Şehadet yıldönümü münasebeti ile…

Rate this item
(0 votes)

İmam Rıza (a.s) zamanın Abbasi Padişahı Me’mun tarafından zorla Medine’den Horasan’a getirtildikten sonra onun halk arasındaki makam ve sevgisini kırmak ve konumunu zayıflatmak için tüm dinlerin en önemli alimlerini bir araya getirerek İmam Rıza’yla (a.s) bir münazara tertipledi. Münazaraya tüm din temsilcilerinin büyükleri katılmış ve tüm itikadi konular bu münazarada ele alınarak tartışılmıştı. Bir tarafta İslam dininin temsilcisi olarak Peygamber efendimizin torunu İmam Rıza, diğer tarafta Hıristiyanlık, Yahudilik, Sabiilik, Zerdüştlük ve mütekellimler…

 Hasan b. Muhammed en-Nevfelî el-Hâşimî’den şöyle rivayet etmiştir:

Ali b. Mûsa er-Rıza (aleyhi selâm) Me’mun’un yanına gittiğinde Me’mun, Fadl b. Sehle, din ve kelâm Âlimlerini örneğin; Caselik’i (Hıristiyan piskoposlarının reisi) Res’ul Calut’u (Yahudilerin en büyük âlimini) Sabiin Reislerini (melek ve yıldıza tapanlar veya Hz. Yahya’nın dininden olanların büyükleri), Hirbiz’ul Ekber’i (Zerdüştlerin en büyük kadısını), Kistas-i Rûmi (Rumlu tabip) ve mütekellimleri (akait ilminde üstat olan Âlimleri) onun için bir araya toplamasını emretti. Fadl b. Sehl onların hepsini bir araya topladıktan sonra Me’mun’a geldiklerini haber verdi…

Toplantı salonu oldukça kalabalıktı. Ebu Talip oğulları ve Haşim oğulları arasında Muhammed b. Cafer’de (İmam’ın amcası), bir grup komutanla birlikte hazır bulunmaktaydı. İmam Rıza (aleyhi selâm) salona girdiği zaman Me’mun, Muhammed b. Cafer ve beraberindekiler ayağa kalktılar. İmam Rıza (aleyhi selâm) ile Me’mun oturdular, diğerleri de öylece ayakta kaldılar. Daha sonra Me’mun onlara oturmalarını emretti, onlar da oturdular. Me’mun bir müddet İmam (aleyhi selâm) ile karşılıklı konuştuktan sonra Caselik’e (Hrıstiyan din adamlarının önderine) dönerek şöyle dedi:

Ey Caselik! Bu, amcam oğlu Ali b. Mûsa b. Cafer’dir ve kendileri Peygamberimizin kızı Fâtıma ve Ali b. Ebu Talip’in (Allah’ın selâmı onların üzerine olsun) oğullarındandır. Onunla insaf ve delil üzerine konuşmanı istiyorum.

Caselik: Ey müminlerin emiri! Benim kabul etmediğim kitaptan ve kendisine iman etmediğim peygamberden delil getiren bir kişiyle nasıl bahsedip tartışabilirim ki? Dedi.

İmam (aleyhi selâm): Ey Nasranî! Eğer sana İncil’den delil getirsem kabul eder misin?

Caselik: İncil’in buyruklarını ben nasıl reddedebilirim? Evet, vallahi gönül razılığıyla kabulleneceğim.

İmam (aleyhi selâm): Ne dilersen sor ve cevabını işit o halde.

Caselik: Hz. İsa’nın (aleyhi selâm) peygamberliği ve kitabı hakkında görüşün ve inancın nedir? Onlardan inkâr ettiğiniz şey var mıdır? Diye sordu.

İmam (aleyhi selâm): Ben İsa’nın (aleyhi selâm) peygamberliğine, kitabına, ümmeti için müjdelediklerine inanıyor ayrıca Havarîlerin kabullendiklerine inanıyor ve kabul ediyorum. Ama Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve alih) peygamberliğini ve kitabını inkâr eden ve bunu ümmetine müjdelemeyen bir İsa’nın peygamberliğini kabul etmiyorum. Dedi.

Caselik: Acaba bütün hükümler iki âdil şahitle ispatlanmıyor mu? Dedi.

İmam (aleyhi selâm): Evet, dedi.

Caselik: Öyleyse kendinizden olmamak şartıyla Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve alih) peygamberliğini ispatlayacak Hıristiyanların kabul ettiği iki şahit getirin ve bizden de kendimizden olmamak şartıyla iki şahit isteyin. Dedi.

İmam (aleyhi selâm): Ey Nasranî! Şimdi insaflı konuştun; İsa b. Meryem’in (aleyhi selâm) yanında belli bir makama sahip olan birini benim için şahit olarak kabul etmiyor musun? Dedi.

Caselik: Kimdir bu adam, bana ismini söyler misin? Dedi.

İmam (aleyhi selâm): Yuhenna ed-Deylemî’dir. Hakkında ne diyorsun? Dedi.

Caselik: Ne güzel ne güzel, Mesih’in insanlar içinde en çok sevdiği birisinden bahsettin. Dedi.

İmam (aleyhi selâm): Acaba yemin ederek söyler misin? İncil, Yuhenna’nın şöyle dediğini buyurmuyor mu: “Mesih, Arap Muhammed’in dinini bana haber verdi ve onun, kendisinden sonra geleceğini bana müjdeledi; ben de Havarîleri bununla müjdeledim. Onlar da buna iman ettiler.” Dedi.

Caselik dedi ki: “Yuhenna bunu Mesih’ten naklediyor ve bir kişinin peygamberliğini, Ehl-i Beyt’i ve varisini müjdeliyor. Ama bunların ne zaman geleceğini ve bizim onları tanımamız için isimlerini bildirmiyor.”

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: “Eğer İncil okuyabilen birisini getirsem ve Muhammed, Ehl-i Beyt’i ve ümmeti hakkındaki yerleri sana okuyacak olursa iman getirecek misin?”

Caselik dedi ki: “Sağlam bir sözdür.”

İmam (aleyhi selâm) bunun üzerine Kistas-i Rûmî’ye dönerek şöyle dedi: “Acaba İncil’in üçüncü sıfrını (üçüncü kısmını) ezbere biliyor musun?” diye sordu. Kistas dedi ki: “O kısmı ezberlemedim.” Bunun üzerine İmam, Re’sul Calut’a dönerek “İncil okumasını biliyor musun?” diye sordu. O da; evet, kendi canıma yemin ederim ki dedi. İmam (aleyhi selâm): “Ben üçüncü bölümü okuyorum; üçüncü kısmı iyice kavra her ne zaman onda Muhammed (sallallahu aleyhi ve alih), Ehl-i Beyt’i ve ümmeti hakkında bir şeyler olursa benim için tanıklık edin, ama eğer orada bunlarla ilgili bir şey olmazsa tanıklık etmeyin” buyurdu. Daha sonra İmam (aleyhi selâm) üçüncü bölümü, Peygamber’den (sallallahu aleyhi ve alih) bahsedinceye kadar okudu ve durdu. Sonra şöyle dedi:

“Ey Nasranî! Mesih ve annesi hakkı için söyle gerçekten benim İncil’e âlim olduğumu kabul ediyor musun?”

Caselik: Evet, dedi. İmam daha sonra bize Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve alih) Ehl-i Beyt’i ve ümmeti hakkındaki bölümü de okuyarak şöyle buyurdu:

“Ne diyorsun ey Nasranî! Bu Mesih b. Meryem’in sözüdür. Dolayısıyla eğer İncil’in dediklerini yalanlayacak olursan hakikatte Mûsa ve İsa’yı (aleyhi selâm) yalanlamış olursun. Ama eğer sadece bu sözleri inkâr edersen Allah’ı peygamberini ve kitabını inkâr ettiğin için katlin vacip olur.”

Caselik dedi ki: İncil’den bana açıkladığın şeyleri inkâr etmiyorum, aksine kabulleniyorum.

İmam (aleyhi selâm): Ey cemaat! Onun ikrarına şahit olunuz. (Daha sonra tekrar Caselik’i muhatap alarak) Ey Caselik! Dilediğin soruyu sor. Dedi.

Caselik dedi ki: Bana İsa b. Meryem’in (aleyhima selâm) Havarîlerinden bahset onların ve İncil ulemalarının kaç kişi olduklarını söyle.

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Bilen kişiyle karşılaştın: Havarîler on iki kişi idiler. Onların en bilgilisi ve üstünü Luka idi. Ama Hıristiyanların Âlimleri üç kişi idiler: Ec bölgesinde Büyük Yuhenna, Kirkısya bölgesinde Yuhenna ve Zecan bölgesinde Yuhenna Deylemi. Bu sonuncu kişi Hz. Peygamber’i (sallallahu aleyhi ve alih), Ehl-i Beyt’ini ve ümmetiyle ilgili sözleri biliyordu ve İsa’nın (aleyhi selâm) ümmetiyle İsrail oğulları ümmetine müjde veren de oydu.”

İmam daha sonra şöyle buyurdu: Ey Nasranî! Vallahi ben Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve alih) iman eden İsa’ya inanıyorum. Ama sizin İsa’da acizlik ile oruç ve namazın azlığından başka bir eksiklik bulamıyorum.

Caselik dedi ki: Allah’a and olsun ki kendi sözlerini çürüttün, kendini zayıflattın. Oysa ben seni Müslümanların en bilgilisi olarak biliyordum.”

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Bu nasıl oldu?

Caselik dedi ki: İsa’nın zafiyetini, oruç ve namazının az olduğunu söylüyorsun; oysa İsa, hiçbir gün iftar etmedi, bir gece bile uyumadı; gündüzleri sürekli oruç tutuyor, geceleri de ibadetle geçiriyordu.

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Öyleyse kimin için oruç tutuyor ve namaz kılıyordu? (Caselik söyleyecek bir şey bulamadığından) başını önüne eğerek sustu. Sonra İmam Caselik’e hitap ederek şöyle devam etti)

Ey Nasranî! Sana bir soru sormak istiyorum.

Caselik dedi ki: Sor, eğer cevabını bilirsem söylerim.

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: İsa’nın (aleyhi selâm), ölüleri Allah Azze ve Celle’nin izniyle dirilttiğini neden inkâr ediyorsun?

Caselik dedi ki: “Evet bu konuyu inkâr ediyorum (Allah’ın izniyle bu işi yapmasını) Çünkü ölüleri dirilten, körlere ve alacalılara şifa veren ibadet edilmeye (daha) lâyık olan rabtır.

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Yesa da Hz. İsa’nın yaptıklarını yapıyor; su üzerinde yürüyor, ölüleri diriltiyor, körleri ve alaca hastalığına yakalananları iyileştiriyordu. Ama ümmeti onu Allah olarak tanımadı ve Allah Azze ve Celle’yi bırakıp da kimse ona ibadet etmedi. Hızkîl Peygamber de (aleyhi selam) İsa b. Meryem’in (aleyhima selâm) yaptıklarının aynını yapıyordu. Ölümlerinden altmış sene geçmesine rağmen otuz beş bin kişiyi diriltmişti.

Daha sonra, İmam (aleyhi selâm) Re’sul Calut’a dönerek şöyle buyurdu: Ey Re’sul Calut! Acaba Tevrat’ta İsrail oğullarının şu gençleri hakkında herhangi bir konuya rastladın mı? Şöyle ki; Baht’un Nasr, Beyt’ul Mukaddes’e saldırdığı zaman onları İsrail oğulları arasından seçerek Babil’e götürdü. Allah Azze ve Celle de onu (Hızkîl’i) onlar için gönderdi ve o, onları diriltti. İşte bu konular Tevrat’tandır. Sizlerden kâfir olanlardan başka kimse bunları inkâr edemez.

Re’sul Calut dedi ki: kesinlikle bu konuları duymuş ve ondan haberdarız.

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Doğru söyledin ey Yahudi, şimdi dikkat et, Tevrat’tan okuduğum bu sıfır (bölüm) doğru mudur? Daha sonra İmam (aleyhi selâm) bizler için birkaç bölüm okudu. Yahudi imamın böyle güzel okumasına hayran kalıp vecde gelerek yerinde hareket etmeye başladı. Sonra İmam (aleyhi selâm) Nasranî’ye dönerek şöyle buyurdu: “Ey Nasranî! Acaba bunlar mı İsa’dan önceydi, yoksa İsa mı bunlardan önceydi?”

Caselik dedi ki: Onlar İsa’dan (aleyhi selâm) önceydiler.

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Kureyş Resulullah (sallallahu aleyhi ve alih) etrafında toplanarak ondan, ölülerini diriltmesini istediler. Peygamber (sallallahu aleyhi ve alih) Ali b. Ebu Talib’i (aleyhi selâm) onlarla beraber göndererek Ali’ye (aleyhi selâm) şöyle buyurdu: Cebbabe bölgesine (Kabristana) git ve Kureyşlilerin dirilmesini istediği kişilerin isimlerini yüksek sesle: Ey falan, ey falan, ey falan! diye seslen ve de ki Allah’ın resulü Muhammed (sallallahu aleyhi ve alih) Allah’ın izniyle kalkmanızı istiyor. Ali (aleyhi selâm) da onları aynı şekilde çağırdığında; Kalktılar ve başlarındaki toprakları temizlediler. Kureyşliler onlara kendi işleriyle ilgili sorular soruyor ve Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve alih) peygamber olduğunu haber veriyorlardı. Dirilenler ise: Keşke bizler de onu derk edebilsek ve iman getirebilseydik, dediler.[1] Hz. Peygamber de körlere, alacalılara ve delilere şifa veriyor ve hayvanlar, kuşlar, cinler ve şeytanlarla konuşuyordu. Ama biz onu Allah diye tanımadık. Aynı zamanda bunların (İsa, Yesa ve Hizkîl’in) hiçbirinin faziletini de inkâr etmiyoruz. Peki, nasıl oluyor da siz, sadece İsa’yı Allah olarak tanıyorsunuz? Hâlbuki sizin bu yaklaşımınız Yesa ve Hızkîl’i de Allah olarak tanımanızı gerektirmektedir. Çünkü onlar da İsa b. Meryem’in (aleyhimu’s selâm) yaptıklarını yapıyor; ölü diriltiyor ve diğer işleri yapıyorlardı. İsrail oğullarından binlerce kişi veba hastalığı korkusundan kendi şehirlerinden dışarı çıktılar. Ama Allah bir anda hepsinin canını aldı. Şehir halkı etrafa duvar çekerek ölüleri o şekilde bıraktılar. Kemikleri de öylece çürümeye başladı.

İsrail oğulları peygamberlerinden biri oradan geçerken çürümüş kemiklerin çokluğu Onun dikkatini çekti. Allah da peygamberine şu şekilde vahyetti: “Acaba onları senin için diriltmemi ve böylece onlara tebliğ ederek uyarmayı istiyor musun?” O da: Evet, ey Rabbim! Dedi. Allah Azze ve Celle ona şöyle söylemesini vahyetti: “Ey çürümüş kemikler, Allah’ın izniyle kalkınız.” Daha sonra hepsi dirildi ve başlarındaki toprakları temizlemeye başladılar.

İbrahim Halil-ur Rahman (aleyhi selâm) da kuşları parçalayarak her birinin parçasını bir dağın başına koydu. Sonra onları çağırdı ve onlar dirilerek İbrahim’e (aleyhi selâm) doğru hareket ettiler. Mûsa b.İmran da (aleyhi selâm) İsrail oğulları içerisinden seçtiği yetmiş ashabıyla beraber dağa çıktılar. Mûsa’ya (aleyhi selâm) sen Allah’ı gördün, onu nasıl gördüysen aynı şekilde bize de göster! Dediler. Mûsa (aleyhi selâm), ben Allah’ı görmedim, dedi. Onlar “Ey Mûsa! Biz Allah’ı apaçık görmedikçe sana inanmayız” dediler. (Bakara, 55) O anda yıldırım onlara çarparak hepsini yakıverdi. Mûsa (aleyhi selâm) yalnız kaldı ve Allah’a şöyle arz etti: “Ey rabbim! İsrail oğullarından yetmiş kişi seçerek kendimle getirdim. Şu an ise yalnız dönüyorum. Benim bu olaylarla ilgili söyleyeceklerimi nasıl doğrulayıp inanırlar? Dileseydin onları da daha önce helâk ederdin beni de. İçimizdeki akılsızların işledikleri suç yüzünden bizi de mi helâk edeceksin?” Derken Allah Azze ve Celle, onları ölümlerinden sonra tekrar diriltti.

İmam (aleyhi selâm) daha sonra sözlerine şöyle devam etti: Sana bu söylediklerimin hiçbirini inkâr edemezsin. Zira bunların tümü Tevrat, Zebur, İncil ve Furkan (Kur’an)’ın bildirdikleridir. Öyleyse bütün ölü dirilten; körlere, alacalılara ve delilere şifa veren, iyileştiren herkes de rabler olarak kabul edilmeli ve onları da Allah dışında rabler olarak tanımalısın. Ne dersin ey Nasranî?”

Caselik dedi ki: Söz senin sözündür. Allah’tan başka ilâh yoktur.

İmam daha sonra Re’sul Calut’a dönerek şöyle buyurdu: Ey Yahudi! Mûsa b. İmran’a (aleyhi selâm) nazil olan on ayeti senden soruyorum; acaba Muhammed ve ümmetinin haberini Tevrat’ta yazılı olarak görmedin mi? Şöyle ki; “Deve binenin takipçileri olan sonuncu ümmet, geldiği zaman ve Allah’ı yeni mabetlerde çok çok zikrettiklerinde, İsrail oğulları kalplerinin mutmain olması için onlara ve onların padişahlarına doğru hareket etmeliler. Zira onlar ellerindeki kılıçlarla köşe bucaktaki kâfirlerden intikam alırlar.” Acaba bu, Tevrat’ta aynen yazılı değil midir?

Re’sul Calut dedi ki: Evet, biz de Tevrat’ta aynen öyle bulduk. Dedi.

İmam daha sonra Caselik’e dönerek: Ey Nasranî! Şâya’nın kitabı hakkında ne biliyorsun? Dedi.

Caselik: Onu harfi harfine biliyorum. Dedi.

Sonra İmam ikisini de hitaben şöyle buyurdu: Şu sözlerin onun sözlerinden olduğunu kabul ediyor musunuz: “Ey kavmim! Ben merkebe binen şahsı, nurdan bir elbiseyle gördüm ve deveye binen kişiyi de gördüm. Nuru ve parlaklığı ay ışığı gibiydi.”

Caselik ve Re’sul Calut dedi ki: Evet, Şâya bunları söylemiştir. Dediler.

Rıza (aleyhi selâm) dedi ki: Ey Nasranî! İsa’nın (aleyhi selâm) İncil’de şöyle buyurduğunu biliyor musun: “Ben sizin Allah’ınıza ve kendi Allah’ıma doğru gideceğim ve Farkilita (Ahmet) gelecektir. Ben onun hakkaniyetine tanıklık ettiğim gibi, o da benim hakkaniyetime tanıklık edecektir. O size her şeyi açıklayacaktır. Toplulukların aşağılık yönlerini açıklayacak, küfür sütunlarını kıracaktır.”

Caselik: İncil’den zikrettiğin şeylerin hepsini kabul ediyoruz.

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Bunun İncil’de bulunduğunu kabul ediyor musun?

Caselik: Evet kabul ediyorum. Dedi.

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Ey Caselik! Önceki İncil’in kayboluşunu, kimin yanında bulunduğunu ve şimdiki İncil’i size kimin hazırladığını bana söyler misiniz?

Caselik dedi ki: “Biz İncil’i sadece bir günlüğüne kaybettik ve onu yepyeni olarak, Yuhenna ve Metta bizim için bularak çıkardılar.”

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: “İncil ve Âlimleri hakkında ne kadar bilgisizmişsin! Eğer bu olay senin dediğin gibiyse neden İncil hakkında bu kadar ihtilâfa düştünüz? Bu ihtilâf bugün elinizde bulunan İncil’dedir. Eğer önceki gibi olsaydı, onda ihtilâfa düşmezdiniz. İşte ben olayı sana anlatıyorum: Daha önce kaybolduğunda Hıristiyanlar, Âlimlerinin yanına toplanarak; “İsa b. Meryem (aleyhi selâm) öldürüldü ve İncil’i de kaybettik. Sizler âlimler olarak yanınızda neyiniz var?” diye sordular. Luka ve Merkus; “İncil bizim (göğsümüzde ve hafızamızdadır) ve her Pazar günü onu bölüm bölüm olarak size getireceğiz. Bunun için üzülmeyiniz ve kiliseleri boş bırakmayınız. İncil tamamlanıncaya kadar her Pazar günü onun bir bölümünü de sizlere okuyacağız” dediler. Sonra Luka, Markus, Yuhenna ve Metta bu İncil’i, birinci İncil’in kayboluşundan sonra sizler için yazdılar. Bunlar ilk dört öğrencilerdir. Acaba bunları biliyor muydunuz?”

Caselik dedi ki: “Şimdiye kadar bilmiyordum. Sizin İncil hakkındaki ilminizin bereketiyle şimdi öğrendim ve bildiğiniz diğer şeyleri sizden işittim. Kalbim bunların doğruluğuna inandı ve sizin bilginizden çok yararlandım.”

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: “Bunların şahadet etmesi ve tanıklığı senin yanında nasıldır?”

Caselik dedi ki: “Kabulümdürler, onlar İncil’in Âlimleridirler. Onların tanıklık ettikleri ve onayladıkları her şey haktır.”

Daha sonra İmam Rıza (aleyhi selâm) Me’mun’a, yakınlarına ve orada bulunanlara “Siz de şahit olun” diye buyurdu. Onlar da “Biz şahidiz” dediler. Daha sonra İmam (aleyhi selâm) Caselik’e dönerek: İsa (aleyhi selâm) ve annesi Meryem hakkı için cevap vermeni istiyorum: Metta’nın şunları söylediğini biliyor musun: “Mesih, Dâvud b. İbrahim b. İshak b. Yâkup b. Yehuza b. Hazrun’un oğludur.”

Markus, İsa b. Meryem’in (aleyhi selâm) nesebi hakkında şöyle demiştir: “O Allah’ın kelimesidir; onu insan derecesine kadar indirerek insan şekline dönüşmüştür.”

Luka ise şöyle demiştir: “İsa b. Meryem (aleyhi selâm) ve annesi, et ile kandan oluşmuş iki insandırlar ve Ruh’ul Kudüs onlara hulûl etmiştir.” Sonra, senin de kabul ettiğin Hz. İsa’nın kendi hakkındaki şu sözüne ne diyorsun: “Ey Havarîler! Hak olarak sizlere diyorum; gökyüzünden gelenden ve peygamberlerin sonuncusu olan deve binicisinden başka kimse gökyüzüne çıkmayacak. O, göğe yükselip tekrar dönecektir.”

Caselik dedi ki: Bu, İsa’nın (aleyhi selâm) sözüdür. Biz inkâr etmiyoruz.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Hz. İsa ve onun nesebi için Luka, Markus ve Metta’nın tanıklığına ne diyorsun?

Caselik dedi ki: İsa’ya yalan uydurdular.

İmam orada bulunanlara dönerek şöyle buyurdu: Ey insanlar! Az önce onların doğruluk ve temizliğini kabullenmedi mi? Onların İncil Âlimleri olduğunu kabul etmedi mi ve sözlerinin doğruluğunu onaylamadı mı?

Caselik dedi ki: Ey Müslümanların âlimi! Bu dört kişi hakkında beni mazur görmeni istiyorum.

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Öyle olsun, biz seni mazur görüyoruz ey Nasranî, (yine de) dilediğini sor!

Caselik dedi ki: Benden başkası size sorsun. Mesih hakkı için Müslümanların içerisinde senin gibi bir âlimin olduğunu zannetmezdim.

İmam Re’sul Calut’a dönerek: Sen mi soracaksın, yoksa ben mi sorayım? Diye buyurdu.

Re’sul Calut dedi ki: “Ben sorayım ve senin delillerini sadece Tevrat, İncil, Dâvud’un Zebur’u, İbrahim ve Mûsa’nın Suhuf’unun dışında kabul etmeyeceğim.”

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: “Benim delillerimi Mûsa’nın Tevrat’taki sözleri, İsa’nın İncil’deki sözleri ve Dâvud’un Zebur’daki sözlerinin dışında kabul etme.”

Re’sul Calut dedi ki: “Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve alih) peygamberliğini nasıl ispat ediyorsun?”

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Mûsa b. İmran, İsa b. Meryem ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi Dâvud buna şahadet etmektedir.

Re’sul Calut dedi ki: Mûsa b. İmran’ın sözlerini ispatla!

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: “Ey Yahudi! Musa’nın İsrail oğullarına vasiyet ederek şöyle dediğini biliyor musun: “Yakında kardeşlerinizden bir peygamber gelecektir. Onu tasdik edin, sözünü dinleyin, ona itaat edin.

Eğer İsmail ve İsrail oğullarının akrabalığını ve aralarındaki irtibatının İbrahim (aleyhi selâm) tarafından olduğunu kabul ediyorsan İsrail’in İsmail soyundan başka kardeşleri olmadığını biliyor musun?”

Re’sul Calut dedi ki: “Bu, Mûsa’nın sözleridir, inkâr etmiyoruz.”

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Acaba İsrail oğullarının kardeşlerinden Muhammed’den (sallallahu aleyhi ve alih) başka bir peygamber gelmiş midir?

Re’sul Calut dedi ki: “Hayır.”

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: “Acaba bu söz, size göre doğru değil midir?”

Re’sul Calut dedi ki: “Evet, doğrudur. Ama onları Tevrat’tan ispatlamanı istiyorum.”

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Tevrat’ın sizler için söylediği şu sözleri inkâr mı ediyorsun: “Nur, Sina Dağı’ndan geldi, Sair Dağı’ndan bizi nurlandırdı ve Faran Dağı’ndan bizlere göründü.”

Re’sul Calut dedi ki: Bu sözleri biliyorum, ama açıklama ve yorumunu bilmiyorum.

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Ben sana açıklayayım: “Nur Sina Dağı’ndan geldi” yani, Allah Tebareke ve Teâlâ’nın vahyi Sina Dağı’nda Mûsa’ya (aleyhi selâm) indirildi. “Sair Dağı’ndan bizleri nurlandırdı” sözlerinden amaç, Allah Azze ve Celle’nin İsa b. Meryem’e (aleyhi selâm) vahyi nazil ettiği dağdır ve “Faran Dağı’dan bizlere göründü” sözlerinden maksat ise, Mekke’yle arasında bir gün mesafe olan Mekke’deki dağlardan bir dağdır. Sen ve dostlarının dediklerine göre “Şâya” Peygamber Tevrat’ta şöyle diyor: “İki biniciyi görüyorum, yeryüzü onlara ışık saçıyor; onlardan biri merkebe, diğeri ise deveye binendir.” Merkep ve deveye binenler kimlerdir?

Re’sul Calut dedi ki: Onları tanımıyorum, bana anlatır mısın?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Merkebe binen İsa (aleyhi selâm); deveye binen ise Muhammed’dir (sallallahu aleyhi ve alih). Bunların Tevrat’tan olduğunu inkâr mı ediyorsun?

Re’sul Calut dedi ki: Hayır, inkâr etmiyorum.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Haykuk Peygamberi (aleyhi selâm) tanıyor musun?

Re’sul Calut dedi ki: Evet, onu tanıyorum. Dedi.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: O şöyle diyor ve aynı şeyi sizin kitap da bildiriyor: “Allah, Faran Dağı’ndan beyanı getirdi ve gökler Ahmet (sallallahu aleyhi ve alih) ve ümmetinin tesbihiyle doldu. Ordusunu karada taşıdığı gibi, denizde de taşıyor -maksat, ümmetinin kara ve denize hakim olmasıdır- Beyt’ul Makdis’in (Beyt’ul Mukaddes’in) tahribinden sonra bizim için yeni bir kitap getirdi (kitaptan maksat Kur’an’dır).” Acaba bu sözleri biliyor ve iman ediyor musun?

Re’sul Calut dedi ki: Haykuk peygamber (aleyhi selâm) bunları söylemiştir ve biz onun sözlerini inkâr etmiyoruz.

İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Dâvud, seninde Zebur’da okuduğun gibi Zebur’da şöyle diyor: “Allah’ım! Fetretten sonra sünneti dirilten birini gönder.” Acaba Fetretten sonra Muhammed’den (sallallahu aleyhi ve alih) başka sünneti dirilten bir peygamber tanıyor musun?

Re’sul Calut dedi ki: Bu Dâvud’un sözüdür, kabul ediyor ve inkâr etmiyorum. Ama bundan amaç, İsa’dır (aleyhi selâm) ve onun dönemi Fetret dönemidir.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Yanıldın, zira İsa (aleyhi selâm) sünnete muhalefet etmemiştir. Aksine, Allah onu kendi yanına yükseltinceye kadar Tevrat’ın sünnetiyle muvafık idi. İncil’de de şöyle yazılıdır: “İyi bir kadının oğlu gidiyor ve kendisinden sonra Farkilitu (Ahmet) gelecek. O zorlukları kolaylaştıracak ve her şeyi sizlere açıklayacaktır. Benim onu doğruladığım gibi, o da beni doğrulayacaktır. Ben size Emsal’i getirdim. O da Tevil’i getirecektir.” Acaba bu sözlerin İncil’de olduğuna inanıyor musun?

Re’sul Calut dedi ki: Evet.

İmam Rıza (aleyhi selâm) buyurdu ki: Ey Re’sul Calut! Sana peygamberin Mûsa b. İmran (aleyhi selâm) hakkında soracağım.

Re’sul Calut dedi ki: Sor!

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Mûsa’nın peygamberliğini ispatlayacak delilin var mıdır?

Yahudi dedi ki: Mûsa kendisinden önce gelen peygamberlerden hiçbirinin getirmediği bir mucize getirdi.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Meselâ ne gibi mucizeler getirdi?

Re’sul Calut dedi ki: Denizi yarması, asasının yılana dönüşmesi, taşa vurarak pınarlar akıtması, elini görenlerin huzurunda parlak olarak çıkarması ve diğer nişaneler ki, başkaları onları yapmaya muktedir değillerdir.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Doğru söyledin, Hz. Mûsa peygamberliği için hiç kimsenin yapamayacağı şeyleri delil olarak getirdi. Acaba peygamberlik iddiasında bulunan herkes, diğer insanların getiremeyeceği şeyleri getirecek olurlarsa, sizlerin onu doğrulamanız gerekmez mi?

Re’sul Calut dedi ki: Hayır, zira Mûsa’nın (aleyhi selâm) Allah’a yakınlığı ve Allah yanındaki makamına benzer birisi yoktur. Her peygamberlik iddia edeni, Mûsa’nın getirdiği mucizeleri getirmedikçe onaylamak ve iman etmek bize vacip değildir.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Öyleyse Mûsa’dan (aleyhi selâm) önceki peygamberleri; hiçbiri denizi yarmadığı, taştan on iki pınar akıtmadığı, elini Mûsa’nın eli gibi parlak çıkarmadığı ve asasını yılan gibi yapmadığı halde nasıl kabul ediyorsunuz?

Re’sul Calut dedi ki: Az önce söylediğim gibi, peygamberliğinin ispatı için harikulâde şeyleri ve mucizeleri getiren herkesi, hatta eğer Mûsa’nın mucizelerinden başka mucizeler olsa bile doğrulamak gereklidir.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Ey Re’sul Calut! O zaman İsa b. Meryem’e ölüleri dirilttiği, kör ve alacalıları iyileştirdiği ve çamurdan yapmış olduğu kuşa üfleyerek Allah’ın izniyle yaşayan bir kuşa dönüştürdüğü halde, ona neden iman etmiyorsunuz?

Re’sul Calut dedi ki: Onun bunları yaptığı söyleniyor, ama biz onu görmedik.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Mûsa’nın getirdiği alâmet ve mucizeleri gördün mü? Acaba bunların haberleri Mûsa’nın ashabından güvenilir şahıslar vasıtasıyla size ulaşmadı mı?

Re’sul Calut dedi ki: Evet.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Aynı şekilde, İsa b. Meryem’in de mucizeleri de mütevatir olarak sizlere ulaşmıştır. Öyleyse neden Mûsa’yı kabul ediyor da İsa’yı kabullenmiyorsun?

Re’sul Calut cevap veremeyince İmam tekrar devam etti: Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve alih) ve Allah tarafından gönderilen diğer peygamberlerin durumu da aynen böyledir. Bizim peygamberimizin mucizelerinden bazıları şunlardan ibarettir: Yetim ve fakirdi, ücretle çobanlık yapıyordu, okuma yazma öğrenmemiş ve bir öğretmenin yanına da gidip gelmemişti. Bütün bunlara rağmen, peygamberlerin haberlerini harfi harfine anlatan bir Kur’an getirmiş, bundan öncekilerin ve kıyamete kadar gelecek olanların haberini vermiştir. Onların sırlarını ve evlerinde yapmış oldukları şeyleri dahi bildirmiştir, sonra sayılamayacak kadar mucizeler getirmiştir.

Re’sul Calut dedi ki: Bizim yanımızda İsa ve Muhammed’in haberi doğrulanmamıştır ve doğrulanmayan bu olayları onaylamak ve iman getirmek bize göre doğru değildir.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Öyleyse İsa (aleyhi selâm) ve Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve alih) tanıklık eden şahidin tanıklığı yalan mıdır?

Re’sul Calut yine cevap veremedi. Bunun üzerine İmam Hirbiz’il Ekber’i çağırarak şöyle buyurdu: Bana Zerdüşt’ten haber ver, onun peygamber olduğunu düşünüyorsun. Peki, ama peygamberliğini ispatlayacak delilin var mı?

Hirbiz dedi ki: Zerdüşt, bize kendisinden öncekilerin getirmedikleri şeyleri getirdi. Kendisini görmedik ama bizden öncekilerin vermiş oldukları haberlere göre başkalarının helâl etmediği şeyleri bize helâl etmiştir. Dolayısıyla biz de onu takip ediyoruz.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Size iletilen haberler vasıtasıyla onlara uymuyor musunuz?

Hirbiz dedi ki: Evet.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Geçmiş ümmetlerde de aynen böyledir; peygamberlerin Mûsa, İsa ve Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve alih) dini hakkında olan haberler onlara iletiliyor, onlara iman etmemenizdeki mazeretiniz nedir? Zira sizler Zerdüşt’e hiç kimsenin getirmediği mucizelerden dolayı mütevatir haberlerle iman getirmişsiniz.

Hirbiz, bu sözleri duyunca donakaldı. Daha sonra İmam (aleyhi selâm) orada bulunanlara hitaben şöyle buyurdu: Ey topluluk, eğer aranızda İslâm’a muhalif olan biri varsa ve soru sormak istiyorsa hiç çekinmeden sorusunu sorsun.

Bu arada mütekellimlerden biri olan İmran-ı Sabi’i kalkarak şöyle dedi: Ey insanların âlimi! Eğer soru sormak için davet etmeseydin sormayacaktım. Ben Kûfe, Basra, Şam ve Adaya yolculuk yaptım ve mütekellimlerle görüştüm, ama (Allah’ın vahdaniyetini) tek olan biri -ki ondan başkasının vahid olamayacağı şekliyle- ispatlayacak birini bulamadım. Acaba bana soru sorma izni veriyor musun?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Burada bulunan cemaat içerisinde İmran-ı Sabi’i varsa, muhakkak sen olmalısın.

İmran dedi ki: O benim. Dedi.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Sor ey İmran, ama insaflı ol, bâtıl ve haktan uzaklaştıran sözlerden sakın.

İmran dedi ki: Vallahi ey efendim! Sadece kendisine bağlanacağım ve ondan başkasının tarafına gitmeyeceğim bir şeyi bana ispat etmeni istiyorum.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: İstediğin şeyi sor.

Bu arada mecliste kalabalık arttı ve halk iyice sıkışarak mecliste konuşanları dikkatlice dinlemeye koyuldu.

İmran dedi ki: İlk vücut ve yarattığı şeyden bana bahseder misin?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Soru sordun, cevabını da iyice anla; Vahid (bir tek vücut), beraberinde hiçbir şey olmaksızın ve hiçbir sınır ve araz olmadan her zaman mevcut idi ve her zaman da böyle olacaktır. Sonra hiçbir örnek olmaksızın mahlûku muhtelif boyutlarda onu başka bir şeyde karar vermemek, sınırlamamak, başka bir şeye benzeri olmayacak ve başka bir şeyin de ona benzeri olmayacak şekliyle yarattı. Ondan sonra mahlûkatı çeşitli şekillerde örneğin; halis, gayri halis, farklı, eşit, renk ve tatlar yönünden muhtelif ve aynı zamanda onlara hiçbir ihtiyacı olmayacak ve yine herhangi bir makam ve mevkiye yetişmek için onlara muhtaç olmayacak bir şekilde yarattı. Bu yaratılışta kendisinde bir eksiklik veya fazlalık görmedi. Ey İmran, bunları anlıyor musun?

İmran dedi ki: Evet efendim, yemin ederim ki anlıyorum. Dedi.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Ey İmran! Bunu bilmiş ol ki, eğer Allah yarattıklarını onlara ihtiyacı olduğu için yaratsaydı, sadece ihtiyacını karşılamaya yardım alacağı yaratıkları yaratır ve yaratıklarının birkaç katını yaratması da uygun olurdu. Zira yardım edenler ne kadar çok olursa, yardım alan da o kadar güçlü olur.

Ey İmran! Bu durumda ihtiyaçlar bitmezdi ve her şeyi yarattıkça diğer bir hacet onda icat olurdu (bir şeyi olup da diğer bir şeye ihtiyaç duyan insanlar gibi olurdu). İşte bunun için diyorum ki, mahlûkatı bir ihtiyaçtan dolayı yaratmadı; ama bu yaratışta ihtiyaçları bazılarından bazılarına intikal ettirdi ve üstün kıldığına hiçbir ihtiyacı olmaksızın ve aşağı kıldığından hiçbir intikam almaksızın bazılarını bazılarından üstün kıldı. İşte bu sebepten dolayı mahlûkatı yarattı.

İmran dedi ki: Efendim, o mevcut kendi yanında, kendi zatında belli miydi (kendisini tanıyor muydu)?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Bir şeyin tanınıp bilinmesi, başkalarından ayırt edilebilmesi ve varlığının sabit ve tanınmış olabilmesi içindir. Orada ona muhalif olacak bir şey yoktu ki onu belirtmekle o şeyi kendisinden nefyetmeye ihtiyaç duymuş olsun. Yani, bir tek mevcut olduğu için buna gerek yoktu. Anladın mı ey İmran?

İmran dedi ki: Yemin ederim ki anladım efendim. Acaba bildiği şeyleri nasıl anlıyordu? Zamir vasıtasıyla mı, yoksa değişik bir yolla mı?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Onun ilmi zamir vasıtasıyla olursa o zamiri tanımak için belli bir sınır kararlaştırılmaz mı?

İmran dedi ki: Kararlaştırılır. Dedi.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Öyleyse o zamir nedir?

İmran sustu ve cevap vermedi.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Önemli değil, eğer sana bu zamiri başka bir zamir vasıtasıyla mı tanıyorsun, diye soracak olursam ve sen de evet dersen, kendi söz ve iddianı bâtıl etmiş olursun. Ey İmran! Şunu bilesin ki vahit (tek) zamirle vasıflandırılamaz; onun için "yaptı" demekten başka şey denilemez. (nasıl-ne ile? Diye sorulmaz) ve mahlûkatta olduğu gibi onun hakkında yön ve cüzler düşünülemez. Bunları iyice anla ve doğru bildiklerini de bu esas üzere ayarla.

İmran dedi ki: Efendim, bana onun hilkatinin sınırlarının niteliği, anlamları ve çeşitleri hakkında haber verir misin?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Soru sordun, o halde dikkatlice dinle; onun hilkatinin sınırları altı kısım üzeredir: Hissedilir, ağırlıklı, görülebilir, ağırlıksız (ruh gibi) başka bir kısım görünür, ama ağırlığı yoktur, hissedilmez, dokunulmaz, renk ve tadı yoktur; takdir (miktar), araz, (özle ilgili bulunmayan),suret, uzunluk ve genişliği de yoktur. Amel ve hareket de onlardandır ki, eşyaları meydana getirir, onları halden hale sokar, artırır ve eksiltirler. Ama amel ve hareketler yok olur. Çünkü gerektikleri zamandan başka onlara ihtiyaç yoktur; iş tamamlandığı zaman hareket biter, ama eseri kalır; aynen söz gibi kendisi gider ama eseri kalır.

İmran dedi ki: Efendim, eğer yaratıcı tek olur, ondan başkası ve beraberinde bir şey de olmazsa, varlıkları yarattığı zaman değişikliğe uğramış olmaz mı?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Allah kadimdir (öncesi yoktur), mahlûkatı yaratmakla değişime uğramaz, bilâkis mahlûkat onun değiştirmesiyle değişikliğe uğrar.

İmran dedi ki: Efendim, bizler onu nasıl ve neyle tanıdık?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Kendisinden başka bir şeyle tanıdık.

İmran dedi ki: Ondan gayrisi kimdir?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Onun meşiyeti, ismi, sıfatı ve buna benzer şeyler ondan gayridir; bunların hepsi hâdis, mahlûk ve tedbir edilmiş (plânlanmış) şeylerdir.

İmran dedi ki: Efendim, o nedir?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: O, gökyüzünde ve yerde yaratmış olduklarını hidayet eden bir nurdur. Onun vahdaniyet ve birliğini ispatlayıp açıklamaktan öteye senin benim üzerimde hakkın yoktur. (bu kadarını açıklayabilirim)

İmran dedi ki: Ey efendim! Allah mahlûkatı yaratmadan önce konuşmuyor ve suskundu, ama mahlûkatı yaratınca konuşmaya başladı öyle değil mi?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Bunun doğru olabilmesi için önceden nutuk ve konuşma olabilmeli ki, sonradan susmanın manası olabilsin. Bu aynen şuna benzer ki; lâmba konuşandır, ama susmuştur denilsin veya aydınlatıcıdan istenildiği yerde bizi aydınlatmak istiyor denilmez. Çünkü ışık ve aydınlık lâmbanın işi veya özü değildir ama aydınlatıcıdan başka bir şey de değildir. Bizlere ışık saçtığında bizi aydınlattı, biz de onunla aydınlandık diyoruz. İşte sen o ışıkla kendi işini görüyorsun.

İmran dedi ki: Efendim ben, yaratıcının mahlûkatı yarattığı zaman, halden hale geçtiğini ve değiştiğini zannediyordum.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: İmkânsız bir şey söyledin ey İmran! Yaratıcının bir halden bir hale geçebilmesi için onu değiştirecek bir şeyin olması gerekir. Ey İmran! Şimdiye kadar ateşin kendisini değiştirdiğini, hararet ve sıcaklığın kendisini yaktığını veya kendi bakışını gören birini gördün mü?

İmran dedi ki: Hayır efendim, görmedim. Söyler misiniz, Allah mı yaratıklarının içerisindedir yoksa yaratıkları mı O’nun içindedir?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: O bu gibi şeylerden münezzehtir; ne o yaratıkları içerisindedir, nede yaratıkları onun içindedir. O, bu gibi sözlerden çok yücedir. Şimdi Allah’ın gücü ve kuvveti ile onu sana tanıtacağım. Bana söyler misin, aynaya baktığında sen mi aynadasın yoksa ayna mı sendedir? Eğer hiç biri birbiri içerisinde değilse o zaman hangi şeyle aynayı kendine delil getiriyorsun ( kendini aynada görüyorsun)?

İmran dedi ki: Benimle ayna arasında olan ışık ve nurla.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Acaba aynadaki o nur, görmeni sağlayan gözündeki nurdan daha mı fazladır?

İmran dedi ki: Evet.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Öyleyse onu bize de göster.

İmran şaşırarak öylece kaldı.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Ben bu nuru göremiyorum. Bu senden kaynaklanmadığı ve aynada olmadığı halde seni ve aynayı göstermekte yardımcı oluyor. Bu konunun daha fazla örnekleri de vardır ki, cahilin ona yolu yoktur. En yüce örnekler Allah’a aittir.

Daha sonra, İmam (aleyhi selâm) Me’mun’a dönerek “Namaz vakti gelmiştir” dedi.

İmran dedi ki: Efendim, kalbim yumuşamışken benim meselemi yarıda bırakmayın.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Namaz kılıp döneceğiz.

Sonra İmam ve Me’mun yerlerinden kalktılar. İmam (aleyhi selâm) içeride, diğerleri de Muhammed b. Cafer’in imametinde dışarıda namaz kıldılar. Daha sonra İmam (aleyhi selâm) meclise döndü ve İmran’ı çağırarak “Sorularını sor ey İmran!” diye buyurdu.

İmran dedi ki: Efendim, Allah Azze ve Celle’nin birliği hakikatle mi yoksa vasıfla mı anlaşılır?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Vahidi (tekliği) icat eden Allah Teâlâ önceden var olan mevcudun aynısıdır. Onunla bir şey olmaksızın sürekli tekti; birdir ve ikincisi yoktur. Ne malûmdur, ne de meçhul; ne muhkemdir, ne de müteşabih; ne mezkûrdur, ne de mensi (ne hatırlanandır, ne de unutulan). Ona kendisinden başka eşyalardan birisinin ismi verilecek bir şey de değildir; (özel) bir vakitte var olup belli bir vakte kadar kalacak bir mevcut da değildir. Ne bir şey vasıtasıyla ayakta durmuştur, ne de bir şeye kadar ayakta duracaktır. Hiçbir şeye dayanmadığı gibi hiçbir şey de saklanmamıştır. Bunların hepsi mahlûkatın yaratılmasından öncedir. Zira kendisinden başka hiçbir şey yoktu. Ona taktığın her sıfat, bir takım hadis (yaratılmış) olan sıfatlar ve anlamaya sebep olan bir tercümandır.

Bilmelisin ki ibdâ (icat etmek), meşiyet ve irade, üç isim olduğu halde anlamları bir şeydir. Onun ilk ibdâ, irade ve meşiyeti, her şey de esas idrak edilen her şeye kılavuz ve her soruya açıklayıcı kılan harflerdir. Bu harfler vasıtasıyla hak bâtıldan, fiil mefulden ve mana manasızlıktan ayrılır. Bütün her şey, bu harfler üzerine toplanmıştır. Harflere, yaratılışında kendilerinden başka sonu olan ve vücûdî bir mana verilmemiştir. Zira onlar, icat edilerek yaratılmışlardır. Bu arada Allah’ın ilk fiili nurdur ki onun kendisi de yer ve göklerin nurudur. İşte harfler bu fiilin sonucudur ve konuşmanın aslı bu harflerledir. Allah’ın yarattıklarına öğretmiş olduğu ibaretlerin hepsi otuz üç harftir, bunlardan yirmi sekiz tanesi Arapça’ya aittir. Yine yirmi sekiz harften yirmi ikisi Süryanî ve İbranîceye aittir. Geriye kalan beş harf ise, çeşitli bölgelerde bulunan diğer acem dillerinde dağılmıştır. Bu beş harf, yirmi sekiz harften ayrılan harflerdir. İşte böylece harfler, otuz üç harf olmuştur. Bu beş harf, bazı sebeplerden dolayıdır ki söylediklerimizden fazla açıklanması caiz değildir. Sonra harfleri sayıp sayılarını sağlamlaştırdıktan sonra onları kendi fiili olarak karar verdi. Aynen Allah’ın şu buyruğu gibi: “Ol dedi, oluverdi.” Burada “Ol” Allah’ın yaratmasıdır; onun vasıtasıyla yaratılan şey de mahlûktur. Allah’ın ilk mahlûku ibdâdır (yoktan var etmektir); onda ağırlık, hareket, işitilebilirlik, renk ve hissedilebilirlik yoktur. İkinci mahluku ise harflerdir; (onlarda da) ağırlık ve renk yoktur; işitilebilir ve vasfedilebilir bir mahiyettedirler, ama görülebilir bir kabiliyete sahip değillerdir. Allah Teâlâ’nın üçüncü mahlûku ise dokunulur ve hissedilir mahiyetteki her şeydir; tadılabilme ve görülebilme özelliğine sahiptir. Allah Tebarek ve Teâlâ ibdâdan öncedir. Zira ondan önce ve onunla beraber hiçbir şey yoktu. İbdâ da harflerden öncedir. Harfler kendilerinden başka bir şeye delâlet etmezler.

Me’mun dedi ki: Nasıl olur da kendilerinden başka bir şeye delâlet etmezler?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Zira Allah Teâlâ, onları mânadan başka bir şey için bir araya toplamaz (bir mâna teşkil etmeleri için birbirlerinin yanında toplar). Onlardan dört, beş, altı, daha çok veya daha az harfi bir araya getirdiği zaman önceden olmayan yeni bir mâna ortaya çıkar.

İmran dedi ki: Biz bunu nasıl anlayabiliriz?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Bu konu şöyle açıklanabilir: Harfleri zikrettiğinde amacın onlardan başka bir şey değilse elif, bâ, tâ, sâ, cîm, hâ... Diye tek tek zikreder ve sonuna kadar sayarsın. Böylece kendilerinden başka bir mâna bulamazsın. Ama onları bir araya getirerek istediğin her hangi bir mâna için isim ve sıfat oluşturmak istersen kendi mâna ve sıfatlandırdığı şeye delâlet ederler.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Söylediklerimi anladın mı?

İmran dedi ki: Evet.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Bilesin ki sıfat mevsuftan (vasıflanan), anlamsız isim ve sınırsız da sınır olmaz. Bütün sıfat ve isimler, kemal ve vücuda delâlet ederler. Sınırlar gibi; -üçer, dörder ve altışar da olduğu gibi- kuşatma ve kapsamaya delâlet etmezler. Zira Allah Azze ve Celle, isim ve sıfatlar vasıtasıyla tanınır; uzunluk, genişlik, azlık, çokluk, renk, ağırlık ve buna benzer sınırlamalarla idrak edilmez; bunlardan hiçbirinin Allah hakkında geçerliliği yoktur; mahlûkat, onları tanımakla (bu sınırlar vasıtasıyla) Allah’ı tanımış olabilsinler. Ama Allah’ın sıfatlarıyla ona kılavuzluk edilir, isimleriyle idrak edilir ve yaratıkları vasıtasıyla ona delil getirilebilir; öyle ki, hakikat talep eden insan artık gözle görmeye, kulakla işitmeye, elle dokunmaya ve kalple kavramaya ihtiyaç duymaz.

Eğer isim ve sıfatları ona delâlet etmeseydi mahlûkatın ilmi onun anlamını idrak edemezdi. O halde mahlûkat onun anlamına (özüne) değil, isim ve sıfatlarına ibadet etmiş olurlardı; eğer bu şekilde olmasaydı tapılacak tek vücut Allah’tan başkası olurdu. Zira onun isim ve sıfatları ondan başka bir şeydir, anladın mı?

İmran dedi ki: Evet ey efendim! Daha fazla anlat.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Kalp gözleri körelmiş ve sapık olan cahillerin sözlerinden sakın; onlar Allah Teâlâ’nın ahirette sevap ve azap hususunda hesap sormak için hazır olduğunu, ama dünyada kulların itaat etmeleri ve ümitli olmaları için hazır olmadığını zannederler. Eğer Allah’ın hâzır olması onun için bir eksiklik ve aşağılık olsaydı ahirette de hiçbir zaman hâzır olmazdı. Ama böyle düşünenler şaşakalıp bilmedikleri yönden hakka karşı kör ve sağır olmuşlardır. İşte şu ayet de buna işaret etmektedir: “Kim bu dünyada kör ise ahirette de kördür ve yol bakımından daha şaşkın bir sapıktır.” (İsra, 72) Bu ayetteki körden maksat, hakikatleri görmekten kör olandır. Akıl sahipleri biliyorlar ki ahirette olanlara delil getirmek, ancak bu dünyada olanlarla mümkündür. Kim onu kendi görüşüyle bilmek ve idrak etmek isterse, bu tutumuyla sadece ondan uzaklaşır. Zira Allah Teâlâ, özellikle onun ilmini akıl eden, bilen ve anlayan kimselerin yanında bırakmıştır.

İmran dedi ki: Efendim, bana “ibdânın” mahlûk olup olmadığını anlatır mısınız?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Suskun bir mahlûktur; (fakat) suskunlukla idrak edilmez. Hâdis olduğu için mahlûk olmuş, Allah onu icat etmiş, sonuçta o da onun mahlûku olmuştur. Allah ile onun arasında üçüncü bir şey yoktur. Allah’ın yaratmış olduğu şey, mahlûk olmaktan dışarı çıkmaz. Yaratıkları ya suskun, ya hareketli, ya çeşitli, ya aynı, ya bilinen veya benzerdir. Sınırlanabilen her şey Allah’ın mahlûkudur. Bil ki hislerin sana bulduğu her şey, hislerle idrak edilen bir mânadır. Bütün hisler, Allah Teâlâ’nın idrakinde onun için karar kıldığı şeye delâlet eder. Bunların hepsini kavrayış, kalpten (akıldan) kaynaklanmaktadır.

Yine şunu da bil ki hiçbir takdir ve sınırlama olmaksızın ayakta duran o tek vücut, takdirli ve sınırlı bir mahlûk yarattı. Yarattığı iki şey takdir ve mukadderdir. Bunlardan hiçbirinde renk, ağırlık ve tadılabilme özelliğine sahip bir şey yoktur. Onlardan birini diğerlerinin idrak edilmesine vesile kıldı ve her ikisini de kendiliğinden idrak edilir bir şekilde kararlaştırdı ve kendi başına ayakta durabilen hiç bir şey yaratmadı. Çünkü böylelikle kendi varlığını ispatlamak istiyordu. Allah Teâlâ tek ve birdir; onu ayakta tutacak, ona yardım edecek ve koruyacak ikinci bir şey yoktur. Ama mahlukat, Allah Teala’nın izni ve iradesiyle birbirini koruyorlar. Halk bu konuda ihtilâfa düştü, hatta ne yapacağını şaşırdı ve hayrete kapıldı. Allah’ı kendi sıfatlarıyla vasıflandırarak karanlıktan karanlık vasıtasıyla kurtulmaya çalıştılar. Böylece haktan daha da uzaklaştılar. Eğer Allah’ı kendi sıfatlarıyla ve mahlûkatı da kendi sıfatlarıyla vasıflandırsalardı kavrayış ve yakin ile konuşup ihtilâfa düşmezlerdi. Ama içinden çıkamadıkları (şaşkınlığa kapıldıkları) şeyi talep edince karışıklığa ve içinden çıkılamaz bir keşmekeşe yakalandılar. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder.

İmran dedi ki: Efendim, Allah’ın sizin vasıflandırdığınız gibi olduğuna şehadet ediyorum. Ama başka bir sorum kaldı.

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Ne istersen sor!

İmran dedi ki: Hekim (Allah) nerededir? Onu bir şey kuşatıyor mu? Bir yerden başka bir yere geçiyor mu veya başka bir şeye ihtiyacı var mı?

İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Ey İmran! Sorduğun şeyde iyice düşün; çünkü bu, halkın karşılaştığı en karışık meselelerden biridir. Aklı az ve ilmi olmayanlar bunu anlayamazlar, ama insaflı akıllılar onu anlamaktan aciz kalmazlar. Birinci nokta şu ki, eğer Allah Teâlâ mahlûkatı onlara ihtiyacı olduğundan dolayı yaratmış olsaydı o zaman mahlûkatına ihtiyacı olduğundan dolayı onlara doğru hareket ediyor, dememiz caiz olurdu. Ama Allah azze ve celle, hiçbir şeyi ihtiyacı olduğu için yaratmamıştır. Her zaman sabittir; ne bir şeydedir, ne de bir şeyin üzerindedir. Ama yaratıklar, bazısı bazısını (ayakta) tutuyor, bazısı bazısına giriyor, bazısı da bazısından çıkıyor. Oysa Allah Teâlâ, kendi kudretiyle bunların hepsini ayakta tutmaktadır; bir şeye girmez, bir şeyden çıkmaz, onları korumak onu yormaz, onları ayakta tutmaktan aciz olmaz. Allah resullerinden, sırrını bilenlerden ve şeriatını koruyanlardan başka mahlûkattan hiç kimse onun niteliğini anlayamazlar. Allah’ın emri bir göz kırpmak veya ondan daha çabuk bir zamanda uygulanır. Bir şeyi istediğinde ona sadece ol der, o da Allah’ın irade ve isteğiyle oluverir. Mahlûkatından hiçbir şey ona başka bir şeyden daha yakın olmadığı gibi, daha uzak da değildir. Ey İmran! Söylediklerimi anladın mı?

İmran dedi ki: Evet efendim, anladım ve tanıklık ediyorum ki şüphesiz Allah Teâlâ, senin açıkladığın ve birliğini vasfettiğin gibidir; yine tanıklık ederim ki Muhammed (sallallahu aleyhi ve alih) onun hidayet ve hak dinle gönderilmiş olan kuludur.

İmran daha sonra kıbleye dönerek secde etti ve Müslüman oldu. Hasan b. Muhammed en-Nevfeli şöyle diyor: Diğer konuşmacılar aşırı cedel ehli olan ve o ana kadar da hiç kimsenin üstünlük sağlayamadığı İmran-ı Sabi’iyi bu şekilde görünce içlerinden hiç kimse İmam’a (aleyhi selâm) yaklaşarak soru sorma cesaretini gösteremedi. Derken akşam oldu. Me’mun ve İmam Rıza (aleyhi selâm) kalkarak içeri gittiler ve halk da dağıldı.

ABNA.İR

--------------------------------------------------------------------------------

[1]— Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve alih) bu mucizesi öteki kitaplarda nakledilmemiştir.

 

 

Read 2462 times