Kuran Ve Tarih Açısından İmam Hüseyin’in (a.s) Kıyamı

Rate this item
(2 votes)
Kuran Ve Tarih Açısından İmam Hüseyin’in (a.s) Kıyamı

“Şia-i İmamiyye, evrensel bir adaletin tesisinin bir hakikat olduğuna ve bir ütopya olmadığına inanır. İmam Mehdi ile İmam Hüseyin (as) arasında direkt bir bağ vardır. İmam Hüseyin (a.s) ile en kuvvetli bağa sahip olan hareket İmam Mehdi’nin (a.s) kıyamıdır.”

Öz Muhammedi İslamın varoluş savaşı

Kerbela olayının Ehl-i Beyt Mektebi’nde özel bir yeri ve konumu vardır. Pak mutahhar imamlar da bu olayın anlatılması ve canlı tutulması noktasında özel bir çaba göstermişlerdir. Bu çabanın doğal sonucu olarak tarih boyunca Ehl-i Beyt Mektebi’nin bağlıları İmam Hüseyin’in (a.s) kıyamının niçin ayırt edici bir özelliğe sahip olduğunu anlamaya çalışmış ve araştırmışlardır. Beri taraftan Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz de bu olaya neden bu kadar önem verdiğimizi öğrenmeye çalışmışlardır. Bu tutumumuzu garip karşılamış ve hatta bizi eleştirmişlerdir. Elbette ki sorgulama hakları vardır. Tabi bir takım garazkar tutumlar da yok değildir. Mektebin bağlıları bir taraftan kendileri için, diğer taraftan Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin sorularını yanıtlayabilmek için olayı -kitap-sünnet- evrensel aklî doğrular ışığında tahlile tabi tutmuşlar ve cevaplar vermeye çalışmışlardır. Verdiği cevaplarla da İmam Hüseyin’in (a.s) kıyamının önemini de ortaya koymuşlardır. Geçmiş ve gelecek tasavvurunda Kerbela olayının rolünü ve önemli bir konuma sahip olduğunu güzelce açıklamışlardır. Biz de makalemizde bu olaya mantıkî açıdan cevaplar vermeye çalışacağız. Hemen şunu belirtelim ki; olay bir yönüyle tarihten bir sayfa olduğundan tarihsel olaylara ve kaynaklara, diğer taraftan fıtratla bağlantılı olduğundan da kitap ve sünnete de ara ara yer vermeye çalışacağız.

Kitap ve Sünnette İmam Hüseyin (a.s)

İmam Hüseyin’in (a.s) ismi Kitab-ı Kerim’de geçmiyor. Kitab-ı Kerim örnek tavır ve tutumlardan bahsetmektedir. Tavır ve tutum yelpazesini oldukça geniş tutmaktadır. Salih amel işleyenden tutun da bir an şeytanın bir dokunmasına mahal kalınca hemen istiğfar edene, bir mümini kasten öldürmekten ahlaksızlığın ve kötülüğün kendiliğinden uzaklaştırıldığı konuma varıncaya kadar yelpazeyi çok geniş tutmaktadır. Bu tutum ve makamların bir bölümüne sahip olabilmek çok ileri düzey bir insan olmayı gerektirmektedir. Dolayısıyla biz ‘Kitab’ta İmam Hüseyin’ derken ancak ona uyarlanabilecek ayetlerden bahsetmekteyiz. Yoksa Kitab-ı Kerim’de Hüseyin’in (a.s) isminin geçmediğinin biz de farkındayız. Olayın mantıkî açıklamalarına geçmeden önce İmam Hüseyin’in (a.s) faziletlerinden birkaç hadis aktaracak doğruluğunu analize tabi tutmaya çalışacağız.

İmam Tirmizî, Süneninde Hz. Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim. Allah Hüseyin’i seveni sever. Hüseyin “esbat”tan biridir”.[1]

Bu sure İmam Hüseyin’e ait olduğuna dair rivayetler var. Bu rivayetlerden birisi şöyledir: “İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdular: Farz veya nafile namazlarınızda Fecr Suresi’ni okuyunuz. Zira bu sure Hüseyin b. Ali’nin suresidir. Kim bu sureyi okursa kıyamet gününde cennette onun derecesinde olur. Kuşkusuz Allah aziz ve hakimdir”.[2]

Bir diğer rivayeti de sunarak konuya geçmek istiyoruz.

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdular: “Farz veya nafile namazlarınızda Fecr Suresini okuyunuz. Zira bu sure Hüseyin b. Ali’nin suresidir. Ona rağbet gösteriniz ki Allah sizlere merhamet eylesin. Mecliste bulunanlardan Ebu Usame (gerekçesini öğrenmek kastıyla) Bu sure hiçte cihattan bahsetmediği halde nasıl İmam Hüseyin’e özgü olabilir?

İmam: ‘Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl, Ve cennetim gir.’ (89/el-Fecr/27-30) ayetlerine dikkat etmedin mi?

Bu ayetlerden kastedilen veya en azından kastedilenlerden birisi Hüseyin b. Ali’dir. Zira o, gönül dinginliğine kavuşmuş, İlahî iradeye rıza göstermiş ve rızası, İlahî irade tarafından onaylanmış bir benliğe sahiptir. Hz. Muhammed’e tabi olan ashabı da Kıyamet gününde Allah’tan hoşnut olacaklar; Allah da onlardan hoşnut olacaktır. Bu sûre Hüseyin b. Ali, Şiaları ve Âl-ı Muhammed’in takipçileri hakkında özel olarak nazil olmuştur. Bu sureyî okumayı alışkanlık haline getiren kimse cennette Hüseyin’in (a.s) derecesinde onunla birlikte olacaktır”.[3]

Bu rivayetlerin Kur’an-ı Kerim’e arzı gerekmektedir. Kur’an-ı Kerim tasdik ediyorsa eyvallah, yok reddediyorsa bir öneme haiz değillerdir. Bu rivayetler kuşkuyla karşılanabilir ve rivayettir, pek de öneme haiz değildir denilebilir. Yahut da ilahî buyruk nasıl olur da bu kadar daraltılabilir türünde itirazlar da gelebilir.

Bu soruların cevabı Hüseyin’i (a.s) tanımaktan ve İmam Sadık’ın (a.s) dikkat çektiği ayetlere odaklanmaktan geçiyor. Ayrıca bu surenin diğer ayetlerine yoğunlaşılmaması anlamına gelmemektedir. Ancak surenin bu bölümü can alıcı sözcüklerden oluşmaktadır. Bu sözcüklerin ve ilahî buyrukların etraflıca ele alınması gerekmektedir. Ancak bir makalenin sınırları kısıtlı ve hacmi de belli olduğundan sadece işaret etmekle yetinmeye çalışacağız.

a- Nefs-i mutmaine

b- Radiyyeten merdıyye (İlahî rızaya hoşnutluk gösteren ve bu hoşnutluğu onaylanan)

c- fî İbadî (kullarımın arasına)

a- Nefs-i Mutmainne

Nefs-i mutmainne ile ariflerin verdiği tasavvufî bilgilere girerek itirazlara mahal vermek istemiyoruz. Direkt müfessirler tarafından sözcüğün sözlük anlamını vermek ve Kur’an-ı Kerim’deki kulların diğer nefis türlerine göndermelerde bulunmak istiyoruz.

Tunus’un derya müfessiri Tahir b. Aşur ‘mutmaine’ sözcüğün kökü olan İtminan hakkında şu bilgileri verir: akıldan şüphelerin giderilip istidlal ameliyesine ihtiyaç duymayacak bir basitliğe gelmektir.[4] Araplar yüksekliği yani bir diğer ifadeyle sıkıntısı bulunmayan yere ‘ardun mutmainnetun’ derler.[5] İbn Hibban sözcüğe iki anlam verir. Verdiği ikinci anlam şudur: kuşkunun karışmadığı hak.[6] Abdülkahir el-Cürcanî ise işi daha ileri boyuta götürerek kestirmeden söyler: Nefsü’l-Mutmainne Kur’an-ı Kerim ile özdeşleşmiş, ittihad olmuş nefistir.[7] Sözcüğün Kur’anî kullanımı gönül dinginliğine ve sükunete sahip olmayı gerektirmektedir. İtminan kök kelimesi hangi konuda kullanılıyorsa o konuda bir şekilde ızdıraplı olmamak, kuşkulu bir hal içinde bulunmamak, gelgiti olmamak anlamına gelmektedir.

Ta-M-E-Ne maddeli sözcükler Kur’an-ı Kerim’de 14 yerde geçmektedir. Bu kullanımların bir bölümü nötr hatta olumsuz bir anlam vermektedir. Yunus Suresi’nin 7. ayeti olumsuz bir kullanıma sahipken Nahl Suresi’nin 112., Hac 11. ve İsra Suresi’nin 95. ayetleri imanî ve olumlu pratik gösterme noktasında bir karşılığı o kadar da ifade etmemektedirler. Diğer ayetler ise oldukça dar bir alana yöneliktir. İmanla sükunete erişmeyi ifade etmektedir. Ama bu ayet gönül dinginliğine sahip bir benlikten olayların kendisini sarsamadığı, hayatında kuşku ve düşünsel çalkantıların olmadığı bir şahsiyetten bahsetmektedir. İmam Sadık’ın (a.s) buyruğunu sadece İmam Hüseyin (a.s) hakkındadır demezsek dahi bunların en güzel ve en önde gelen örneklerinden bir tanesi İmam Hüseyin’dir. Hedef, yaşam, başa gelen musibetler karşısında sağlam bir iradenin ötesinde çalkantılı bir anının dahi olmadığını İmam’ın hayatını okuyanlar için izahtan varestedir.

Bir diğer husus ayette ‘ya eyyetühe’n-nefsü’l-mutmainne’ ifadesinde ‘nefis’ geçmektedir. Yani, “ey mutmain benliğe sahip kişi”. Böyle bir ifade olabildiğince ‘âmm’ ve mutlak bir ifadedir. Bir meselede kuşku duyan, çalkantılar geçiren kimse için bu türden ifade kullanılamaz. “Halep ordaysa arşın da burada”. Hayatında düşünsel ve eylemsel çalkantısı olmayan varsa buyursun ve desin ki; ‘bu ayet beni de veya falanca filanca şahısları da kapsamaktadır’.

Özetle bu ifade dahi ayetin kapsamının oldukça dar olduğunu göstermektedir. Allah-u Teala bu alanı kimseye kapatmış değildir, ama bu makama ve benliğe erişebilmek de büyük bir çabayı gerektirmektedir.

b- Radiyyeten Merdiyye

Ayetin genelliği ifade ettiği kanaatindeyiz.

‘Razî oluşluk’ bu rızanın İlahî irade tarafından onaylanmış olması. Bu ‘razı oluşluk’ çeşitli şekillerde tefsir edilmişse de iki veya üç anlamda özetlenebilir. İlahî emirlere ‘razı oluşluk’, Allah tarafından verilen şeye ‘razı oluşluk’ ve başa gelen sıkıntı ve musibetlere ‘razı oluşluk’. Rızanın kabul görmesinin ise anlamı açıktır. Kulun gösterdiği rızanın Allah-u Teala tarafından onaylanması ve tasdik edilmesi.[8]

İster Ehl-i Sünnet kaynaklarında ister Ehl-i Şia tefsirlerinde olsun, bir takım detay bilgiler verilmekteyse de geneli örnek bağlamında sunulan şeylerdir. Ama bizim için şurası önemli ‘razı oluşluk’ ve rızanın kabul görmesinin ikinci bölümü bir sıkıntıyı teşkil etmektedir. Kişi ilahî emirlere ve ilahî takdire rıza gösterebilir, ancak bu rızanın onaylandığını nasıl ve nereden anlayacak ve bilecektir. Dolayısıyla ahirette bilinebileceği söylenilerek cevap verilmeye çalışılmıştır. Fakat biz bunu dünyadayken de bilebilecek yapıda kulların olduğu kanaatindeyiz. Acabalı bir yaşam bir taraftan güven ve dinginlik anlamına gelen iman sözcüğüyle, diğer taraftan Allah-u Teala’nın sonsuz rahmet ve inayetiyle de çatışmaktadır.

c- fî İbadî (kullarımın arasına)

İbadî kelimesi de Kur’an-ı Kerim’de dar bir anlamı olan kelimelerdendir. Allah’a nispet edilen kul kullanımının Kur’an-ı Kerim’de biri genel diğeri de belirli bir başarıyı ve dereceyi elde etmiş kişiler olmak üzere iki kullanımı vardır. Hz. İsa’nın (a.s) “eğer onlara azap edecek olursan kuşkusuz onlar senin kullarındır” (5/el-Maide/118) “O kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir” (6/el-Enam/18) ayetlerinde olduğu gibi genel anlama sahipken bazen çok çok dar anlamı ifade edebilmektedir. “Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (18/Kehf/65)

Her halükarda bu ayetler oldukça dar bir grubu göstermektedir. İster bu ayetlerdeki hitap ahrette gerçekleşsin, ister dünyada gerçekleşsin, isterse ölüm meleğini gördüğü anda gerçekleşsin pek de fark eden bir şey yoktur. Gerçi ayetin bağlamı bu ayetlerin Kıyamet esnasında rivayetler ise bu son diyalogun ölüm anında gerçekleştiğini göstermektedir. Biz de siyakın ayetin zahirine daha uygun olduğunu göz önüne alarak Kıyamet günü olduğu görüşünü benimsiyoruz. Her halükarda konumuz açısından o kadar da fark etmemektedir. Belki kişinin rızasının onaylandığının bilinebilmesi açısından sorunu giderebilir ancak diğer taraftan kıyamet günündeki çalkantı ve sıkıntı daha büyük olduğu gerçeğini göz ardı ettiremez. Bir diğer husus zaten kıyamet hayatı dünya hayatının bir yansımasıdır. Gerçi Sealibî razı sıkıntının üzerinden gelebilmek için rızayı dünyaya marziyye sıfatını ahirete tahsis etse de bu delilden yoksundur.[9]

“Hüseyin bendendir; ben de Hüseyin’denim” hadisi. Hüseynün minnî ve ene min Hüseyin. Bu hadiste geçen min edatı iki anlama gelmektedir. Şunu hemen belirtelim ki bu kullanımla tıpatıp uyuşan bir ayet Kur’an-ı Kerim’de de geçmektedir.

“Fe men tebienî fe innehu minnî/Kim bana tabi olursa bendendir” (14/İbrahim/36) Allame Alusî bu ayet hakkında şöyle der: “Kim bana tabi olursa bendendir” (14/İbrahim/36) ayetinde geçen ‘min’ harf-i cerri ‘baziyet’ anlamında olabilir. Yani kim bana tabi olursa benden bir cüzdür. Yani benim bir cüzüm gibidir.

‘Min’ harf-i cerri ‘ittisaliye’ anlamında da olabilir. Nitekim Hz. Resulullah’ın (s.a.a.) Hz. Ali (a.s.) hakkında “Senin bana göre konumun Harun’un Musa’ya göre konumu gibidir’ buyurduğu hadiste de bu anlam söz konusudur. Yani sen benden din konusunda hiçbir zaman ayrılmamacasına bitişiksin”.[10]

Bu açıklamalar ışığında Hz. Peygamber’in İmam Hüseyin ile ilgili buyruğuna bakacak olursak şu iki anlam ortaya çıkmaktadır:

a- Hüseyin benden bir cüzdür; ben de Hüseyin’den bir cüzüm. Yani Hüseyin yapıp ettikleri, benim yapıp ettiklerimin bir cüzü, benim de yapıp ettiklerim onun yapacaklarının bir cüzüdür.

b- Onun din noktasındaki tutumu benim din anlayışıma bitişiktir. Arada herhangi bir fasıla yoktur.

Resulullah’ın (s.a.a) en önemli özelliği ve görevi risalet olduğuna göre İmam Hüseyin’e (a.s.) yönelik bu senası da kanaatimizce risaletle bağlantılıdır. Makalenin ilerleyen sayfalarında da ortaya koyacağımız gibi İmam Hüseyin’in (a.s) mücadelesi orijinal risaletin sürekliliğini sağlamıştır. Bu mücadele olmasaydı düşünceden inanç ve kabullere, ibadetten ahlaka kadar Ümeyyeci din anlayışının tesis ettiği din anlayışı ve algısı üzerinde devam edecektik. Bu din anlayışından Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyye de payını almış olacaktı.

Özetle sunduğumuz rivayetler en azından Fecr Suresi çerçevesinde bir iddiaya dönüşmektedir. Biz Fecr Suresi’nin uyarlanabileceği kişilerden birisinin İmam Hüseyin (a.s) olduğu kanaatindeyiz. Onun pak sireti, yaşantısını ‘nefsü’l-mutmainne, radiye ve merdiyye’, ibadî (kullarım) kavramları yansıtmaktadır. Bu kavramlar da oldukça dar bir alanı ifade etmektedir. Bu iddianın ispatı da tekzibi de mümkündür. Biz bu iddianın doğruluğu görüşünü benimsiyoruz. İmam Hüseyin (a.s) hareketinin her bir safhasında ve noktasında tarihe bir not düşmektedir. O, Kufelilere de Basralılara da Şamlılara da Medinelilere ve Mekkelilere de bütün hüccet kapılarını konuşmalarıyla açmakta, mazeret noktalarını tıkamaktadır. Davet edip davetinde durmayan Kufeliler bir defa suçluysa İmam Hüseyin’i (a.s) yardımsız gönderen hatta onu göndermemek için direten ve o din anlayışına ses çıkarmayan hatta benimseyen ümmet iki defa suçludur. Dileyen de delilleriyle reddeder ve İmam Hüseyin’in (a.s) hareketinin bir yıkım hareketi olduğunu, o din anlayışının daha sağlıklı olduğunu kabul eder.

Buyurun bu iddianın sağlamasına geçelim. İmam Hüseyin’in (a.s) hayatına, siretine ve hareketinin amacına bakalım.

İmam Hüseyin (a.s) ve adalet

İmam Hüseyin’i (a.s) ayrıcalıklı kılan unsur nedir? Biz Şiiler neden bu kadar İmam Hüseyin’e önem vermekteyiz? Bir kan davası mı gütmekteyiz? O derece ki rivayetlerimiz adaletin tesis edicisi olarak kabul ettiğimiz İmam Mehdi’nin (a.s) ‘ya li sarati’l-Hüseyin’ ‘İmam Hüseyin’in intikamını almak için ileri’ sancağıyla çıktığını ortaya koymaktadır. İntikam ve kinin kötü bir ahlakî özellik olduğunu belirten Kitab-ı Kerim ve rivayetlerimiz ile bu rivayet ve anlayış bir çelişki değil mi? 1300 yıl öncesinde gelip geçmiş bir olayın peşine düşmek insanî tavırla nasıl açıklanacaktır? Beri taraftan bunca ağlama, sızlama ve feryadı figan Şiîlerin aklî dengesini bozmuyor mu? Bir diğer cevaplanması gereken soru neden diğer imamlar değil de sadece İmam Hüseyin..!?

Akla önem veren, din anlayışının eksenine dışsal vahyi ve risalet-nübüvvet-imamet müessesesini iç peygamber olarak aklı koyan Şia’nın bütün bu sorulara verdiği cevabın özünde risaletin bekası, adalet ve mahşerî vicdanın harekete geçirilmesi olgusu bulunmaktadır. Risalet, adalet ve vicdanın müteharrik hale getirilmesi olguları yerli yerinde oturduğu zaman Şia’nın neden İmam Hüseyin’e (a.s) bu kadar önem verdiği de anlaşılmaktadır.

Bütün peygamberlerin arzularından birisi adaletin tesisidir. Dahası bütün insanların arzusudur adalet. Günümüz insanının sıkıntısı da bu değil midir? Biz batılıların çifte standardına itiraz ederken, beri taraftan coğrafya insanlarının adalet talebinin karşılanamamasından dolayı insanların evlerini-barklarını bırakıp Batı’ya doğru göç ettiklerini görmemekte veya görmezlikten gelmekteyiz. Dahası Müslümanlara yönelik eleştirilerin bir bölümü adalet ile alakalıdır. İslam coğrafyalarında verilen savaş adalet-zulüm savaşından daha çok erkin ve iktidarın ele geçirilmesi savaşıdır. En azından insanların itirazlarını ve İslam’a soğukluk nedenlerini analize tabi tuttuğumuzda bir bölümünün İslama değil, Müslümanlara yapıldığını görebilmekteyiz.

Adalet olgusunun tesisini Kitab-ı Kerim ne bir kuruntu olarak takdim etmektedir ne de bir ütopya. Bu bir ütopya olsaydı Kitab-ı Kerim bunu risaletin gönderiliş amaçlarından birisi olarak sunmazdı. Resul de adalet/kıst içindir, Kitapların gönderilişi de… Biz mahza adaletin uygulanabileceği ve bunun her alan mümkün olabileceği kanaatindeyiz. Ne var ki bunun şartlarından birisi olan ümmetin/insanların masum şahıslara destek vermesi şartının gerçekleşmemesinden dolayı tarih bize adaletin tesisi konusunda son derece nadir örnekler sunabilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.a) sonrasında ise mutlak adaleti uygulamaya çalışan İmam Ali’yi (a.s) ümmetin engellediğini, zihinlerindeki kabullere imamı (a.s) zorladıklarını görmekteyiz. İnsanların Allah-u Teala’ya itiraz edebilecekleri bir alan yoktur. O, tarih boyunca İlahî şeriatlar ve İlahî emanetçiler göndererek lütfünün ve merhametinin gereğini yerine getirmiş, ancak insanlar bunu kabul etmekten ekseriyetle kaçınmışlardır.

Her halükarda insanlara düşen bir sorumluluk vardı: Ümmet olmak, resul, nebî ve imamın riyasetinde ümmet olup adaleti tesis etmek. İmama adaleti tesis edebilmesi için destek olmak.

Kur’anî perspektifle ve mantıkî açıdan olaya bakıldığında adaletin tesisinin üç saç ayağının olduğu görmekteyiz.

a- Dört başı mamur bir kanunun/şeriatın bulunuşu

b- İlahî kıyadet/yönetim

c- İnsan/ümmet

“Andolsun ki biz, peygamberlerimizi, apaçık delillerle gönderdik ve onlarla berâber de kitap ve terâzi indirdik, insanlar adâletle doğru muâmele etsinler diye ve demiri de indirdik ki onda çetin bir azap var ve insanlara faydalar” (57/el-Hadid/25)

Adaletin ikameti için eksiksiz bir ilkeler manzumesinin olduğu su götürmez bir olgudur. Biz bunun İslam şeriatı olduğunu kabul etmekteyiz. İslam şeriatının eksiksiz ve kâmil olduğunu biz de kabul etmekteyiz Ehl-i Sünnet de. En azından bir takım olaylara verilen hükümler farklı olsa da İslam ümmetinin bu iki grubu benimsedikleri görüşlerin doğru olduğu kanaatindedirler. Hangisi doğrudur tartışmasına girmek istemiyoruz.

İkinci olgu bu kanunun tatbikî ve uygulanmasıdır. Şu bir vakıadır ki bu ilkelerin tatbikî en az ilkelerinin sağlamlığı ve doğruluğu kadar önemlidir. Zira 1.400 yıllık bir insanlık tarihinin karşılaşacağı düşünsel, amelî, inançsal ve ahlakî problemlerin çözümünde hangi kuralın hangisine uygulanacağı ve bunun doğru tatbikî büyük bir problemdir. Uygulayacak şahsın en azından diğer insanlardan birkaç gömlek üstün olması gerektirmektedir. Siz kanun/şeriat her şeyi çözer deyip de sıradan insanların eline verecek olursanız bazen o kanun azaptan öteye bir işlev görmez. Normal olaylar için durum bu iken, yığınlarca ve çetrefilli olaylara doğru çözümü koyabilmek ve bunun doğruluğundan emin olabilmek İlahî emanetçiyi zorunlu kılmaktadır. Değilse “li ella yekune elallahi hüccetun bade’r-resul/resullerden sonra onların Allah aleyhinde hiçbir kanıtları olmasın diye” (4/en-Nisa/165) buyuran ilahî fermanın doğruluğu ortadan kalkar. Bu da şeriatın tatbikî noktasında iyi bir yöneticinin ve hükümleri bilen birisinin olmasını gerektirmektedir. İmameti reddeden din anlayışı en iyimser tabirle insanı yine kuşku içinde bırakacaktır. Akıl sahipleri birçok mesele hakkında ‘acaba bu olaya verilen karar ve hüküm doğru muydu yanlış mıydı?’ türünde bir girdaba düşecek yahut da kendisini rahatlatma yoluna gidenler ise bunların cevabını bilmek o kadar da önemli değildir, diyeceklerdir. Biz bu kuşkunun İlahî rahmetle çatıştığını düşünmekteyiz. Her bir olayın ve bir düşüncenin doğru kararı ve doğru yanıtı vardır. İlahî seçkiyle seçilen Zat bu tatbikî ve doğru yanıtları verecek, dolayısıyla da insanların Kıyamet gününde itirazlarına mahal bırakmayacaktır.

Şunu vurgulamadan geçmek istemiyorum. Bu düşüncelerle insanın düşüncesine pranga vurmak istemiyoruz. Düşünme ve akletme insanı insan yapan hususlardandır. İnsan tefekkür-tezekkür-taakkul ve tedebbür ameliyesinde bulunmalı, hatta bu ameliye desteklenmelidir. Ancak bu ameliye o düşünülen meselelerde doğru görüşü net bir şekilde bilen birisinin varlığıyla çatışmamaktadır. Dahası o meselelerde ve olaylarda doğruyu bilen birisinin bulunması insanın kuşkuya ve fikirsel ızdırapların içine yuvarlanmasına da engeldir.

Üçüncü olgu ümmet, ayette en ilgi çeken nokta şu ifadelerdir: Li yekume’n-nasu bi’l-kıst. İnsanlar adaleti uygulasınlar diye. Adaletin uygulanmasında Allah-u Teala insanlara da bir yük yüklüyor ki biz buna ümmet diyoruz. Gerçi ayet-i kerime ümmet ifadesini kullanmıyor, ‘en-nas’ (insanlar) diyerek oldukça genel bir atmosfer çiziyor. Yani adalet bütün insanlar için bir gereklilik, hatta zorunluluk. Sorumluluğu din, dil, ırk, mezhep ayrımı yapmaksızın bütün insanların boynuna yüklüyor.

Beri taraftan adaletin zorunluluğu noktasında şeriatın adalet zorunludur demesine gerek de yoktur. Zaten akıl bağımsız olarak adaletin güzel ve yerine getirilmesi gereken bir ödev, zulmün de çirkin ve kaçınılması gereken bir vazife olduğunu rahatlıkla tespit edebiliyor. Şeriat ve Kur’an-ı Kerim bu konuda pekiştirici bir unsur görevi görüyor. Ancak bütün meselelerde adaletin tespiti bir uzmanlığı, doğru bir şekilde uygulamak ise hikmeti ve ilahî marifeti gerektirmektedir.

Adaletin tesisi çağrısı sadece resullere yönelik bir hitap değil, bütün insanlara ve insanların vicdanına yönelik bir çağrıdır. Adaletin tesisi noktasında Müslümanı gayrimüslimi resullere destek vermek zorundadır.

Ancak tarihe baktığımızda adaletin tesisi görevini yerine getirmek için gönderilen resul ve nebiler üçüncü şartın oluşmamasından dolayı adaleti uygulayamadıkları gibi bu uğurda çoğunluğu şehid düşmek zorunda kalmışlardır.

Tarihsel arka plan

İmam Hüseyin’i (a.s) diğerlerinden ayırt eden unsur ilk şıkla alakalıdır. Diğer İmamların imametleri döneminde bir şekilde şerî ilkeler ve şeriatın açıklanması olanağı vardı ve ilahî mesaj bir şekilde yerinde duruyordu. Fakat karşıt devrim hareketi Yezid döneminde artık öyle bir hale geldi ki İslam var oluş savaşını vermeye başladı. Birazdan örneklerle de açıklamaya çalışacağımız gibi yeni oluşturulan din algısı ve anlayışı toplum nezdinde makes bulmuş ve karşılık görmüştü. Bütün Müslümanların varlığında ve gerçekleştiğinde kesin ittifak ettikleri Harre olayı, Mekke’nin ve Kabe’nin mancınıklarla taşlanması ve İmam Hüseyin’in (a.s) şahadeti dejenerenin hangi boyutlarda olduğunun açık bir göstergesidir. Bir diğer ifadeyle Resulullah’ın Medine’si, Allah’ın Haremi ve Peygamber’in torununun saygınlığı ortadan kaldırılmıştır hem de İslam dini adına. Yani bunlar yapılırken Hıristiyanlık, Yahudilik ve şirk adına değil, bizzat İslam adına yapılıyor ve yapılması halifenin hakkı olarak algılanıyordu. Halife ve valisi istediğini öldürüyor, istediğini zindana atıyordu. Halifeye biat hem dünya hem de ahret mutluluğu ve hayrı olarak görülüyordu. Ona bir şekilde isyan Müslümanların kararına saygısızlık olarak görülüyordu. Hem de öyle sıradan insanlarca değil, koca koca kimseler de böyle düşünmekteydi.

Abdullah b. Ömer ile İmam Hüseyin (a.s) arasındaki şu diyalogda o dönemin ileri gelenlerinden ve aydınlarından birisi olan İbn Ömer’in şu sözleri zihinsel felci ve toplumun onanmaz durumunu ortaya koymaktadır: Ey Ebu Abdullah! Allah’tan kork… Bu kavmin size olan düşmanlığını ve size zulümlerini biliyorsun. İnsanlar şu adamın Yezid b. Muaviye’nin yönetmini benimsemişlerdir. Altın ve dinarların onların nezdindeki önemli konumlarından dolayı seni öldüreceklerine ve dolayısıyla bir çok insanın helak olacağına emin değilim….İnsanların bu gidişatına uygun davranıp onlar gibi davranmanı, daha öncesinde Muaviye’ye sabr ettiğin gibi buna da sabretmeni tavsiye ediyorum. Yezid’e sabret ki belki de Allah seninle zalim kavim arasında hüküm verir.[11]

Dünyevileşme, yönetime karşı duyarsızlık, toplumsal bozulma karşısında umarsızca davranış, sabır davranışının yanlış telakkisi, Ehl-i Beyt’e düşmanlık vb. Bu gerekçelerin bütünü önemli olsa da sonuncusunun ayrı bir önemi var. Hastalıklı beyinler salih zatlara düşmanlığı normal bir olguymuş gibi görebilirler, ancak bizler haddi zatında salih zatlara düşmanlığı ve zulmü büyük kişisel benliğin problemli olduğunun göstergesi olarak kabul etmekteyiz. Medine toplumunun en iyisi dahi İmam Hüseyin’i (a.s) yalnız bırakıyor.

Şöyle bir itiraz gelebilir: Biat etmesin, ancak sesini sedasını çıkarmaksızın yerinde ve evinde otursun, ne olur ki?

Bu üç gerekçeden dolayı mümkün değildir.

a- O günkü ortam sorumluluk bilincinde olan bir bireyin sünneti ihya etme ve öz Muhammedî İslam’ı izhar etme ve yardım etmeyi gerektirmektedir ki İmam Hüseyin (a.s) bunu hareketinin gerekçesi olarak sunmaktadır.

b- Her halükarda İmam Hüseyin (a.s) kıyam etmeseydi dahi biat alınmaksızın bırakılmayacaktı. Yani artık sadece Medine’de değil İslam diyarları olarak bilinen Mekke, Yemen, Basra ve Şam gibi ortamlarda biat etmeksizin yaşayabileceği bir ortam yoktu. En güvenilir ortam babası İmam Ali’nin Şialarının bulunduğu Küfe’ydi ki orası dahi en iyimser tabirle yine sıkıntılıydı.

İmam Hüseyin (a.s) Ümeyye oğullarının kendisine yönelik tutum ve tavrını şöyle ifade etmektedir: Heyhat, ey İbn Ömer! Şu topluluk asla beni bu halimle bırakmayacak! Onlar ben istemediğim halde beni ibadet edinceye kadar talep edeceklerdir veya beni öldüreceklerdir.[12]

c- İmam Hüseyin (a.s) tavır ve tutumlarıyla sadece o güne ve konjonktüre değil tarihe de not düşen ve onlara da cevap veren bir şahsiyettir. Küfe’den gelen mektuplara İmam Hüseyin (a.s) ret cevabını verseydi hastalıklı beyinler ‘önüne çıkan fırsatı tepti’ diyeceklerdi, yardıma koşmadı. İmam Hüseyin (a.s) bu tavırla marazlı düşüncelere de cevap vermiştir. Bundan daha önemlisi İmam Hüseyin (a.s) kanıtın yerli yerince konulmasını gerektiren bir tavır sergilemeliydi. Şöyle ki; bu davetler karşısında üzerine düşen görev, icabet etmesi ve o günkü toplumun mazeret ileri sürebilecekleri bir alana mahal vermemesiydi. Dahası gerçekten o günün Küfe’sinde dinin dejeneresinden gönülden sıkıntı duyanlar vardı. Hatta sivil itaatsizliğin en güzel örnekleri Küfe’de yaşanmaktaydı.

Süleyman b. Surad el-Huzaî’nin İmam Hüseyin’e (a.s) gönderdiği mektuptaki şu ifadeler Küfe’nin diğer toplumlara karşı nasıl ileri düzeyde olduklarının göstergesiydi;

“Biz seninle birlikte savaşmak, senin için her türlü çabayı göstermek istiyoruz… Şu kadar var ki köşkte yöneticilik yapan Numan b. Beşir bulunmaktadır. Ne O’nun kıldırdığı Cuma namazlarına gidiyor ne bayramlaşıyor, ne de ona vergi veriyor, ne çağrılarına icabet ediyor ne de emirlerine itaat ediyoruz.” [13]

Böyle bir toplulukla ölü toprağının serpildiği Mekke ve Medine eşdeğer olabilir mi? Ne var ki aynı sivil itaatsizlik İmam Hüseyin’in (a.s) kıyamında görevini yerine getiremediğinden dolayı başarısız olmuşlardır. Suçun bir bölümü onlardaysa diğer bölümü her türlü despotizmi uygulayan İmam Hüseyin’in (a.s) ordusuna katılmaya engel olan Yezid ve avenelerinin yönetiminde aranmalıdır.

Kur’ani perspektif

Şu itirazla sıklıkla karşılaşmaktayız; “Ümmet bu kadar bozulmuş olamaz. Siz Şiiler biraz da abartıyorsunuz meseleyi”.

Bu itiraza cevaben şöyle deriz. Kur’an-ı Kerim bize toplum psikolojisi hakkında bir anahtar sunmaktadır. “Festehaffe kavmehu fe etauhu/Firavun kavmini küçümsedi. Onlar da O’na itaat ettiler.” (43/ez-Zuhruf/54)

Firavun’un kavmini küçümsemesinin milletinde yaptığı tahribatlara Kur’an’dan bir bakalım. Firavun, kavmine ben sizin en büyük rabbiniz değil miyim demekte ve kavmi de bunu onaylamaktadır. İsrail oğullarının çocuklarını boğazlamakta, kadınlarını hizmetkar olarak kullanmaktadır, İsrail oğullarından ses seda çıkmamaktadır. Hz. Musa’nın sihirbazlarla mücadelesinden galibiyetle çıkıp da haklı olduğu ortaya çıktığı halde kendi kavminden hiç kimse ey Firavun Musa haklıymış dememektedir. O millet içinde doğruyu söyleyebilecek hiçbir kimse yok. Kur’an-ı Kerim’den örnek olarak sunduğumuz bu olayların yanında Kitab-ı Kerim’in anlatmadığı tarihin kaydettiği acaba hangi olaylar yaşanmıştır? Yönetim tabakası, toplumu sürüklemeye görsün, o toplumdan kim bilir hangi davranışlar sadır olabilir? Toplum psikolojisi böyle bir şey. Seni alıp sürüklüyor. Toplumun kabullerine rağmen bir şeyler söyleyebilmek çelik bir iradeyi gerektirmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de toplum psikolojisinin dominantlığını yansıtan yığınlarca örnek vardır. Hz. İbrahim’in (a.s) kavminin puta tapıcılığı, Hz. Lut’un (a.s) kavminin livatası, Hz. Şuayb’ın (a.s) kavminin tartıdaki hileleleri vd. O toplumlara bakıp da gülüp geçtiğimiz yanlışları o toplum içinde söyleyebilmek bir direnci ve hakperestliği gerektirmektedir.

Dolayısıyla böyle bir itirazın geçerliliği söz konusu değildir.

Sapmalardan örnekler

Vurgulamak istediğimiz bir diğer husus sapmada söz ve eylem ayrımına gitmenin bilimsel bir geçerliliğinin olduğunu söylemek zordur. İnsanlar yalan söyleyebilir ve Resulullah (s.a.a) adına yalan hadis uydurabilir, yanlış eylem ve davranış ya da yalan eylemi Resulullah’a (s.a.a) nispet edemezler şeklindeki bir algının bilimsel bir kanıtı yoktur. Peygamberi adına yalan uyduran bir topluluk pekâlâ yalan bir tutum ve davranışı da Peygamberine nispet edebilir. Bu davranış toplumda makes de bulabilir. Otoritenin baskı kurması ve dikte ettirmesi istenilen algının toplum tarafından kabul görmesine neden olabilir.

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra bir şekilde halifeler ve ümmet az çok bazı şeylere dikkat ediyorlardı. Gerçi büyük hatalar vardı denilemese de -ki bu dahi tartışmalıdır- bazı hususlara riayet göze çarpmaktaydı. Fakat üçüncü halifenin; ‘halife istediği şekilde tasarrufta bulunabilir’in kapısını aralayan tutumu, Muaviye ve Emevî halifeleri döneminde tavan yapmıştı. İlk kuşak sahabîleri ve Ümeyye oğulları, Halife Ömer döneminde başlayan ve Osman döneminde keyfi uygulamalarla birer kodaman haline gelmiş ve artık onların normal hakları olarak görülüyor, kanıksanır bir hal almıştı. Örneğin Halife Osman’ın 150.000 dinar, 1.000.000 dirhem, Huneyn, Vadi’l-Kura vd 100.000 dinar, bir çok at ve deveye sahipti. Zübeyr b. el-Avvam 50.000 dinar, 1.000 at, bin köle ve cariyeye, Talha b.Ubeydullah’ın Irak’tan günlük bin dinar geliri vardı.[14] Bunlar kendi özel malları olarak görülebilir ne var ki bu servetin bir bölümü gelen ganimetlerin keyfi dağıtımından kaynaklanmaktaydı. Halife bu hakkı kimden alıyordu. Eğer buna hakkı vardı diyorsanız, aynı gerekçeyi adilane bir şekilde dağıtan Peygamber’in bu uygulamasının keyfîliğe dönüştürülmesi dinin ilkeleriyle nasıl örtüştürmektesiniz?

Halife artık Allah’ın Halifesi olarak görülüyor, bütün yeryüzü onun mülkiyeti olarak kabul ediliyordu. İslam halifesinin adından öyle sözler çıkıyordu ki artık insanın tüyleri diken diken oluyordu. Halife Muaviye, İmam Ali’nin (a.s) mektubunu getiren Sa’sa’a b. Suhan’a şu sözleri söyleyebiliyordu: “Yeryüzü Allah’a aittir. Ben de onun palifesiyim. Allah’ın malından neyi alacak olursam o bana aittir. Bıraktıklarım ise benim ahaliye bir hediyemdir.”[15] Küçümseyici bir tarzda rivayettir deyip geçebilirsiniz veya sened tetkiki açısından da eleştirilebilir. Ne ki dönemin uygulaması ve zihin yapısını olduğu gibi yansıtmaktadır. Dahası hala daha bu düşünce Müslümanların arasında varlığını devam ettirdiği genel bakış açısı da bu şekildedir. İtiraz seslerini yükseltenlere tehdit edercesine parmaklarını sallayanlar hiç de öyle azınlıkta değildir. İslam coğrafyası mal ve mülkü kendilerinin seçtiği zıllullah fi’l-ardın seçkisine bırakırken insan düşüncesini dumura uğratacak her türlü tedbiri de almışlardır. Ama İlahî seçkinin olduğu görüşünde olan Şia Mektebi ve temiz imamlarının siretlerinde pratik olarak bunun izine dahi rastlanmaz. Tarih Ali’nin (a.s) kerpiç evini, Hüseyin’in (a.s) İslamı ihya çabasını, Hasan’ın (a.s) yarenlerini koruma ferasetini, İmam Sadık’ın (a.s) huzurunda materyalistlerin açıkça ve özgürce görüşlerini dile getirdiklerini sunmaktadır. İmam Ali’nin (a.s) Küfe’sinde başta Ebu Musa el-Eşarî olmak üzere muhalif bütün unsurlar ve sesler rahatça itirazlarını yükseltebilmekteydi. Bu fikir özgürlüğünün faydasını görebilmek için İslam ümmeti fazla beklemeyecekti. Bir asır geçmeden Küfe fikirsel akımların cirit attığı aydın mı aydın bir şehre dönüşmüştü.

Beri taraftan yanlışa yanlış diyebilme bu yeni din algısına göre imkânsızdı hatta büyük günahlardan olarak kabul ediliyordu. Her halükarda halifeye itaat edilmeliydi. Toplum, Halife ve valiler karşısında söz söylemekten aciz bir görünüm sergilemekteydi. İmam Hüseyin’in (a.s) kıyamı olmasaydı bu böyle devam edecekti. Zaten İmam Hüseyin (a.s) Medine’den ve Mekke’den yolculuğa çıktığı esnada da ümmet imama harekete geçmemesini, yerinde ve evinde kendileri gibi oturmaları tavsiyesinde bulundu. Ümmetin üzerine ölü toprağı serpilmiş gibiydi.

Beri taraftan zihinleri felç eden Mürcie ve Cebriyye ekollerinin düşünce kökleri bu dönemlerde atıldı ve sonraki dönemlerde Ümeyye oğullarından destek gördü.

Bu saptamalar ağır gelebilir, ancak yukarıda sunduğumuz ve sunacağımız örnekler bunu ortaya koymaktadır. Harre ve Kâbe’nin yakılıp yıkılması, sahabe kızlarının namuslarının peşkeş çekilmesi aniden ortaya çıkmış olaylar değildir. Bunun bir arka planı vardır. Açıkçası ağır geleceğinin farkındayım. Ancak söylemeden de edemeyeceğim. Bu bir sapma değil, karşı devrimdir. Yeni din anlayışının ve algılayışının öz ve pak Muhammedî İslam karşısında bir devrim girişimidir. Karşı devrim son derece başarılı olmuştur. Ne ki İmam Hüseyin (a.s) bunun önüne geçti ve tarihe yarenleriyle birlikte eşi benzeri görülmemiş altın bir sayfa çizdi.

İslamî ve İlahî Ahkâma açık açık muhalefetten, küfür kokan sözlere kadar birçok cerime işlenmekteydi hem de din adına. Otoritenin emirnameleri hemen hemen olduğu gibi kabul görüyor ve bunun din olduğu sanılıyordu. Hele hele Şam’da bu algı bütünüyle hâkimken, Peygamber’in Medine’sinde, cılız sayılabilecek bir kaç itiraz gerçekleşmesine rağmen toplum tarafından uygulanıyordu. İmam Ali’nin (a.s) Küfe’sinde ise itirazlar biraz daha yüksekti. O gün için sivil itaatsizlik adına örnek gösterilebilecek bir yer varsa o da Küfe’ydi ki, bu dahi oldukça cılız olmaktan öteye geçmiyordu. Küfe vefasızlığından dolayı eleştirilecek ise diğerleri gönüllü olarak kabul etmelerinden dolayı iki defa eleştirilmelidir.

İbadetlerde sapmalar

a- Said b. Cübeyr rivayete göre, şöyle demiştir: Arafat’ta İbn Abbas ile beraberdim. İbn Abbas insanların telbiye getirmelerini niçin duymuyorum dedi. Ben de: “Muaviye’den korktukları için” dedim. Bunun üzerine İbn Abbas çadırından çıkarak: “Emret emrine hazırım” diye telbiye getirmeye başladı ve: “Ali’ye kızgınlıkları yüzünden sünneti terk etmişler” diye konuştu.[16]

b- Ben Dımaşk’ta Enes ibn Mâlik’in yanma girdim; o ağlıyordu. Ona: Seni ağlatan nedir? dedim. Enes: (Beni Resûlullah zamanında) erişmiş olduklarımdan, namaz müstesna, hiçbir şeyi tanımaz olmaklığım (ağlatıyor). İşte bu namaz dahi zayi’ edilmiştir, dedi.[17]

c- Namazda tekbirde ilk eksiltmeye giden Muaviye’dir.[18]

d- Bayram namazlarında ezanın okunması bidatini ilk ihdas eden de Muaviye’nin ta kendisidir.[19] Bu noktada Katade Said b. Müseyyeb’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Rama­zan ve kurban bayramında namaz için ilk olarak ezan okuyup ikamet getiren kişi Muaviye olmuştur.[20]

Lakaytça davranışlar

İlk defa bir çocuğu kendi nesebine ilhak eden ve Peygamber’in hadisine açıkça muhalefet eden de Muaviye’dir. Hem de Peygamber’in (s.a.a) ‘çocuk yatağa aittir; zina edene ise taş vardır'[21] açık buyruğuna rağmen. Böyle bir hadis olmasa dahi bir kişiyi kendi nesebine ilhak etmek büyük bir zulüm ve lakaytlıktır. Bu davranışı bir taraftan O’nun dine karşı ne kadar lakayt olduğunu ve insanları nasıl küçümsediğini gösterirken diğer taraftan İslam ümmetinin o anki durumunu da ortaya koymaktadır. O, Ziyad b. Ebih’i (veya Sümeyye’yi) kendi nesebine ilhak etmiştir. Bu ilhaktan dolayı Tabiun kuşağının bilge ismi Hasan-ı Basrî Muaviye’yi eleştirir. Tabi bunun yanında şu üç nedeni de sıralar: “Hicr b. Adiy el-Kindî gibi abid bir şahsı şehid etmesi, İmam Ali ile savaşması, Yezid’i veliahd tayin etmesi.”[22]

Ebü’l-Yeman, Zührî’nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Seneler geçti, hiçbir kâfir kişi Müslüman kişiye mirasçı olamadı. Hiçbir Müslü­man kişi de kâfir bir kişiye mirasçı olamadı. İlk olarak Müslümanı kâfire mirasçı kılan Muaviye olmuştur.”[23]

Muhammed Yusuf Garevî, İmam Seccad (a.s) döneminde halkın nasıl hacc edeceklerini hatta nasıl namaz kılacaklarını bilemeyecek bir seviyeye geldiğini Hanbelî Fakih Behutî’den aktarır.[24]

Allah’ın halifesi mi daha üstün Allah’ın Resulü mü?

Başlık ilginç gelebilir ama gerçekten yerleştirilen din algısı bu. Halife, Allah-u Teâlâ’nın halifesi olduğuna göre yeryüzündeki bütün tasarruf hakları da ona aittir. O dilerse malı istediğine istediği şekilde dağıtır. Hatta dağıtması ve vermesi halifenin lütfündandır. Dileseydi vermeyebilirdi. Kimsenin de söz söylemeye ve itiraz etmeye hakkı da yoktu.

Halifenin Resulden üstün olduğuna dair söylenen sözlerden bazıları;

Haccac şöyle der: “Bir kişinin halifesi elçisinden kendisinin nazarında daha değerlidir. Halifeler de böyledir, ey Müminlerin emiri halife konum itibariyle resullerden daha üstündür.”[25]

Bir vali olan Halid b. Abdullah el-Kasrî ise açıktan açığa Halife ile Ulu’l-Azm peygamberlerinden Hz. İbrahim’i (a.s) kıyaslayabilmekte ve üstünlüğü halifeye vermektedir. O şu sözleri pervasızca söyleyebilmektedir: “İbrahim el-Halil, Allah-u Teâlâ’dan su istedi. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ da kendisine tuzlu bir suyu (Zemzem’i kastetmektedir) verdi. Emirü’l-Müminin ise Allah-u Teâlâ’dan su istedi. Allah-u Teâlâ kendisine saf ve arı tatlı su bahş etti.”[26]

Aynı şahıs şunu söyleyebilmektedir: “Vallahi, Emirü’l-Müminin bana Allah’ın peygamberlerinden daha sevimli gelebilmektedir.”[27]

Küfür kokan sözler

Muaviye -Ebubekir’in, Ömer’in, Osman’ın mülkünü ve onların ölmeleriyle adlarının da öldüğünü zikrettikten sonra- Muğire İbn Şu’be’ye şöyle demiştir: “Ama Haşim Oğullarından olanın (yani Peygamberin) adı her gün beş kez anılarak; ‘Eşhedü enne Muhammeden Resulullah’ denilmektedir. Allah’a and olsun mutlaka bu ismi yere gömeceğim. Onun ismini bir bir yere gömeceğim.”

Haccac, Müslümanları Medine’deki Hazret-i Resul-u Azam (s.a.a)’in kabrinin başında ve minberinin çevresinde tavaf ederken gördü ve şöyle dedi:

“Yazıklar olsun onlara! Onlar odunlar ve çürümüş kemiklerdir.

Emirü’l-Müminin Abdülmelik’in sarayını tavaf etselerdi ya

Bilmiyorlar mı ki kişinin halifesi kişinin elçisinden daha hayırlıdır.”

Müberred der ki, İşte Haccac’ın bu davranışı Fakihlerin kendisiyle Haccac’ı tekfir ettiği hususlardandır.[28]

Haccac, Emevî halifelerine vahyin geldiğini ve vahyin kesilmediğini, Abdülmelik b. Mervan’ın masum olduğunu iddia edebilmektedir.[29] Hatta kimileri Haccac’a karşı çıkmayı İslama karşı çıkmakla eşdeğer görebilmişlerdir.[30]

Bu liste uzayıp gider. Sadece bu kadarını aktarmakla yetiniyoruz.

Hareketin amacı

Böyle bir ortamda din için yapılacak yegâne hareket sünnetin ihyasıdır ki İmam Hüseyin (a.s) da amacının bu olduğunu belirtiyor.

İmam Hüseyin (a.s) şöyle buyurmaktadır: Ben ceddim Resulullahın ümmetini ıslah etmek, iyiliği emredip kötülükten nehy etmek için çıktım.[31]

Seyyid İbn Tavus ise onun ümmetin o günkü pratik durumuna ilişkin şu buyruğunu aktarır: Hakkla amel edilmediğini ve batılın nehy edilmediğini görmez misiniz?[32]

İbnü’l-Esir’in ise aktardığı geniş bir hutbede İmamın hareket amacını biraz daha geniş bir çerçevede aktarır: Ey insanlar! Resûlullah (s.a.a) şöyle buyurdu: Sizden zâlim, Allah’ın haram kıldıklarını helâl kabul eden, Allah’ın ahdini bozan, Resulullahın (s.a.a) sünnetine aykırı hareket eden, Allah’ın kulları arasında haksızlıkla dav­ranan bir yönetici görüp de onun bu durumunu herhangi bir hareket veya söz ile değiştirmeyen bir kimse olursa, Allah’ın böyle bir kimseyi de bu zalim yöneticiyi koyduğu yere koyması hakkıdır. Haberiniz olsun ki şunlar şeytana itaate koyulmuş, Rahman’a itaat etmeyi bırakmış, fesat çıkart­mış, Allah’ın hadlerini askıya almış, ganimetleri kendi hesabına geçirmiş, Allah’ın haram kıldıklarını helâl, helâl kıldıklarını haram kabul etmiş bulunuyorlar. Ben ise bunu değiştirmek hakkına herkesten çok sahip olan kişiyim.[33]

Yukarıda üçlü bir sistem ortaya koymuştuk. Risalet-imam/nebi/resul ve ümmet.

Resul/nebi/imam risalet mesajının sağlıklı ve berrak bir şekilde ortada olabilmesi için vardır. Risaletin tehlikeye düştüğü, günümüzün moda tabiriyle söyleyecek olursak uydurulmuş dinin hakikî dinin yerine geçtiği bir ortamda risaletin misyonunu üstlenen şahsın gidişata müdahale etmesi gerekmektedir.

İmam Hüseyin’in (a.s) kıyamı ümmeti silkelediği gibi -en azından- özgürlük aşıkları için bir meşale görevini üstlendi. Sonrasında İslam tarihinde kıyamlar ve hareketlere rastlayabiliyoruz. Bundan daha önemlisi Öz Muhammedî İslam tekrar şahlandı. İnanç-ibadet-ahlak üçgeninde hakkı savunan, hakikate âşık gönüller için müteharrik unsur canlandı. İslam ümmetini düşünsel bağlamda iki ana noktaya getirdi. Muaviye-Yezid-Velid vd paklayan akım cılızlaştı. Bu akımın yerini Ehl-i Beyt muhabbetini ve velayetini savunan iki ana akım aldı: sevgiyi benimseyen Ehl-i Sünnet ve sevgi ve velayeti benimseyen Ehl-i Beyt Mektebi.

Ümmetin çoğunluğunu oluşturan Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz bu olaya o kadar üzüldüler ki Kur’an-ı Kerim’de kıyamet için kullanılan et-Tammetü’l-Kübra tanımını bu olay için kullanır oldular.[34] Birkaç meşum ses dışında Ümmet ‘Aşura’ olayına kan ağlamış, İmam Hüseyin’i (a.s) ve yarenlerini mazlumiyetin sembolü olarak görmüşlerdir.

O’nun hareketi sadece Şialara veya Müslümanlara değil, insanî benliğini yitirmeyenlere de örnek olmuş, birçok özgürlük aşığının kalbinde aşk ve sevgi meşalesini yakmış, insanî erdemlerin tohumlarını yeşertmiştir. Doğudan Batıya kadar birçok insan bu harekete duydukları hayranlıkları dile getirmekten kendilerini alamamışlardır. Mahatma Gandhî’den, Muhammed Ali Cinnah’a, Edward Brown’dan, George Cordak’a kadar birçok doğulu ve batılı aydın böyle eşsiz bir fedakarlığın karşısında kelimelerin kifayet etmediğini belirtmişlerdir.

İmam Mehdi ve Kerbela

Şia-i İmamiyye, evrensel bir adaletin tesisinin bir hakikat olduğuna ve bir ütopya olmadığına inanır. Yukarıda Hadid Suresi’nin 25. ayetine değinmiştik. Rivayetler İmam Mehdi’nin (a.s) de İmam Hüseyin’in (a.s) şiarını kullanacağını göstermektedir.[35] İmam Mehdi ile İmam Hüseyin (as) arasında direkt bir bağ vardır. Bu diğer imamlar arasında bir bağ olmadığı anlamına gelmemektedir. Ama İmam Hüseyin (a.s) ile en kuvvetli bağa sahip olan hareket İmam Mehdi’nin (a.s) kıyamıdır. İmam Mehdi’nin (a.s) İmam Hüseyin (a.s) ile bağı bir intikam alma duygusundan kaynaklanmamaktadır. İlle de bir bağ kurulacaksa mutlak adalet ve mutlak insanî erdemler ile sapkın ve sapık din anlayışının kötü tiynetlerin savaşında benliği arı-duru olanların galibiyetidir. Yanlış düşünce ve eylemlerin içinde yer ettiği düşüncenin hakimiyetinin savaşı değildir İmam Mehdi’nin (a.s) mücadelesi.

Muharrem ayı etkinlikleri öyle gelişi güzel etkinlikler değildir. İmam Hüseyin’in (a.s) hareketinin anlatılmasının bir gerekçesi sapma ve dejenerenin önüne geçmekse, diğer gerekçesi insana insaniyet mertebesinin neresinde olduğunu göstermektedir. Aslında o dilhun eden olayların anlatıldığı bir atmosferde kişi fıtrat sınavını verir. O olaylar anlatılırken bir şey hissetmeyen insan, benliğini ve fıtratını yitirmiş, Kur’anî kavramla ölü bir kalbe dönüşmüştür. Bu açıdan İmam Hüseyin’in (a.s) hareketi sadece Şiîlere özgü değildir. Bütün insanlığı ilgilendirmektedir. Aklî açıklamalarla (!) anlatılan bir din karşısında fıtratı harekete geçiren bir İmam Hüseyin (a.s) dersi o anlatılanları yerle yeksan edebilmektedir. Bu Şianın aklî olmadığı anlamına asla gelmemelidir. Şia akla o derece önem verir ki din anlayışında aklı dördüncü kaynak olarak kabul eder. Vurgulamak istediğimiz husus, Şiada akıl ile fıtratın mezc edilmiş olmasıdır.

Bir diğer husus, çift yönlü suiistimalin önüne geçmek. Şöyle ki; geçerli akçelerin ve kabul gören düşüncelerin suiistimalleri bir vakıadır. İmam Hüseyin’in (a.s) şahadetinden sonra İmam Hüseyin (a.s) ve Ehl-i Beyt adına birçok hareketler çıktı. Hatta Abbasiler bu suiistimalin açık örneğidir. Başa gelişlerini Ehl-i Beyt adıyla gerçekleştiren bu taife sonrasında düşüncenin kaymağını yemişlerdir.

Mekteb içi su istimallerin de önüne geçmek de gerekir. Kerbela’nın mesajını gölgeleyen sapmalara da prim vermemek gerekir. Kama vurmak, bedene zarar vermek gibi şeylerin bütünü mesajı gölgelemekte, diğer taraftan İslam şeriatının ilkeleriyle de uyuşmamaktadır. Bundan dolayıdır ki taklid mercileri bu davranışı caiz görmemektedirler.

Bu çalışmada yanılgılar, hatalar ve sapmalar nefsimizden kaynaklanmaktadır. Bu hatalardan dolayı Allah’ın affını talep ederim. Ahiret ve kıyamet günü için bir azık olması ümidiyle

Selam, muhabbet ve dua ile

Cevher Caduk(ilahiyatçı-öğretmen)/RASTHABER

——————————————————————————————————————

[1] El-Camiüt-Tirmizî, s,588, Hadis no:3775, Edit: Beytü’l-Efkari’d-Düvelliyye, Riyad

[2] Şeyh Saduk, Sevabü’l-Amal ve İkabuha, s.170, Qum, Hicri şemsi 1368

[3] Seyyid Haşim Bahranî, el-Burhan fi Tefsiri’l-Kur’an, C.8, s.284, Beyrut-1427

[4] Muhammed et-Tahir İbn Aşur, Et-Tahrir ve’t-Tenvir, c.3, s.39, 1984, Tunus, Mektebetü’t-Tunusiyye

[5]Sealibî, Abdurrahman b. Muhammed b. Mahluf (h.875), Cevahirü’l-Hisan fi Tefsiri’l-Kuran, c.5, s, 589, Beyrut-1418

[6] İbn Hibban, Esirü’d-Din Muhammed b. Yusuf b. Ali Bahrü’l-Muhit, c.8, s.664, Beyrut-Trhsiz Darü İhyai’t-Türasi’l-Arabiy

[7] Abdülkahir el-Cürcanî (h.471), Dercü’d-Dürer fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azim, c.2, s.710, Umman-1430

[8] Bahrü’l-Muhit, c.8, s.664; Ebü’l-Hasan Ali b. Ahmed el-Vahidî (h.468), el-Veciz fi Tefsiri’l-Kitabi’l-Aziz, s.1202, Beyrut-1415; Ebu’l-Fida İsmail İbn Ömer İbn el-Kesir el-Kureşîed-Dımaşkî, Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, s. 1995, Beyrut, 1420, Dar-ü İbn Hazm; Fahrüddin İbn Allame ed-Diyaüddin Ömer, Mefatihü’l-Ğayb, c. 31, s. 179, Beyrut, 1401, Darü’l-Fikr; Şeyh Muhammed Bakır Mülki el-Meyanecî, Menahicü’l-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an, c.30, s.476, Tahran- 1377; el-Maverdî, Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed (h.450), en-Nüket ve’l-Uyun, c.6, s.272, Beyrut- Tariihsiz, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye

[9] Cevahirü’l-Hisan fi Tefsiri’l-Kuran, c.5, s, 589

[10] Mahmud Şükrî Alusî el-Bağdadî, Ruhu’l-Meanî fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azim, c.13, s.235, Beyrut, Darü İhyai’t-Türasi’l-Arabiy

[11] Ebü’l-Müeyyed Muvaffak b. Ahmed el-Mekkî (h.568), Maktelü’l-Hüseyin, c.1, s.278, 1418-Qum

[12] Age, c.1, s.280

[13] Age, c.1, s.282

[14] Ebü’l-Huseyn b. Ali el-Mesudî (h.346), Murucu’z-Zeheb ve Meadinü’l-Cevher, c.2, s.252, 1425-Beyrut/Sayda

[15] Murucu’z-Zeheb, c.3, s.40

[16] En-Neseî, es-Sünenü’l-Kübra, Kitabü’l-Hacc, Babü’t-Telbiye bi Arafe, Hadis no:2950; Sahih-ü İbn Huzeyme, Hadis no:2830

[17] Sahihü’l-Buharî, Kitabü Mevakiti’s-Salat, Bab:7, Hadis no:529

[18] Sünen-ü Darekutnî, Namazda Bismillahirrahmanirrahim’in açıktan okunması babı, hadis no:33-4

[19]Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalanî, Fethü’l-Bari bi Şerhi Sahihi’l-Buharî, c.2, s.453, bablandıran ve rakamlandıran Muhammed Fuad Abdülbakî, Mektebetü’s-Selefiyye

[20] İmadüddin İsmail b. Ömer b. Kesir, El-bidayetü ve’n-Nihaye, S.1255, Beytü’l-Efkari’d-Düveliyye, Edit: Hasan Abdülmennan

[21] Buhârî, Büyû’, 3, 100, Husûmât, 6, Vesâyâ, 4, Meğâzî, 53, Ferâiz, 18, 28, Hudûd, 23, Ahkâm, 29; Müslim, Radâ’, 36, 37; Ebu Dâvud, Talak, 34; Tirmizî, Radâ’, 8, Vesâyâ, 5; İbn Mâce, Nikâh, 59, Vesâyâ, 6; Mâlik, Muvatta’, Akdiye, 20; Ahmed b. Hanbel, I, 25, 59, 65, 59, 104, II, 179, 207, 239, 280

[22] El-Bidayetü ve’n-Nihaye, S.1252

[23] Age, s.1256

[24] Muhammed Hadî Yusufî Garevî, Mevsuatü’t-Tarihi’l-İslamî, s.45 (Behutî, Keşfü’l-Kınna, s.67), 1417-Qum

[25] Age, c.1, s.51 (İkdü’l-Ferid’den naklen c.2, s.354)

[26] Age, c.1, s.54

[27] Cafer Murtaza Amulî, es-Sahih mine’s-Siret, c.1, s.36 (el-Eğanî’den naklen )

[28] Age, c.1, s.52 (Müberred, el-Kamil, c.1, s.222; Sünen-i Ebi Davud, c.4, s.209; Şerh-ü Nehci’l-Belağa, c.15, s.242; Ebü’l-Abbas Debbas, İftirak-u Haşim ve Abdüşems; Nesaihü’l-Kafiye, Cahız’dan nakl etmiştir. s.81.)

[29] Es-Sahih mine’s-Siret, c.1, s.36

[30] Age, agy.

[31] Seyyid Muhammed es-Sadr, Advaün Ela Nehdeti’l-İmam Hüseyin, s.82 (Harezmî, Maktel, c.1, s.188; İbn Şehraşub, el-Menakıb, c.3, s.241

[32] Age, agy. (el-Luhuf’tan naklen, s.34)

[33] İzzüddin Aİi b. Ebi’l-Kerem Muhammed eş-Şeybanî el-Cezerî El-Kamil fi’t-Tarih, s, 511, Edit: Ebu Suheyb el-Keramî, Beytü’l-Efkari’d-Düveliyye, Ürdün-Suudî Arabistan

[34] Ruhu’l-Meanî, c.26, s.72

[35] Ebu Cafer es-Saduk Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Babeveyh el-Kummî, Uyun-u Ahbari’r-Rıza, c.2, s.268, Beyrut-1404

Read 6134 times