasında “vahdet/birlik” ihtimali hiç kalmazdı. Allah’a şükrediyoruz ki, Müslümanlar ve onlara önderlik edenler, ileri görüşlü insanlar olmaları hasebiyle “ mezhep “ tabirini kullanmış ve demişler ki: “ Bizim birbirimizle ihtilaflı olduğumuz doğrudur. Ama bizim ihtilafımız İslam dininin aslında değildir, “ İslam”, hepimizin müşterekidir. Bizim ihtilafımız “İslam” a ulaşma yollarındadır.” Bu nokta da, gerçekten işi çok kolaylaştırmıştır.
Dolayısıyla “Mezhep “ tabiri, ihtilafların sınırlarını tamamen belirlemektedir. Fakat tali meselelerdeki bu farklılıklar Müslümanların biri birlerinden kopuk olmalarına sebep olabilir mi? Eğer diğer mezheplerden olan Müslümanlar gayri Müslimlerin saldırısına , sömürgecilerin sömürüsüne , kodaman güçlerin zulmüne uğrarlarsa, “ Bize ne?” diyebilir miyiz. Hayır! Kimse böyle bir şeyi söyleyemez, bu söz, dinin hakikatine ters düşer. Bütün Müslümanların ittifakla sevdikleri İmam Ali (a.s), Cemel savaşında muhaliflerine galip olunca, arkasındaki Müslümanlar zannediyorlardı ki İmam Ali, yenilen muhaliflerinin ( Basralıların) mallarını kendi askerleri arasında ganimet olarak taksim edecek ve kendilerini de esir alacaktır. Ama İmam Ali (a.s) hepsini şu sözleriyle şaşkına uğrattı ve şöyle buyurdu : “Bizimle savaşan bu insanlar Müslüman’dırlar ve bizim kardeşlerimizdirler, ama bize zulmetmişlerdir.” Basralılar ile kimi sahabelerin İmam Ali’ye başkaldırmaları, İmam Ali’nin onlar hakkında ;”Onlar bizim kardeşlerimiz olamaz ve Müslüman değillerdir” diye söylemesine sebep olmamıştır! Demek oluyor ki, İslam dini Müslümanların birliğine ne kadar önem veriyor ki, İmam Ali gibi bir şahsiyete başkaldırmış olmalarına rağmen o asi güruha Müslümanların “kâfir” demelerine izin vermiyor ve hatta ölümünün son anlarında da oğulları İmam Hasan ile İmam Hüseyn’e yaptığı vasiyetinde şöyle buyuruyor :” Sakın Emire’l-Müminin öldürüldü diye Müslümanların arasına girip onları (Haricileri) öldürmeyin”.

Caferilere göre; Sünni-Şii bütün mezhepler arasında gerçekten, yüce İslam dininin dayandığı temeller hususunda kapsamlı bir birliktelik ve uyum mevcuttur. Bunların başında da “ Usul-ü selase/ üç esas ilkeler” dediğimiz “Tevhit”, “ Nübüvvet” ve “ Mead/Kıyamet inancı” Ayrıca namaz, oruç, zekât, hac, cihad gibi ibadetlerin temel direklerinde de uyum vardır. Ki bunlardan herhangi birini inkâr eden ( tüm mezheplerin ittifakıyla) asıl ve hüküm itibarıyla İslam’dan çıkmış sayılır. Ancak çok nadir olarak bazı hükümlerin furu’unda (ayrıntılarında) ve bazı kelam konularında Sünni ile Şii arasında bir takım ihtilaflar söz konusu edilebilir. Fakat bu ihtilaflar, Şii-Sünni arasında olduğu kadar Ehl-i Sünnet mezheplerinin kendi aralarında da mevcuttur ve gerçekte çeşitli mezheplerin doğuşları da bu ihtilaflardan kaynaklanmıştır.
Caferilerce Şii-Sünni arasındaki fıkhî ihtilaflar çok da önemsenmiş ve temel ayırt edici ihtilaflar değildir. Bunlar tabiri caizse yumuşak ve ameli boyutlarla ilgili ihtilaftır. Asıl sert ve ümmetin “kötü tarafa kırılganlığı”na vesile olan ihtilaf, bir tarafı kelami mezhepleri diğer tarafı da siyaseti ilgilendiren “Hilafet/imamet” meselesidir. Hilafet’in ( İmamet’in) nas ile mi yoksa meşveretle mi belirlendiği hususu Sünni ile Şii fırkaları arasında ayırıcı temel nokta sayılmaktadır. Ancak kanaatimce bu mesele, İslam’ın evrensel hedeflerini bir kenara bırakmasına ve ümmetin gönüllerinin helak olmasına sebep olan bir mesele olmamalıdır! “İmamet” aslında, bütün Müslümanların gerekliliğine inandıkları “Hilafet” in bir türü veya tarzından başka bir şey değildir, velev ki hilafet ve imamet’ten söz edenler nezdinde bazı şartlar ve sınırlar olsa da. Örneğin “ismet” (hatasızlık) ile Hz. Peygamber’in (s.a.a) ailesine mensubiyet, ayrıca geçmiş imamın arkasından gelen imama delalet eden bir nas bulunması gibi şartlar Şiilerce öne sürülmüş olsa da, ya da halifenin tayini meşveret ile olmalıdır düşüncesi Sünnilerce öne sürülmüş olmasına rağmen, başta Raşit halifeler olmak üzere bu görüşlerin hiç birisi inanıldığı ya da iddia edildiği şekilde hiçbir zaman pratikte karşılığını bulamamıştır. Dolayısıyla pratikte gerçekleştirilmediği görülen bu mesele yüzünden “ümmet’in vahdeti” gibi çok önemli ve elzem meseleleri bir kenara bırakmak makul olamaz.
Caferiler, herhangi bir mezhebin doğru inanç ve düşüncelerini en iyi verecek ve tasvir edecek yolun, söz konusu mezhep müntesiplerinin bizzat kendi inanç ve düşüncelerini tanıtma ve yazıya dökme yolu olduğuna inanmaktadır. Kanaatimce artık İslam’ın iki büyük taifesi olan Ehl-i Sünnet ve Şia’yı asırlardır birbirinden ayıran (birbirine karşı perdeleyen) kara bulutları ortadan kaldırma zamanı gelmiştir. Ayrıca her iki mezhep âlimleri bir araya gelerek ve akıl ile nakli de birleştirerek, uzun geçmiş zamanların doğru İslam inancı üzerinde bıraktığı toz ve toprağı silkeleme gayreti içerisine girmeleri gerekir. Bu iki büyük İslam taifesine mensup âlimlerin, birbirleriyle uğraşmaları yerine, kendi akidelerinin (inançlarının) gerçeklerini ve definelerini bizzat keşfe koyulmaları kaçınılmazdır. Bu yol, mezhep hakkında doğru fikir vermekte daha sağlıklı ve kişinin cemaatinin bağlandığı görüşün doğruluğunu anlamaya daha yakındır. Tefrikacı ve inatçı insanların inatlarına ısrarla devam etmesi bizim için önemli değildir. Şayet aldatılmış gafil insanlar bunlara kanmasaydı, bu iftiraları sadece kendilerine kalırdı. Fakat üzülerek belirtmeliyiz ki, onların bu durumları, gafillere de bulaşmakta ve insafsızca saldırıları, gafillerde kin ve öfkeyi uyandırarak onları da tehlikeye atmaktadır. Öyle ki, günümüzde bu saldırılar yeni bir şekle bürünerek üniversite araştırmaları şeklinde de ortaya çıkmaktadır.
Şayet dini konuların, “kesin ve içtihadi ” olarak iki çeşit olduğunu kabullenirsek, şunu itiraf etmeliyiz ki, dinin birçok meselesi “İçtihadî” konulardır. Bilindiği üzere bu “iki çeşit konu”ların bir bölümü, ( yani kesin olan konular) ihtilafı kabul etmeyen umumi konulardır ve onda ihtilaf etmek insanın dinden çıkmasına yol açar. Diğer çeşidi ise ( yani içtihadi olanlar), kesin ve zaruri olmayan nazarî konulardır ve bunlarda ihtilaf ve tartışma mümkündür. Bu gibi konuların çeşitli delilleri ve çeşitli suretleri olur. Dolayısıyla bu konularda ilme ulaşmanın yolu “zikir ehli”ne (bilenlere) sormak ( Nahl 43), Allah ve Resulü’ne ( yani kitap ve sünnet’e) başvurmak ( Nisa 59), şura ( fetva şurasını da kapsadığını kabul edersek tabi), tefekkuh ( dinî bilgilerde derinleşmek) (Tevbe 122) ve en iyiye tabi olmak ( Zümer 18) gibi şeylerdir ve bunlar içtihat araçlarıdır. Böylece diyebiliriz ki, dini meselelerin çoğu “içtihadî” Zaruri ve kesin olanlar ise çoğunlukla genel şeylerdir. Örneğin Kur’an’da da geçtiği üzere Allah’ın Kemal, Cemal ve Celal sıfatlarının olması gibi. Acaba bu sıfatlar Allah’ın zatının aynı mıdır, gayrı mıdır? Veya “irade” fiil sıfatlardan mı yoksa “zat” sıfatlardan mı? Gibi ayrıntılara girildiği zaman mesele “İçtihadî” olur ve uzman âlimlerin oturup bu gibi meseleleri görüşüp tartışmaları gerekir. Mesele kesin ve zaruri olmadığı için de, ondaki görüş farklılıkları, delile dayanarak onu kabul veya reddetmek İslam ve küfür ölçüsü olamaz ve tartışan iki taraftan birisinin, asla İslam’dan çıkmasına sebebiyet vermez.
İslam’ın ilk zamanlarında ya hiç söz konusu olmayan ya da olmuşsa üzerinde pek durulmayan meselelerin genelde hükümleri kesin olarak bilinmemekte olup asırlar boyu İslam âlimleri tarafından incelenmiş ve o konular hakkında farklı görüşler ortaya atılmıştır. Biz bu görüş ayrılıklarını reddolunan ve yerilen ihtilaflar olarak kabul etmiyoruz. Evet, eğer bir müçtehit içtihadında kusur edip, bilerek falan ayete müracaat etmezse veya sahih bir rivayeti bilerek umursamazsa suçlu ve Allah indinde sorumlu olur. Ama eğer olanca gücüyle çalışıp zahmet çeker, ders okur, çeşitli müçtehit ve üstatlardan ders alır, çeşitli ilim merkezlerini görür ve herhangi bir meselede ister kendi mezhebine ister diğer mezheplere mensup müçtehitlerin görüşlerini delilleriyle birlikte mütalaa eder de daha sonra bir neticeye varırsa, o zaman bu neticeyi kabul etmek zorundadır. Yani o görüş onu ve ona uyanları bağlar ve Allah indinde de sorumlu olur. Fakat bu, müçtehitlerin ulaştığı her hükmün, hakikatin aynısı olduğu anlamına gelmez. Hakikate uygun olabilir de olmayabilir de, müçtehit ise her iki durumda da mükâfatlandırılır. Özetlersek şöyle diyebiliriz: Kur’an ve İslam bize tefekkürü ve düşünmeyi emrediyor. Eğer bunu emretmişse sonucunu da kabullenmek zorundadır. Tefekkür ve düşünmenin sonucu, görüş ayrılıklarıdır. Bir grup insanın çeşitli yerlerde, bir şehirde veya birkaç dini merkezde ders okumaları, mütalaa etmeleri ve içtihat yapmaları zorunlu olarak ortak bir sonuca ulaşmalarını gerektirmez. Tabii ki onlar olanca güçleriyle çalışmak zorundadırlar. Ama eğer ortak bir sonuca ulaşmazlarsa, her kesin görüşü kendisi için saygındır. Bundan olsa gerek İçtihat sahibi âlimler yazmış oldukları ilmihallerinin evvellerinde şöyle bir cümle yazarlar :”Bu ilmihale göre amel etmek muczidir”. Yani mükellefiyetin kalkması için kâfi ve yeterlidir. Neden “ bu ilmihaldeki fetvalar Allah’ın hükümlerinin aynıdır” demiyor? Çünkü bu ilmihal, nazari ve ihtilaflı meseleleri içerir. O müçtehit kendi çabasıyla her meselede bir sonuca ulaşmışsa, bu sonuç kendisi ve kendisini takip edenleri için bağlayıcıdır.
“Kelam ilmi”nde “tahtie ve tasvib” diye meşhur bir bahis vardır. Yani Müçtehitlerin ulaşmış oldukları sonuçların hepsi gerçeğe uygun olup Allah’ın hükmünün aynısı mıdır değil midir” bahsi. Bazı kelam âlimlerine (Musavvib’e) göre : “Müçtehitlerin fetvası değişik olsa da bu fetvaların tümü Allah’ın hükmünün aynısıdır. Çünkü gerçekte Allah’ın bu gibi meselelerde hiçbir hükmü yoktur. Sadece Müçtehidin ulaştığı şey gerçekte Allah’ın hükmüdür. Allah’ın hükmünün çoğunluğuna herhangi bir engel de yoktur. Çünkü Allah’ın hükmünün bir olması dinin kesin ve zaruri meselelerine özgüdür” derler.
Başka bir gruba göre de ( ki Şia da bunlardandır) : “ Müçtehitler hata yapabilirler. Öteki grubun dediği “Müçtehitlerin ulaştığı her sonuç hata bile olsa Allah’ın hükmüdür” sözü doğru değildir, çünkü Allah’ın her meselede belli bir hükmü vardır ve bizler onu bilmiyoruz.”derler.

“ Tahtie ve tasvip” meselesinde Şia “tahtie” ye icma etmiştir. Yani Allah’ın hükmü birdir. Eğer müçtehit ona ulaşırsa, ulaşmıştır, eğer ulaşamazsa da mazurdur ve hükmü kâfidir. Allah ona bir mükâfat verir. Ama doğruyu bulan ve gerçek hükme ulaşana iki mükâfat verilir. Toparlamalı olursak şöyle diyebiliriz:

“ İslam’da içtihat vardır, çünkü tefekkür, düşünme ve tefekkuh’a emir vardır. Ayrıca her konuda birçok delil ve çeşitli hadisler vardır. Dolayısıyla şahısların o hadisleri anlayıp, doğruyu yanlıştan ayırmaları da farklı olur. Aynı şekilde bir konu hakkında çeşitli ayetlerin olması, şahısların o ayetlerden faydalanması ve aralarını uzlaştırıp bir yere toplaması da farklı olur. Her kesin de bir sonuca ulaşması mümkün değildir. Çeşitli sonuçlara varırlarsa, o sonuç kendilerini ve kendilerine uyanları bağlar. Hakikatte Allah’ın hükmüne muhalif olsa da Allah yanında mazurdurlar.”

Yeri gelmişken şunun da altını çizmemiz gerekir ki, “İçtihat” ciddiyetle çalışmaya denir. İçtihat; “Gerçeğe ulaşmak için insanın olanca ilmi güç ve kudretini harcamasıdır”. Bazen de “İçtihad”ı, “İstinbat” anlamında da kullanırlar. Bu kelime Kur’an’da da geçmiştir. “İstinbat”, suyu kuyunun dibinden çekmeğe denir. Sanki ihtilaflı ve teorik meseleler kuyunun dibinde bulunan su gibidir ve zahmetle onu kuyunun dibinden çıkarmak gerekir.

İstinbat büyük bir ilmi çalışmadır ve tefakkuh ile hemen hemen aynı anlamdadır. Kısacası, sorunları halletmek ve ahkâmı zamanın gereksinimlerine göre tatbik etmek ve günlük olaylara teşhisini koyup hükmünü çıkarmak için içtihat kapısının açık olması, İslam dininin özelliklerindendir. Dediğimiz gibi istinbat, günlük olayları ve konuları belirleyip onların hükümlerini ortaya koymak demektir. Elbette konuların zaman ve mekâna göre değişmesi yüzünden hükümleri de değişir. Çünkü hüküm mevzu’a tabidir.

Mezhepler arasındaki ihtilafları çok iyi analize etmek için, âlimlerin tabiriyle “ihtilaf mahalli” ni belirlemek lazımdır. Yani Müslümanların ihtilaf ettiği asıl meseleyi ve mezheplerin meydana gelişinin menşeini tamamen siyasi meselelerden uzak bir şekilde incelememiz gerekir.
“Dinin aynısı ve dinin zıddı” olmak üzere iki çeşit siyaset vardır. “Mezhebi ihtilafları siyasi meselelerden uzak bir şekilde incelememiz gerekir” sözünden kastımız, dinin zıddı olan siyasettir. Şayet bu konuyu (ihtilafların kökenlerini) , o siyasetlerin bırakmış olduğu kötü tesirler ve oluşturduğu kötü zihniyetleri dikkate alarak incelemeye kalkışırsak, henüz asıl meseleye ulaşmadan kırgın bir şekilde konuyu kapatmak zorunda kalırız. Ne yazık ki, 1400 yıllık İslam tarihi boyunca Müslümanların düşüncelerine hâkim olan ve gölge düşürmüş bulunan siyasetler hep bu türden siyasetler olmuş ve Müslümanlarda çok kötü ve çelişik zihniyetlerin oluşmasına yol açmıştır. Artık mezheplerin aslını ve gerçeğini teşhis etmek oldukça zorlaşmıştır. Çünkü görüş ayrılıkları artık sağlıklı bir ortamda değil, kin ve düşmanlık ortamında tahlil ediliyor ve bundan da sağlıklı bir sonuç almak mümkün olmuyor. Kısacası İmam Ali’nin hilafetinden sonra Emevilerin iş başına geldiği günden itibaren İslam ülkelerinde uygulanan siyasetler, gerçekte İslamî bir muhtevaya sahip olmamıştır. Her ne kadar bazı hükümetler (Emevi ve Abbasiler gibi) İslam oldukları iddiasında bulunmuş ve birbirleriyle bundan dolayı çatışmaya girmişlerse de, gerçekte bunların hiç birisine İslami diyemeyiz. İster İslam âleminin doğusunda olsun ister batısında, birbirine zıt olan bir takım halifeler iş başına gelmişler ve kendilerinin hak ve meşru olduklarını, karşı taraftakilerin ise meşru olmadıklarını, saray âlimlerinin yardımıyla halka kabule çalışmışlardır. Bunlar mezhepler arasında öyle ayrılıklar oluşturmuşlardır ki, bu gün bizler ilmi tahkiklerle dahi bu ihtilafların köküne inememekteyiz. Eğer bizler gerçekleri olduğu gibi tanımak istiyorsak, kendimizi uygulanmış olan bu siyasetlerin çirkin tesirlerinden kurtarma ve ihtilaflarımızı deliller ve içtihat ışığında mütalaa etmeliyiz.
Elbette ki ihtilafları tamamen yok etmek mümkün değildir. Bu düşüncenin zihinlerden atılması gerekir. İhtilafın, bir mezhebin kendi içinde dahi yok edilmesi mümkün değildir, nerede kaldı ki birkaç mezhep arasında halledilsin. Çünkü ihtilafın müçtehitlerin içtihadında kökenleri vardır ve bir takım düşünce ayrılıklarından kaynaklanmaktadır. Yüce İslam dini de görüş ayrılıklarından kaynaklanan ihtilafları kabul etmiştir ve belki de bu ihtilaflar faydalı ve istenilen ihtilaflardır. Hatta diyebiliriz ki içtihattan kaynaklanan ihtilaf rahmet kapılarından bir kapıdır. Nitekim Hz. Ali de bir sözünde :” Dinde içtihat etmek, cennet kapılarından bir kapıdır” diye buyuruyor. Dinde içtihat etmek, din yolunda cihat etmekle eşdeğerdir. Dolayısıyla Müçtehit ve Fakihler, İslam toplumlarına ve İslamî ilimlere en büyük hizmeti yapmaktadırlar. Çünkü onlar Allah’ın hükümlerini, gönülleri rahat edebilecek bir şekilde, delillerine dayanarak istinbat edip halka sunmak ve böylece bahane yolunu günahkârların yüzüne kapamak için 50-60 yıllık bir çaba ve uğraş içindeler. Bu iyi niyetlerinden kaynaklanan ihtilafları da Allah katında bir suç değil, bir ödül olarak kendilerine iade edilmiştir. Eğer mezhebî meseleleri siyasetin kötü tesirlerinden arındırırsak, o zaman ihtilafları kontrol edebilir ve diyebiliriz ki, Müslümanların geçmişteki düşmanlıklarının haricinde, şu anda akidevî, fıkhî ve ilmî ihtilafları vardır. Tarafların da her birinin kendine ait delilleri mevcuttur. Bizim çabamız, siyasî ve kavmî ihtilaflardan kaynaklanan hassasiyetleri bu meseleye karıştırmamak yönünde olmalıdır.
1400 yıl boyunca Müslümanlara hâkim olan siyasetlerin birçok kötü tesirleri olmasıyla birlikte, bu kötü siyasetler İslam kültürünün gelişmesine ve zenginleşmesine de büyük katkılar sağlamıştır. Diğer bir ifadeyle; Müslümanlar arasında ilmî, kültürel, itikadî ve fıkhî gelişmelere vesile olmuştur. Kelam ilminin konularının çoğu, batıl akide ve mezheplerin reddiyle ilgilidir. Bu batıl fikirler olmasaydı, acaba bu şekilde ilmî konular gündeme gelir miydi?
Diyebiliriz ki, genel olarak itikadî çekişmeler, fıkıh ve kelam gibi ilimlerin gelişmesine, diğer İslamî ilimlerin ise kapsamlarının genişlemesine vesile olmuştur. Demek ki, eğer zihnimizi siyasi meselelerden arındırır da başka bir görüş açısıyla olaya bakacak olursak, göreceğiz ki, bu mezhep kargaşaları, ilmî ve kültürel gelişmelere katkı sunmuştur. Diğer bir ifadeyle: Bu siyasî olaylar ve ihtilafların hoşa gitmeyen ve unutulması gereken birçok neticeleri olmuşsa da, bunun yanında bir takım güzel ilmî semereler de vermiştir. Âlimlerimiz ve değerli dinî ilimler öğrencileri tarihî yönden meseleleri incelerken daha çok bu perspektiften olaya bakmalıdırlar. İnsanların hassas olduğu duyguları harekete geçiren ve tabii olarak bir takım kötü neticeler veren perspektiften değil. Kısacası bu ihtilaf ve çekişmelerin geriye bırakmış olduğu ilmî neticeleri görmeğe çalışmalıyız. Zira İslam’daki itikadî, kelamî ve ahlakî konular İslam’ın iftiharlarındandır. Bu ilimler gerçekte İslam’ın ilmî sermayesini sergilemektedir. Bu ilimler daha çok siyasî kökenleri olan akidevî çekişmeler ve görüş ayrılıkları yüzünden vücuda gelmişlerdir. Şimdi bu güzel ilmî semereleri, birtakım siyasî sürtüşmeler sonucu oluşmuştur diye gözden uzak tutabilir miyiz?

Bir diğer hususu daha göz önüne almadan mezhepler hakkında sağlıklı bir inceleme, değerlendirme ve eleştirme yapmak mümkün gözükmüyor ve o da şudur: Mezhep konusunu daha iyi kavramanın yolu, mezheplerin ilk kurulduğu zamana gitmektir.
Hicri ikinci asrın ortalarına kadar Müslümanlar arasındaki ihtilaflar daha çok siyasi meseleler üzerindeydi. Yani tartışmalar daha çok kimin halife olduğu konusundaydı. Hicri ikinci asrın ortalarından itibaren yavaş yavaş mezhepler şekillenmeye başladı. Her mezhep kendine ait kelam, fıkıh ve usullere göre şekil alıyordu. Irak’taki fıkıh kendi özelliklerine göre, Medine’deki de kendi özelliklerine göre şekilleniyordu. Şia’nın fıkıh ve kelamı da kendine has özellikleriyle bu dönemde şekillenmişti.

Mezheplerin ortaya çıkması ve gelişmesi siyasetlerle alakalı değildi. Evet, siyasiler mezhepleri kullanmışlardır ama ortaya çıkmalarında asıl faktör olmamışlardır. Elbette ki bu konudaki ( hilefet konusu) ihtilafın diğer konulardaki ihtilafa temel teşkik ettiği de kesindir. Hatta mezheplerin meydana gelmesi ve onlar arasındaki ihtilafların da asıl nedeni bu ihtilaftır. Bu konular üzerinde insaflı, yumuşak ve ilmi bir şekilde konuşmanın herhangi bir sakıncası olmadığı gibi, siyasî fıkıh ve devlet anlayışı gibi konular için de faydalı olacağında da hiç şüphe yoktur.

Abbasilerin özgür düşünce ortamını hazırladıkları bir gerçektir. Önceden de Irak’ta böyle bir ortam vardı. Sadece Abbasiler döneminde bu ortam daha da müsait bir hale getirildi. Bu özgür ortamdan Ehl-i Beyt imamları ve diğer mezhep imamları yararlanarak düşüncelerini serbestçe beyan etme fırsatı buldular. Re’y ve kıyas ekolü Kufe’de Ebu Hanife tarafından kuruldu. Elimizde bulunan en eski fıkıh kitabı “ Muvatta” Malik b. Enes tarafından bu dönemde yazıldı. Bu kitapta fıkhî konular daha ziyade rivayet kalıplarında ele alındı. Daha doğrusu mezhep imamları önceden fetva vermekten çekiniyorlardı. Hatta Abbas oğulları zamanında dahi bu şahıslar resmi müftü değillerdi. Ebu Hanife, hem Emeviler ve hem de Abbasiler zamanında çok ısrar edilmesine rağmen müftülük makamını kabul etmemiştir. O, bazen saray uleması tarafından verilen hüküm ve fetvaları reddediyordu. O âlimler şikâyetçi oluyorlar ve Ebu Hanife’nin kendi derslerinde onların fetvalarını reddettiğini söylüyorlardı. İşte biz bu koşullar altında meseleleri tahlil etmeliyiz. Fikhî ve akidevî ihtilafları mukayese ederek bu ihtilafların ne derinliklerde olduklarına bakmalıyız. Acaba bu ihtilaflar, birbirimizi Müslüman bilmemize engel mi ve onlar üzerinde tartışabilir miyiz? Bunlara bakmalıyız. Elbette üzerinde tartışılacak konulardan maksat ilmî konulardır, duygusal mezhebî konular değildir!

Bizler bu yöntemle Müslümanlığa yakışır bir şekilde ihtilafları kontrol edebiliriz. Doğal olarak her mezhep kendisini hak bilmektedir. Ama en azından birbirlerine tahammül edebilir ve İslam âleminin güncel fikri meselelerinde işbirliği yapabilirler.

Bilindiği üzere birinci asırdan itibaren Hasan Basri ve öğrencileri tarafından “Kelamî” mezhepler kurulmaya başlandı. İlk başlarda ihtilaflar sınırlı konulardaydı. İlk ihtilaf, büyük günah işleyen birinin mümin mi yoksa kâfir mi olduğu konusundaydı. Hasan Basri’nin ders havzasında Vasil b. Ata, büyük günah işleyen birisinin ne mümin ne de kâfir olduğunu, olsa olsa fasık olabileceğini söyledi. İşte “Emr-i Beyne’l-Emreyn” burada ortaya çıktı. Bu olaydan sonra Vasıl, Hasan Basri’nin ders halkasından ayrıldı. Daha sonra bir gurup onun etrafına toplandı ve yavaş yavaş Mutezile cemaatini oluşturdular. Vasıl, Hasan Basri’nin dersinden ayrılınca hakkında “ bizden ayrıldı” manasındaki “i’tezele enna” söylendiği için onlar,” Mutezile/ayrılanlar” olarak adlandırıldılar. Bu grubun mutezile adıyla meşhur olması, herhalde birinci asrın sonlarına rastlamaktadır. Bu tarihe kadar henüz fıkhi mezhepler ortaya çıkmış değillerdi.
Önceden de belirttiğimiz gibi fıkhî mezheplerin ortaya çıkış zamanını ikinci asrın ikinci yarısı olarak bilmek gerek. Önceden de işaret ettiğimiz gibi, ilk başlarda Müslümanların ihtilafları hilafet meselesiydi. Şiiler hilafetin diğerlerine değil İmam Ali’ye ait olduğunu söylemekteydi. Sünniler ise seçimle olması gerektiğini iddia ediyorlardı. İmamet-hilafet meselesiyle başlayan ihtilaflar, zamanla diğer fıkhî ihtilafların da gündeme gelmesiyle artış gösterdi.

Hicri ikinci asırda Ehl- Beyt imamlarının beşincisi olan İmam Muhammed Bagır ve daha sonra da oğlu İmam Cafer Sadık tarafından Şia mezhebi şekillendi. Bundan dolayı Şii mezhebi İmam Cafer Sadık’a isnat edilerek “ Caferi Mezhebi” olarak adlandırıldı. Çünkü Şia mezhebi ister kelami ve akidevî boyutta olsun isterse fıkhî boyutta olsun, asıl şeklini İmam Cafer Sadık döneminde aldı. Genellikle Şia mezhebi denildiğinde, Hanefi, Maliki veya diğer mezhepler karşısındaki fıkhî mezhep anlaşılıyor. Oysaki Şia bir fıkhî mezhep değildir, tüm konularda müstakil bir İslamî ekoldür.

Hicri ikinci asır, mezheplerin ve daha doğru bir tabirle İslam ekollerinin doğduğu asırdır. Eğer mezhepler arasındaki ihtilafların olumlu boyutlarından yeterince istifade etmek istiyorsak, İslam mezheplerini,”İslamî mektepler/ekoller” olarak kabul etmeliyiz. Yani nasıl ki iktisat, sosyoloji, psikoloji gibi ilimlerde değişik ekoller varsa, İslam fıkhında da değişik ekoller vardır. Hatta Şia ve Sünni fıkhının kendi içerisinde bile muhtelif ekoller vardır. Şia’da Usulî ve Ahbarî ekolleri ve yine Sünni de Selefî ve R’ey ve kıyas ekolleri buna verilecek en güzel örneklerdir. Söylemek istediğim şey şudur: Bizler İslam mezheplerini, fıkhî ve akidevî çerçeveleri içerisinde farklı ekoller olarak değerlendirmeliyiz. Hatta ahlaki seyr-u sülük alanında da irfanî yolları bir fikrî mektep şeklinde değerlendirmeliyiz. Daha doğrusu bizler İslamî mezhepleri sadece fıkıh ve kelam’a münhasır etmemeliyiz.
Eğer konuları bu tarzda siyasi görüş ayrılıklarından kaynaklanan dostluk ve düşmanlıklardan ayrıştırırsak, o zaman mezhepler ilmî mekteplere dönüşecektir. Aynı tıp, psikoloji ve fizik gibi ilimlerde var olan görüş ayrılıkları gibi. Acaba tıptaki görüşlerin hepsi kesinlik kazanmış mı? Hayır, tıpta muhtelif görüşler mevcuttur. Örneğin doktorlar arasında, hastalıkların nedenleri hakkında görüş ayrılıkları vardır veya bir hastanın hastalığının teşhisinde farklı görüşler ileri sürülüyor. Bu görüş ayrılıkları düşmanlık sebebi olmamaktadır. Bu tip ihtilaflar daha ziyade ilmin ve fikrin gelişmesini sağlamaktadır. Âlim ve ilahiyatçılar, dini medreseler ve üniversitelerde mezhepler arası ihtilaflı konuları, düşmanlığa neden olacak mezhebî kavgalar şeklinde değil, farklı ilmî mektepler/ekoller olarak gündeme getirmelidirler.

Asıl üzerinde durmamız gereken konulardan birisi de şudur: İkinci asırda bu mezhepler şekillenirken, acaba hangi temeller üzerine dayalıydılar? Gündemlerinde hangi konular vardı? Ne gibi görüşlere sahiptiler? İhtilafları nelerdeydi? Acaba bu ihtilaflar, bizlerin bazı İslamî fırkaları İslam dışı bilmemize sebep olur mu? Yoksa gerek akidevî, gerek fıkhî ve gerekse ahlakî boyutta olsun bu ihtilaflar İslam çerçevesi içindeki ilmî ihtilaflar mıdır? Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra hilafet ve imamet meselesindeki ihtilafla başlayıp daha sonra diğer meseleleri de kapsayan farklı görüşler nelerdir ve nasıl ortaya çıktılar?
Aslında ikinci asırda hilafetle ilgili gündemde olan konu şuydu: Acaba imam/halife, nass esasına göre Allah ve Resulü tarafından mı tayin edilmelidir, yoksa şura ve oylama esasına göre halkın kendisi mi halifeyi tayin etmelidir? Şii’ler ( Zeydi’ler hariç) hilafetin Allah ve Resulü’nün nassıyla Ali ve evlatlarının hakkı olduğuna inanıyorlardı. Onlar bu konu üzerinda ısrarla durmaktaydılar ve hala da durmaktalar. Bu düşüncenin karşısında olanlar da iki kısma ayrılmışlardı. Birinci gruptakiler, halifelik meselesinin dinî değil, siyasî bir mesele olduğu kanısındaydılar. Bundan dolayı da halifelik seçiminin halkın uygun gördüğü tarzda yapılması inancındaydılar. Çoğunluğu oluşturan ikinci gruptakiler ise, halifeliği dini bir mesele olarak telakki ediyorlar ve halife olarak şahsın seçimle işbaşına gelmesi gerektiği inancını taşıyorlardı.
İşte ikinci asırda hilafet meselesi bu şekilde gündemdeydi. Halifeliğin seçimle olması gerektiğine inananların bir kısmı, onun dinî bir mesele olmadığı kanısını taşırken, diğer bir kısmı onu dinî bir mesele olarak telakki ediyor ve halka, bu dini ve siyasî meseleye müdahale ederek, kendilerine halife seçmeyi vacip biliyordu. Şiiler ise imameti, dinin ana meselelerinden, İslam ve Şia mezhebinin ise erkânından olduğunu söylüyorlardı. Şia mezhebinin erkânından da şunu kastediyorlardı: Yani bu mezhep şekillendiğinde, imamet meselesi, onun asıl rüknünü oluşturuyordu, ama imameti dinin usulünden saymıyorlardı. Diğer bir ifadeyle Şia’lar, Tevhit, adalet, nübüvvet, imamet ve mead gibi beş temel ilkeyi dinin usullerinden kabul etmelerine rağmen, adalet ve imamet’i dinin temel ilkelerinden kabul etmeyen Sünnileri de Müslüman olarak kabul etmektedirler..

Hilafet bahsinin içerisinden, önceden de halkın kalbinde var olduğu halde pek de açığa çıkmayan yeni bir konu ortaya çıktı. Diğer bir ifadeyle hilafet/imamet hususunda iki konu daha gündeme geldi. Birincisi, hükümetin başında kim olmalı, kim halka hükmetmeli? İkincisiyse, halk akait, ahkâm ve İslamî ilimlerle ilgili hakikatleri nereden öğrenmelidir?
İmamet ve hilafet konusundaki sorun, sadece hükümet ve siyasi liderliğin İmam Ali ile onun hanedanına verilmesi değildi. Buna ilave olarak onlar (halifeler), halkın kendilerine müracaat ettiği ilmî merciler konumundadırlar. Halk, akide/inanç, fıkıh, tefsir ve diğer dini konularda onların fetva ve görüşlerine müracaat etmek zorundadır.

İşte burada imamet/hilafet bahsinin kapsamı biraz daha dallanıp budaklanmaktadır. İlk başta konu sadece İmam Ali’nin halife olmasıydı ama olmadı. Daha sonra yavaş yavaş konunun kapsamı genişlemeye başladı. Denildi ki: Biz Ali’yi sadece halife değil, aynı zamanda imam da biliyoruz. İmam, yani dini işlerdeki önder ve rehber, ister hükümet elinde olsun, isterse de olmasın o, her iki halde de önderdir ve halk onu takip etmek zorundadır.

Belkide Ehl-i Sünnet’in içerisinde de İmam Ali’den önceki halifelerin imam olduğuna ve halkın da dini hükümleri onlardan sorması gerektiğine inananlar vardır. Ama olsa da Şia’daki gibi ciddi şekilde gündemde değildir veyahut da böyle bir inanç Sünni Müslümanlarda asla söz konusu olmamıştır. Fakat daha sonraki devrelerde halife olan şahsın, aynı zamanda imam da olması gerektiği ve halkın, fıkıh, tefsir ve akidevî konularda onların görüşlerine başvurmaları gerektiği gibi bir konu gündemde yoktu ve dolayısıyla Hilafet ve İmamet makamları birbirinden ayrıldı. Bundan dolayı hilafet makamı Emevi ve Abbasiler arasında el değiştirirken, halkın dinî imamlarının başka şahıslar olduklarını görmekteyiz. Fıkıhta Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ahmet b. Hanbel, Evzai ve Süfyan-i Sevri gibileri söz konusuyken, kelamda Vasıl b.Ata, Hasan Basri, Eş’ari, Maturudi ve diğerleri halkın önderliğini üstlenmişlerdir.

Bundan dolayı hilafetin kaynağını “şura” olarak bilen Ehl-i Sünnet’te, halife olan kişinin aynı zamanda fıkhî ve akidevî imamlığı da elinde bulundurması gerektiği söz konusu değildir. Sünniler olayın sadece siyasi hükümet ve liderlik kısımları olan dünyevi boyutunu nazarda tutmaktadırlar. İşte şurayla halledilmesi gerektiğini söyledikleri şey de buydu. Fakat Hulefa-i Raşidin’den sonra bu mesele hiçbir zaman kitaplar arasından çıkıp ta pratikte gerçekleşmemiştir. Acaba Emevi ve Abbasi halifeleri şura ve Ehl-i Hall ve’l-Akt’in rey’iyle mi iş başına geldiler? Asla, onlar kılıç gücü ve savaşla hilafet tahtına oturdular. Daha sonra da varisleriyle saltanat düzeni oluşturdular. Sünni Kelam kitaplarında İslam’ın imamet makamında oturacak kişinin âlim, cesaretli, halkı idare salahiyetine sahip ve halkça seçilen birisi olması gerektiği yazılmaktayken, Siyaset meydanlarında medreselerden daha farklı bir şekilde bu konu üzerinde durulmaktaydı. Örneğin Osmanlılar iş başına gelmeden, halifenin Kureyş’ten olması şart koşuluyordu, fakat Osmanlı iş başına geldikten sonra bu şart da ortadan kaldırıldı. Ama bunun mukabilinde Zeydi’ler, halifenin peygamberin soyundan olması gerektiğini söylemekle birlikte, halife olacak şahsın kılıçla kıyam edecek birisi olması şartını da koşuyorlardı. Onlar diyorlardı ki, Peygamber (s.a.a) imamların adlarını söylememiştir, ama sıfatlarını beyan etmiştir. Bu sıfatlara göre halife olacak şahsın cesaretli, fakih, peygamber’in soyundan ve zulüm hükümetlerine karşı kıyam eden birisi olması gerekiyor. İşte Zeydiler halife için bu şartları getiriyorlardı.

“Acaba halkın önderleri ve ümmete imam/halife olacak şahıs, bütün meselelerde mi ümmetin imamıdırlar, yoksa sadece siyasi meselelerde onların halifeliğini mi üstlenmişlerdir?” meselesinden yeni konular da ortaya çıktı. Böylece de daha sonraları bu konuların kapsamları genişletilerek fıkıh ve kelam dallarında İslam mezhepleri kurulmuş oldu. Daha sonra hicretin ilk asırlarında Müslümanlar arasında Fıkhî , Kelamî ve Tasavvufî olmak üzere üç çeşit mezhep şekillenmeye başladı.

 

Ehl-i Sünnet’in onlarca fıkhî mezheplerinden dört veya beş tanesi günümüze kadar varlığını koruyabilmiştir. Bunlar Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbelî ve İbazî mezhepleridir. Kelami ( akidevî) boyutta da yine Ehl-i Sünnet’te muhtelif mezhepler vardır. Bunlardan biri olan ve daha çok akla dayalı bulunan Mutezile mezhebidir. Bunların karşısında Ehl-i Hadis veya o yüz yılın Ehl-i Sünnet Müslümanlarının tabiriyle Eş’arî mezhebi yer almaktadır. Üçüncü yüzyılın sonlarıyla dördüncü yüzyılın başlarında Ebu’l-Hasan Eş’arî adlı bir şahıs tarafından bu mezhebin akidesi oluşturulduğundan dolayı, bu mezhep, “Eş’ari” mezhebi adıyla ün yaptı. Eş’ari’nin yaşadığı aynı dönemde ( h.333) Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed Matridi de Eş’ari’nin düşüncelerine benzer görüşlerle ortaya çıktı. Bu şahıslardan önce bu mezhepler, Mutezilenin karşısında “Ehl-i Hadis” veya “Ehl-i Sünnet” adıyla tanınıyordu. Elbette sonradan Ehl-i Sünnet adı, Şia’nın mukabilinde kullanılmaya başlandı. Bu mezheplerin hiç birinin, halifenin görüşüyle bağlantıları yoktu. Çünkü halifeler bu tip ilmi meselelerle ilgilenmiyorlardı ve genellikle de âlim insanlar değillerdi.

Daha sonra da Ehl-i Sünnet arasında, Şiilerin pek de ehemmiyet vermediği “Tarikat” denilen ahlaki seyr-u sülük mektepleri revaç bulmaya başladı. “Tasavvufi tarikatlar” da denilen bu mektepler, ikinci asırda ortaya çıktı. Bu asırda sofiliği kendine meslek edinen kişiler gözükmeye başladı. Bu kişilerin birçoğu, aynı zamanda fakihtiler de. Bunlar, bu ahlaki akımları daha sonra mezheplere dönüştürerek şimdiki tasavvufu oluşturdular. Şialar arasında hiç yer edinemeyen bu tasavvufi tarikatlar, Sünniler arasında hayli yayıldı ve herhangi birine bağlanmayan çok az insan kaldı.

Demek ki Ehl-i Sünnet arasında üç çeşit mezhep veya mektep vardır ve Sünni şahıslar her üç ayrı boyutta bu üç mezhepten birine bağlanma mecburiyetindedirler, Fakat Şia’da bu mektepler tek bir çatı altında toplanmış ve her mektebe ya da mezhebe dair bir imam meydana getirilmemiştir. Yani örneğin on iki imam’dan her biri, aralarında hiçbir fark olmaksızın, hem itikadın, hem fıkhın hem de seyr-u sülük’ün imamı olmuştur. Ehl-i Sünnet mezhep imamlarının biri birlerine dair bazı sözleri olmuşsa, ya da kendi aralarında birbirleriyle tezat teşkil eden kelami veya fıkhi fetva ve görüşleri bulunmuşsa da, fakat Şia’da (On iki imamcı Şia) bu tür şeyler asla vuku bulmamıştır, çünkü işaret ettiğimiz gibi her üç mektebin imamı tektir.

Ehl-i Sünnet’te üç boyutlu mezhepler ortaya çıkarken, Şialar şuna inandılar: İmamlar Allah tarafından ve Peygamberin bildirmesiyle tayin edilmişlerdir ve her şeyin onlardan alınması gerekir. Kelamda da, fıkıhta da, ahlaki ve irfani seyr-ü sülük yollarını öğrenmede de Ehl-i Beyt İmamları merci ve önderdirler. Bunların tümünün İmamlardan öğrenilmesi gerekir.
Demek ki İmam, Şia’da sadece siyasi bir lider değildir. İmam, fıkıh ve amel, siyaset ve hükümet, akide, kelam ve aynı şekilde ahlaki boyutta da imamdır, önderdir. Fakat Ehl-i Sünnet bu boyutları siyasetten ayırmışlardır.

Elbette bu ayrılık Ehl-i Sünnet’te kaçınılmazdı. Çünkü İmam Ali’den sonraki hilafetin izlediği çizgi, halkın bir araya toplanıp takvalı bir âlimi iş başına getirebilmelerine uygun değildi. Emeviler kılıç zoruyla İmam Ali’nin aleyhine kıyam edip hilafeti ele geçirirken, onlardan 90 yıl sonra Abbasiler de aynı şekilde zor kullanarak hilafet tahtını ele geçirdi.

Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki asıl ve temel fark şudur: Şia diyor ki, siyaset ve hilafet, fıkıhî, kelamî, irfanî ve Kur’anî boyutlarıyla Ehl-i Beyt imamlarından alınmalıdır. Sünniler de diyorlar ki, hayır öyle değildir. Sadece siyasi meselelerde Halifeye itaat gereklidir. Bir kişi zamanın hilafetini elinde bulundurmalıdır ve o kişiye de şeriatın hilafına bir emir verilmediği müddetçe itaat vaciptir. Çünkü peygamber efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki, “ Allah’ın haramları hususunda mahlûka itaat etmeyin.” Bu, Ehl-i Sünnet’in hilafet hakkındaki inancıdır ve Sünniler günümüze kadar da bu inançlarını devam ettirmişlerdir. Her kim yönetimi ele geçirirse, ister âlim ve adil olsun, isterse cahil ve fasık, şeriatın hilafına emir vermediği müddetçe ona itaat etmek halka vaciptir.
Elbette Ehl-i Sünnet bu görüşe bir tür mecburiyet neticesinde ulaşmıştır. Yoksa ilk başta böyle demiyorlardı. Sünni Müslümanlar ilk başta halifeliğe seçilecek kişinin adil ve âlim olması gerektiğini söylüyorlardı. Ama bu düşünce birkaç istisna hariç günümüze kadar pratiğe dökülemedi. İşte Şia ile Sünni arasındaki hilafet konusunda olan ihtilafı budur.

Şu hususu da belirtmede yarar görüyorum: Nasıl Ehl-i Sünnet kendi aralarında birbirleriyle birçok fıkhî meselelerde ihtilaflıysalar, Şia’nın da onlarla bazı küçük ihtilafları vardır. İtikadi meselelerde ise Sünni Mutezilenin kabul ettiği birçok görüşü Şia da kabul etmiştir. Çünkü Mutezile görüşlerini İmam Ali’den almıştır. Yan, Mutezililer birçok kelami meselelerde İmam Ali’nin hutbelerinin tesiri altında kalmışlardır.

Mutezilenin ünlü âlimlerinden İbn. Ebil Hadid, İmam Ali’ye ait olan ve onun okuduğu hutbeleri bir araya toplayan “Nehcü’l-Belağa” adlı kitaba yazdığı şerhin evvelinde, bütün İslamî ilimleri İmam Ali’ye dayandırmaktadır. Bu cümleden olmak üzere diyorlar ki: Mutezile’nin kelamdaki görüşleri Muhammed b. Hanefiyye’ye ulaşmaktadır. O da Hz. Ali’nin oğludur ve bu konudaki ilmi görüşlerini babasından almıştır. İşte biz Müslümanların arasındaki ihtilafların temelini oluşturan şey, söylediğimiz bu meseledir(yani imam kim olmalıdır meselesi!).

Şia diyor ki: fıkıh, kelam ve ahlak gibi İslamî ilimleri, İslam peygamberinin (s.a.v) Ehl-i Beyt’inden olan imamlardan almalıyız. Şu anda da İmamlardan nakledilen rivayetlerin hepsi toplanmış bir şekilde elimizde bulunmaktadır. Elbette bu hadislerin, nakleden kişiler açısından ne kadar sahih olabileceklerini uzman kişiler olan basiretli fakihler teşhis edecektir. Eğer sahihlerse, onlara amel edilecek, aksi takdirde onlardan yüz çevrilecektir.

Ehl-i Sünnet de diyor ki: Biz ilmî boyutta Peygamber’in sünnetine tabiyiz. Peygamber (s.a.v) birçok yerde kendi sünnetini ön plana çıkartmıştır. Hatta kitabullah ve benim sünnetim tabiri rivayette yer alan tabirlerdendir. Diğer bir ifadeyle Sünni Müslümanlar diyor ki: Biz dini ilimleri halifelerden değil, kitap ve sünnetten alıyoruz. Kitap malumdur, ama sünneti bize kim tanıtacak? Muhaddisler ve raviler elbette. Hatta imamların kendisi bile halkın önderleri olmak istiyorlarsa, Kur’an’a ve peygamber’in sünnetine müracaat etmeliler. Peygamber’in hadislerini kim naklediyor? Peygamberin sahabesi. İmam Ali’yi de peygamber’den hadis nakleden bir ravi ve büyük bir sahabe olarak kabul ediyorlar. İmam Ali’den nakledilen rivayetler de oldukça fazladır. Ahmed b. Hanbel’in “ Müsned” adlı kitabında her sahabeden nakledilen hadisleri ayrı bir bölüm halinde bir araya toplamıştır. O kitaptaki en büyük ve en geniş bölümlerden biri Hz. Ali’den nakledilen hadislere ayrılmıştır. Çünkü İmam Ali, Peygamber efendimizin en büyük öğrencilerinden birisi ve sahabenin de en âlim olanıydı. İmam Ali’nin hadislerini naklediyorlar ve aynı zaman da ona göre amel ediyorlar. Ama bunu İmam Ali’yi imam kabul ettiklerinden dolayı değil, sadece onu Peygamberden hadis nakleden adil bir sahabe bildiklerinden dolayı yapıyorlar.

Şia’lar her şeyin İmamlar kanalıyla öğrenilmesi gerektiği sözünü, onların özel bir imtiyaza sahip olduklarına inandıklarından dolayı söylerken, Sünniler de sahabenin bir takım özel imtiyazlara sahip olduğu inancındadır.

Şia ile Ehl-i Sünnet arasında önemli ihtilaflardan birisi de İmam’ın “masumiyet” Şialar , (Peygamber efendimizden sonraki) ümmetin önündeki imam’ın, bütün din hükümlerini bilen, adil, muttaki, siyaseti bilen ve halkın en üstünü olmanın yanı sıra, her türlü hatadan da masum olması gerektiğini söyler. İmamların masumluğu meselesi Şia kelamında özel bir yere sahiptir. Şialar, imamların da peygamberler gibi masum oldukları inancına sahiptirler. Aynı şekilde Ümm-ü Eimme (imamların annesi) olan Hz.Fatıma’yı da masum bilirler. Masumiyet meselesi kelam ilminde çok geniş bir kapsama sahiptir. Bu konu, yalnızca Şia ekolünün kelamında değil, bütün Müslümanların kelamında aynı şekildedir. İsmet’in (masumluğun) hakikatinin ne olduğu konusunda çok fazla tartışmalar vardır. Ehl-i Beyt imamlarının masumluğu meselesi, Şia’nın kesin ve tartışma götürmez inançlarındandır. Bir kişi Şia olduğu halde imamların masumluğuna ve halkın ihtiyaç duyduğu bütün dini meseleleri bildiğine inanmaması mümkün değildir. Ama Ehl-i Sünnette siyasi hilafetle dini önderlik birbirinden ayrılmıştır. Sünniler, yönetimin siyaset adamlarına ait olduğunu ve fıkıh, akide ve ahlak gibi konulardaki imametin de ulemaya ait olduğunu söylerler. Ulema ise ilmini Allah’ın Kitabından ve peygamber’in sünnetinden almalılar. Şia’lar da ilmini Allah’ın Kitabı ve peygamberin sünnetinden almaktalar, fakat bir farkla. Şia’lar peygamber’in Ehl-i Beyt’i kanalıyla gelen sünnetini kabul ederler ve başka bir yol ile (sahabe yolu) gelen sünneti de, şayet peygamberden olduğu ispatlanırsa kabul ederler. Ehl-i Sünnetteki sünnet ölçüsü sahabedir. Şayet sahabeye ulaşıyorsa ve sahabenin de tümü adil olduğuna göre, artık o sünnetin peygambere ulaşıp ulaşmadığı boyutuna bakılmaz.
Ehl-i Sünnet’in, dinlerini, Allah’ın kitabı ve peygamberin sahabesi üzerinden gelen sünneti üzerinden öğrendiklerini söyledik. Ehl-i Sünnet şöyle diyorlar: Peygamber’in sahabesinin tümü adildir. Herhangi bir hadisin sahabeden biri aracılığıyla nakledildiği ispatlanırsa, artık o hadisin sahihliği hakkında tartışma söz konusu değildir ve biz o sahabenin adaletine zarar verecek herhangi bir şey de söylememeliyiz.
Ehl-i Sünnet, Hz. Ali döneminde meydana gelen büyük ihtilaflara rağmen sahabenin hiç birini günahkâr bilmemekteler.

Özetlersek, Sünnilerin görüşlerine göre; ne Cemel savaşında İmam Ali’nin karşısında savaşan Talha, Zübeyr ve Aişe hatalıydı, ne de Sıffin savaşında Hz. Ali ile savaşan Muaviye. Çünkü onların hepsi adildiler.

Peki, bunların tümü adildiyseler o zaman niçin savaştılar? Diyorlar ki; onlar içtihat ettiler, ama ya iki taraf ya da taraflardan birisi hata etti. Müslüman âlimlerden bir kısmı ve İmam Ali’yi masum bilenler (Şia’lar) tabiatıyla karşı tarafı hatalı bilmekteler. Bu savaşların ve acı olayların hepsinin içtihattan kaynaklandığını kabul etmeyip, aksine bazılarının bilinçli olarak yapıldığını ve vebalinin de o işlerde rolü olanların boynuna olduğuna inanırlar. Kısacası Ehl-i Sünnet diyor ki, Sahabe adildir ve fıkhı da onlardan öğrenmeliyiz. Eğer sahabeden bize fıkhî veya akidevî bir görüş ulaşırsa onu kabul etmeliyiz.

Elbette Ehl-i Sünnette de rical ilmi vardır ve onlar şüpheli konuları inceletip sık dokumaya özen gösterirler. Sünniler, hadislerin sahih olup olmaması meselesine çok dikkat ediyorlar. Fakat nereye kadar? Hadisin ravi zinciri bir sahabeye ulaşıncaya kadar. O hadisi nakleden sahabe Ebu Hureyre bile olsa ( O diğer bütün sahabelerden daha fazla hadis nakletmiştir ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde ondan, herkesten daha fazla hadis nakledilmiştir) artık o hadisin sıhhati hakkında araştırma söz konusu değildir. Yine Ehl-i Sünnet, kitaplarda sahabenin hakkında yazılan hataların hepsinin içtihat kaynaklı olduğu kanısındadırlar ve içtihattan kaynaklanan hatalar da şahsı adaletten düşürmez. Bundan dolayı onların hepsi adildirler ve peygamber’den naklettikleri hadisler kabul edilmelidir.

Hatta Ehl-i Sünnet şunu da söylerler: Sahabenin verdiği fetvalar, eğer icma’nın hilafına olmazsa, peygambere nispet edilmese dahi, bizim için delildir ve aynı konuda başka bir delil olmazsa sahabenin fetvasına göre amel etmeliyiz.

Toparlamalı olursak şunu söyleyebiliriz: Müslümanların geçmişte ve günümüzdeki tartışmaları şu konu üzerindedir. Acaba din ilimlerini Peygamber efendimizin Ehl-i Beyt’inden mi almalıyız, yoksa sahabeden mi almalıyız.

Buraya kadar yapılan açıklamalardan Şia ve Sünni arasındaki ihtilafların asıl kökeninin belli olduğunu ve Sünni Müslümanlara göre, ister adil ister zalim kim olursa olsun halifenin yönetimi elinde bulunduran kimse olduğunu, Şia’lara göreyse; hilafet makamının, Resulullah’ı temsil eden bir şahsiyete verilmesi gerektiğini ve onun da peygamber gibi peygamberden sonra insanlar içerisinde ilimde, imanda, ahlakta, amelde vd. hususlarda en üstün kimse olması gerektiğini ve onları da tanıyamayacağımıza göre, Allah ve Resulü tarafından belirlenmesi ve bu göreve tayin edilmesi gerektiğini öğrenmiş olduk. Önceden de belirttiğimiz üzere Ehl-i Sünnet ahkâmlarını sahabeden almakta ve Hz. Ali’yi de sahabeden saymaktalar. Şialar ise ahkâmlarını Ehl-i Beyt aracılığıyla kendilerine ulaşan hadislerden almaktalar ve Ehl-i Beyt imamlarını da masum bilmekteler. Nasıl ki Şia Ehl-i Beyt imamlarıyla ilgili birçok ayet ve hadisi delil olarak ortaya koyuyorlarsa, Sünniler de sahabeyle ilgili birçok ayet ve hadislerden bahsediyorlar. Tabiî ki vicdan sahibi ve fıtratı bozulmamış âlimlerin bu hususlarda devreye girip Ehl- Beyt’in Müslümanlar arasındaki yerini belirlemeleri gerekir ve yine sahabenin sözlerinin nereye kadar kabullenebileceğinin sınırını tayin etmeleri icap eder. Acaba gerçekten bütün sahabeden dini öğrenmek mümkün mü? Elbette ki sahabenin tümünü reddetmek insafsızlıktır. Çünkü İmam Ali, Nehcü’l-Belağa’da kendisinin hak olduğunu Muaviye’ye ispatlamak istediğinde, bütün Muhacir ve Ensar’ın kendi etrafında toplandığını söylemektedir. Diyeceğim bu konular çok ince ve hassas konulardır ve bunu insaf ehline bırakıp ihtilafları daha da derinleştirmemek için kısa geçmek gerekir.

SONUÇ

22 madde içerisinde vermiş olduğumuz bu genel bilgilerden sonra şu sonuca varmamız mümkündür: Ehl-i Sünnet ile Şia’nın arasındaki en büyük ihtilaf İmamet/hilafet üzerinden olmuştur. Diğer ihtilaflar da bunun üzerinden ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla ana ihtilaf imamet/hilafet üzerindeki ihtilaftır. Diğerleri ise tali ihtilaflardır. Şia diyor ki, İmamet, “Tevhit” ve “Nübüvvet” gibi Usul-ü din’dendir. Allah ve Resulü tarafından nas ile belirlenmiştir. Ümmet, nasıl kendisine peygamber tayin etme hakkına sahip değildiyse, aynı şekilde imam tayin etme hakkına da sahip değildir. Acaba halk toplanarak kendisine imam tayin edebilir mi? Hayır, çünkü İmam hem ismet sıfatına sahiptir ve hem de normal halkın sahip olduğu ilmin dışında özel bir ilme ( ledün ilmi) de sahiptir. Bundan dolayı da onu, bütün insanları tanıyan Allah (c.c) seçmelidir, halk değil. Fakat Ehl-i Sünnet imametin/hilafetin Usul-ü din’den olduğu inancında değillerdir ve bu konuda da muhtelif görüşlere sahiptirler. Onlardan çoğunluğu oluşturan bir gruba göre: İmamet dini bir konudur ve mümin halkın bu konuyla ilgili vazifesi, bir araya toplanarak kendilerini yönetecek birisini halife veya imam adıyla seçmektir. Onlardan olan başka bir grup da şöyle demektedir: İmamet siyasi bir meseledir ve dinle hiçbir alakası yoktur. Din : “ Siz bir araya gelin ve kendinize bir yönetici seçin” diye bir şey söylememiştir. Biz, işbaşına gelen her hükümetin, eğer İslami çizgiden ayrılmazsa takipçiliğini yapmakla yükümlüyüz.

Bu iki İslamî fırka arasında bu türden ihtilaflar olmasına rağmen, acaba Ehl-i Sünnet imamlarından (halktan değil) birisinin Şia’nın kâfir olduğunu söyleyen birisi var mıdır? Kesinlikle hayır. Ve yine İmamet’in Allah’ın nassıyla olduğuna inanmayanların (Sünnilerin) kâfir olduğunu söyleyen bir Şia âlimi bulabilir misiniz? Yine kesinlikle hayır. Çünkü her iki kesimin de aralarında iman ettikleri “Tevhid”, “Nübüvvet” ve “Mead/kıyamet inancı” gibi müşterek ilkelere bağlılık vardır ve bu ilkelerin hepsini kabul edenler İslam ümmetindendir. Ayrıca Hz. peygamber’den (s.a.v), şahadetini getiren ve namaz kılıp cihad eden her kesin Müslüman olduğuna dair birçok hadisler vardır. Demek oluyor ki, ihtilaflı meselelerin Müslüman olup olmamakla hiçbir alakası yoktur. O halde bizler (Sünni’siyle-Şii’siyle) ortak olduğumuz meselelerde birbirimizi Müslüman bilmeli ve İslam âleminin genel siyasi, ekonomik ve ilmî problemlerinde el ele vererek işbirliğinde bulunmalıyız. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de :” Müminler ancak kardeş olurlar” (Hucurat:10) diye buyurmuştur. Ayette geçen “Mümin” den kasıt, yani İslam’ın genel ilkelerine inananlar,( imamete inanmış veya inanmamış olsun,) namaz, oruç, hac, Kur’an ve Tevhit gibi meselelere inananlar. Onlar da Müslüman’dırlar deyip “ ortak olduğumuz noktalar çerçevesinde onlarla kardeş olmayı becerebiliriz” diye düşünenler. İşte mümin olanlar bunlardır!

Evet, Müslümanlar arasında belki de birçok konularda ihtilaflar vardır. Fakat önemli olan bu ihtilafları takvalı ve ihlâslı ulemanın öncülüğünde, aklın ve iman’ın kontrolü altında tutmak gerek. Şayet bu ihtilaflar aklın ve ulemanın kontrolünden çıkar, cühela ve duyguların kontrolüne girerse, üzerine benzin serpilir ve bu fitneyi çıkaranlar da dâhil olmak üzere her kese ve her kesime telafisi mümkün olmayan zararlar verir. İslam ve Müslümanlar zarar görürken, kazanan taraf, İslam ve Müslümanların ortak düşmanları olur. Örneğini tarihten vermeye gerek yoktur, çünkü günümüzdeki olaylar, sözümüzün en iyi delilidir ve hep birlikte içinde yaşamaktayız!

   Bu açıklamayı yaptıktan sonra, bir sonraki yazımızda “Hanefilik” ve “Caferilik” kavramları ile ilgili kısa bir bilgi sunmamız yerinde olur kanaatindeyim.

Hasan Kanaatlı

Cumartesi, 30 Ağustos 2014 00:00

Şiilik ne zaman ortaya çıktı? İşte cevabı…

Ayetullah Cafer Süphani, Şiiliğin ne zaman ortaya çıktığı konusundaki soruya şu cevabı verdi:
 
Genellikle bu tür sorular kelam alanında dillendirilmektedir. Mesela Eşarilik ne zaman ortaya çıktı? Mutezile ne zaman şekillendi? Hanefilik, Şafiilik, Hanbelilik ve Malikilik ne zaman ortaya çıktı?… türünden sorulara şöyle cevap verilir: Eşarilik Ebul Hasan Eşari (260-324 h) tarafından dördüncü asırda ortaya çıkan bir kelam ekolüdür. Bunun karşısında Hasan Basri’nin (ö:110 h) öğrencisi olan Vasıl b. Ata’nın (80-130 h) görüşlerini ihtiva eden Mutezile ekolü vardır. Burada söz konusu ekolün ortaya çıkış tarihini belirlemek mümkündür. Fıkhi mezhepler konusunda da durum aynıdır. Hanefi mezhebi Ebu Hanife (80-150 h) tarafından, Şafii mezhebi Muhammed b. İdris (150-204 h) tarafından şekillenmiş, vücuda gelmiştir. Malikilik ve Hanbelilik de aynı şekilde belli bir tarihte belli şahsiyetler tarafından ortaya çıkarılmıştır. Fakat Şiilik bir kelam veya fıkıh ekolü değildir. Dolayısıyla İslam’ın zuhurundan ve Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra ortaya çıkmamıştır. Aksine İslam ve Resulullah’la (s.a.a) başlayan bir süreçtir.

Başka bir ifadeyle Şiilik İslam tarihi ile yaşıttır veya Şiilik Resulullah’ın (s.a.a) getirmiş olduğu öğretileri ihtiva eden orijinal İslam’ın bir diğer adıdır. Resulullah’ın (s.a.a) öğretilerinden biri, imamet meselesinin Allah’tarafından tayin edilmiş ve Resulullah tarafından da tanıtılmış olan bir imam vasıtasıyla devam etmesi konusudur. İslam dininin bekasının garantisi olan bu temel ilke Şiiliğin mahiyetini teşkil etmiştir. Resulullah (s.a.a) kendi hayatında bunun duyurusunu yapmış, ümmete deklare etmiştir. Sahabeden bir güruh kimse bunu kabul etmiş ve peygamberin vefatından sonra da bunun savunuculuğunu yapmıştır. Bu sahabeler Resulullah döneminde ve o hazretin vefatından sonra Şiiliğin öncülüğünü yapmış kimselerdir. Bir grup sahabe ise bunu görmezden gelmiş ve önderliği başkalarına mal etmişlerdir.

Dolayısıyla Şiilik Resulullah (s.a.a) döneminde ortaya çıkmış, Resulullah’tan (s.a.a) sonra ümmetin imamet görevini Allah’ın tayin ettiği ve peygamberin de ümmete tanıttığı imam tarafından yürütüldüğünü kabul eden kimselere Peygamberin vermiş olduğu bir ismidir.

 

Resulullah’ın (s.a.a) kelamında Şiilik

Beyyine suresinin 7. Ayetinde şöyle buyurmuştur: İman edip Salih amel işleyenler yaratılmışların en hayırlısıdır. Ehlisünnetin de birçok tefsir kaynağında Resulullah’ın (s.a.a) bu ayeti okuduktan sonra İmam Ali’yehitaben “Onlar sen ve senin Şiandır” buyurduğu zikredilmiştir.

Peygamberimiz bisetin üçüncü yılında davetini açıkladığında akrabalarından kırk kişiyi evinde topluyor ve onlara şu öneriyi getiriyor: Size çok değerli bir şey getirdim. Allah’tan başka ilah yoktur ve ben onun elçisiyim. İçinizden kim bunu kabul edecek ki aranızda benim vasim ve halifem olsun?

Peygamberin bu teklifi karşısında hiç kimseden bir ses çıkmıyor ve yaklaşık 15 yaşları civarında olan Ali ayağa kalkıyor “Ben bunu kabul ediyorum ey Allah’ın Resulü!” diyor. Resulullah (s.a.a) ona oturmasını buyuruyor ve teklifini iki kez daha yineliyor. Her ikisinde yine sadece Ali peygamberin davetini kabul edince Resulullah (s.a.a) kendi risaletini duyurduğu o günde Ali’nin de imametini dururuyor. Bu da şunu göstermektedir ki risaletle imamet birlikte gündeme gelen bir konudur. Şiilik de risaletin imametle devam ettiği görüşünü kabul etmenin ismidir.

Published in Sorular ve Cevaplar