کارگر

کارگر

İmam Humeyni’nin şahsına ve yazdığı kitaplara atılan iftiraları deşifre ediyoruz. Birazdan okuyacağınız yazıda İmam Humeyni’nin yazdığı Keşf’ul Esrar kitabında İmam’ın, sahabelere hakaret ettiği ve Kur’an’ın tahrif edildiği iddiasını delilleriyle çürüteceğiz.

Okuyacağınız yazı Milli Görüş Portalı’nın sitesinde yayınlanmıştır ve Milli Görüşçüler tarafından hazırlanmıştır. İmam’a atılan diğer iftiraları da delilleriyle birlikte çürüteceğiz inşallah. O yazı :

 

Humeyni ve Kur’an’ın Tahrifi İddiası

Ey inananlar! Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin, âdil olun. (Maide, 8)

Ey inananlar! Zannın çoğundan sakınınız, zira zannın bir kısmı günahtır. (Hucurat, 12)

İslâm alemindeki ihtilaf ve düşmanlıkların temelinde, cehalet ortamında oluşan mezhep taassubunun, körü körüne taklidin ve sonucunda peşin fikirlerin yer aldığı bir gerçektir.

Taklidi, dinin esası görerek, tahkikten ve düşünmekten peşinen istifa eden zihniyetlerde böylesine zaafların oluşmasını çok tabii bir sonuç olarak görmekteyiz. Ancak bu zaafın, İslâm âlemine yön verme iddiasında olan veya bu konumda görülen şahsiyetlerde de varolduğunu görmek gerçekten dehşet verici olmaktadır.

Yakın bir geçmişte, Mr. Hampher denen sözümona bir İngiliz ajanının hatıraları diye, dört- beş yayınevi tarafından, değişik isimlerle ve mal bulmuş mağribi aceleciliğiyle piyasaya sürülen tamamı uydurma bir kitap bu cehaletin güzel bir belgesidir. ‘İslâmı Nasıl Yok Edelim’ ismiyle de piyasa bulan ve hatta yerli basım bir Arapça versiyonu bile uydurulan Mahut Hampher’in Hatıraları’nı pazarlayan İslâm havarileri, Allah’ın şu azîm fermanına zerrece itibar etmemişlerdir:

“Ey inananlar, bir fasık size bir haber getirirse onu tahkik edin. Cehaletle bir topluluğa fenalık edip sonra yaptığınıza pişman olmayasınız diye.. (Hucurat: 6)

Gerçekten Mr. Hampher denen bir fasık var olsaydı ve müslüman bir topluluğun değer verdiği bir zatı karalamayı hedefleseydi, bu uydurmayı kaleme alan fasık veya fasıklar kadar gözükara davranamazdı. Çünkü eğer birazcık aklı varsa, akıllı insanları da kandırabilmek amacıyla daha usturuplu ve daha çelişkisiz iftiralar bulurdu.

Burada Mr. Hampher’in mevhum hatıralarının kıymet-ı ilmiyesi (!) üzerinde uzun-uzadıya duracak değiliz. Biraz basiret üzere okuyacak herkesin farkına varabileceği uydurmaları teşhire çalışmak bir bakıma malumu îlâm kabilinden olacağından bu kadar bir temasla yetiniyoruz.

Aşağıda vereceğimiz taassub örneğinde ise taraflar daha net olarak belli olup mevhum insanlardan oluşmuyor. Şöyle ki:

Müddetler: Ebu’l-Hasan Ali en-Nedvî ve ondan naklen Said Havva.

Müddea aleyh: Ayetullah Humeyni.

iddia: Humeyni, Kur’ân’ın tahrif edilmiş olduğu iddiasındadır.

Delil: Humeyni’nin Keşfu’l-Esrar isimli Farsça eseri.

Sonuç: iddia sabit olunca Humeyni kâfirdir.

Ebu’l-Hasan Ali en-Nedvî de, Said Havva da müslüman okuyucunun tanıdığı şahsiyetler olup her ikisinin de bir çok eseri Türkçe’ye çevrilmiştir. İşte bu meşhur her iki yazar da Ayetullah Humeyni’nin Müslümanların ellerindeki Kur’ân’ın tahrif edilmiş olduğunu iddia ettiğini ileri sürmüşler ve sonuçta onun küfrüne hükmetmişlerdir.

Şöyle ki:

Ebu’l-Hasan Ali en-Nedvî, Arapça kaleme aldığı ve birçok baskılarının yapıldığı anlaşılan Suretâni Mutedaddetân isimli eserinin (1410/1990, Cidde Baskısı) 52-53. sayfalarında Humeyni ve Görüşleri başlığı altında şöyle yazıyor:

“ İran devriminin bugünkü lideri, islâmi Hükümet diye isimlendirdiği yönetimin kurucusu ve Gaib İmam’ın Naibi Humeyni; Keşfu’l-Esrar isimli eserinde, Sahabe-i Kiramı (r.a), dünyaya köle olmuşlar, Allah’a karşı cüretkârlar, Kur’ân-ı Kerimi tahrif edenler ve sonuç olarak kâfirler olarak nitelemektedir, ki tercümesi aşağıdaki gibidir:

Dünya ve yönetimi elde etmekten başka Kur’ân ve İslamla ilgileri olmayan ve Kur’ân’ı yalnızca fasid niyetlerinin tahakkuku için bir vasıta edinen o insanlar (sahabeler) için; bu âyetleri (Hz. Peygamberden hemen sonra Hz. Ali’nin ve imamların hilafetine delalet eden âyetleri) Allah’ın Kitabı’ndan çıkarmak, böylece Semavi Kitabı tahrif etmek ve bu lekenin kıyamete kadar Kur’ân ve müslümanlar için baki kalmasını sağlamak amacıyla dünya ehlinin gözlerinden Kur’ânı sürekli olarak uzak tutmak kolay olmuştu. Yahudi ve Hıristiyanlara yöneltilen tahrif ithamları aynen kendileri için de sabittir. “

En-Nedvî, ilgili dipnotta, alıntının kaynağı olarak Keşfu’l-Esrar’ın 114. sayfasını verirken, bu kitabın baskı yeri ve tarihinin yazılı olmadığı, fakat Humeyni’ye aidiyetinde kesinlik bulunduğu yolunda mütalaalarını serdeder.

Said Havva ise, El-Humeyniyye isimli eserinin 19. sayfasında, Humeyni’nin Kur’ân tahrif edilmiştir diyenleri nasıl te’kid etmekte olduğunu isbat için şöyle yazıyor:

“ Farsça Keşfu’l-Esrar’ın 114. sayfasında Humeyni şöyle diyor:

Onlar için (Sahabe-i Kiram için), bu âyetleri Kur’ân’dan çıkarmak, Semavi Kitabı tahrif etmek ve Onu insanların gözünden uzak tutmak kolay oldu. Müslümanların, yahudi ve Hıristiyanlara yönelttikleri tahrif iddiası sahabe için de sabit olmuştur. “

Said Havva, dip notta bu alıntının, Ebu’l-Hasan Ali en-Nedvî’nin Suretâni Mutedaddetân isimli eserinin Uman baskısının 94. sayfasından nakledildiğini ifade ettikten sonra metinde şöyle devam eder:

” Humeyni’nin bu ifadeleri açık bir küfür ve İslâmı nakzetmektir. Birçok mucizeyi ihtiva eden Kur’ân’a karşı bu cür’et gösterilirse İslâmın hangi senedinin değeri kalır ve bundan sonra hangi senedi baki kalır? ” (El-Humeyniyye, s. 20)

Görüldüğü üzere, her iki müellifin de kaynağı Farsça Keşfu’l-Esrar kitabıdır. Yalnız Said Havva bu esere doğrudan başvurmamış, Ebu’l-Hasan Ali en-Nedvî’nin Arapça tercümesine istinat etmiştir. Fakat o alıntılamayı da motamot yapmadığı hemen görülmektedir.

Peki işin aslı nedir?

Farsça Keşfu’l-Esrar’da, gerçekten, Arapçası yukarıdaki gibi olan bir iddia geçmekte midir?

Elimizde, Ebu’l-Hasan Ali en-Nedvî’nin tarifine uygun, yani aynı baskı olduğu anlaşılan Farsça bir Keşfu’l-Esrar kitabı var. Kitab, gerçekten basım yeri ve tarihi konusunda bir bilgi ihtiva etmemekte, kapağında ise imam Ruhullah Musevi el-Humeyni’nin te’lifi olduğu yazılmaktadır. Ve 114. sayfasında da En-Nedvî ve Said Havva’nın alıntıladıklarına benzer ifadeler yer almaktadır.

Fakat çok dehşetengiz bir durum var!..

Önce Keşfu’l-Esrar kitabının konusu hakkında özet bir bilgi verelim, sonra da o dehşetengiz durumu izah edelim.

Keşfu’l-Esrar, İmam Humeyni’nin 1943′lerde te’lif ettiği bir kitap. Eser; 1945′te Fedaiyan-ı islâm tarafından öldürülen Ahmet Kesrevî’nin talebelerinden biri tarafından yazılan Binlerce Yıllık Esrar adlı kitaba cevap olarak yazılmıştır. (Güçlenen İslâm’ın Yankılan, John L. Esposito, s. 175-76, istanbul, 1989, Yöneliş Yayınları)

Eser bir polemik kitabıdır. Tenkid edilen kitap ve yazarın ismi verilmemekle beraber yer-yer tenkidi görüşler alıntılanarak şiî (Caferi) bakış açısıyla cevap verilmektedir. Humeyni’nin Şiîlik konusundaki gerçek inancını tahlil için eserin dürüst bir şekilde Türkçe’ye kazandırılmasının faydalı olacağına inanıyoruz.

Kitabın te’lifi esnasında 41 yaşında bulunan ve henüz Ayetullah olmadığı anlaşılan Humeyni, orada, şirk/tevhid, imamet, takiyye, velâyet-i fakıh, hums, islâm hukuku, nasih-mensuh vb. ana konularda Şiî akideye yöneltilen tenkitleri kendi ifadesiyle Kur’ân ve akıl kriterleriyle reddetmektedir. Kendilerinden olduğunu itiraf ettiği tenkitçileri yer-yer ibni Teymiyye’nin cahilane fikirlerine kapılan maceraperest kimseler, ya da beşer ailesinin en vahşileri, Necd’in ilim ve medeniyetten âri akılsız deve çobanları”nı taklit eden cahiller olarak niteler.

İşte bu polemik içerisinde ismini vermediği tenkitçinin şu sorusunu alıntılar:

“Eğer imamet mezhebin dördüncü aslı ise ve müfessirlerin iddia ettiği gibi Kur’ân’da birçok âyet bunu kanıtlıyorsa neden Allah bu kadar mühim bir hususu bir defa olsun Kur’ân’da sarahaten zikretmedi de bu kadar ihtilaflara sebep oldu ve bu kadar kanlar döküldü? (s.105) “

İşte bu soruyu uzun uzadıya cevaplamaya çalışan Humeyni, Keşfu’l-Esrar’ın 114. sayfasında aynen şöyle der:

İmamın isminin sarih olarak Kur’ân’da yer almış olması halinde şu (tehlike) de mümkün idi:

Dünya ve yönetimi elde etmekten başka Kur’ân ve İslamla ilgileri olmayan ve Kur’ân’ı yalnızca fasid niyetlerinin tahakkuku için bir vasıta edinen o insanlar, bu âyetleri Kur’ân’dan çıkarırlar, böylece Semavi Kitabı tahrif ederler ve dünya ehlinin gözlerinden Kur’ânı sürekli olarak uzak tutarlardı ve bu leke kıyamete kadar Kur’ân ve müslümanlar için baki kalır, Yahudi ve Hıristiyanlara yöneltilen tahrif ithamları aynen kendileri için de sabit olurdu.

Evet, okuyucunun, dehşetengiz dediğimiz hususun farkına varmış olduğunu sanıyoruz.

Yukarıda, Ebu’l-Hasan Ali en-Nedvî ve Said Havva’nın, Humeyni’nin küfrüne delil olarak alıntıladıkları ifadelerin, Bektaşi taktiklerine başvurmadan, yapılacak doğru bir tercümesi bundan ibaret.

Şimdi iki tercüme üzerinde insafla düşünelim: Yukarıda verdiğimiz (doğru) tercümeden Kur’ân’ın tahrif edilmiş olduğu iddiası çıkarılabilir mi?

Evet, aynı kitap, aynı sayfa ve yakın ifadeler. Fakat tam bir Bektaşi taktiği var: Tahakkuk etmeyen bir şart cümleciği olan imamın ismi sarih olarak Kur’ân’da yeralmış olsaydı varsayımından sonraki çıkarırlardı, tahrif ederlerdi., fiillerinin de tahakkuk etmedikleri gayet açık bir husus iken, şart cümleciğini attıktan sonra zaman kiplerini de çıkardılar, tahrif ettiler şeklinde değiştirmenin mazeretini bulmak mümkün görünmüyor.

En-Nedvi Farsça bilmiyor muydu? Said Havva ondan alıntılayıp Humeyni’nin küfrüne ferman çıkarırken Allah için bir endişe duymadı mı? Bu kabil soruların müsbet-menfi cevaplarını aramanın bu safhada bir yararı olamaz. Bunlar, kendilerine itimad eden binlerce insanı iğfal ettiklerinin farkında oldular mı acaba? Bilemiyoruz. Fakat İslam Aleminde cehaletin ve kör taassubun körüklediği böyle sayısız ihtilaf ve iftiraların varlığı bir gerçek.

Herhalde bütün bunları, ümmetimin ihtilafı rahmettir teranesiyle izah etmek mümkün görülemez.

Tenkid başka bir olay, iftira başka bir olay..

Ve sonuçta kârlı çıkan taraf batılın temsilcileri ve emperyalizm olmaktadır.

Fa’tabirû yâ uli’l-elbâb!.

Akıl sahipleri okuyup ibret almalılar..

 

Mahûd Hampher’ in hatıraları’nın bazı versiyonları aşağıdaki gibidir:

a) Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri, Doç. Dr. ihsan Süreyya Sırma, 1991, İstanbul, Beyan Yayınları (9. Baskı).

b) İslâmı Nasıl Yok edelim – Bir İngiliz Ajanının Hatıraları, Çev.: Nevzat Göktaş, 1991, İstanbul, Nehir Yayınları (3. Baskı),

c) İngiliz Casusu Mr. Hempher’in Misyonerlik Faaliyetleri, Çev.: Mehmet Can, 1990, istanbul, Ferşat Yayınları,

d) İngiliz Casusunun itirafları, Çev.: M. Sıddık Gümüş, 1991, İstanbul, İhlâs Yayınları, (3. Baskı),

e) İ’tirâfâtu’l-Câsûsi’l-İngilizi, 1991, İstanbul (Bir önceki tercümenin Türkiye’de uydurulup basılmış Arapça versiyonu. Görüldüğü üzere; yayıncılarımız, işi sıkı tutup bir çok baskı yaparak dînî gayretlerini esirgememişler. Bu yarışta akademik kariyeri (!) hamiyetli bir zatın öncülük etmesi ise gerçekten takdire şayan bir durum.

islamivahdet.com

 

Salı, 08 Temmuz 2014 04:33

İran bölgesel uyumu temsil ediyor

Ben bir gayrimüslim olarak, İran’ın mezheplerinden bağımsız olarak dünyadaki bütün Müslümanları destekleme şevkini çok çarpıcı buluyorum. Şii çoğunluklu ülkeyi, Sünni çoğunluklu Filistinlileri desteklemeye iten ve bu yüzden de Siyonistlerin İran’ın prensiplerinden nefret etmesine sebep olan, etnik kimlik veya mezhepten bağımsız olarak ayrımsız bütün Müslümanları destekleme kararlılığıdır.

 

Batı’nın Lübnan, Suriye ve Irak’taki şiddeti, ABD’nin bölgesel düşmanı İran tarafından bir biçimde kızıştırılmış mezhepçilik olarak betimlemesi, cehalete ve körlüğe dayanıyor.

Bu tip İran betimlemelerine bir örnek, ABD’li senatör John McCain’in 16 Haziran günü Irak hakkında yaptığı ve İran’ın Irak’ta süregiden çatışmada “dar bir mezhepçi gündem” izlediğini iddia ettiği açıklamada görülebilir. İran’ın, Irak’ın toprak bütünlüğünü ve sosyal birliğini koruyan güçleri desteklemesine rağmen böyle söyleniyor. İran’ın izlediği bu politika, mezhepçi bir politikanın yüz seksen derece zıttıdır ve İran hem Irak’ta hem de Suriye’de uzlaşma çağrıları yapmaya devam etmektedir.

İslam Cumhuriyeti’nin söylediği veya yaptığı hiçbir şey Sünnileri yahut herhangi bir başka dini grubu kasten tecrit etmemiş ve hedef almamıştır. Bu, İran’ın politikalarıyla ve dış politikasıyla da uyumlu değildir. İran çoğulcu ve hoşgörülü bir devlettir ve belki de bu tanıma şu anda bölgedeki bütün öteki devletlerden daha fazla uymaktadır. Gerçekte, eğer İran’ın dış politikası herhangi bir dinsel/mezhepsel terimle ifade edilebilirse, yalnızca “Müslüman yanlısı” olarak tanımlanabilir.

Ben bir gayrimüslim olarak, İran’ın mezheplerinden bağımsız olarak dünyadaki bütün Müslümanları destekleme şevkini çok çarpıcı buluyorum. Şii çoğunluklu ülkeyi, Sünni çoğunluklu Filistinlileri desteklemeye iten ve bu yüzden de Siyonistlerin İran’ın prensiplerinden nefret etmesine sebep olan, etnik kimlik veya mezhepten bağımsız olarak ayrımsız bütün Müslümanları destekleme kararlılığıdır. Bu özgün detayı vurgulamak önemlidir, çünkü İran’ın Sünnilere verdiği desteğin, Batı ve İsrail’in düşmanlığını çeken faktör olduğu anlamına gelmektedir. Böylesine kararlılıkla bütün Müslümanları destekleyen bir devlet nasıl mezhepçi olabilir?

Ben Batı’daki okuyucularımın bir anlığına, yazdıklarımı dikkatli bir şekilde düşünmelerini isterim. Mantık olarak, bir ülkenin aynı anda hem dünya çapındaki bütün Müsümanları desteklemeye kendisini adayıp hem de İslam içerisinde şiddete dayalı mezhepçi bir gündem izlemesinin mümkün olmadığını biliriz. Bazıları bu mesele hakkında yoğun bir şekilde yalan söylüyor.

Hakikat şu ki, eğer İran gerçekten mezhepçi olsaydı, şu anda Batı’yla ve İsrail’le herhangi bir ihtilafı olmazdı, çünkü Filistin’deki olaylara veya Siyonizm’in suçlarına hiçbir ilgi göstermiyor olurdu. Bu meseleleri tamamen bırakmış olması gerekirdi, çünkü bunlar doğrudan İranlıları veya Şiileri ilgilendirmiyor.

İran coğrafyasının hayli dışında olan Filistin, İran bakımından hiçbir mezhepsel çıkar sağlayamaz. İran’ın dünyanın bu bölgesine olan ilgisinin mezhepçilik veya İran’ın gücünün soğuk yayılmasıyla ilgisi olamaz, zira Filistinlilerin kaderinin, bölgede İran’ın gücünün saf veya reelpolitik yayılmasıyla bir ilgisi yoktur. İran, Filistinlileri bütün İslam’ı savunma adına desteklemek durumundadır – İran’ın çıkarlarıyla uyum yaratacak bir koşul veya İran’dan yayınlanan hükümlere bağlılık söz konusu değildir.

Eş zamanlı olarak hem İran’ın Filistinlilere verdiği desteğin, hem de varsayılan mezhepçiliğinin Ortadoğu’da istikrarın önünde tehdit oluşturduğunu söylemek hiçbir anlam taşımaz, çünkü bu iki iddia karşılıklı olarak birbirini dışlar. İran’ın bir taraftan mezhepçi olması ve dar öz çıkarlarıyla motive olması, diğer yandan da İran’a yönelik devasa Siyonist nefreti pahasına başka bir mezhepten, uzaktaki bir grubun üyelerini desteklemeye devam etmesi imkansızdır.

İran’ın öteki Müslüman ülkelere ve öteki Müslüman mezheplere yönelik politikası, tersine, fedakarlığa ve bölgesel uyum yönünde duyduğu güçlü arzuya dayanmaktadır. Ne yazık ki, pek çok başka Müslüman ülkenin politikaları, bizzat İslam’a karşı bir haçlı seferine girişmiş olan Amerika Birleşik Devletleri’ne kuklalık ve kölece hizmet tarafından belirlenmektedir. Bu ülkeler Müslümanlar arasında karmaşa, aşırıcılık, istikrarsızlık ve kendi kendine zarar verme ihraç etmekte ve İslam’ı ve insan haklarını görmezden gelen bencilce bir jeopolitik güç oyununun parçası olarak Müslümanları birbiriyle karşı karşıya getirmektedir.

İran’ın mezhepçi olduğu fikrinin yanlış olduğunu gösteren daha açık kanıtlar da var. Üniversite derslerinin çoğunda İran toplumu, başka kültürlere ve dini gruplara karşı alışılmamış derecede toleranslı bir toplum olarak betimlenir. İran’da başka inançlardan ve İslam’ın başka mezheplerinden, barış içinde yaşayan sayısız topluluk vardır. ABD ve İngiltere’deki ateşli İran karşıtı basın bile İran’da dini baskı uygulandığına dair kaydadeğer bir örnek bulamaz. Hiçkimse Şii İslam’ı kabul etmeye zorlanmaz. Kendi inançlarını paylaşmadıkları için Müslümanları aforoz eden İranlı tekfirciler yoktur. İran kültürü, toplumu ve yönetimi üzerine odaklanan bütün yetkin analizler, aynı şekilde çoğulcu ve hoşgörülü bir ülke sonucuna ulaşacaktır.

Bunu, İran’ı bencil mezhepsel amaçlar peşinde koşmakla suçlayan bir bölge ülkesi olan Suudi Arabistan’la karşılaştıralım. Suudi Arabistan kendisini, bölgesel etkisi İran tarafından ayaklar altına alınmış bir büyük güç olarak görmeyi seviyor, fakat rekabet yalnızca Suudi Arabistan’ın ateşli düşlerinde mevcut. Gerçekte Suudi Arabistan’ın sorunu İran değil, Suudi nüfuzunun ve gücünün düşlerini beslemek için var olan sözde Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) gibi, lidersiz terörist imalatlarıdır.

Suudi Arabistan’da Şiiler baskı görür, Yahudilerden iğrenilir ve Hristiyanlar öldürülür. Dahası Suudi Arabistan Irak’ta varsayımsal olarak Sünni azınlık tarafından Şii çoğunluğa karşı yürütülen, Şiilere saldırma temelli mezhepçi obsesyonun yönlendirdiği, bütünüyle mezhepçi bir “ayaklanmayı” desteklemektedir.

Irak’ta ve Suriye’de, Sünnilerin çoğunluğundan destek görmemelerine rağmen bütün Sünnileri temsil ettiğini iddia eden Suudi destekli militanlardan türeyen tekfirci bir güç ideolojisi mevcuttur. Sünnilerin çoğunluğu onları desteklese bile bu barbar grupların yapacağı tek şey, çoğunluğa ve çoğulcu Irak devlet aygıtına karşı mezhepçi bir soykırım kampanyası yürütmek olurdu.

Şimdi bölgede mezhepçiliği gerçekte kimin yaydığıı düşünelim. Suudi Arabistan’ın retoriği açkça anti-Şii’dir. Suudi Arabistan’ın Şiilere karşı hiçbir saygısı olmadığı, yahut onlarla bir arada yaşama yönünde hiçbir arzusunun olmadığı konusunda kimsenin şüphesi yoktur. O halde burada Suudi Arabistan’ı daha derinden analiz etmeye yönelebiliriz. İsrail’e ve Amerika Birleşik Devletleri’ne bakalım.

Onlar bölgedeki mezhepçilikten kaygı duyuyor mu? Peki, mezhepçi anlatıyı kırmak için ne yapıyor? Hiçbir şey.

Resmi söylemler itibariyle ABD ve İsrail mezhepçilikten kaygı duyuyor ve bölgede bir tehdit olarak tanımlıyor. Fakat John Barrasso gibi ABD’li senatörler Irak’ın bölünmesi çağrısı yapınca ve İsrail buna Kürt bağımsızlığını destekleme retoriğini ekleyince, mezhepçiliğin gerçek akbabaları ifşa oluyor.

Irak’taki toplumsal yarılmalar, her aşamada Batı ve bölgesel kukla devletler tarafından kasten körüklendi. Onların mezhepçiliği teşvik etmesinin hiçbir sınırı yoktur. Gerçekte onların Irak’taki yegane anlatısı mezhepçiliktir ve çatışmayı körüklemek için mezhepçi dili kullanmaktadırlar.

Irak’ın bölünmesinin veya Esad’ın devrilmesinin tek muhtemel sonucu, uyumu gözetecek bir İslami düzen yerleştirilemezse, hükümetsiz alanlar, kaos ve derinleşen mezhepçiliğin getirdiği karanlık olacaktır. Hem Suriye’de hem de Irak’ta devleti desteklemek, şu anda mezhepçiliğe karşı tek güvenilir savunma biçimidir ve barışa değer veren herkes bunu anlamalıdır.

Bir rejim çoğulculuğu bırakma yönünde bir adım atıp mezhepçi topluluklara otorite verdiği zaman, mezhepçiliği desteklemiş demektir. İran hiçbir noktada bunu yapmamıştır. ABD ve müttefikleri ise bu tür ulusal parçalanmaları, bölgedeki kendi şiddete dayalı ve bölücü vizyonlarını beslemek için kullanıyor.

İran’ın mezhepçi olduğu iddiasına, İran’ın Filistinlilere olan desteği ve Irak, Suriye ve Lübnan’da birliğe ve barışa olan bağlılığı bağlamında baktığımız zaman, bu iddianın kabul edilemez bir yalan olduğu ortaya çıkar. Bölgedeki yegane mezhepçilik, tek taraflı olarak ve çekinmeksizin, Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgesel müttefikleri tarafından teşvik edilmektedir.

medyaşafak/

Harry J. Bentham/Press TV

 

-

 

Üniversite hocalarından kalabalık bir grubu kabul eden İslam İnkılabı Rehberi İmam Seyyid Ali Hamanei, bilimsel, üniversite, kültürel, sosyal, ekonomik ve siyasi alanlardan bir takım önemli konuları gündeme getirdiler.

 

Bu gruba hitaben bir konuşma yapan İslam İnkılabı Rehberi İmam Seyyid Ali Hamanei, İran ve İslam dünyasının gelecek kaderini belirlemede ana unsur olarak bilimsel hareketin ciddi, hızlı ve çok yönlü gelişmesi zaruretini hatırlatarak, bu önemli hedefin tahakkukunun, vatanın ve halkın kalkınması ve gelişmesine aşk besleyenlerin cihadvari faaliyet ve idareciliklerini gerektirdiğini söyledi.

Bu görüşmede fikirlerini açıklayan üniversite hocalarının düşüncelerinin yararlı ve çok iyi fikirler olduğunu belirten İmam Hamanei, burada gündeme getirtilen görüşlerden yetkililerin planlamaları ve fikir teatilerinde yararlanılacağını ve bu görüşlerin etkinliğinin hissedilmesi gerektiğini söyledi.

"Yıllarca ülkenin bilimsel hareketinin öneminin vurgulanması ardından halı hazırda ülkenin bilimsel hareketi büyük başarılar elde etmiş ve dünya çapında da tanınmıştır ve daha doğrusu İran İslam Cumhuriyetinin bilimsel hareketi tüm dünyada görücüye çıkmıştır" ifadesini kullanan İmam Hamanei bilimsel ilerleme alanında kaygılandırıcı bir hususu da hatırlatarak, uzun yıllar büyük mücahede, çaba ve uğraşılar sonucu şu anda yolun yarısına ulaşan ülkenin bilimsel hareketinin, gerileme veya duraksama noktasına duçar olmasının bu konuda en önemli kaygıyı oluşturduğunu söyledi.

Ülkenin bilimsel motor hızının yavaşlaması veya durmasının geri dönüşü de beraberinde getireceği uyarısında bulunan İmam Hamanei, "Eğer bu bilimsel hareket ve inkılap duracak olursa, onun geri getirtilmesi çok zor olur. Bunun için hepimiz tüm gücümüzle ülkenin bilimsel kalkınmasına katkıda bulunmalıyız" dedi.

Ülkenin bilimsel hareketinin durdurulmasının İslam Nizamı düşmanları cephesinin temel komplolarından biri olduğunu hatırlatan İmam Hamanei bu konuda sürekli olarak "Düşman" kavramını dile getirmesine açıklık getirerek, bazılarının düşman kavramının kullanılması ve tekrarlanmasına karşı hassasiyet gösterdiklerini, oysa Kur'anı Kerim'de de defalarca "Şeytan" ve "İblis" kavramlarının tekrarlandığını ve bunun taşıdığı mesajın ise şeytan ve düşman'ın hilesi karşısında gaflete düşülmemesi olduğunu söyledi.

İmam Hamanei şöyle dedi: "Düşman mevzuunu vurgulamak, ülke içindeki sorun ve noksanlıkların göz ardı edilmesi anlamında değildir, ama dış düşmandan gaflet etmek, bize çok büyük zarar verebilecek stratejik bir hata olabilir."

 

 

İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, "Önümüzdeki üç hafta içerisinde gereksiz nükleer krizi sonlandırmak ve tarih yazmak için eşsiz bir fırsata sahibiz" dedi.

Sosyal paylaşım ağı Youtube'da 5+1 ülkelerine hitaben videolu bir mesaj yayınlayan Dışişleri Bakanı Zarif, yaptırımların İran'a boyun eğdiremeyeceğini ifade etti ve Batılı hükümetleri müzakerelerin son anında imtiyaz kazanma çabası peşinde olmamaları konusunda uyardı.

Zarif, mesajında "Önümüzdeki üç hafta içinde, tarih yazmak için eşsiz bir fırsata sahibiz. İran'ın nükleer programı konusunda kapsamlı bir anlaşma sağlamak ve bizleri son haftalarda Irak'ta meydana gelen korkunç olaylar gibi ortak sorunlara çözüm bulmaktan alı koyan gereksiz nükleer krizi sonlandırmamız için eşsiz bir fırsat.Nükleer mesele 2005 yılında çözüme kavuşturulabilirdi. Ancak o zaman İranlıların baskıya karşı tepki vereceklerini söylediğimde bu dikkate alınmadı. George Bush hükümeti, uranyum zenginleştirmenin durdurulması talebinde ısrar ederek tüm anlaşmayı bozdu. Sonra ki 8 yılda da baskı ve yaptırım yolunu seçtiler'' dedi.

Zarif, '' Yaptırımlar tam anlamıyla sarsıcı ve hatta ölümcüldü. İranlı kanser hastaları kendi bütçeleri ile dahi ilaçlarını temin edemiyorlardı çünkü dünya kanser bankaları İranlı sermayenin transferlerini önlemek için Amerika Birleşik Devletleri Hazine Bakanlığı tarafından baskı altında tutuluyorlardı. Ancak, bilim adamlarımızın öldürülmesi, çevresel felaketlerle sonuçlanma riskine rağmen nükleer tesislerimize yapılan sabotajlar ve sürekli tekrar eden askeri tehditlerin bir işe yaramadığı gibi yaptırımlar da nükleer programımızı durduramadı. Aslında bu girişimlerin tümü ters tepti.Uranyum zenginleştirmenin durdurulması konusundaki ısrar, santrifüj sayımızın 100 katına çıkması yani 200'den daha az sayıda cihazın yaklaşık 20 bine çıkmasıyla sonuçlandı.Amerika yapımı olan araştırma reaktörümüze yakıt satmamaları bizi yakıt üretmek için uranyum zenginleştirme seviyemizi yüzde 3.5'tan yüzde 20'ye çıkarmaya zorladı'' diye konuştu.

İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı, ''Kanser hastalarını tıbbi radyo-izotoplardan mahrum bırakmaları bizi ağır su reaktörü inşa etmeye ve bir başlangıç fikrinden çok yakın zamanda faaliyete geçecek tam teçhizatlı komple bir tesis oluşturmaya zorladı.Nükleer tesislerin bombalanması tehditleri bizi etrafındaki dağlarla korunan Fordo tesislerini inşa etmeye zorladı. Batılı hükümetler bu durumu kendi elleriyle meydana getirdiklerini gözetmeksizin itiraz etmeye başladılar.Anlaşma için son tarih olan 20 Temmuza yaklaşırken, bir kez daha son anda imtiyaz elde etme çabalarının 2005 yılında elde ettikleri sonuçlardan daha iyi olmayacağı uyarısını yapmam gerektiğini hissediyorum.Hala İran'ın müzakere masasına oturmasına ambargoların sebep olduğuna inananlara sadece şunu söyleyebilirim; İran geçtiğimiz sekiz yıllık bu baskı sürecinden, aslında 35 yıldaki bu süreçten alnının akıyla çıkmıştır'' ifadesini kullandı.

Zarif, '' İran halkı yaptırımlar karşısında boyun eğmedi, eğmiyor ve eğmeyecek. Mevcut durumu gün geçtikçe kötüleştiren bu döngüden çıkabilmemiz için hala fırsat var. Karşılıklı saygı duymayı deneyin. Sonuç verecektir. Biz iyi veya kötü bir anlaşma değil, uygulanabilir ve kalıcı bir anlaşma sağlanması için çaba gösteriyoruz. Her anlaşma, taraflardan birinin tutumunu dayatmasıyla değil, karşılıklı anlayış sonucunda elde edilmelidir.Biz, kararlı önlemler alarak nükleer programımızın her zaman barışçıl olarak kalacağını garanti etmeye hazırız. İran'ın bomba ürettiği efsanelerine son vermek için hala bir şans var. 250 yıllık hiçbir saldırganlık sabıkası olmayan geçmişimiz bu iddiayı kanıtlamaya yeterlidir.Hükümetim, bu gereksiz krizi 20 Temmuza kadar sonlandırmaya kararlıdır. Meslektaşlarımın da aynı kararlılığa sahip olmalarını umuyorum. Ben Cevad Zarif ve bu da İran'ın mesajıdır"diyerek mesajını tamamladı.

2014 yılında adından en çok bahsettiren örgütler diye bir sıralama yapılsa, hiç şüphesiz Boko Haram IŞİD ile birlikte bu sıralamanın en üstünde yer alırdı.

Çoğunlukla Nijerya’nın kuzeydoğu eyaletlerinde ve Kamerun’un kuzeyinde gerçekleştirdiği kanlı saldırılar ve kaçırma eylemleriyle dikkatleri üzerine çeken örgüt hakkında dış basında ve muhtelif İnternet sitesinde çokça şey yazılıp çiziliyor.

Bu yazılarda örgütün kökeni, hedefleri, isminin hangi anlama geldiği, arkasında hangi güçlerin olduğu, uluslararası siyasetin Afrika ayağında nereye denk düştüğü, vb. konular işleniyor.

 

AYNI SENARYO TEKRARLANIYOR

Ana akım medyanın dışında yer alan Global Research gibi sitelerde yapılan ve Türkiye basınına da konu olan analizlerde, WikiLeaks belgeleri dayanarak gösterilerek Boko Haram’ın ABD’nin Nijerya’yı istikrarsızlaştırma planı kapsamında CIA tarafından yönlendirilen bir örgüt olduğu  -ABD’nin Kaddafi’yi devirmek için destek verdiği Libyalı şeriatçı örgütler ve İslami Mağrip el Kaidesi gibi gruplarla Boko Haram’ın ilişkili olduğu da ilave edilerek-  iddia ediliyor.

Bu iddianın savunucuları Boko Haram saldırıları sayesinde Nijerya’nın dış müdahaleye açık hale getirildiğini ifade ederken, ABD İstihbarat Konseyinin 2005 yılında Sahra Altı Afrikası’nın geleceğine dair hazırladığı raporunda Nijerya için öngörülenlerin tesadüf olmadığına vurgu yapıyorlar ve AFRICOM’ un (ABD Afrika Komutanlığı) üs talebine uzun süredir direnen Nijerya’nın Boko Haram vasıtasıyla ABD ordusuna muhtaç hale getirileceğini belirtiyorlar.

Aynı senaryonun daha önce Kenya’da, Somali’de, Mali’de ve Uganda’da uygulandığını belirten yorumcular; ABD’nin “terörizmle mücadele” bahanesiyle Afrika kıtasındaki askeri etkinliğini arttırmaya çalıştığını, bu sayede hem enerji kaynaklarının ve onların geçiş yollarının güvenliğini sağlamaya hem de kıtadaki ekonomik ve askeri etkinliği artan Çin’in önünü kesmeye çalıştığını ifade ediyorlar.

Boko Haram’ın bu yılın nisan ayında 200’den fazla kız çocuğunu kaçırması sonrasında sosyal medyada başlatılan – Michelle Obama’nın da destek verdiği-  #Kızlarımızı geri getirin kampanyasının benzerinin 2012’de CIA bağlantılı olduğunu iddia ettikleri Invisible Children adlı topluluk tarafından #Kony2012 başlığıyla -Uganda Tanrının Direniş Ordusu Örgütü Lideri Joseph Kony’nin yakalanması talebiyle- gerçekleştirildiğini; ABD ordusunun Kony’yi bulma bahanesiyle Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Uganda, Ruanda, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Güney Sudan’a yeşil bereliler olarak bilinen komandolarını gönderdiğini  belirten yorumcular, bahsi geçen sosyal medya kampanyalarının ABD’nin işgal öncesi kamuoyu oluşturma çalışmalarının bir parçası olduğunu iddia ediyorlar. Bu iddialara ek olarak, kimileri ise Obama’nın dış politika danışmanlarından Zbigniew Brzezinski’nin (ABD’ nin Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği Yeşil Kuşak projesinin mimarı) “İkinci Şans” adlı kitabında ifade ettiği kültürel, dinsel veya etnik özelliklere dayanan mini ve mikro devletlerin ABD çıkarları için daha uygun olduğu görüşünü hatırlatarak, Nijerya’nın 2015 seçimleri öncesinde parçalanmaya çalışıldığını savunuyor .

 

SÖMÜRGECİLİĞİN MİRASI MI?

Bu yorumların çoğunda Boko Haram’ın ortaya çıkışındaki ve gelişmesindeki ülke içi etkenler ya göz ardı ediliyor ya da değinilip geçilen bir unsur olarak kullanılıyor. Bu grup dışında, “kukla örgüt” tespitlerinden ziyade söz konusu etkenleri analizlerinin merkezine alan yorumcular da bulunuyor. Örneğin, Pan-African News Wire Editörü Abayomi Azikiwe Boko Haram’ın Britanya sömürgeciliğinin Nijerya’yı yönetmek için inşa ettiği ve sonrasında Amerikan emperyalizminin devam ettirdiği bölgesel ayrıma dayanan sistemin ürettiği çatışmaların 2000’li yıllardaki sonucu olduğunu ifade ediyor. BBC  News Africa’ da ve Council of Foreign Relations’ta çıkan yazılarda ise, 2002’de kurulan örgütün 2009’a kadar tek tük olan ve Nijerya güvenlik güçlerini hedef alan saldırılarının 2009’dan sonra düzenli olarak artmasında -şimdiye kadar ordu ve polis birlikleriyle yaşanan çatışmalar ve Boko Haram’ın sivillere yönelik saldırılarında 10 binden fazla insan hayatını kaybetti-  ve örgütün radikalleşmesinde Nijerya devletinin Boko Haram’a  yönelik sert tavrının (Örgüt militanlarının 2009’ da motosiklet kaskı yasağına uymamalarına polisin sert tavrı sonucu başladığı iddia edilen isyana Nijerya ordu birliklerinin müdahalesi sonucu büyük çoğunluğu Boko Haram mensubu veya destekçisi 800’den fazla kişinin hayatını kaybetmesi, yaygın polis şiddeti, Nijerya devletinin Boko Haram ile mücadele için kurduğu Sivil Ortak Görev Gücü’nün militanlara yönelik yargısız infazları, Uluslararası Af Örgütünün raporuna göre 2013 yılının ilk yarısında çoğunluğu örgüt militanı 1000 kişinin askeri gözetimde öldürülmesi gibi etkenlerin) önemli payı olduğu belirtiliyor.

 

ORDU BOKO HARAM İLİŞKİSİ

Yukarıda yazılanlara ilaveten, örgütün ülkenin kuzey bölgesinin yöneticileri ve hakim sınıfları hatta Nijerya ordusu içerisinden de ciddi destek aldığı –geçtiğimiz günlerde Leadership adlı Nijerya gazetesinde gündeme gelen fakat Nijeryalı yetkililer tarafından yalanlanan bir haberde orduda görevli 10 generalin ve 5 üst düzey askeri yetkilinin Boko Haram’a destek verdikleri gerekçesiyle askeri mahkemede suçlu bulunduğu belirtildi -  iddia edilirken, 2011 yılında gerçekleşen seçimlerin sonucunun da Boko Haram’ın artan şiddetinde payı olduğu savunuluyor. Çoğu Kuzey Nijeryalının, Müslüman kökenli Devlet Başkanı Umarı Musa Yar’dua’nın görev süresinin dolmasına iki yıl varken 2010 yılında hastalığı nedeniyle ölmesi sonucu 2011 yılında yapılan devlet başkanlığı seçimleriyle, ülkenin yönetiminde fiilen uygulanan ‘bir kuzeyden bir güneyden’ sisteminin kırıldığını düşündüğünü, bu kesimlerin seçimi kazanan Hıristiyan kökenli Goodluck Jonathan’ı gayri meşru ilan ettiğini ve kuzeyin hakkını gasbetmekle suçladığını belirten yorumcular, Jonathan’ın 2015 yılında yapılacak seçimlerde aday olma konusunda istekli olmasının gerginliği arttırdığını ve Boko Haram’ın bu yıl içinde gerçekleştirdiği kanlı saldırılarda  2015 seçimlerinin önemli payı olduğunu düşünüyorlar.

Yukarıda aktarılanlara ilaveten; Boko Haram’ın kiliselere, eğitim kurumlarına, Hıristiyan sivillere, rakip gördüğü Müslüman din adamlarına yönelik saldırılarının 2011 yılından sonra başlaması, 2000’li yılların başından beri çoğu kuzey eyaletinde şeriat hükümlerinin uygulanmasına ve örgütün ülkenin güneyinde hiçbir gücü olmamasına rağmen amacını Nijerya’nın tamamında şeriata dayalı bir devlet kurmak olarak belirtmesi ve Kamerun’da Çin yatırımlarına yönelik saldırıları, örgütün ülkedeki hakim sınıfların egemenlik mücadelesinin ve emperyalist devletlerin bölgesel rekabetinin aracı olduğu  yönündeki iddiaları güçlendiriyor.

 

Emperyalist güçler tarafından IŞİD’e verilen desteğe işaret eden Tahran Cuma Namazı Hatibi, IŞİD cinayetlerinin uluslararası toplum tarafından kınanması gerektiğini kaydetti.

Bu haftanın Tahran Cuma Namazı Ayetullah Muvahhidi Kirmani’nin imamlığında eda olundu. Ayerullah Muvahhidi Kirmani hutbesinin bir bölümünde IŞİD cinayetlerine işaret ederek, emperyalist dünyası asırlar boyunca İslam ile savaşmaya kalktığını, zira İslam bir tek Allah’a teslim olmaya ve ibadet etmeye vurgu yaptığını, emperyalist dünyası ise bir tek ona teslim olmaya çağrı yaptığını ifade etti.

Bir tek İslam’ın insanlığı savunduğunu dile getiren Tahran Cuma Namazı Hatibi, mazlumu savunmak amacıyla BM Güvenlik Konseyi tarafından zaman zaman çıkarılmak istenilen kararların konseye üye olan caniler ve emperyalist tarafından veto edildiğini hatırlattı.

Ayetullah Muvahhidi Kirmani, emperyalist güçler teröre başvurarak İslam ilerleyişini engellemek istediğini belirterek, bugüne kadar bu ilerlemeyi engellemeye yönelik başvurulan çabaların etkisiz kaldığını, başaramayan emperyalistlerin hiçbir halt edemeyeceğinin altını çizdi.

Tahran Cuma Hatibi, cihat ve direniş kültürü dolaysıyla emperyalistlerin tüm komplolarının suya düştüğünü söyleyerek, emperyalist dünyası kanlı cinayetlerle kendi mezarını kazdığını, dünya çapında terörizm ve şiddetin kınanmakta olduğunu, üç tekbir diyerek ve İslam adına katliam yapan bu caniler tarafından gösterilen şiddetin İslam dışı olduğunu söyledi.

Irak’taki gelişmeler Şii ve Sünni çatışması olmadığının altını çizen Ayetullah Muvahhidi Kirmani, Irak ordusunun ilerleyişinde önemli etkisi olan ve cihat çağrısı yapan Irak dini mercilerine teşekkürlerini dile getirdi.

Demokrasi savunucuları olduklarını iddia eden bazı uluslararası toplum tarafından IŞİD cinayetlerinin kınanmadığını hatırlatan Tahran Cuma Hatibi, IŞİD cinayetleri İslam İşbirliği Teşkilatı, Bağlantısızlar Hareketi, Arap Birliği, BM Genel Kurul, Güvenlik Konseyi ve diğer insan sever kurum ve kuruluşlar tarafından kınanması gerektiğini kaydetti.

Cumartesi, 05 Temmuz 2014 05:44

Barzani-Carba görüşmesine İran’dan tepki

İran Dışişleri Bakanı Yardımcısı Emirabdullahiyan, Barzani-Carba görüşmesiyle ilgili olarak “Barzani’nin tavrı bildiğimiz olumlu kişiliğinden uzak, kuşku uyandırıcı” dedi.

İran Dışişleri Bakanlığı Arap-Afrika İşleri Yardımcısı Hüseyin Emirabdullahiyan, Suriye Muhalifleri Koalisyonu Başkanı Ahmet Carba’yla Irak Kürt Bölgesi Başkanı Mesut Barzani arasında geçen görüşmeyle ilgili olarak “Irak’ta tanınmış bir şahsiyet olarak bilinen Mesut Barzani’nin siyasi tavrı, kendisinden bildiğimiz o olumlu kişiliğinden uzak ve kuşku uyandırıcı” dedi.

Emirabdullahiyan ayrıca “Ahmet Carba, bir yandan çökmüş Münafıklar (Halkın Mücahitleri) terör örgütü elebaşısı Meryem Recevi’yle görüşüyor. Diğer yandan da, Mesut Barzani’yle yan yana geliyor. Biz bu siyasi tavrı yakışıksız olarak görüyoruz. Carba, zayıf bir kişiliğe sahip. Münafıklar’ın elebaşısıyla görüşmesiyle de kişiliğini ortaya çıkarmış oldu” şeklinde konuştu.

Emirabdullahiyan daha sonra, İran’la Iraklı Kürtler arasında tarihi ve kardeşçe bir ilişki olduğunun altını çizerek “Kardeşimiz Barzani’yi duygularına hakim olmaya, Suriye’ye karşı fevri davranmaktan kaçınmaya, terörle mücadele konusuna yoğunlaşmaya ve Irak anayasası çerçevesinde bu ülkenin birlik ve bütünlüğünü korumaya davet ediyoruz” dedi.

Cumartesi, 05 Temmuz 2014 05:22

Ramazan Dersleri 2- Tekebbür

Tekebbür insanın tekamüle ulaşmasını engelleyen en büyük engeldir.

Bismillahirrahmanirrahim

Tekamul yolunda en büyük engel ve en kötü hastalık insanın kendisini üstün, temiz ve prüzsüz görmesidir. İnsanın kendisini diğerlerinden daha güçlü ve daha üstün görmesi bir hastalıktır.

Kur’an’ın çeşitli tabirlerle beyan ettiği, rivayetlerin üzerinde hassasiyetle durduğu ve kaçınmamızı istediği sıfat “tekebbür” ve “insanın kendisini üstün” görmesidir. Bu sıfat, manevi makamlara ulaşmada insanı tehdit eden büyük bir tehlikedir.

Tekebbürün özelliklerinden biri insanın kendisini diğerlerinden üstün görmesidir. Bu çok tehlikeli ve hayret edilecek birşeydir. İnsan, Kur’an ayetlerini okudukça bu sıfat üzerinde ne kadar hassasiyetle durulduğunu görecektir; İsti’la, Uluv, Tekebbür, İstikbar gibi kelimelerle beyan edilmiştir. Allah yolunda hareket eden bir mümin bu sıfatlardan uzak durmalıdır.

Kendisini muktedir görmenin tekebbürle bir farkı yoktur; insan kendisini kudret sahibi, ihtiyaçsız ve mustağnı görürse veya kendisini ilim sahibi görüp herşeyin kendisine sunulması gerektiğini düşünürse, herşeyi kendi ilmi ile ölçerse, kendi ilim hazinesinde olmayanı redederse, kendi ilmini ölçü olarak görürse bu da tekebbürün bir kısmıdır ve çok tehlikelidir. Hatta ibadet, zühd ehli, Allah’a yönelmiş maneviyat peşinde olan insanın işlerinde de tekebbür sözkonusudur; buna “ucb” denir. Ucb tekebbürün kısımlarındandır; kendisini beğenmek, yaptıklarıyla kendisini diğerlerinden üstün görmek tekebbürün bölümlerindendir.

Bizim gibi normal insanlar amiyane tekebbürlere mubtela oluyoruz. Manevi makamlara ulaşma yolunda seyr-u suluk edenler, kendileriden daha üsteki yüksek makamları görünce onlar da bulundukları makam ve dereceye rağmen tekebbür ve nefsinin üstünlüğü gibi hatalara düşebilir. Bu da onlar için bir tehlikedır yani her makamın kendisine göre tehlikeleri vardır.

Bu sıfatı yok etmenin, tekebbürü yok etmenin birinci adımı insanın kendisini muhtaç, fakir, eli boş ve hiçbir şeye sahip olmayan olarak görmesidir. Yani insan sahip olduğu güç, servet, ilim ve bütün olumlu meziyyetlerine rağmen kendisini Allah’ın karşısında gerçekten -laf olsun diye değil- muhtaç, eli boş, küçük ve hakir görmelidir. Böyle olursa bu insanın yüce ruha sahip olduğunun nişanesidir elbette bu makama ulaşmak kolay değildir, çaba gerekir.

Kendi zamanının arif ve velilerinden sayılan merhum Hacce Mirza Cavad Melikiyi Tebrizi, Necef’e ilk gittiği zaman normal bir talebeyken, büyüklerden ve eşraftanmiş gibi davranır ve arkasında bir hizmetçi bulundururmuş. Babası Tebriz’in zenginlerinden olduğundan dolayı ekonomik durumu da gayet iyiyimiş. Pahalı elbiseler giyer, omuzuna da pahalı bir parça atarmış.

İlahi lütüf onu zamanın büyük arifi tevhid, ahlak ve marifet üstadı Molla Hüseyin Goli Hamedani’nin kapısına götürür. Molla Hüseyin Goli Hamedani, Necef’te merce-i taklid, kalp ve mana ehli olanların kıblesi olarak tanınırdı. Mirza Cevadi Melikiyi Tebrizi her zamanki eşraf ve zengin çocukları edasıyle derse katılır, sınıfa girerken Molla Hüseyn Goli Hamedani minberden onun kapıdan girdiğini görür görmez bağırarak “hemen o kapının ağzında (ayakkabıların yanında) otur” der. Miraza Cevadi Melikiyi Tebrizi de hemen orda oturur ama ustadın oraya oturtması kendisine çok dokunur, bunu kendisine hakaret görür. Yine de derslere katılmaya devam eder, bir müddet sonra Molla Hüseyin Goli Hamenadi dersten sonra Mirza Cevadı çağırır ve kendisinden bir şey yapmasını ister, istediği şeyi yapmak eşraf ve zenginlerin yapacağı şey değildir, kendilerine yakıştırmazlar, dışarı çıkar ve yanında bulundurduğu hizmetcisine yaptırır. Ustadının istediği şeyi getirince ustad, ben senin yapmanı istemiştim, hizmetcinin değil.

Arif insanlar birini eğitmek istediklerinde nefsini ayaklar altına almasını, gurur ve kibri yenmesini isterlerdi. Bencilliği, kendini beğenmeyi yok edecek şekilde eğitirlerdi. İnsanı şirke sürükleyen kibirden, bir makam ve mevkiye sahip olduğu duygusundan kurtarıp sırat-ı mustakime yönelterek kemal makamlarına ulaştırırlar. Mirza Cevadi Melikiyi Tebrizi bu gibi ustadların elinde kalp ve mana ehli ariflerden olmuşlardır. Şuan kabri mana ve batin ehlilerinin ziyaretgahı olmuştur.

Öyleyse birinci adım her insanın batinde var olan bencilliği kırmaktır; insan devamlı tezekkür, hatırlatma, nasihat ve riyazetle nefsini kınamaz ve tahkir etmezse nefis güçlenir ve Firavun sıfatlı olur.

Dünyadaki bütün müsibet ve belaların kaynağı bencilliğin başının altından çıkıyor. Bütün zulümler, bütün ayrıcalıklar, bütün savaşlar, katliamların hepsinin kaynağı bu Firavuni sıfatın insanlarda kök salmasındandır. Eğer bu sıfatı dizginlemesek, batinimizde olan bu azgın ata gem vurmasak çok tehlikeli işler yapacaktır. Yalnız kendisine değil diğerlerine de zarar verecektir; insan dış dünyasında etkili olduğu oranda başkalarına zarar verir. Bundan dolayı Kur’an bu gibi insanlara hakkında buyuruyor: “Böbürlenenlere (kendilerini üstün görenlere) cehennemde yer mi yok?”. Zümer/60

Günahlar, bedbahtlıklar ve fesadların hepsi tekebbürden kaynaklanıyor.

Emirelmuminin hz. Ali (a.s) Nehc-ul Belağa’da tekebbür ve bu hastalığı yok etme, tedavi etme yolları hakkında olağanüstü güzel noktaları beyan etmiştir. O hazretten nakl edilen değerli sözlerin yanısıra o hazretin hayatının Allah’a ubudiyetin mazharı olduğuna teveccüh edilmelidir. Bu ubudiyyet ve kulluğun karşıtı kibir, uluv, istila ve istikbardır diyebiliriz. Ubudiyyet, Allah’ın karşısında huzu ve huşuyla durmak ve ilahi ahkamı kabullenip Allah’ın emirlerine teslim olmaktır, diyebiliriz.

Vesselamu aleykum verahmetullahi ve berekatuh

İmam Hamanei

 

Çarşamba, 02 Temmuz 2014 06:58

İran, Polonya’yı ikince defa mağlup etti

İran voleybol milli takımı Dünya voleybol ligi karşılaşmalarında Polonya milli takımını ikinci karşılaşmada da üç sıfır yenerek finallere adını yazdırdı. Toplamda 19 puan alan İran voleybol takımı aynı puana sahip İtalya ile birlikte gruptan çıkarken iki maç eksiği ile 11 puana sahip olan Brezilya ve Polonya takımları ise elendiler.

İran voleybol milli takımı Dünya voleybol ligi karşılaşmalarında Polonya milli takımını ikinci karşılaşmada da üç sıfır yenerek finallere adını yazdırdı.

Toplamda 19 puan alan İran voleybol takımı aynı puana sahip İtalya ile birlikte gruptan çıkarken iki maç eksiği ile 11 puana sahip olan Brezilya ve Polonya takımları ise elendiler.

 

Çarşamba, 02 Temmuz 2014 06:41

Kaos (2)

ALKAİDE’nin Irak kolu olan Irak İslam Devleti olayların başlaması ile adını IŞİD olarak değiştirdi ve Suriye’de örgütlenmeye başladı.

Dünyanın dört bir yanından Türkiye’ye gelip cihat için Suriye’ye giren on binlerce ruh hastasının büyük bölümü bu örgüte katıldı. Emperyalist ülke ve güçlerin bölge ülkeleri ile birlikte Türkiye, Ürdün ve Lübnan üzerinden Suriye’ye gönderdiği silahların büyük bölümü bu örgüte gitti, gidiyor. Bu gücü ile başta Rakka olmak üzere bazı Suriye şehir, kasaba ve köylerini ele geçiren IŞİD yöresel dengeleri de iyi kullanarak gençleri ve aşiretleri kendi safına kattı, katıyor. Emperyalist ve yandaşı bölgesel ülkelerin desteği ile gücüne güç katan IŞİD benzer Sünni ittifakları Irak’ta başardıktan sonra son saldırısını gerçekleştirdi.

Şimdi ise Suriye ve Irak’ın Sünni bölgeleri ile ilgili kendi devlet haritasını yayınlayıp duruyor. Canı sıkıldığında bu haritanın sınırlarını tüm Suriye, Ürdün ve Lübnan’a kadar genişletiyor. Kuzeyde ise sınırlar Toros’ların eteğinden başlıyor ve Hatay’ı içine alıyor. Kendini ‘en hakiki Müslüman’ olarak tanıtan IŞİD bu harita çalışmaları içinde İslamın baş düşmanı siyonist İsrail ve emperyalist batı ve onların islam düşmanı Müslüman işbirlikçiler için hiç birşey söyleyip yapmıyor. Oysa IŞİD’in lideri Bağdadi önceki gün Peygamber soyundan olduğunu iddia ederek kendini tüm müslümanların halifesi ilan etti. Peki AKP yönetiminde Türkiye ne yapıyor? AKP yönetiminde Türkiye içerde cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olarak yoğun tartışmalar yaşarken dışarıda anlatmaya çalıştığım tüm kompozisyonların hem merkezinde hem de kenarında duruyor. Merkezinde çünkü Suriye ve Irak’ta olup biten herşeyde Türkiye taraf. Kenarında çünkü bu taraflılığına rağmen orta ve uzun vadede devre dışı bırakılacak ya da sonraki tüm tehlikeli gelişmelerden en çok etkilenen ülke olacak. Örneğin IŞİD Irak ve Suriye topraklarında devletini kurarsa bu devlet Türkiye’ye sınır olacak ve dost ve kardeş IŞİD’çiler İstanbul’a gelip buradan dünyaya dağılacaklar.

Geçen hafta Beyrut’ta intihar saldırısını gerçekleştiren iki Suudi vatandaşın yaptığı gibi. Çünkü hepsi İstanbul üzerinden Suriye’ye oradan da Irak’a gitmişti. Obama ve batılı müttefikleri yakında başlarına bela olacak IŞİD’çilerden kurtulmaya karar vermediği sürece bu konu Türkiye için çok ciddi riskler oluşturacaktır. Çünkü adamlar ruh hastası. Yoksa durduk yerde Türk diplomatlarını esir alırlar mıydı? Geçenlerde Türkiye’yi Fırat konusunda bile uyardılar Onlara göre Ankara Suriye ve Irak’a bırakması gereken suyu bırakmıyor. Yani IŞİD de Şam ve Bağdat gibi Fırat ve Dicle suları konusunda Ankara ile kavga edebilir. Aynı IŞİD bu iki nehir üzerindeki barajları kontrol ederek Iraklıları tehdit ediyor. Bazen ‘suyunuzu keserim’ bazen de ‘ barajları patlatarak boğarım sizleri’ diyor. AKP yönetiminde Türkiye olası su tehdit ve savaşlarını ne kadar ciddiye alıyor bilmiyorum ama olası Sünnistan ve Kürdistan petrolü ile yakından ilgilendiği ortada. Örneğin Mayıs 2013′te Rakka şehrini işgal eden IŞİD buradan elde ettiği petrolü kaçakçılar üzerinden Türkiye’ye satıyordu, satıyor. Aynı Türkiye merkezi Bağdat hükümeti ile kavgalı Mesut Barzani’nin de petrolünü alıyor. Ceyhan’a gelen petrol tankerler ile İsrail’e taşınıyor. Buna karşın İsrail ve Amerikan şirketleri Kıbrıs açıklarında çıkması olası gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınabileneceğini konuşuyor. Tabi AKP’nin Kıbrıs’ta istenilen tüm tavizleri vermesi koşulu ile. Tıpkı Kerkük’te verdiği gibi. Petrol uğruna… Son gelişmeleri fırsat bilen Mesut Barzani Kerkük ve çevresindeki tartışmalı kasaba ve köylerin Kerkük’e bağlandığını ve Kerkük’ün tümü ile peşmergenin kontrolünde olduğunu söyledi. İki gün sonra Başbakan Naçirvan Barzani Ankara’ya geldi ve Kerkük petrolünün geleceğini konuştu. Kerkük Kürdistan’ın bir parçası olursa bu şehirde bulunun petrol Kerkuk-Ceyhan boru hattı üzerinden batıya taşınacak. Buna karşın AKP yönetiminde Türkiye Kerkük ve Musul’daki Türkmenleri unutacak. Tıpkı Sünnistan’ın bir parçası Musul’a bağlı Telafer’deki Şii Türkmenleri unuttuğu gibi. Konuşulacak ve anlatılacak çok şey var. Hepsi rezalet ve çok tehlikeli. AKP yönetiminde Türkiye son üç yılda içerde olduğunun çok daha fazlası ile dış politikada aşırı tehlikeli politikalar uyguluyor. ‘Arap Baharı’ tezgahı ile İslam aleminin lideri olma hayalleri kuran AKP yönetiminde Türkiye’ye kala kala Kürdistan ve IŞİD yönetiminde Sünnistan kaldı. Tabi şimdilik. Çünkü burası Ortadoğu ve batı bu coğrafyanın petrol ve gazını asla Türkiye’ye bırakmaz.

Bırakmaz çünkü Körfez’deki çağdışı, ilkel, bağnaz ve ihanet içindeki kral, emir ve şeyhler kendisine çok daha iyi hizmet veriyor, verecek. Fotoğraf çok net : Önümüzdeki ay ve yılların temel konusu petrol ve su… Sünni-Şii… Her gruptan kan! Üstelik artık tosun gibi bir halifemiz var. Sıra Sultan’da!

Hüsnü Mahalli