Hz. Ali’nin İlk Üç Halifenin Hatalarını Düzelttiği Hükümleri

Rate this item
(0 votes)

 

Peygamber’in (s.a.v), ashabı huzurunda Hz. Ali hakkında söylediği sözler, Peygamber’in ölümünden sonra Hz. Ali'nin ümmetin fikri ve ilmi mercii olarak tanınmasına sebep oldu. Hatta Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali’yi hilafet sahnesinden uzaklaştıranlar bile ilmi, dini ve siyasi problemlerle karşılaştıklarında hemen İmam’a koşuyorlar ve ondan yardım istiyorlardı. Halifelerin İmam’dan (a.s) yardım istemeleri pek çok güvenilir belge ile, tarihin kesin ve mutlak meselelerinden biridir ve bunu adaletli olan hiç kimse inkar edemez. Bu durum açıkça Hz. Ali'nin ümmet içinde Kitap, sünnet, usul, furu ve siyasi konulara en alim şahıs olduğunu göstermektedir.

 

Hz. Ali (a.s) ve1.halife Ebu Bekir’in İlmi ve Siyasi Müşkülatları

Tarihin şahitliğine göre 1. Halife siyasi mesellerde ve maarif, akaid, Kur’an tefsiri ve İslam ahkamı gibi konularda Hz. Aliye başvuruyor ve onun yardımlarından faydalanıyordu.Şimdi bunun bir örneğini zikrediyoruz.

 

Rumlar ile Savaş

Yeni kurulmuş İslam devletinin en azılı düşmanlarından biri olan Rum İmparatorluğu sürekli İslam hükümetinin merkezini kuzeyden tehdit ediyordu. Yüce Peygamber (s.a.v) ömrünün son anlarında bile Rum tehlikesinden gafil olmamıştır. Hicretin yedinci yılında Peygamber (s.a.v) başlarında Cafer İbn-i Ebu Talib’in bulunduğu bir orduyu Şam’ın sınırlarına göndermişti, fakat İslam ordusu bir netice alamadan aynı zamanda üç büyük komutanını da orada kaybederek Medine’ye dönmüştü. Peygamber (s.a.v) bu yenilgiyi telafi etmek için hicretin dokuzuncu yılında Tebük’e doğru askeriyle hareket etti fakat düşman ordularıyla çarpışmadan Medine’ye döndü Bu seferin parlak ve olumlu neticeleri tarihte mezkurdur. Buna rağmen yine de Rum tehlikesi her zaman için Peygamber’in (s.a.v) zihnini meşgul ediyordu. Bu yüzden o Hazret ömrünün son anlarında, hasta yatağında iken Muhacir ve Ensar’dan oluşan bir ordu teşkil edip, onları Şam’ın sınırlarına gönderdi, fakat bu ordu bazı sebeplerden Medine’yi terk etmedi ve Peygamber (s.a.v)vefat ettiğinde İslam ordusu Medine’nin birkaç kilometre yakınlarında ordugah kurmuştu.Peygamber’in ölümünden ve Ebu Bekir’in halife seçilmesinden sonra, Ebu Bekir Rumlarla savaşılması için Peygamber’in (s.a.v) verdiği emir karşısında mütereddit idi. Zira o, sahabeden olan bazı kimseler ile meşveret etmiş ve onların her birinden değişik fikirler çıkmıştı. Bu yüzden halife ne yapacağını şaşırdı ve sonunda Hz. Ali’ye danıştı. İmam (a.s) ise Peygamber’in (s.a.v) verdiği emri icra etmesi için onu teşvik etti ve ona eğer Rumlarla savaşırsa muzaffer olacağını müjdeledi. Halife İmam’ın teşvikinden hoşnut oldu ve ona şöyle dedi: “Bana gelecekten iyi haberler verdin ve beni hayır ile müjdeledin.”[1]

 

Yahudilerin Büyük Alimleri ile Münazara

Peygamber’in ölümünden sonra Hıristiyan ve Yahudilerin büyük alimleri Müslümanların ruhiyelerini zayıflatmak için akın akın İslam’ın merkezine geliyor ve suallerde bulunuyorlardı. Örneğin, Yahudilerin büyük alimleri Medine’ye gelip halifeden şöyle bir soru sordular: “Biz Tevrat’ta şöyle okuyoruz. Peygamberlerin halifeleri ve vekilleri onların ümmetlerinin en alim kimseleridir. Şimdi ise Peygamber’in halifesi sensin öyle ise şuna cevap ver: Allah nerededir? O yerde midir yoksa gökyüzünde mi?” Ebu Bekir buna cevap verdi. Fakat Yahudi alimleri bu cevap ile kani olmadılar. O Allah’ın gökyüzündeki tabakalarda olduğunu söyleyince, Yahudi alimlerinin eleştirileri ile karşı karşıya kaldı ve bir Yahudi alimi bunun üzerine şöyle dedi: “O halde yeryüzünde Allah yok!”

İşte böylesine hassas bir durumda Hz. Ali İslam’ın feryadına yetişti ve İslam camiasının şerefini ve arını korudu. O Hazret şöyle buyurdu:

“Mekanları Allah yarattı, hiçbir mekan o’nu kapsayamaz ve O bundan yücedir. Allah her yerdedir. Fakat asla onun yaratıklar ile teması ve mücavirliği yoktur. O’nun ilmi her şeyi kapsar ve hiçbir şey onun ilmi dışında değildir”[2] İmam (a.s) bu cevabıyla, Allah’ın bir mekan ile çevrili olmadığını ve onun bundan yüce olduğunu açıkça göstermiş oldu. Yahudi alim İmam’dan (a.s) duyduğu sözünün hakkaniyetini ve onun hilafet makamına olan liyakatini itiraf etti. İmam (a.s) ilk sözünde 1Mekanları Allah yarattı” diyerek tevhid kanıtından istifade etti ve cihanda Allah’tan başka bizahiti ezeli bir varlığın olmaması ve onun dışındaki her şeyin onun mahluku olması hükmü ile Allah’ın bir mekanı olmadığını açıkladı. Zira eğer Allah’ın bir mekanı olsaydı, bu mekanın önceden onunla birlikte olması gerekirdi. Oysa ki cihanda olan her şey onun mahlukudur, tüm mekanlar da buna dahildir. Bu yüzden hiçbir şey o’nun zatı ile birlikte olamaz. Daha açık bir tabir ile: Eğer Allah’ın bir mekanı olduğu farz edilse, bu mekanın ya tıpkı Allah’ın zatı gibi kadim olması ya da onun mahluku olması gerekmektedir. Bu mekanın Allah’ın zatı gibi kadim olması farzı, tevhid ve Allah’tan başka bir kadimin bulunmaması delili ile yanlıştır ve mekanın Allah’ın mahluku olması ise o’nun hiçbir mekana ihtiyacı olmadığını gösterir. Zira Allah vardı, fakat mekan yoktu ve sonra Allah mekanı yarattı.

İmam (a.s) ikinci cümlesinde ise (Asla onun yaratıklar ile temas ve mücavirliği yoktur) Allah’ın bir sıfatını açıklamıştır. Bu sıfat ise şudur: Allah’ın varlığı sınırlı değildir ve bu sınırsızlık içinde o’nun her yerde olması ve her şey hakkında ilmi bulunması gerekmektedir. Allah’ın cisim olmaması sebebiyle de onun yaratıklar ile yüzeysel bir teması yoktur ve o’nun hiçbir şeye mücavirliği (yani yakınlığı) yoktur. Bu kısa ve anlamlı sözler Hz. Ali (a.s.)’ın ilminin genişliğinin ve onun ilahi ilimden nasibli olduğunun nişanesi değil midir? Hz. Ali sadece yukarıda zikredilen hadisede değil, tüm halifeler ve kendi halifelik döneminde de pek çok defa Yahudi ve Hıristiyan alimleri ile Allah’ın sıfatları hakkında münazara yapmıştır. Ebu Naim İsfehani İmam (a.s)’ın 40 Yahudi alimi ile yaptığı müzakereyi nakletmiştir; fakat bunu nakletmemiz için ayrı bir kitaba ihtiyaç vardır. Hz. Ali (a.s.)’ın münazara tarzı, münazara yaptığı insanların ilim ve malumatlarına göre idi. O bazen çok dakik ve hassas delilleri öne sürüyor, bazen de bazı benzetmeler ile konuya açıklık getiriyordu.

 

Hıristiyan Alimlerine İkna Edici bir Cevap

Salman diyor ki:

“Peygamber’in ölümünden sonra başlarında piskoposun olduğu bir Hıristiyan grubu Medine’ye geldiler ve halifeden sorularının cevaplarını istediler. Halife ise onları Hz. Ali (a.s.)’ın yanına gönderdi. Onların İmam (a.s) (a.s) sordukları sorulardan biri de “Allah nerededir?” Sorusu idi. İmam (a.s) önce bir ateş yaktı ve sonar onlardan sordu: “Bu ateşin yüzü neresidir?” Hıristiyan alimleri şöyle dediler: “Onun her tarafı ateşin yüzü sayılır ve asla ateşin önü ve arkası olmaz” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Allah’ın bir mahluku olan ateşin yüzü yoksa, nasıl olur da ateşin yaratıcısının önü ve arkası olabilir.O bundan yücedir. Doğu ve batı Allah’a aittir ve nereye bakarsanız o taraf Allah’ın yüzüdür ve hiçbir şey ondan gizli değildir.”[3]

İmam (a.s) sadece fikri ve dini meselelerde İslam ve Müslümanlara neticede halifeye yardım etmekle kalmıyor, halifeler Kur’an’daki kelimeler ve tefsirleri hakkında aciz kalınca İmam hemen onların feryadına yetişiyordu. Mesela bir şahıs Ebu Bekir’den Abese Suresi’nin 31. Ve 32. Ayetindeki “Ebbe” kelimesinin manasını sorunca o hayretle şöyle demişti: “Allah’ın kelamını bu konuda bilgim olmadan nasıl tefsir edebilirim” Bu haber Hz. Ali’ye yetişince o şöyle buyurdu: “Ebbe kelimesinin maksadı saman ve otlaktır.” Arapçada Ebbe kelimesi ot ve saman anlamındadır. Bu ayet de bunun en açık delilidir. Zira ayette “meyveler ve otlaklar” buyurulduktan sonra, hemen “sizin ve hayvanlarınızın faydası için” denilmiştir. İnsanlar için faydası olan şey meyveler olduğuna göre, hayvanlar için de “Ebbe”yani ot ve otlaklar yaratılmış olacaktır.

 

Hz. Ali (a.s.)’ın İçkici bir adam Hakkındaki Hakemliği

Birinci halife sadece Kur’an’ın mefahimi hakkında bilgi sahibi olmak için değil, furu-i din ve ahkam meseleleri hakkında da Hz. Ali (a.s)dan yardım istiyordu.

Halife’nin memurları şarap içmiş olan bir adam hakkında hüküm vermesi için halifenin yanına gittiler. O adam, o ana dek şarabın haram olduğunu bilmediğini iddia ediyor ve şarabı helal bilen kimselerin içinde büyüdüğünü söylüyordu. Halife bu durumda ne yapacağını şaşırınca, hemen İmam (a.s)’ın yanına bir şahısı gönderip ondan bu müşkülü halletmesini istedi. Hz. Ali ise şöyle buyurdu:

“Güvenilir olan iki şahıs, bu adamın elinden tutup onu Muhacir ve Ensar’ın meclislerine götürsünler ve oradakilerden şimdiye kadar o adama şarabın haram olduğu ayetini okuyup okumadıklarını sorsunlar. Eğer onlar bu ayeti o adama okuduklarını söylerlerse onun hakkında gerekli olan ceza verilsin, ama bunun tam tersini söylerlerse bu içkici adam tevbe ettirilsin ve hayatının sonuna dek şaraba ağzını sürmeyeceği hakkında ondan söz alınsın ve sonra da serbest bırakılsın.”Halife İmam’ın sözüne uydu ve sonunda da o adam serbest bırakıldı[4]

Halifeler zamanında İmam Ali (a.s) sükut etmiş ve hiçbir mesuliyeti kabul etmemiştir, ama İslam ve Müslümanların maslahatları için hiçbir fedakarlıktan da kaçınmamıştır. Ra’sul-Calut (Yahudilerin rehberi) Ebu Bekir’den aşağıda zikredilecek şeyler hakkında kur’an’ın görüşünün ne olduğunu sormuşu.

1-Hayatın ve canlıların aslı nedir?

2-Bir şekilde konuşmuş olan cansız kimdir?

3-Sürekli azalıp çoğalma halinde bulunan şey nedir?

İmama bu haber yetişince şöyle buyurdu:

“Kur’an’ın nazarında hayatın aslı şudur: “O inkar edenler görmüyorlar mı k, göklerle yer birbirine bitişik iken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık[5].[6].[7]. Bu ayetten de aşikar olduğu gibi İmam (a.s) sözünü ispat etmek için genelde Kur’an’dan ayetler getiriyordu ve bu onun sözünü daha da sağlamlaştırıyordu.”[8]

 

Hz. Ali ve İkinci Halifenin Siyasi Müşavereleri

İslam’ın yayılması ve Müslümanların korunması Hz. Ali (a.s.)’ın büyük hedefi idi. Gerçi İmam (a.s) kendisini açık ve kesin dini hükümler gereğince Peygamber’in veli ve vasii olarak biliyordu ve onun liyakat ve üstünlüğü herkes için çok aşikardı. Buna rağmen o, ne zaman hilafet makamı bir sorunla karşılaşsa sahip olduğu geniş ilim ve nafiz fikri ile bu sorunları hallediyordu. Bu nedenle ikinci halife zamanında da Hz. Ali (a.s.)’ın pek çok siyasi, toplumsal ve ilmi meselelerde hilafet makamına yardım ettiğini görmekteyiz. Şimdi bunun bazı örneklerini zikrediyoruz:

 

İran’ın Fethindeki Meşveret

Hicretin on dördüncü yılında Kadisiye toprakları üzerinde İslam ve İran orduları arasında büyük bir savaş oldu. Ve bu savaş Müslümanların galibiyeti ile sonuçlandı. Aynı zamanda İran’daki tüm kuvvetlerin Rüstem Ferahzad ve onun askerlerinin pek çoğu da bu savaşta öldürüldü. Irak toprakları baştan başa Müslümanların siyasi ve nizami müdahalesine maruz kaldı ve Sasani şahlarının devletlerine ait olan şehirler Müslümanların eline geçti. Bunun üzerine İran ordusunun kumandanları da ülkenin içine doğru geri çekildiler. İran’ın nizami kuvvetlerinin başındakiler ve müşavirler Müslümanların yavaş yavaş ilerleyerek tüm ülkeye sahip olmalarından endişe ettiler. Böylesine tehlikeli bir saldırıya mukabele edebilmek içinde İran padişahı 3. Yezdgerd, başlarında Firuzan’ın bulunduğu yüz elli bin kişilik ordu teşkil etti. Bu ordu her türlü saldırının önünü almak ve ortam müsait olduğunda da Müslümanlara karşı hücumda bulunmakla görevlenmişti.

 

Tüm İslam kuvvetlerinin kumandanı olan Saad b. Ebi Vakkas (Bir rivayete göre Ammar Yasir), Kufe’nin valisiydi ve bu durumu ikinci halifeye yazıp onu bundan haberdar etti ve Kufe askerlerinin savaşa hazır olduğunu ve düşman onlara saldırmadan Müslümanların (düşmanı korkutmak için) savaşı başlatmaları gerektiğini bildirdi. Bunun üzerine halife mescide gitti ve sahabenin büyüklerini toplayarak onları Mekke’yi terk edip Basra ve Kufe arasındaki bir yere gitmek ve orada İslam ordusunun rehberliğini eline almak istediğinden haberdar etti. Bu sırada Talha ayağa kalktı ve halifeyi bu işe teşvik eden konuşmalar yaptı. Osman ise halifeyi Medine’yi terk etmekle teşvik etmekle kalmayarak şunları da ekledi: “Şam ve Yemen’deki askerlere yaz ki onlar da sana katılsınlar, böylece sen kalabalık bir ordu ile düşman ordusunun karşısına çıkasın.” Bunun üzerine Hz. Ali ayağa kalktı ve o ikisinin görüşlerini eleştirerek şöyle buyurdu: “Bu işte kazanmanın veya kaybetmenin azlıkla ve çoklukla hiçbir ilgisi yoktur. Bu din, Allah’ın ortaya koyduğu dini; bu ordu da onu hazırlayıp yardım ettiği ordusudur. Böylece varacağı yere varmış, doğduğu yerden doğmuştur. Biz Allah’ın vaadine güvenmekteyiz; Allah vaadini yerine getirir, ordusuna yardım eder. Halifenin konumu boncuk dizilen ipin konumu gibidir; boncuklar ona dizilir ve boncukları da ip bir araya getirir. İp koparsa düzen bozulur, boncuklar dağılır gider, hiçbir zaman aslına uygun olarak dizilemezler. Araplar bugün azıklıktır ama, İslam’ın kuvveti, birbirini destekleme ve birlik olmadaki üstünlükleri onları güçlü kılmaktadır. Sen kutup ol, değirmeni Araplar vasıtasıyla döndür ve onları savaş ateşine sok. Ama senin gitmen doğru değildir. Eğer sen bu topraklardan çıkarsan, etraftaki Araplar ahdini bozar, böylece ardına attığın şey önündekinden daha önemli olur.

 

Acemler yarın seni görünce; “bu Arabın aslı, onu kestiğiniz zaman rahata erersiniz” derler. Bu düşünce, sana en şiddetli saldıranların yapılmasına, seni ortadan kaldırma arzusuyla hareket etmelerine sebep olur. Müslümanların üzerine gelmelerini işitemezsin, onların böyle yapmalarını noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah daha çok istemez. İstemediğini değiştirmeye en çok muktedir olan da o’dur sayılarının çokluğunu söylemene gelince, biz geçmişte çoklukla savaşmadık. Aksine, Allah’ın nusretine, yardımına güvenerek savaşırdık.”[9] Halife Hz. Ali (a.s.)’ın sözlerini duyduktan sonra bizzat savaşa katılmaktan vazgeçti ve şöyle dedi: “Fikir, Ali (a.s.)’ın fikridir, ben onun görüşüne uymayı tercih ediyorum.[10]

 

Beyt’ül-Mukaddesin Fethindeki Meşveret

Beytü’l-Mukaddes’in fethinde de Ömer Hz. Ali ile meşverette bulundu ve onun görüşüne göre amel etti. Müslümanlar Şam’ı fethedeli bir ay olmuştu ve onlar şimdi de Beytü’l-Mukaddes’e doğru hareket etme arzusundaydılar. İslam kuvvetlerin kumandaları ise Ebu Ubeyde Cerrah ve Muaz İbn-i Cebel idi. Muaz, Ebu Ubeyde’ye şöyle dedi:

“Halifeye bir mektup yaz ve ondan Beytü’l-Mukaddes’e hareket etmemiz hakkında bilgi al.” Ebu ubeyde Muaz’ın kendisine söylediğiyle amel etti. Bu mektup halifenin eline geçince o buna Müslümanlara okudu ve onların bu konudaki fikrini sordu. Hz. Ali (a.s) Ömer’i ordunun kumandanına bir mektup yazıp, onlara beytü’l-Mukaddes’e doğru ilerlemelerini, orayı fethettikten sonra da Kayser’e girmelerini ve Peygamber’in önceden müjdelediği gibi kesinlikle muzaffer olacaktır. Bunun üzerine halife hemen bir kalem ve kağıt istedi ve Ebu Ubeyde’ye bir mektup yazdı. O bu mektubunda Ebu Ubeyde’ye bir mektup yazdı. O bu mektubunda Ebu Ubeyde’den savaşa devam ederek Beytü’l-Mukaddes’e doğru hareket etmesini istedi ve şunu ekledi: “Peygamber’in (s.a.v) amcasının oğlu, Beyt’ül-Mukaddes’in senin tarafından fethedileceği hakkında bizi müjdeledi.”[11]

 

İslam Tarihinin Başlangıcının Tayini

Her asil milletin tarihinin bir başlangıcı vardır ki o milletin tüm hadise ve vakaları bu tarihe göre karşılaştırılır. Mesela Hıristiyan millet için tarihin başlangıcı Hz. İsa’nın doğumudur ve İslam’dan önce Araplar için ise tarih başlangıcı Ammu’l-Fil olayı sayılıyordu. Bazı milletlerin umumi tarih başlangıçları vardır ve bazı milletlerin umumi tarih başlangıçları vardır ve bazı milletler ise hadiseleri, göz alıcı ve önemli olaylar ile karşılaştırırlar; örneğin kıtlık yılı, savaş yılı ve ... Ömer’in hilafetinin üçüncü yılına kadar, Müslümanların mektupları, anlaşmaları ve devlet belgeleri tarihlendirebilecekleri bir tarih başlangıçları yoktu. Bu yüzden askeri kuvvetlerin kumandalarına yazılan mektuplar da sadece o mektubun yazıldığı ay belirtiliyor ve yıl hakkında bir şey o mektubun yazıldığı ay belirtiliyor ve yıl hakkında bir şey yazılmıyordu. Bu durum İslam’ın düzeninde bir noksanlık yaratmakla kalmayıp mektubu alanlar için de bir takım sorunlar icad ediyordu. Zira bir kumandanın veya hakimin eline geçen iki mütenakız mektubun hangisi önce yazıldığı belli olmuyordu. Yolun uzun olması ve tarihin kaydedilmemiş olması ise işte böyle sorunlar ortaya çıkarıyordu. Bunun üzerine halife İslam tarihinin başlangıcının tayin edilmesi için Peygamber’in (s.a.v) sahabesini topladı. Fakat onların her birinin değişik bir görüşü vardı. Bazıları tarihin başlangıcını Peygamber (s.a.v)’in doğum günü olarak belirlemek isterken bazıları da tarihin başlangıcının Hz. Muhammed’in Peygamber (s.a.v)olarak görevlendirildiği gün olması teklifinde bulunuyorlardı.Hz. Ali ise Peygamber’in müşrik topraklarını terk edip İslam topraklarına ayak bastığı günün tarihin başlangıcı olarak alınması teklifinde bulundu. Ömer İmam’ın görüşünü diğerlerine oranla daha çok beğendi ve Peygamber’in hicretinin tarihin başlangıcı olarak belirledi. O günden sonra tüm mektuplar, belgeler ve devlet senetleri hicri yıla göre yazışı.[12]

 

Elbette ki Peygamber’in doğduğu gün ve o hazretin Peygamber (s.a.v)olduğu gün büyük hadiselerdendir. Fakat o günlerde İslam’ın göz alıcı bir parlaklığı yoktu. Zira o Peygamber’in doğum gününde henüz İslam dini diye bir şey mevcut değildi ve o hazretin Peygamber (s.a.v)olarak gönderildiği günde ise İslam’ın bir hükümeti ve nizamı bulunmuyordu. Ancak hicret günü İslam’ın küfre karşı başarısının başlangıcıydı ve o gün İslam hükümetinin temellerinin atıldığı ilk günde. O günde aziz Peygamber (s.a.v)(S9 müşriklerin topraklarını terk ederek Müslümanlar için islami bir düzen kurdu.

 

Ali (a.s) İkinci Halife Zamanında Yegane Fetva Mercii İdi

Peygamber’in ölümünden sonra İslam’ın değişik milletler ve kavimler arasında yayılmasıyla Müslümanlar yeni hadisler ile karşı karşıya kaldılar ki, bu hadislerin hükmü ne Kur’an’da ne de Peygamber’in hadislerinde belirtilmemişti. Zira furu’ ve ahkam ile ilgili olan ayetler sınırlıdır ve haramlar ve farzlar hakkında Müslümanların elinde bulunan hadisler ise dört yüz hadisi geçmemekte idi.[13]

Bu yüzden Müslümanlar hakkında Kur’an’da ayet ve Peygamber (s.a.v)’den hadis bulunmayan meselelerin halledilmesinde büyük zorluklar ile karşı karşıya kalıyorlardı. Bu tür meseleleri bazı kimseler akıl ve kendi görüşlerine dayanarak halletme yoluna gittiler ve sahih olmayan ölçüler ile hadiseye hüküm getirme girişiminde bulundular. Böyle kimselere tarihte “Ashab-ı Rey” deniliyordu. Onlar kitap ve sünnetten istifade edecekleri yerde konuları mefasid ya da mesalih olmalarıyla değerlendiriyor ve zan ve tahmin üzerine Allah’ın hükmünü tayin ederek fetva veriyorlardı. Halife bazı konularda hakkında açık hüküm bulunmasına rağmen kendi görüşüne göre amel ediyorduysa da, o Ahbaba-ı Rey hakkında şöyle demiştir: “Ashab-ı Rey Peygamber’in sünnetlerini ezberleyemedikleri için kendi görüşleri ile fetva vermişlerdir. Onlar gafil olmuşlar ve gaflete düşmüşlerdir. Bilin ki biz takip ediyoruz, yeniden başlamıyoruz. Tabiiyiz ve bid’at etmiyoruz. Biz Peygamber’in (s.a.v) hadislerine sarılacak ve gafil olmayacağız.

Önceden de zikrettiğimiz gibi ikinci halife, hakkında açık hüküm bulunan bazı konulardan kendi görüşüne göre amel edip, delil olmaması sebebiyle bazı mesellerde kendisinden fetva vermesine rağmen pek çok konuda O Peygamber’in (s.a.v) ilim kapısı olan Hz. Ali’ye danışıyordu. Emir’el-Mü’minin, Peygamber’in (s.a.v) deyimiyle nebi ilminin hazinesi, ilahi ahkamın varisi ve ümmetin ahiret gününe dek muhtaç olduğu her şeyin alimi idi. Ümmet arasında ondan daha bilgili olduğu her şeyin alimi idi. Ümmet arasında ondan daha bilgili olan bir şahıs yoktu. Bu yüzden tarihte kaydedilmiş olduğu gibi 2. Halife pek çok konuda İmam ‘ın (a.s) ilminden istifade etmiş ve onun hakkında şöyle demişti: “Kadınlar asla Ali gibi bir şahsı dünyaya getiremezler, “Allah’ım, Ebu Talib oğlu olmadan beni bir müşkül ile karşı karşıya getirme.”

 

2.halifenın İmam’a danıştığı konulardan bazılarını zikrediyoruz:

1-Bir adam Ömer’in yanına gelerek ona karısını şikayet eti ve evliliklerinin üzerinden altı ay geçmişken karısının doğum yaptığını söyledi. Kadın ise bunu doğruluyor fakat önceden kimse ile bir ilişkisi olmadığını izhar ediyordu. Bunun üzerine halife zina ettiği gerekçesiyle o kadının öldürülmesi hükmünü verdi. Fakat İmam bu hükmün yürürlüğe konmasına engel oldu ve şöyle söyledi: “Kur’an’a göre kadın altı aylık iken bile çok dünyaya getirebilir. Zira Kur’an’da hamilelik ve süt verme dönemi dokuz ay olarak muayyen edilmiştir.”[14] Diğer bir ayette ise süt verme dönemi iki yol olarak zikredilmiştir.”[15]

Eğer iki yılı otuz aydan çıkarırsak doğum için geriye kalan müddet altı ay olur. Ömer İmam (a.s)’ın sözünü duyunca şöyle dedi: “Eğer Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu.”[16]

2-Halifenin adli makamında beş kişinin iffetsizlik günahına bulaştıkları ispat edildi. Halife ise onların hepsi hakkında aynı hükmü verdi. Fakat İmam (a.s) onun kararını doğru bulmadı ve onların her birinin durumunun araştırılmasını istedi. Eğer onların durumları birbirlerinden farklıysa onlar hakkında verilecek olan Allah’ın hükmü de farklı olacaktı. Bu araştırmadan sonra İmam şöyle buyurdu: “Onlardan birincisinin başı kesilsin, ikinci recmedilsin, üçüncüsüne yüz kırbaç vurulsun, dördüncüsüne elli kırbaç vurulsun, beşincisi ise terbiye edilsin.”Halife İmam’ın bu hükmüne çok şaşırdı ve İmam’dan (a.s) bunun sebebini sordu. Hz. Ali ise şöyle buyurdu: “Onlardan birincisi zımmi kafir idi. Zımmi kafirler zimmet ahkamıyla amel etmedikleri takdirde öldürülürler. İkinci şahıs evliyken zina yaptığı için İslam’ın hükmüne göre recmedilmelidir. Üçüncü şahıs ise bekar olup zinada bulunduğu için ona yüz kırbaç vurulmalıdır. Dördüncü şahıs bir köledir. Kölelerin cezası azatların cezasının yarısı kadardır. Beşinci şahıs ise delidir ve onun terbiye edilmesi gerekir.” (Ali ve halifeler)

Bunun üzerine halife şöyle dedi:

“Aralarında sen Ebu’l-Hasan’ın olmadığı bir grupta olmak istemem.”

3-Bir köle ayağında zincir olmasına rağmen yolda yürüyordu. Bunu gören iki kişi o zincirin ağırlığı konusunda görüş ayrılığına düştüler ve onların her ikisi de eğer tahminleri yanlış olursa karılarını boşayacaklarını söylediler. Bunun üzerine o iki kişi kölenin sahibinin yanına gidip ondan kölenin ayağındaki zinciri çıkarmasını istediler ki zincirleri tartıp kimin tahminin doğru olduğu bulabilsinler. Fakat kölenin sahibi onlara şöyle söyledi: “ben zincirlerin ağırlığı hakkında bir bilgiye sahip değilim. Ancak önceden eğer bu zincirleri açarsam onun ağırlığı kadar sadaka vereceğimi nezrettim.” Bunun üzerine onlar halifenin yanına gidip bu hadiseyi ona anlattılar. Halife ise şöyle dedi: “Kölenin sahibi zincirleri açmakta mazeretli olduğu için o iki şahıs karılarını boşasınlar!!” Onlar halifeden bu davayı Hz. Ali (a.s)dan de bir sormasını rica ettiler. İmam (a.s) şöyle buyurdu: “O zincirin ağırlığını saptamanın başka bir yolu daha var.” Sonra İmam bir leğen getirilmesini ve kölenin bu leğen içinde ayakta durmasını istedi. Bunlar yapıldıktan sonra İmam zinciri iyice aşağı indirdi ve bu zincire bir ip bağladıktan sonra leğenin içini su ile doldurdu. Sonra bu ip sayesinde zinciri sudan çıkarıncaya dek yukarı çekti ve yanındakilerden leğendeki ilk su miktarına gelinceye kadar leğenin içinin demir parçaları ile doldurmalarını istedi. Sonra İmam parçaların ağırlığının kölenin ayağındaki zincirin ağırlığı kadar olduğunu söyledi. Böylece o kimselerin meseleleri halledilmiş oldu. [17]

4-Bir kadın çölde şiddetli susuzluk ile karşı karşıya kaldı ve orada rastladığı bir çobandan çaresizlikle su istedi. Fakat çoban, kadına kendi isteklerine teslim olması halinde ona su verebileceğini söyledi. Halife bu hadiseye hüküm yerebilmek için Hz. Ali’ye danıştı. İmam ise şöyle buyurdu: “Kadın çaresizce ve mecbur olarak bu işe bulaşmıştır. Bu durumda ona bir vebal yoktur” [18]

Nakledilen bunun benzeri hadiseler bize Kur’an ve hadislerde açıklanmış olmasına rağmen halifenin gafil olduğu İslam kanunlarına Hz. Ali (a.s.)’ın aşinalığını göstermektedir.

5-Deli bir kadın iffetsizlik günahına bulaşmıştı. Halife bu kadını mahkum edince İmam (a.s) Peygamber’den naklettiği bir hadis ile bu mahkumiyeti kaldırdı. Hadis şöyle idi: “Üç topluluk mükellef değildir. Bu gruptan birisi de delilerdir.” [19]

6-Hamile bir kadın zina ettiğini itiraf etti. Halife ise onun hemen recmedilmesi emrini verdi. Fakat İmam bu cezanın icra edilmesine izin vermeyerek şöyle buyurdu: “Sen bu hükmü sadece o kadına verebilirsin, onun karnında olan çocuğa değil.” [20]

7-Bir kadın kendi çocuğunu kabul etmeyerek onun annesi olduğunu inkar ediyor ve henüz bekar olduğunu söylüyordu. Buna rağmen o genç, onun annesi olduğu konusunda ısrar ediyordu. Halife ise o gencin böyle bir iftirada bulunduğu için dövülmesi emrini verdi. İmam (a.s) bu olayı duyunca bahsedilen kadından ve onu ailesinden kadını istediği bir kimse ile evlendirme izni aldı, onlar da bu konuda İmam’ı vekil tayin ettiler. Sonra İmam o gence dönerek şöyle dedi: “Ben bu kadını sana nikahlıyorum ve onun mihriyesi ise 480 dirhemdir.” Sonra İmam içinde 480 dirhem olan bir keseyi o kadına verdi ve gence şöyle dedi: “Bu kadının elinden tutup git ve evlilik seni düzene sokmayıncaya dek benim yanıma gelme.” Kadın bu sözü duyunca şöyle dedi: “Allah’a sığınırım, Allah’a sığınırım bu işin sonu ateş olur. Allah şahit olsun ki bu benim oğlumdur” sonra kadın bu inkarının sebebini açıkladı. [21]

 

3.halife Osman ve Muaviye’nin İlmi Meselelerinin Halledilmesi

İmam (a.s)’ın fikri ve ilmi yardımları sadece Ebu Bekir ve Ömer’in hilafet dönemine özgü değildi. O tüm halifelerin hilafet dönemlerinde İslam’ın müşfiki, rehberi ve yardımcısı ünvanıyla İslam ve Müslümanların siyasi ve ilmi müşkülatlarını bertaraf ediyordu. Örneğin 3. Halifelerin de pek çok konuda İmam’ın dahiyane ve yüce yol göstericiliğinden faydalanması acayip ve tuhaf değildir. Ama İmam’a karşı kalbinde buğz ve düşmanlık taşıyan Muaviye’nin ilmi ve fikri meselelerinin çözümlenmesinde İmam’a koşması ve bazı kimseleri İmam’ın huzuruna gönderip ondan meselelerin cevabını istemesi çok tuhaftır. Örneğin bazen Rum hükümdarı bir takım sorular soruyor ve kendisini Müslümanların halifesi diye ilan eden Muaviye’den bu sorulara cevap vermesini istiyordu. Muaviye ise itibarını koruyabilmek için bazı kimseleri Hz. Ali (a.s.)’ın yanına gönderiyor ve onları, bir yolla bu soruların cevaplarını İmam’dan öğrenip kendisine ulaştırmakla görevlendiriyordu.

 

3.halife Osman ve Muaviye’nin İmam’a danıştıkları bazı meseleleri zikrediyoruz:

1-İslam kanunlarında bir adam karısını boşar ve karısının iddet süresini tamamlamadan önce ölürse, o kadın kocasından miras alabilir. Zira kadının iddet süresi tamamlanıncaya kadar evlilik bağı devam eder.

Osman’ın hilafet döneminde bir şahsın, biri Ensar’dan diğeri de Beni Haşim’den olan iki karısı vardı. Bu şahıs Ensar’dan olan karısını boşadı ve kısa bir müddet sonda da öldü. O kadın ise halifenin yanına giderek şöyle dedi: “Benim iddet sürem henüz dolmadı, bu yüzden ben hakkım olan mirası istiyorum.. “Halife bu hadiseye bir çözüm getiremeyince olayı Hz. Ali’ye ulaştırdı. İmam (a.s) ise şöyle buyurdu: “Eğer Ensar’dan olan kadın kocasının ölümünden sonra üç defa hayız olmadığına yemin ederse kocasından miras alabilir.” Osman Beni Haşim’den olan kadına şöyle dedi: “Bu hüküm halanın oğlu Ali (a.s.)’ın vermiş olduğu bir hükümdür, ben bu konuda bir karar almadım.” Kadın ise şöyle dedi: “Ben Ali (a.s.)’ın hükmüne razı oldum. O, yemin ederek miras alabilir.” Bu hadiseyi Ehl-i Sünnet alimleri, Şii fakihlerinin fetvalarına uymayan değişik şekillerde nakletmişlerdi.[22]

2-Hac ya da umre farizesini yerine getirmek için ihram giymiş olan bir şahıs karada yaşayan hayvanları avlayamaz. Kur’an-ı Kerim bu konuda şöyle buyuruyor: “***”[23] Ancak ihram giymemiş olan bir şahıs bir hayvanı avlarsa, ihram giyinmiş olan kimse bu hayvanın etinden yiyebilir mi? İşte halife de bu sorunun cevabını alabilmek için İmam’a (a.s) danıştı. Ama bundan önce halife ihram giymemiş olan kimsenin avladığı hayvanı ihram giymiş olan şahsın yiyebileceği görüşüne sahipti. Zira tesadüfen halife de muhrim idi ve o, kendisini bu tür yemekleri yemek için çağıran kimselerin davetini kabul etmek istiyordu. Fakat halife İmam’ın bu konudaki muhalefeti ile karşı karşıya kalınca bu hadise ile halifeyi kani etti. Bu hadise şöyle idi: Peygamber (s.a.v) muhrim iken ona böyle bir yemek getirildi. O Hazret ise şöyle buyurdu: “Biz muhrimiz. Bu yemeği siz, ihram giymemiş olan kimselere götürün.”

Hz. Ali bu hadiseyi anlattıktan sonra on iki kişi de İmam’ın bu naklini teyid ettiler. Sonra imam şunu ekledi: “Resulullah sadece bizi bu tür hayvanların etini yemekten menetmekle kalmayarak, avlamış olan kuşların yumurtalarını bile yemekten bizi menetti.”[24]

3-İslam’ın kesin hükümlerinden biri de kafirin ölümden sonra azaba düçar olacağıdır. Osman’ın hilafeti döneminde bir şahıs bu hükme itiraz ünvanıyla bir kafirin kafatasında kabirden çıkarıp halifenin yanına götürdü ve ona şöyle dedi: “Eğer kafir ölümden sonra ateşe yanacaksa bu kafatasının sıcak olması gerekir. Oysa ki ben bu kafatasına dokunuyorum, ama bir sıcaklık hissetmiyorum.” Halife bu soruya cevap getirmekte aciz kalınca hemen İmam’a (a.s) danıştı. İmam ise o şahsın itirazına münasib bir cevap getirdi. O hazret bir çakmaktaşı ve tutuşturucu getirilmesini istedi. Sonra İmam (a.s) bu ikisini ateş kıvılcımı çıkıncaya dek birbirine sürdü ve şöye4l buyurdu: “Çakmaktaşı ve tutuşturucuya dokunduğumuzda bir sıcaklık hissetmiyoruz. Ama bu ikisi öyle bir sıcaklığa sahip ki biz bunu ancak bazı şartlar altında hissedebiliriz. O halde kafirin kabir azabının da böyle olmasının ne sakıncası var? İmam’ın verdiği bu cevap üzerine halife şöyle dedi: “Eğer ali olmasaydı Osman helak olurdu.”[25] Şimdi Muaviye’nin İmam’a (a.s) danıştığı meseleleri zikrediyoruz:

İslam tarihinde Muaviye’nin İmam’a el açtığı ve İmam’ın ilmi sayesinde utanç ve cahilliğini bertaraf ettiği yedi hadise zikredilmiştir:

Uzeyne diyor ki: “Bir şahıs Muaviye’ye bir soru yöneltti. Muaviye ise onun bu soruyu Hz. Ali (a.s)dan sormasını istedi. O şahıs dedi: “Ben bu soruyu Hz. Ali’ye sormak istemiyorum, istiyorum ki bu surumu sen cevaplayasın.” Bunun üzerine Muaviye şöyle dedi: “Neden Peygamber’in “Ali (a.s.)’ın bana olan menzili Harun’un Musa’ya olan menzili gibidir. Ancak benden sonra Peygamber (s.a.v)yok” derken kastettiği kişiden bu sorunun cevabını almak istemiyorsun? Ömer de müşkülatlarını onun sayesinde hallediyordu.”[26]

İmam (a.s)’ın şahadet haberi Muaviye’ye ulaştığı zaman o şöyle dedi: “Fıkıh ve ilim öldü.” Muaviye’nin kardeşi bu sözü ondan duyunca şöyle dedi: “Sakın Şam ehli senin bu sözünü duymasınlar.”[27]

 

Şimdi Muaviye’nin Hz. Ali’ye danıştığı konuları zikrediyoruz:

1-Kabirleri açıp ölüler üzerindeki kefenleri çalan kişinin hükmü.

2-Bir şahsı öldürmüş olan ve öldürdüğü şahsı karısıyla zina ederken yakalandığını iddia eden bir kişinin hükmü.

3-İki kişi bir elbise hakkında ihtilaf ettiler. Onlardan birisi elbisenin kendi malı olduğunu ispat etmek için iki şahit getirdi. Diğeri ise bu elbiseyi tanımadığı bir kimseden aldığını iddia ediyordu.

4-Bir adam bir kızla evlenmişti. Ama gelinin babası onun yerine başka bir kızını o adamın yanına göndermişti.

5-Rum imparatoru samanyolu, gökkuşağı v. Hakkında Muaviye’ye sorular yöneltince o, meçhul bir kişiyi bu surların cevabını öğrenmesi için Hz. Ali (a.s.)’ın yanına Irak’a gönderdi.

6-Rum imparatoru önceden zikredilmiş sorulan benzerlerini yeniden Muaviye’den sordu ve vergileri bu sorulardan alacağı sahih cevaplara göre ayarlayacağını şart koştu.

7-Üçüncü kez Rum hükümdarlarından soru yöneltildi. Amr ibn-i As ise sahtekarlık ile bu sorunun cevabını İmam’dan aldı.[28]

 

Ayetullah uzma Cafer Subhani

dıpnotlar ***********************************************************************************************

[1] Tarih-i Yakubi, c. 2, s. 123 Necef bakısı

[2] İrşad-i müfid s. 107

[3] Kaza-i Emire’l-Müminin Necef baskısı, 1369 s. 96

[4] Kafi, c. 2 hadis: 16; İrşad-i müfid s. 106;Menakıb-ı İbn-i Şehr Aşub c. 1, s. 489

[5] Enbiya/30

[6] Fussilet 11

[7] Lokman/29

[8] Bihar’ül_Envar, c. 40, s. 224

[9] Nehcü’l-Belağa 146. hutbe

[10] Tarih-i Taberi, c. 4 s. 237-238; Tarih-i Kamil, c. 3, s. 3; Tarih-i İbn-i Kesir, c. 7, s. 107;Bihar’ül-Envar, c. 9, s. 501

[11] Semerü’l-Evrak/Negariş-i Takiyüddin Hamevi, c. 2, s. 15 Mısır, H. 1368 Bakısı

[12] Tarih-i Yakubi, c. 1, s. 123; Tarih-i Taberi, c. 2, s. 253; Kenzü’l-Ummal,c. 5, s. 244; Şerh-i Nehc’ül-Belağa İbn-i Ebil Hadid, c. 3, s. 113 Mısır bakısı

[13] El-Vahyi’l-Muhammedi s. 225

[14] Ahkaf/15

[15] Lokman/14

[16] Menakıb-i İbn-i Şehr Aşub, c. 1, s. 496; Bihar c. 40, s. 332

[17] Akziye-i Ali ibni Ebu Talib

[18] Sünen-i Beyhaki c. 7, s. 236; Zehair el-Ukba s. 81; el-Gadir c. 6, s. 120

[19] Müstedrek-i Hakim c. 2, s. 95; Gadir, c. 6, s. 102

[20] Zehair el-Ukba s. 80; el-Gadir c. 6, s. 110

[21] Keşf’ul Gumme c. 1, s. 33; Bihar c. 40, s. 277

[22] Kenzu’l-Ummal c. 3, s. 178; Zehairü’l-Ukba s. 80

[23] Maide/96

[24] Kenzü’l-Ummal, c. 3, s. 53; Müstedrek el-Vesail, c. 2, s. 119

[25] Ali ve Halifeler Revaihu’l-Kur’an, s. 51’den nakledilmiştir.

[26] Zehairu’l-Ukba, s. 79

[27] el-İstiab c. 2, s. 426

[28] Ali ve Halifeler s. 316-324

Read 5742 times