Allah’ın adıyla
İmâm Muhammed Bâkır (a.s) döneminde İslâm coğrafyası oldukça genişliyor. Bu vesile ile o dönemde Müslümanlar değişik din ve kültürlere mensup insanlarla tanışıp kaynaşıyor. Yine o dönemde değişik din ve kültürlere ait eserler tercüme ediliyor. Sözde âlim diye geçinen ve tanınan nice zevat bu dönemde İslâm adına kaleme aldıkları ve dile getirdikleri konulara İsrailiyat mantığını ve Roma-Lâtin kültüründeki felsefî görüşleri sokup nice Müslümanların akide ve düşüncelerinde tahrifat yapmış oldular.
Bu tahrifatlara önayak olanlar ise Emevî hanedanlığı ve onlardan icazet alan saray mollalarıydı. Öyle ki, daha öncede söz konusu ettiğimiz gibi bu saltanat sahipleri saraylarına konuk ettikleri papazlarla sözde bir takım İslâm âlimleriyle toplantılar ve münazaralar tertipleyip fikir teatilerinde bulunmaktaydılar. Teferruatlı bir şekilde İslâm hakkında bilgisi olmayan, İslâm’a olan vukufiyetleri yeterli olmayan bu sözde âlimlerin papazların tesirinde kalmamaları mümkün değildir. Bunlarla başeden, bunları alt eden sadece İmâm Muhammed Bâkır (a.s) olmuştur. Ki papazlar da bunu bizzat itiraf etmişlerdir. Hatta bir kısmı Müslüman olmuşlardı.
Ancak ne yazık ki, İmâm (a.s) Şam’dan ayrılıp Medine’ye döndükten sonra meydan yine tahrifatçılara kalmışt. Saraylardaki toplantı ve münazaralar uzun yıllar devam etmişti. İslâm dünyasına üçlü teslisi sokamamışlardı ama başta akideye taalluk eden bir çok hususta farklı düşünceler zuhur etmişti. O dönemde bazı mezhepler tarafından (haşa) Allah’a cisim ve mekân isnad edilir olmuştu. Bazı sözde âlimler ise, Hıristiyan mantık ve inanışındaki “Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a“ sözünden yola çıkarak saltanat sahiplerinin egemenlik alanı ile Allah’ın egemenliğini tasnife kalkışmışlardı. Bir başka ifadeyle din adına zalim yöneticilere egemenlik hakkı tanımışlardı…
Ehl-i Beyt imâmlarının (Allah’ın selâmı üzerlerine olsun) en belirgin özelliği ise dinin özgün yapısından ödün vermeden yaşadıkları çağın koşullarına göre-dinin amacına matuf yorum ve açıklamalarda bulunmuş olmalarıdır. Öz Muhammedî İslâm’ı her türlü sapma ve tahrifattan koruyup dinin muhafızlığını yapan onlardı. Bu nedenledir ki, Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), “Kur’ân ve sünnetimin muhafızı Ehl-i Beyt’imdir“ diye buyurarak müracaat etmemiz gereken ilmin kapısını biz ümmetine göstermiştir. Doğru ve hak olanın o kapıda olduğu bize bildirilmişse başka kapılara ne hacet!?
İşte bu vefasız ümmetin başka kapılarda hak ve hakikati aramaya başladığı bir dönemde İmâm Muhammed Bâkır (a.s) ilmî yüceliği ile hak ve hakikatin kapısı olduğunu insanlara ispat etmiş bulunmaktaydı. İmâm’ın (a.s) faaliyetleri, ilmî çalışmaları Medine’de olmasına rağmen, yetiştirmiş olduğu âlimlerden pek çoğunu temsilci olarak İslâm beldelerine göndermesi ve bu âlimlerin gittikleri bölgelerde insanlara İslâm’ın hakikatlerini anlatmaları tahrifata engel olma noktasında son derce faydalı olmuştur. Özellikle değişik şehirlere gönderilen bu temsilcilerin tefsir ilmine vukufiyetleri, akidevî konularda ve fıkhî meselelerde uzman ve yetkin olmaları dikkat çekiciydi.
İmâm Muhammed Bâkır (a.s), her önüne gelenin Kûr’ân’ı tefsir edemeyeceğini hatta kişi âlim de olsa rey, ihtihsan, tevil ve zanna dayanarak asla Kûr’ân üzerinden yorum yapılamıyacağını bildirmekte ve böyle yapanları şiddetle eleştirmekteydi. O dönemde İmâm’ın (a.s) rahle-i tedrisinden geçmediği için rey ve zanna dayanarak tefsir yapmakta olan Katade ismindeki bir şahsı İmâm (a.s) şöyle uyarmaktaydı:
“Ey Katade! Eğer Kûr’ân’ı kendi düşüncelerine dayanarak tefsir ediyorsan, kendini helâk ettiğin gibi başkalarının da helâkına sebebiyet vermiş olursun. Eğer başkalarının görüşlerine dayanarak tefsir ediyorsan, yine hem kendini, hem başkalarını helâk etmiş olursun. Ey Katade! Kûr’ân’ı ancak ona muhatap olanlar bilir.“ (el-Beyan Fi Tefsiri’l-Kûr’an, s. 267)
“Ona ancak temiz olanlar dokunur.” (Vâkıa:79)
İmâm (a.s) bu âyeti şöyle tefsir etmektedir: “Onu ancak temiz olanlar yorumlayabilir. Onu ancak arınıp temizlenmiş olanlar açıklayabilir. Onu ancak mutahhar olanlar tevil edebilir.”
İmâm Muhammed Bâkır (a.s), bu sözleriyle her önüne gelenin Kûr’ân’ı tefsir edemiyeceğini ve etmemesi gerektiğini vurgulamaktaydı. Zira tefsirde yapılan yanlışların birçok sapmayı da beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. Nitekim tarihî süreç içerisinde Kûr’ân âyetleri üzerine yapılan yanlış yorum ve teviller sonucu birçok fırkalar ve mezhepler türemiştir. Özellikle kıyas yoluyla fıkhî hüküm çıkarılırken, yani istinbatta bulunulurken farklı kanaat ve düşüncelerin devreye girmesi sonucu birçok ekolün zuhuruna sebebiyet verilmiştir.
Oysa bir tefsir âlimi öncelikli olarak âyetlerin nüzûl sebebini, hangi amaca matuf inzâl olduklarını, âyetlerin muhkem-müteşabih, nasuh-mensuh, mutlak-mukayyed, genel-münferid gibi özelliklerini en ince teferruatına kadar bilmek durumundadır. Mutahhar olmaları hasebiyle bu bilgiler mutlak anlamda Ehl-i Beyt’e mahsustur. Bu nedenle kelâm, fıkıh, siyer vs.. tüm dinî ilimlerde merci Ehl-i Beyt imâmları olduğu gibi, tefsirde de referans Ehl-i Beyt imâmları olmalıdır.
İşin ehli olmayan kişi tarafından sadece bir âyet bile tefsir edilmeye kalkılsa beraberinde birçok sıkıntı getirir. Ehl-i Beyt imâmlarınca bu zorluk şöyle açıklanmaktadır:
“İnsanların akıllarına Kûr’ân’ı tefsir etmekten daha uzak bir şey yoktur. Çünkü bazen bir âyetin baş tarafı bir konuyla, son kısmı ise başka bir konuyla ilgili olabiliyor. Bununla birlikte o, değişik anlamlara gelebilen bütünsel bir kelâmdır.“ (Feraidu’l-Usul, s. 28)
Elbette ki, şöyle bir husus da söz konusu: “Meri olan nassda içtihada mesağ yoktur“ kuralından yola çıkarak âyetlerin zahirini esas alıp açıklamada bulunmak “Kûr’ân’ı reyle tefsir etme“nin kapsamına girmemektedir.
İslâm dünyasında mevcut olan tefsirlere baktığımızda ne yazık ki, çelişkilerle dolu birçok yorum ve açıklamalara rastlamaktayız. Oysa insanlara hidayet yolların gösterecek olan Ehl-i Beyt imâmlarının yorum ve tefsirleridir; veya bu yorum ve tefsirler referans alınarak yapılan açıklamalardır. İmâm Muhammed Bâkır’dan (a.s) bir kaç örnek verecek olursak:
“Şüphesiz ben; tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra da doğru yola giren kimseyi bağışlarım.“ (Tâhâ:82) Âyette geçen “doğru yola giren“ ifadesinin İmâm (a.s), Ehl-i Beyt imâmlarının velâyeti olarak tefsir edip ardından şu açıklamada bulunmuştur:
“Allah’a andolsun ki, eğer bir adam bütün ömrünü, Kâbe’nin rüknü ile İbrahim makamı arasında Allah’a ibadetle geçirse, ama biz Ehl-i Beyt’in velâyetini kabul etmezse, Allah onu yüzükoyun cehenneme atar.“ (Mecmau’l-Beyân, 7 / 23)
Elbette ki, Şûrâ Sûresi’nin 23’ncü ayetinde ve birçok Sahih Hadis’te açıklandığı üzere Ehl-i Beyt’in velâyeti nass ile sabit olduğu için İmâm (a.s) böyle bir açıklamada bulunmaktadır.
Bir başka âyetin tefsirini örnek verecek olursak: “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et (insanlara açıkla). Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete eriştirmez.“ (Mâide:67)
İmâm bu âyeti şöyle tefsir ediyor: “Yüce Allah, Resûlü’ne (s.a.a) Gadir-i Hûm denilen mevkide Ali’yi (a.s) kendisine vasî olarak tayin etmesini vahyetti. Resûlullah (s.a.a) bunun, ashabından bazılarına ağır gelmesinden çekiniyordu. Bunun üzerine Yüce Allah, emrini yerine getirmek hususunda onu cesaretlendirmek maksadıyla bu âyeti inzâl etti.“ (Mecmau’l-Beyân, 4 / 223)
“Eğer bilmiyorsanız, zikir ehlinden sorunuz.“ (Enbiyâ:7) âyetiyle ilgili olarak Muhammed b. Müslim şöyle bir açıklamada bulunmaktadır: “İmâm Ebu Câfer’e dedim ki: ‘Bazı kimseler bu âyette kastedilenlerin Yahudiler ve Hıristiyanlar olduklarını iddia ediyorlar.‘ Cevap olarak İmâm buyurdu ki. ‘Bu durumda onlar, sizi kendi dinlerine davet ederler!‘ Sonra elini göğsüne işaret ederek: ‘Âyette geçen ‘zikir ehli‘ biziz, sorulacak kimseler biziz.‘ diye buyurdu.“ (el-Kâfi, 1 / 211)
“Bütün insanları imâmlarıyla çağıracağımız günü hatırla!.. (İsrâ:71) âyetiyle ilgili olarak Cabir b. Yezid el-Cu’fî, Ebu Câfer’in (a.s) şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
“Bu âyet nazil olduğunda, Müslümanlar: ‘Yâ Resûlullah (s.a.a)! Bütün insanların imâmı sen değilmisin?’ dediler. Resûlullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
“Ben, Allah tarafından bütün insanlara gönderilmiş resûlüm. Ancak benden sonra, benim Ehl-i Beyt’imden insanlara önderlik edecek imâmlar olacaktır. Bunlar, insanlar içinde imâm olarak ortaya çıkacaklar ve yalanlanacaklardır. Küfür ve sapıklık önderleri ile taraftarları, onlara zulmedeceklerdir. Kim benim Ehl-i Beyt’imden olan bu imâmları veli edinir, onlara tâbi olur ve onları tasdik ederse, o bendendir, benimle beraberdir ve bana kavuşacaktır. Haberiniz olsun! Kim onlara zulmeder, onları yalanlarsa, kesinlikle benden değildir ve ben de ondan değilim.” (el-Kâfi, 1 / 215)
“Sonra Kitab’ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmiştir.” (Fâtır:32)
İmâm Bâkır’a (a.s) bu âyetin anlamı sorulduğunda şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
“Hayırlarda öne geçen, imâmdır. Ortada olan, imâmı tanıyan kimsedir. Kendisine zulmeden ise, imâmı tanımayan kimsedir.” (el-Kâfi, 1 / 214)
“Şayet doğru yoldan gitseler, onlara bol su veririz.” (Cin:16) âyetiyle ilgili olarak İmâm (a.s) şöyle buyurmaktadır:
“Eğer Emirü’l-Müminin Ali b. Ebu Talib’in ve onun soyundan gelen vasîlerin velâyetine bağlı olarak doğru yoldan gitseler; onlara itaat etmeyi, emir ve yasaklarına uymayı kabul etseler, onlara bol su veririz. Yani kalplerine imânı yerleştiririz. Âyette sözü edilen yol, Ali’nin ve ondan sonraki vasîlerin velâyetine imân etmektir.” (el-Kâfi, 1 / 220)
“De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitab’ın bilgisi olan yeter.” (Ra’d:13) âyeti ile ilgili olarak Büreyd b. Muâviye, “Yanında Kitab’ın bilgisi olan” ifadesiyle kimler kastedilmektedir?” diye İmâm’a (a.s) sorduğunda, İmâm (a.s) şu cevabı veriyor:
“Biz kastediliyoruz. Ali bizim ilkimiz, en faziletlimiz ve Resûlullah’tan (s.a.a) sonra bizim en hayırlımızdır.” (el-Kâfi, 1 / 229; Mecmau’l-Beyân, 6 / 301)
“Allah’a itaat edin, Resûl’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de..” (Nisâ:59) âyetiyle ilgili Zürare, Ebu Câfer’den (a.s) şöyle rivâyette bulunmaktadır:
“İşin zirvesi, tepesi, anahtarı, her şeyin kapısı ve Rahman olan Allah’ın rızasının anahtarı İmâm’ı tanıdıktan sonra ona itaat etmektir… Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim Resûle itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, şunu bilsin ki, biz seni onların üzerine bekçi olarak göndermedik.” (Nisâ:80) ( el-Kâfi, 185)”
“Sahibiniz ve arkadaşınız olan o peygamber hevâdan konuşmaz ve sayıklamaz (ne konuştuğunu bilir). O, ne söylerse vayin dili ile söyler.” (Necm:2-4)
Hevadan asla konuşmayan, konuştuğu zaman vahyin dili ile konuşan Sevgili Peygamberimiz’e (s.a.a) itaat etmek, elbette ki Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya itaat etmek anlamına gelmektedir. Söz konusu âyette “ulû’l emre itaat” etmek de aynı emir kipinde verilmektedir. Bu nedenle Ehl-i Beyt imâmlarına itaat mutlaktır ve bütün ümmet için bağlayıcılık arzeder. Mutlak itaatin nedeni ise Ehl-i Beyt imâmlarının mutahharlık sıfatına sahip olmalarından dolayıdır. (Ahzab:33) Zira mutahhar olmayana mutlak itaat söz konusu değildir. Yüce Allah Kûr’ân’ın hiçbir âyetinde yanılabilir insanlar için mutlak itaat kipini kullanmamaktadır. Müslümanların bu hususu çok iyi idrak etmesi lazım.
Örneğin, ebeveynlere tazim, hürmet ve itaatte bulunmakla Ehl-i Beyt imâmlarına ihtiram, meveddet ve itaat etmek arasında fark vardır. Ebeveynlere itaat Allah’a isyan olmadığı süre vaciptir. Ehl-i Beyt imâmları için ise böyle bir endişe ve çekince söz konusu değildir. Çünkü onlardan bizlere yönelik emir, nehiy ve tavsiyeler mutahharlık sıfatıyla, yani pak, temiz, arı-duru bir şekilde aktarılmaktadır.
Ehl-i Beyt imâmlarının Müslümanlar nezdinde velâyet sahibi olmaları, yani ilâhî bir sorumluluk olarak Müslümanlara rehberlik etmekle görevli olmaları, kesbî ilimle birlikte vehbî ilim sahibi olmalarından dolayıdır. Nûr imâmlarına mutlak itaat bu çerçevede değerlendirilmelidir.
“…Her kavmin bir hidayet edeni vardır.” (Ra’d:7)
Sevgili Peygamberimiz’in de (s.a.a) belirtttiği gibi kendisinden sonra bu ümmetin hidayet edicileri Ehl-i Beyt imâmlarıdır. Bütün Ehl-i Beyt imâmlarının ilmî mirası bu çerçevede değerlendirilmelidir. Onlara “Nûr İmâmları” denmesi ümmetin yolunu aydınlattıklarından dolayıdır. Ümmet bu nûrdan istifade ettiği oranda yolu aydınlanacaktır. İstifade etmediği oranda ise sıkıntılardan kurtulamayacaktır. Bugün ve tarih boyu yaşanan sıkıntı ve olumsuzluklar ümmetin Ehl-i Beyt’e karşı bîgâne kalmasındandır. Başka hiçbir sebepten değil.. Zira diyalektik anlamda illiyet (sebep-sonuç ilişkisi) bu olaya dayanmaktadır.
Rahman ve Rahim olan Yüce Rabbimiz dalâlete ve yanlış yollara düşmeyelim diye mutahhar kıldığı tertemiz Ehl-i Beyt imâmlarını bizlere rehberlik yapmaları için görevlendirmiş. Ancak bu nimetin, bu yol gösterici-hidayet önderlerinin kadri ve kıymeti gereği gibi bilinmediği için ümmet pekçok yoksunluğa ve kahredici olumsuzluklara maruz kalmış.
“..Artık size benden bir yol gösterici gelecektir. Kim benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz da olmaz. Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” (Tâ-Tâ:123-124)
Rabbimiz böylesi uyarı ve ikazlarıyla birlikte tövbe ve dönüş kapısını asla kapatmamıştır.
“Kim tövbe eder ve salih amellerde bulunursa, gerçekten o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.” (Furkan:71)
“Onlar, kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onun üstünde sağır ve körler olarak kapanıp kalmayanlardır.” (Furkan:73)
Yani onlar o kimselerdir ki, Ehl-i Beyt’in velâyeti ile ilgili âyetler kendilerine hatırlatıldığı zaman tıpkı diğer ilâhî emirlere itaat edildiği gibi Allah Teâlâ’nın bu emrine de bîgâne, sağır ve kör olmazlar ve bilakis Ehl-i Beyt’in velâyetine Nuh’un gemisine sığınır gibi sığınırlar. Ki “Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisi gibidir ona sığınan helâk olmaktan kurtulur.” (Sahih Hadis)
Sonuç olarak diyebiliriz ki, İslâm ümmeti olarak dûçar olduğumuz olumsuzluklardan kurtulmamız ve Kûr’ân’ın öngördüğü medeniyete ulaşmamız ancak Ehl-i Beyt imâmlarının ilmî ve siyasî mirasına sahip çıkmamıza bağlıdır. Kûr’ân’daki Ehl-i Beyt’le ilgili ihtiram ve meveddet âyetleri de bu anlamdadır, yani kuru kuruya bir sevgi değil. Onlardan öğreneceğimiz hayat dersi ve dinî kıstaslar bizim için hüccet ve yegâne referans kaynağıdır. Zira Kur’ân’ın ve Sahih Sünnet’in müfessiri ve muhafızı onlardır.
Sonsuz merhamet ve sonsuz lütuf sahibi olan Yüce Rabbimize, sonsuz şükürler olsun ki, biz İslâm ümmetini Sevgili Peygamberimiz’den (s.a.a) sonra başıboş bırakmamış ve mutahhar kıldığı Ehl-i Beyt imâmlarını bizlere rehberlik yapmaları için görevlendirmiş. Müslümanlar olarak küfran-ı nimete düşmemek için Ehl-i Beyt imâmlarının kadrini-kıymetini bilip, onların ilmî mirasını bir libas gibi kuşanmalıyız.