Displaying items by tag: CIA
Zaferle geçen 36 yıl: İran İslam Devrimi üzerine düşünceler
İran’ın 1979 İslam Devrimi’ni izleyen pek çok başarısı vardır ve bunlar tüm sosyal, siyasi, askeri ve teknolojik alanlarda görülebilir. İran, bilimsel çıktılarda dünya lideridir ve çıktı oranı şu anda dünya ortalamasının on bir katıdır.
İran hükümeti, bütün bir toplumun çıkarına olacak şekilde, petrol gelirlerini her zaman okul, hastane, otoyol, tren yolu, havaalanı ve enerji tesisi alanlarına yatırım olarak yönlendirmiştir.
“İslam devrimi ideolojisinin başarısı, İran İslam Devrimi’nin yeni ve teleolojik olarak ayırt edici özelliğidir.”
— Said Amir Ercumend
Washington’daki aşırı uçtaki kesim, ABD Kongresi’nin her iki meclisinde de kontrolü ele geçirdikten sonra iktidar araçları üzerindeki baskısını sıkılaştırırken, İran’ın soylu halkı, Amerika’nın yerleştirdiği ve desteklediği despot Muhammad Rıza Pehlevi’nin pençelerinden kurtulduğu İslam Devrimi’nin zaferinin 36. yıldönümünü kutluyor.
Tüm başarılı devrimler gibi İslam Devrimi de, ülkenin siyasi yapısında büyük bir altüst oluşa yol açtı ve kendinden önceki yönetici rejimin devrilmesiyle sonuçlandı. İran örneğinde dikkat çeken şey, Fransa, Rusya ve Çin’deki devrimlere eşlik eden öfkeli kan gölünün aksine, şiddet düzeyinin görece düşük kalmasıdır. Bu olgu, İranlılar arasında var olan ve ülkeyi ABD destekli tirandan kurtarmanın tek yolunun İslam’ın kuvvetli ve birleştirici gücünün arkasında bir araya gelmek olduğu şeklindeki, evrensel denebilecek konsensüsün sonucu gibi görünmektedir. Bu birleştirici güç, yani tevhid, dini, dünyayı ve devleti, Batı’nın kabul etmediği gibi aynı zamanda anlamadığı, ayrılmaz bir bütünlük içinde birleştirmektedir.
İran devrimi, halkı İslam’la olan tarihi bağları üzerinden birleştirmek yoluyla da Fransız, Rus ve Çin devrimlerinden ayrılır, zira bu, İranlıların büyük çoğunluğunun Şii mezhebini benimsediği onaltıncı yüzyılda başlamış tarihsel bir eğilimin mantıksal sonucudur. Bu yüzden, Fransız, Rus ve Çin devrimlerine kendi geçmişlerinden radikal bir kopuş damga vururken, İran İslam Devrimi’ni ayıran şey İranlılar ile Şii İslam arasındak dört asırlık ayrılmaz bir bağlılığın birikimidir. Batılı liderler bu tarihsel bağın derinliğini anlamayı başaramamıştır; sağcı bir “uzman” da bu bağı, yanıltıcı bir şekilde, “milliyetçiliğin ve dini coşkunun harikulade bir karışımı” olarak tanımlamıştır.
Amerika’da aklıselime benzer bir şeyleri kalmış olan liderler, ülke devrimin 36. yıldönümünü kutlarken, özellikle de gerici Cumhuriyetçi rejimin İran’la barışçıl nükleer enerji programı hakkında kalıcı bir anlaşma ihtimalini delme saplantısı içinde göründüğü bir dönemde, İran İslam Devrimi’nin anlamı üzerine düşünmelidir. İran Dışişleri Bakanı Muhammad Cevad Zarif, altını çize çize, İran ile P5+1 grubu – ABD, Fransa, Britanya, Rusya, Çin ve Almanya — arasındaki bir nükleer anlaşmanın altını oyma girişiminde bulunan herkesin, “bunu yapan ABD Kongresi bile olsa uluslarararası toplumdan tecrit edilmesi gerektiğini” söyledi. Ancak Cumhuriyetçi gericiler gözüpek halde kaldılar.
Kongre’de İran’a karşı sözlü yaylım ateşi başlatan en yüksek sesler arasında, ABD Senatosu dış ilişkiler komitesindeki önde gelen Demokrat, New Jersey’den Senatör Robert Menendez de bulunuyor. Yakın zamanda düzenlenen bir oturumda Menendez, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Antony Blinken’ın İran’a karşı ilave yaptırımlar getirilmesinin aleyhindeki konuşmasını dinledikten sonra “Ben ne zaman [Obama] Yönetiminden gelen sözler ve oradan yapılan alıntılar duysam, belirtilen noktalar doğrudan Tahran’dan geliyormuş gibi geliyor” dedi. Keşke gerçekten böyle olsaydı, fakat ne yazık ki, bu türden gevezelikler İran’la diplomasi taraftarı olan kişileri savunmaya geçirmede etkili oluyor gibi görünüyor.
ABD’nin 1953 yılında diktatör Muhammad Rıza Pehlevi iktidarını restore eden CIA darbesini hazırladığı, 1979 yılından beri ekonomik yaptırımlar yoluyla İran’a karşı savaşa giriştiği, 8 yıl süren ve en tutucu tahminlere göre bile 213 bin İranlı’nın ölümüne yol açan kanlı savaşında Saddam’a silah ve istihbarat desteği sağladığı ve bir İran sivil uçağını düşürerek uçaktaki 290 kişinin tamamının ölümüne yol açtığı düşünüldüğünde, Tahran’ın Washington’daki savaş çığırtkanlarıyla müzakereye rıza göstermesi bile kaydadeğer bir şeydir ve İran’ın prensipli liderlerine itibar kazandırmaktadır. Ancak ABD’nin bu tarihsel kışkırtmalarına rağmen Menendez İran’ı, tahrik edici eylemlerle suçladı. Menendez “İran, ancak provokatif olarak yorumlanabilecek adımlar atıyor” derken, işbirlikçisi, meclis sözcüsü John Boehner, tahrik edici bir adım atarak, ABD Kongresi’nde İran konusunda yapılacak bir oturumda konuşma yapmak üzere İran düşmanı Siyonist lider Benyamin Netanyahu’yu davet etti.
İranofobi miti
Her yana yayılmış bir İranofobi döneminde, sanırım ben, birkaç yıl önce eşimle birlikte ülkeyi ziyaret ettiğim zaman ülkeye ve halkına aşık olduğum için İranofil (İransever) olarak adlandırılabilirim. Ancak ABD liderlerinin çoğu benim aksime, hararetle kötüledikleri ülkeyi ziyaret etme zahmetine bile girmedi. Bunun bir istisnası, İran’a düzenlediği kısa bir ziyaretten sonra “Amerikalı politika yapıcılardan çok azı İran’a gitti ve İslam Cumhuriyeti’ndeki temel liderleri tanıyanlar daha da az” diyen Kansas’tan Kongre üyesi Jim Slattery. Gerçekten de Slattery, İslam Devrimi’nin zaferinden sonra İran’ı ziyaret eden ilk eski Kongre üyesidir. Ben İslam Cumhuriyeti’ni ziyaret ettiğim zaman edindiğim kendi deneyimlerimi teyit eden Slattery, “Ben Tahran sokaklarında korku duymadan, özgürce yürüdüm… Karşılaştığım İranlılar dost canlısıydı ve Amerika Birleşik Devletleri’yle ilgileniyorlardı” diye belirtmişti.
İran’ın 1979 İslam Devrimi’ni izleyen pek çok başarısı vardır ve bunlar tüm sosyal, siyasi, askeri ve teknolojik alanlarda görülebilir. İran, bilimsel çıktılarda dünya lideridir ve çıktı oranı şu anda dünya ortalamasının on bir katıdır. İran hükümeti, bütün bir toplumun çıkarına olacak şekilde, petrol gelirlerini her zaman okul, hastane, otoyol, tren yolu, havaalanı ve enerji tesisi alanlarına yatırım olarak yönlendirmiştir. İlave olarak sağlık, eğitim ve sosyal refah alanlarındaki hükümet girişimleri orta sınıfta oldukça büyük bir artış yarattığı gibi, ülkeyi de kuvvetli bir bölgesel güce dönüştürmüştür.
İran, dayatılan sekiz yıllık savaşa, Batı’nın ekonomik yaptırımlarına ve diplomatik tecridine rağmen İslam Devrimi’nin zaferinden bu yana çarpıcı ekonomik başarılar elde etti ve varlığının ilk iki yılında ABD bankalarındaki borçlarını bile kapadı. ABD’nin dayattığı ve giderek çetinleşen ekonomik yaptırımlar politikası, yeni doğan İslam Cumhuriyeti’ni kendi kendine yeterli ekonomi politikaları benimsemeye ve pragmatik diplomasiyi hayata geçirmeye yöneltti. Zaman içinde bu sosyal, ekonomik ve siyasi güçlerin kesişimi, İran’ı güçlü bir ülke ve diplomatik ya da askeri yönlerden görmezden gelinemeyecek bir temel bölgesel aktör haline getirdi.
İran, 1979 İslam Devrimi’nden bu yana sağlık alanında çarpıcı bir ilerleme kaydetti ve bunun sonucunda, ortalama ömür süresi 55’ten 71’e çıktığı gibi, çocuk ölümleri de yüzde 70 oranında azaldı. İran’ın Entegre Temel Sağlık Hizmeti (IPHC) olarak bilinen sağlık sistemi o denli başarılı oldu ki, ABD’nin yoksulluk oranı en yüksek ve sağlık çıktıları en düşük eyaleti olan Mississippi eyaletinden doktorlar, maliyet-etkin bir sağlık sistemi tasarlamak için İran’a baktılar.
İran aynı zamanda, komşusu olan petrol ihracatçısı ülkelere göre, petrol dışı sektörleri genişletmede daha iyi bir iş çıkardı. ABD’nin dayattığı ekonomik yaptırımlar karşısında İran, çelik, bakır, kağıt ve çimento gibi bir dizi kritik endüstride kendi kendine yeterli veya hemen hemen yeterli hale gelmeyi başardı. İran ayrıca, pompa, kompresör, boru tesisatı ve petro-kimya endüstrisinin ilgili bileşenleri, elektronik ekipmanlar, eczacılık ürünleri ve telekomünikasyon cihazları gibi geniş bir yelpazede ürünler üretiyor. Bölgedeki en büyük endüstriyel robot stoğuyla İran aynı zamanda bir otomobil ihracatçısı haline geldi.
En önemlisi ve belki de en çarpıcı olanı, İran hükümetinin İslam Devrimi prensiplerine sıkı sıkı tutunarak yoksulluğu azaltmada gösterdiği çarpıcı başarıdır. Dünya Bankası verilerine göre İranlıların yüzde 2’den daha azı yoksulluk içinde yaşıyor ki bu oran, Brezilya, Çin, Mısır, Hindistan, Meksika, Pakistan, Güney Afrika, Türkiye ve Venezuela da dahil olmak üzere, öteki büyük nüfuslu ve orta gelirli ülkelerin altındadır.
Son olarak, İranlı kadınlar, sosyal açıdan, siyasi açıdan, eğitim ve sağlık açılarından, Fars Körfezi’ndeki öteki ülkelerdeki kadınlardan çok ileridedir. Yine İslam Devrimi’nin prensiplerinden doğan hükümet politikaları, kadınlara altı ay ücretli doğum izni ve ilave olarak on sekiz ay boyunca ilave bir saatlik ücretli izin vermektedir ki bu, ABD ve öteki Batı ülkelerindeki standartların da, Uluslararası Çalışma Örgütü standartlarının da ilerisine geçmektedir. Parlak İranlı matematikçi Meryem Mirzakhani de, 2014 yılında prestijli Fields Madalyası’nı kazanan ilk kadın olmuştur.
İslam Devrimi’nin zaferinden sonra İran’da ekonomik ve sosyal gelişme alanında gerçekleşen bu pozitif kazanımlar, tevhidin, yani din, dünya ve devletin güçlü birleşiminin korunmasından ve Batı’nın seküler konseptlerinden titizlikle sakınılmasından ileri geliyor. İran’ın İslami hükümeti, ABD’nin tam desteğine rağmen Şah’ın hiçbir zaman yapmadığı kadar yoksulluğu azaltmış, eğitimi yaymış ve sağlık hizmetlerine erişim sağlamıştır. Bu başarılar, ABD’nin devamlı olarak yaydığı, İran’ı başka bir devrime sürüklenmek üzere bir ülke olarak niteleyen propagandanın yüzüne çarpıyor.
Şimdi 37. yılına giren İslam Devrimi’yle birlikte Batı’daki pek çok kişi, kariyerlerini Şah’ın devrilmesini analiz etmeye adadı. İktisatçı Timur Kuran, açıklıkla, “Özel olarak nefret edilen bir rejim, halkın kendi muhalefetini ortaya koyma konusunda tereddüt etmesi halinde geniş bir halk desteğine sahip olabilir. Rejim bu yüzden, sahip olduğu destek en küçük şokla çatırdayacak olsa bile, sarsılmaz görünebilir” tespitini yapmıştı. Aynı sözler, şu anda yine sarsılmaz görünen Amerika Birleşik Devletleri için de geçerli olabilir. Washington örneğinde küçük bir ölümcül şok, İran’la olan müzakerelerin başarılı bir şekilde tamamlanmasını başarısızlığa uğratabilir.
Avrupa Konseyi’nin dış ilişkiler alanından politika araştırmacısı Ellie Geranmayeh, “Amerika Birleşik Devletleri, miyop ve tıkayıcı bir Kongre’nin, Washington’un uzun vadede çıkarına olan ve küresel güvenliği güçlendiren bir anlaşmanın altını oymasına izin vermemeidir” ikazında bulundu.
Washington’a şu tavsiye verilmelidir: İran’a karşı tıkayıcı yaklaşımını değiştirmezse, bir zamanlar bu denli sıkı bir şekilde desteklediği Şah’la aynı kaderi yaşayabilir.
Yuram Abdullah Weiler
Press TV
medyaşafak
İmad Mugniye suikastını bakın kim düzenlemiş…
Hizbullah komutanlarından İmad Mugniye’ye 2008 yılında Şam’da düzenlenen suikastın, CIA ve Mossad tarafından ortak olarak düzenlendiği ortaya çıktı.
Hizbullah komutanlarından İmad Mugniye sukiastı, İsrail istihbarat servisi Mossad ve ABD’nin dış istihbarat servisi CIA’in ortak operasyonuymuş. ABD’li eski bir istihbarat yetkilisi, 2008 yılında Suriye’nin başkenti Şam’da düzenlenen ve İmad Mugniye’nin ölümüyle sonuçlanan suikastı CIA ve Mossad’ın ortak olarak düzenlediğini söyledi.
Washington Post’ta yer alan habere göre, eski ABD’li yetkili suikastte ABD’nin de rolü olduğunu kabullendi. Saldırı dünya kamuoyunca sadece Mossad tarafından düzenlendi olarak biliniyordu. Hizbullah komutanlarından İmad Mugniye, 12 Şubat 2008’de Suriye’nin başkenti Şam’da düzenlenen bombalı bir saldırı sonucunda şehid olmuştu. Bombanın Tel Aviv’de uzaktan kontrol sistemiyle patlatıldığı belirtiliyor.
Mossad ve CIA’in, Mugniye’yi, suikastten önce bir ay boyunca yakından takip ettiklerini ve hergün kullandığı güzergahı tespit ettiklerini söyleyen ABD’li yetkili daha sonra saldırının planının netleştiğini ve en doğru zamanın beklendiğini kaydetti.
ABD, İSRAİL SUÇLANACAĞI İÇİN RAHATTI
ABD’li yetkili, Mugniye’ye düzenlenen suikast konusunda ABD yönetiminin bir endişesi olmadığını söyledi. Eski yetkili bunun, saldırıdan sonra tepkinin doğal olarak İsrail’e yöneleceğinin düşünülmesinden kaynaklandığını belirtti. ABD’nin beklediği gibi de oldu, Hizbullah saldırıdan sadece İsrail’i sorumlu tuttu.
Mugniye’nin öldürülmesinin ABD’nin de istediği birşey olduğunu söyleyen ABD’li eski yetkili, bunun sebebininse 1983 yılında Beyrut’taki ABD büyükelçiliğine düzenlenen saldırı olduğunu söyledi. Bu saldırıda 63 kişi ölmüştü. Saldırıyı Mugniye’nin planladığı ve gerçekleştirdiği ifade ediliyordu.
ABD’li yetkili, Mugniye’ye suikast düzenleme teklifinin ilk olarak İsrail’den geldiğini ABD’ninse bu teklife sıcak baktığını söyledi.
Dünyabülteni
Amerikan terörizminin uzun ve utanç verici tarihi
“ABD yetkilisi: ABD dünyanın önde gelen terörist devletidir ve bununla gurur duymaktadır.”
Cihatçılığın Afganistan’ın bir köşesinden Irak ve Suriye’nin geniş bölgelerine sıçramasına yardımcı olan ABD operasyonlarının bugüne dek yarattığı yaygın bir sonuçtur.
15 Ekim’de New York Times’ta yayınlanan ve başlığı nazik biçimde “CIA’nın Gizli Yardımlarının Suriyeli Savaşçılara Yardım Hakkında Kuşkuculuğu Tetiklediğine İlişkin Çalışması” [CIA Study of Covert Aid Fueled Skepticism About Helping Syrian Rebels] olarak konulmuş manşet hikayesinin başlığı aslında bu olmalıydı.
Makale, CIA’nın ABD’nin yakın zamandaki gizli operasyonlarının etkililiğini belirlemek üzere hazırladığı bir araştırmaya değinmektedir. Beyaz Saray, süregiden politikalar üzerine kısmen yeniden düşünülmesi gerektiğini ortaya koyacak biçimde, başarıların ne yazık ki oldukça nadir olduğuna hükmetmiştir.
Makale, Başkan Barack Obama’nın CIA’ya “bir ülkede gerçekleşen bir ayaklanmayı finanse etme ve silah yardımında bulunma vakalarından fiilen iyi sonuç verenleri belirlemesi için bir araştırma yürütme istediğinde bulunduğuna ve CIA’in elinde pek fazla bir şeyle dönmediğine” ilişkin sözlerini de alıntılıyor. Dolayısıyla Obama’nın süregiden bu türden girişimlere ilişkin biraz isteksiz olduğu söylenebilir.
Times’ta yayınlanan makalenin ilk paragrafı, üç büyük “gizli yardım” örneğine yer veriyor: Angola, Nikaragua ve Küba. Doğrusu her bir vaka, aslında ABD eliyle yürütülen büyük birer terörist operasyondan başka bir şey değil.
Angola, Güney Afrika tarafından, Washington yönetimine göre kendisini dünyanın “en kötü şöhretli terörist gruplarından biri”nden -Nelson Mandela’nın Afrika Ulusal Kongresi’nden- korumak adına işgal edilmişti. Yıl 1988’di.
O zamana dek Reagan yönetimi, Güney Afrika’nın ırkçı rejimine, müttefikiyle ticaretini arttırmak adına kongre yaptırımlarını ihlal etmek pahasına verdiği desteğinde, fiilen yalnız başınaydı.
Aynı esnada Washington yönetimi, Jonas Savimbi’nin Angola’daki terörist Birlik ordusuna kritik bir destek sağlamak üzere Güney Afrika’yla birlikte hareket ediyordu. Washington yönetimi, Savimbi, dikkatli biçimde gözlemlenen özgür seçimlerde açıkça yenilgiye uğradığında bile desteğine devam etti ve Güney Afrika ise desteğini geri çekti. Savimbi, Angola’nın Britanya büyükelçisi Marrack Goulding’in sözleriyle “iktidar hevesi halka berbat bir sefalet getiren bir canavar”dı.
Ortaya çıkan sonuçlar korkunçtu. Birleşmiş Milletler’in 1989 tarihli bir araştırması, Güney Afrika’daki yağmanın, ülkenin içinde olanlar bir yana, komşu ülkelerde 1,5 milyon ölüme yol açtığını tahmine diyordu. Kübalı güçler nihayet Güney Afrikalı saldırganları püskürttü ve onları yasadışı biçimde işgal edilen Nambiya’dan çekilmeye mecbur bıraktı. Canavar Savimbi’ye desteğe devam eden bir tek ABD kalacaktı.
Küba’da, başarısız olan 1961’deki Domuzlar Körfezi çıkarmasının ardından, Başkan John F. Kennedy, Küba’ya “dünyanın terörü”nü getirmek üzere kanlı ve yıkıcı bir kampanya başlattı – “dünyanın terörü”, bu sözler, Kennedy’nin yakın çalışma arkadaşı, tarihçi Arthur Schlesinger’in kaleme aldığı, terörist savaşın atanmış sorumlusu Robert Kennedy’nin yarı-resmi yaşamöyküsünde yer almaktadır.
Küba’ya karşı yürütülen canavarlıklar oldukça şiddetliydi. Planlanan, Ekim 1962’de bir ABD işgalinin önünü açacak bir ayaklanmayla sonuçlanacak biçimde terörizm uygulamaktı. Bugün artık araştırmacılar, bunu, Rusya Başbakanı Nikita Kruşçev’in, kısa sürede tehlikeli biçimde nükleer savaşın eşiğine gelinmesine yol açacak biçimde Küba’ya füzeler yerleştirmesinin nedenlerinden biri olarak kabul etmiş durumdadır. ABD Savunma Bakanı Robert McNamara, sonradan, “Eğer Küba lideri olsaydım, bir ABD işgali beklentisinde olurdum” itirafında bulunacaktı.
Amerika’nın Küba’ya dönük terörist saldırıları 30 yıldan fazla sürecekti. Bunların Kübalılara her anlamda acı bir bedeli olacaktı. Kurbanların yaşadıkları, ki ABD’de buna ilişkin bir şey duymak pek mümkün değildir, Kanadalı akademisyen Keith Bolender’in 2010’da kaleme aldığı “Voices From the Other Side: An Oral History of Terrorism Against Cuba” [Öteki Taraftan Sesler: Küba'ya Karşı Terörizmin Sözlü Tarihi] çalışmasında ilk defa ayrıntısıyla belgelenmiştir.
Bu uzun terörist savaşın çanları, bugün bile dünyayı hiçe sayarak devam eden ezici bir ambargoyla daha da hızlı çalmaya başlamıştır. 28 Ekim’de, Birleşmiş Milletler, “Birleşik Devletler’in Küba’ya dayattığı ekonomik, ticari, mali ablukaya son vermesinin gerekliliği”ni 23. kez kabul etmiştir. Oylamada, ABD’nin Pasifik Adaları’ndaki sömürgelerinin çekimser kalmasıyla birlikte 188 kabul oyuna karşı 2 ret oyu (ABD, İsrail) çıkmıştır.
ABC News, bugün ABD’nin yüksek mevkilerinde yer yer muhalefetin baş gösterdiğini çünkü (Hillary Clinton’ın yeni kitabı Hard Choices‘a [Zor Tercihler] atıfta bulunarak) “ambargonun artık faydalı olmadığı”nı bildirmektedir. Fransız akademisyen Salim Lamrani, 2013 tarihli kitabı The Economic War Against Cuba‘da [Küba'ya Karşı Ekonomik Savaş] ambargonun Kübalılara ödettiği acı bedelleri ele almaktadır.
Burada Nikaragua’nın da adını kesinlikle anmak gerekiyor. Başkan Ronald Reagan’ın terörist savaşı, ABD’nin “yasadışı güç kullanımı”na son vermesine ve hatırı sayılır tazminatlar ödemesine hükmeden Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından kınanmıştır.
Washington yönetiminin buna yanıtı, savaşı daha da tırmandırmak ve BM Güvenlik Konseyi’nin bütün devletlerin -ABD’yi kastederek- uluslararası hukuku gözetmesi çağrısında bulunan 1986 tarihli bir karar tasarısını veto etmek olacaktır.
Bir başka terörizm örneği de ABD tarafından silahlandırılan ve eğitilen El Salvador ordusuna bağlı terörist bir birimin San Salvador’da altı Cizvit papazını katletmesinin 25. yıldönümü olan 16 Kasım’da anılacaktır. Ordu genelkurmayının emriyle, askerler, papazları ve -temizlikçi ve kızı da dâhil olmak üzere- bütün şahitleri öldürmek üzere Cizvit üniversitesini basmışlardı.
Bu olay, etkileri bugün halen, gazetelerin ilk sayfalarında, büyük ölçüde bu katliamın yarattığı sonuçlar nedeniyle kendi ülkelerinin yıkıntılarından, eğer kalabilirlerse, hayatta kalmak amacıyla kaçan “yasadışı göçmenler”e ilişkin haberlerde görünmekle birlikte, ABD’nin 1980’li yıllarda Orta Amerika’da yürüttüğü terörist savaşları doruğa çıkarmıştır.
Washington aynı zamanda terör yaratma konusunda dünya şampiyonu olarak da öne çıkmaktadır. Eski CIA analizcisi Paul Pillar, cihat örgütleri El Nusra ile İslam Devleti’nin “geçtiğimiz yıl aldıkları yaraları sarmasını ve ABD müdahalesine karşı, bunu İslam’a karşı yürütülen bir savaş olarak yansıtarak birlikte bir kampanyaya çevirebilmesini” daha da tetikleyebilecek olan Suriye’deki “ABD saldırılarının hınç yaratan etkisi”ne dair uyarıda bulunmaktadır.
Bu, cihatçılığın Afganistan’ın bir köşesinden Irak ve Suriye’nin geniş bölgelerine sıçramasına yardımcı olan ABD operasyonlarının bugüne dek yarattığı yaygın bir sonuçtur.
Cihatçılığın en korkunç güncel ifadesi, Irak ve Suriye’nin geniş bölgelerinde kanlı halifeliğini kurmuş olan İslam Devleti, namı diğer IŞİD’dir.
Bölgeye ilişkin öne çıkan bir yorumcu olan eski CIA analizcisi Graham Fuller, “Bence Birleşik Devletler, bu örgütün asıl yaratıcılarından biridir” sözlerini sarf etmektedir. Fuller, “Birleşik Devletler IŞİD’in kurulmasını planlamadı ancak Orta Doğu’ya dönük yıkıcı müdahaleleri ve Irak Savaşı, IŞİD’in doğmasının temel nedenleridir” diye eklemektedir.
Bu nedenlere biz de dünyanın en büyük terörist kampanyasını ekleyelim: Obama’nın küresel “teröristler”e suikast kampanyası. Bu insansız hava aracı ve özel kuvvet saldırılarının “hınç yaratan etki”si de daha fazla yorumu hak etmektedir.
Bu yazdıklarım, biraz dehşet içinde düşünülmüş bir kayıt olsun.
[In These Times'taki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir.]
İran’ın kopyaladığı Amerikan uçağı
İran 2011 yılında düşürülen ABD ordusuna ait keşif uçağı model alınarak geliştirilen insansız hava aracının uçuş görüntülerini yayınladı.
İran devlet televizyonuna konuşan İran Devrim Muhafızları Hava-Uzay Komutanı General Emir Ali Hacızade, kopyalanan RQ 170 model insansız hava araçlarından yıl sonuna kadar en az 4 adet üretilerek hizmete sokulacağını bildirdi.
Hacızade, kopyalanan İHA için henüz bir isim belirlenmediğini ve isim konusunda İran halkından gelecek önerileri değerlendireceklerini de sözlerine ekledi.
İran, Aralık 2011’de hava sahasını ihlal eden ABD’ye ait RQ-170’I Afganistan sınırında elektronik harp sistemleriyle hasarsız olarak düşürdüğünü duyurmuştu.
ABD, Afganistan’daki ISAF komutanlığı aracılığıyla yaptığı kısa açıklamada, düşen İHA’nın Afganistan’ın doğusunda görev yaparken kaybolan silahsız bir Amerikan keşif İHA’sı olabileceğini belirtmişti.
İranlı askeri makamlar, Mayıs ayında, düşürülen uçak model alınarak geliştirilen insansız hava aracını tanıtmış ve yakında operasyonel hale getirileceğini bildirmişti.
Amerikan Lockhed Martin şirketinin ürettiği RQ 170 Sentinel, CIA’in gizli operasyonlarda kullandığı, radara yakalanmayan dünyanın en gelişmiş istihbarat-keşif-gözlem uçağı olarak biliniyor.