کارگر

کارگر

İslam İnkılabı Muhafızları Ordusu, 9. Peygamberi A'zem (sav) Deniz Tatbikatını "Mübarek Hz. Muhammed (sav) parolasıyla Hürmüz Boğazı ve Lark Adası'nda başlattı.

Muhabirimizin bildirdiğine göre İslam İnkılabı Muhafızlar Ordusu Genel Komutanı Tümgeneral Muhammed Ali Caferi'nin "Mübarek Hz. Muhammed (sav)" parolasını telsizde dillendirmesiyle birlikte, Fars Körfezi ve Hürmüz boğazı sularında 9. Peygamberi A'zem deniz tatbikatı başlatıldı.

İran'ın güneyindeki Hürmüz Boğazı ve Lark Adası'nda başlayan bu tatbikatın, ilk kez Fars Körfezi sularında farazi düşman uçak filosunun hedef alınması operasyonu hayata geçirilecek.

Ulusal Azim ve Cihadi Yönetim Sayesinde, İstikrarlı Güvenlik v Güç Gösterimi sloganı ile düzenlen bu tatbikatın ilk günü, İran İslami Meclis Başkanı Ali Laricani, İran Silahlı Kuvvetleri Komutan Vekili Tuğgeneral Gholamali Raşid, İran Devrim Muhafızları Ordusu Komutanı Tümgeneral Muhammed Ali Cafer ve birçok silahlı kuvvetler ve ordu yetkilisi ve komutanının katılımı ile düzenlendi.

İslam İnkılabı Muhafızları Ordusu birliklerinin güç artımı ve bölge ötesi güçlere bu ordunun füze gücünü göstermek amacı ile gerçekleşen bu tatbikatın ilk etabında, İslam İnkılabı Muhafızları Ordusu'na ait hızlı savaş gemileri tarafından mayın dökme operasyonu düzenlenecek. Operasyonda kullanılacak gemilerin tümü deniz radarları ve iletişim sistemleri, 25 km menzilli Seyir füzeleri, orta menzilli gemi savar füzeler ve orta ve büyük torpidolar ve deniz mayınları ile donatılmıştır.

Tatbikatta ayrıca  30'u aşkın tekne, 10 dakika içinde geniş bir alanı mayınlayarak savaş bölgesinde düşman savaş gemilerini resmen hareketsiz hale getirmeyi başardılar. Tatbikatta iki adet uzun menzilli balistik füze ve bir adet karadan karaya füze denenmiştir.

Yarın da Hürmüz boğazının girişinde Mübarek dağı bölgesinde kara savunma tatbikatı gerçekleştirilecek

Devrim Muhafızları Ordusu Komutanı, gerektiği taktirde sahip oldukları füzelerin Fars Körfezi ve Umman Denizi’nin tümünü kapsayacak menzilde olduğunu bildirdi.


Mehr Haber Ajansı muhabirinin haberine göre, 9. Peygamber-i A’zem (s.a.v) Deniz Tatbikatı’yla ilgili İran Haber Kanalı’na açıklamada bulunan İran İslam Cumhuriyeti Devrim Muhafızları Ordusu Komutanı General Muhammed Ali Caferi, bu deniz tatbikatının düşmanın savaş ve uçak gemilerini hedef aldığını ve bu aşamaya kadar da başarılı bir şekilde uygulandığı haberini verdi.

General Caferi “9. Peygamber-i A’zem (s.a.v) Deniz Tatbıkatı” sırasında buraya kadar ateş edilen tüm füzalerin hedeflere tam isabet ettiğini belirterek, “Bu 9. Peygamber-i A’zem Tatbikatı’nın bir aşamasıdır, buraya kadar uygulanan bölüm bu tatbikatın denizde gerçekleştirilen aşamasıydı ve başka sahalarda uygulanacak değişik bölümler de var, ve inşallah yarın tatbikatın kara kesmine geçilecek” dedi.

Devrim Muhafızları Komutanı, sözlerinin bir diğer bölümünde ise, “Biz defalarca tüm dünyaya karşı, sahip olduğumuz savaş kabiliyetlerinin sadece bölgede güvenlik ve huzuru sağlamak ve caydırıcık amaçlı olduğunu duyurduk, bizim bu tatbikatı düzenlemekten hedefimiz düşmanların bölgede güvenliği ve huzuru bozmaya yönelik olası girişimlerini önlemektir” diye açıklamada bulundu.

General Caferi, ayrıca Devrim Muhafızları Ordusu’nun hedefi ve amacının Hürmüz Boğazı ve Fars Körfezi’ndeki petrol gemi ve tankerlerinin güvenliğini sağlamak olduğunu bildirerek,  “Biz Fars Körfezi’nin güney kıyısındaki tüm ülkelere karşı kardeşliğimizi ispatladığımızın mesajını iletiyor ve problemimiz sadece bölge dışı güçler olduğunu duyuruyoruz”açıklamasını yaptı.

İran Cumhurbaşkanı, sadece tüm zalimce ve yasadışı yaptırımların kaldırılır ise nükleer anlaşmaya varılabileceğini vurguladı.


MHA'nın haberine göre, Kum'a giden İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Hz. Masume (s.a.) Türbesi'nde yaptığı konuşmada, İran ve P5+1 grubu arasında devam eden nükleer müzakerelere dikakt çekerek, "Devletimiz, işe başladığı günden itibaren özellikle komşu ülkeler başta olmak üzere, tüm dünya üllkeleri ile yapıcı ilişkiler kurmaya çalışmıştır. Bizler, nükleer müzakereler gibi tüm sorunları, var gücümüz ve aleyhimize yapılan tüm çalışmalara dikkat etmeksizin çözmeye çalışacağız.  Nükleer müzakereler sürecinde son bir yıl içerisinde önemli bir adım attık ve geçici bir anlaşmaya ulaştık. Bu geçici anlaşma sayesinde uygulanan yaptırımların bir bölümü kaldırılmasını sağladık, çünkü yaptırımlar halkımıza yapılan büyük bir zulüm ve gelişim, İran halkının kesi hakkıdır" dedi.

Ruhani açıklaasının devamında ise Allah'ın yardımı ve mantık ile müzakerelere devam edeceklerini belirterek, "İran halkı hiçbir zaman bilimsel gelişim yolundan vaz geçmeyecektir ve gelişim yolundaki ilerleyişine devam edecektir. Müzakerelerdeki karşı taraf, sadece tüm yaptırımların kaldırılması durumunda anlaşmaya varılabileceğini bilmelidir. Devletimiz, ilk günden itibaren Birleşmiş Milletler'e yaptırımların insan haklarına karşı olduğunu belirtmiştir. Geçtiğimiz gün Cenevre'de düzenlenen İnsan Hakları Komisyonu'nda da bu cümlemize vurgu yapıldı ve yaptırımların insan haklarına karşı olduğu belirtildi. Bu neden ile bizim dünyada yalnızlaştığımız tamamen yanlış bir iddiadır" dedi.

Salı, 24 Şubat 2015 19:50

Kuran denizinden bir damla

بسم الله الرحمن الرحیم

...ورتل القران ترتیلا

"Oku Kur’an’ı, harfleri sayılırcasına, tane tane ve yavaş yavaş."  Müzzemmil 4

"Elif. Lâm. Râ. (Bu Kur'an), Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip (ve) övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır." (İbrahim, 14/1).            

-Resulullah (s.a.a): “Çocuklarınızı üç haslet üzere terbiye ediniz: Peygamberi sevmek, Ehli-i Beyti sevmek ve Kur’an okumak üzere.”

İlahi Maarif Hazinesi, Hamd Suresi

بِسْمِ   الله الرحمن الرحیم . (1)الْحَمْدُلِلَّه رب العالمین (2) الرحمن الرحیم (3) مالک یوم الدین (4) ایاک نعبد و ایاک نستعین(5) اهدنا الصراط المستقیم (6) صراط الذین انعمت علیهم غیر المغضوب علیهم ولا الضالین (7)

Bu mübarek “Besmele” ayetinde Esmau’l-Hüsna’dan üç isim vardır: Allah, Rahman ve Rahim. Tüm ümitler de bu üç isimedir. Bu üç isme umut bağlanır ve bu üç isimden korkulur. Allah’ı rahmaniyetiyle tanıyan, her yerde Allah ‘in rahmetini müşahede eden ve kendisini nimet ve rahmetler içinde gören kimse korkuya kapılır. “Bu nimetler karsısında şükrettim mi? Bunca nimetler karşısında kulluk ve ihlâsta bulundum mu?” diye endişeye kapılır. “Gafletlerim başıma neler getirecek?” diye kaygılanır, küfran-ı nimet sebebiyle baştanbaşa utanca bürünür.

Besmelede yer alan (Esma-i Hüsna’dan) üç isim “Allah, Rahman ve Rahim” diğer isimlerin aslı ve esası konumundadır. Yani sair isimler bu üç mübarek isimden alınmaktadır. Bu üç ismi tanıyan, anlayan ve hakikatini algılayan kimse, Hakk’ın tüm isim ve sıfatlarını tanımış demektir. Bazı tahkik ehlinin de dediği üzere “Allah” özel isimdir. Yani tüm varlıkların mebde ve menşei olan âlemlerin rabbinin mukaddes zatının adıdır.Huzu, huşu ve ubudiyet sadece O’nun karşısında yapılmalıdır. Her muhtaç, ihtiyacını gideren kimsenin karşısında huşu ve tevazu göstermektedir. Buna da ibadet denmektedir. Kendisine boyun eğilen ve itaat gösterilen ise mabuttur. Gerçek mabut da tüm varlıkların ihtiyacını gideren Allah’tır. Varlıkların hepsi muhtaçtır. İhtiyaçları gideren mutlak zat ise sadece Allah’tır. O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Vücudun mertebelerinden her mertebeye ve her mevcuda bakarsan bak, bütünüyle muhtaç durumdadır. Tüm varlıkların ihtiyacını gideren, ama kendisi muhtaç olmayan tek gani, Allah’tır.

Yer ve göklerde olan bütün varlıklar “abd (kul)”dırlar. Tekvin ve yaratılış hasebiyle hepsi “abit (kulluk ve ibadet eden)”tirler ve hepsi de Allah’a mutidirler. Kur’ân’ın tabiriyle hepsi secde etmektedirler. Kur’ân-ı Kerim de yerde ve göklerde var olan her şeyin Allah’a secde ettiğini beyan etmektedir . Yani sadece akıl sahibi olan insanlar, cinler ve melekler değil, akıl sahibi olmayan varlıklar da Allah’a secde etmektedir.

Hamd suresi, Müslümanların farz namazlarında on kez okumaları gereken tek suredir ki bu da, surenin önemini ve faziletini yansıtır. Bilge ve gönlü uyanık insan bu sureyi özellikle namaz sırasında okuduğu vakit, meleklerin kanatları üzerinde göklere yükseldiğini ve ruhani ve manevi bir alemde an be an yüce Allah katına yaklaştığını hisseder. Yüce Allah insanları varlık aleminde başı boş ve amaçsız kendi haline bırakmamıştır.

Nitekim şimdiye kadar çok kez yüce Allah'ın insanlara karşı anadan daha yakın olduğunu duymuşuzdur. Peki, bir ana evladını tek başına ve güvenilir birine emanet etmeden bırakmadığı halde, acaba yüce Allah'ın insanı bu dünyada kendi haline bıraktığını düşünebilir miyiz? Allah teala, insanlara kelamını duyurmak ve onlara yaşamın yolunu ve kurallarını ve yücelme yolunda ilerlemelerini öğretmek için Muhammed-i Mustafa'yı (sav) Kur'an-ı Kerim ile birlikte insanlara gönderdi.

Kur'an-ı Kerim'in nurani ayetleri yüce Allah'ın kelamıdır ve bu ayetleri okumak ve üzerinde düşünmek insanları kemalin yüksek derecelerine erdirir. Ancak Kur'an-ı Kerim sureleri arasında Hamd suresinin has özellikleri söz konusudur. bu sure sadece 7 ayetten oluşmasına karşın fazilet ve marifet hazinesidir. Hamd suresi ile ilgili en ilginç ifadeye Hicr suresinin 87. ayetinde rastlamaktayız.

Bu ayette yüce Allah peygamberine şöyle buyuruyor: Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi âyeti ve yüce Kur'an'ı verdik. Kur'an-ı Kerim'in bu çok müfessiri hadislere ve delillere istinat ederek yedi ayetten maksadın Hamd suresi olduğunu ve yüce Kur'an-ı Kerim'dan maksadın da bu semavi kitabın geriye kalan bölümü olduğunu belirtiyor. Bu yüzden ayetten, Hamd suresinin saygınlığı yüce Kur'an-ı Kerim ile eşdeğerde tutulduğu ve öneminin herkesçe bilinmesinin sağlanması amaçlandığı anlaşılıyor.

İslam peygamberi (sav) bu nurani surenin ayetlerini en güzel biçimde vasfederken şöyle buyuruyor: Kul, Bismillahırrahmanırrahim dediği vakit yüce Allah şöyle buyurur: Kulum benim adımla başladı, o zaman benim de işleri onun lehine sonuçlandırmak ve eksiklerini tamamlamam ve durumunu mübarek kılmak gerekir. Kul, Elhamdülillahı rabbulalemin, dediği vakit yüce Allah şöyle buyurur: Kulum beni hamd etti ve nimetleri benden olduğunu ve kendisinden bertaraf olan afetlerin benim fazl ve lütfumdan olduğunu anladı.

O zaman siz de şahit olun ki ben uhrevi nimetleri, onun dünyevi nimetlerine ekleyeceğim ve ondan ahiret azabını bertaraf edeceğim, dünyevi afeti bertaraf ettiğim gibi. İslam peygamberi (sav) Hamd suresinin vasfını şöyle sürdürüyor: Kul, errahman errahim dediği vakit yüce Allah şöyle buyurur: kulum benim rahman ve rahim olduğuna şahadet getirdi. Ben de sizi şahit tutarım ki onu kendi rahmetimden ve inayetimden tam olarak yararlandıracağım. Kul, Maliki yamuddin dediği vakit yüce Allah şöyle buyurur: Kulum da itiraf ettiği gibi ben ceza gününün malikiyim, o zaman kıyamet gününde onun hesabını kolaylaştırır, iyiliklerini kabul eder ve kötülüklerinden geçerim. Kul, İyyakanabudu dediği vakit yüce Allah şöyle buyurur: Kulum doğru söyledi, o sadece bana tapıyor.

Ben de sizi şahit tutarım ki onunu bu ibadetine, bana tapmaya karşı çıkanların hasretini çekeceği kadar sevap vereceğim. İslam peygamberi (sav) şöyle devam ediyor: Kul, İyyakanastain dediği vakit yüce Allah şöyle buyurur: Kulum benden yardım talep etti ve bana sığındı, o zaman sizi şahit tutarım ki ona işlerinde yardımcı olacağım ve zorluklarda elini tutacağım. Kul, İhdinassıratal mustakim, sıratallazine, en'amta, aleyhim gayrilmağzube aleyhim velezzalin dediği vakit yüce Allah şöyle buyurur: surenin bu bölümü benim kulum içindi ve onun her istediği onundur. Duasını icabet eder ve arzusunu yerine getiririm ve onu korktuğu şeyden korurum. Bir gün gelecek hepimiz öleceğiz ve o gün hepimiz ilahi katın huzurunda amellerimizin hesabını vereceğiz.

Ölüm ve ceza gününü anmak insanların yüce Allah'la ilgili tanımını derinleştirir. Din ve ahlak uzmanları ölümün, eşsiz özellikleri ile insanların ıslahı üzerinde en çok etkisi olan bir durum olduğunu belirtiyor. İnsan maad gününü ve bu günün malikinin yüce Allah olduğunu hatırlayarak surenin devamında Rabbinden yardım talep ediyor. Surenin bu bölümünde dikkat çeken ilginç nokta, sanki sureyi okuyan kul, yüce Allah'a ibadet ve yardım talebini tek başına sunmaktan ve ben seni ibadet ediyor ve senden yardım istiyorum, demekten çekiyor ve bu yüzden kendisini başkaları ile birlikte gündeme getiriyor ve tüm insanları isteğine ortak ediyor ve şöyle diyor: Biz hepimiz sana ibadet ediyor ve senden yardım talep ediyoruz.

Gerçekte yüce Allah huzurunda bu tarzda konuşmak edep kurallarına daha uygundur. Hamd suresi esas itibarı Kur'an-ı Kerim'in diğer surelerinden beyan ve ahenk bakımından açıkça farklıdır. Başka surelerin hepsi, Allah'ın kelamıdır, lakin bu sure, kulların dilinden beyan edilir. Bir başka ifade ile yüce Allah bu surede kullarına kendisi ile nasıl konuşacaklarını öğretmiştir. Hamd suresi insan ile Allah'ın, yaratanla yaratılanın yakın ve aracısız irtibatının tecellisidir.

Hamd suresini tilavet ederken insan sadece yüce Allah'ı karşısında bulur, O'nunla konuşur, mesajını can-i gönülden duyar ve çok ilginçtir ki yaratılanla yaratan arasında bu doğrudan irtibat, Kur'an-ı Kerim'ın başlangıcıdır. Bu surenin en önemli adı olan Hamd, şükür anlamına gelir, çünkü surenin esas mesajı da Allah'a şükretmektir ve ilk ayet de Allah' şükretmekle başlamıştır. Surenin ikinci ünlü adı, Fatiha'dır ki fatihatul kitab'ın özetidir ve kökü, Kur'an-ı Kerim'i başlayan ve açan anlamına gelen fetih sözcüğüne uzanır. Allah'ın kitabının anası ve Kur'an'ın anası anlamına gelen Ummul kitab ve ummul Kur'an, bu faziletli surenin diğer ünlü adlarıdır.

Bu iki adlandırmanın sebebi ise, evvela Kur'an-ı Kerim'in bu sure ile başlamasıdır ve her şeyin başlangıcını o şeyin anası olarak adlandırılır. İkincisi, Hamd suresi Kur'an-ı Kerim'in aslı ve özü olarak bilinmektedir. Hamd suresinin diğer bazı adlarından Şafiye, Esas, Kuranul Azim, Nur, Elşükür ve Elşifa gibi adlara değinebiliriz. İbni Ebi Kaab, İslam peygamberinden (sav) Hamd suresi hakkında şöyle rivayet etmiştir: Kim bu sureyi okursa Tevrat, İncil, Zebur, Suhuf-i İbrahim, Suhufi Musa ve Kur'an-ı Kerim'in tamamını okumuş gibi olur ve bu sureden her harfe karşılık cennette ona bir derece verilir ki bu derecelerin vasfını anlatmaya iznim yoktur, sadece ne mutlu bu sureyi okuyana diyebilirim.

 

Salı, 24 Şubat 2015 03:23

İran Yemen’e müdahil mi?

Yemenliler diğer milletlerden daha çabuk İslam İnkılabı’nın ıslahat çağrılarına olumlu yanıt verdi. Daha sonra 2011 yılının başlarında Arap hareketleri başladı. Yemenliler, kendi toplumsal yapılarına uygun bir şekilde mücadeleye başladılar ve başarılı da oldular.


Yemen’de Suudi Arabistan önderliğinde uygulamaya konulan Körfez Önlem Planı yenilgiyle sonuçlandı ve Yemen halkı ortaya koyduğu siyasi irade ve devrim tecrübesi ile iki yıl önce Şafii’lerin, Zeydi’lerin yürekten vahdeti ve tek elden yönlendirilmesi ve halkın inkılabın halkasına eklemlenmek için yarışmalarını beraberinde getirdi.

Suudi Arabistan, Yemen ile 1400 kilometrelik bir sınıra sahiptir ve  bu sınır her zaman için Suudilerin endişe kaynağı olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Bu yüzden de yıllar boyunca endişelerini bertaraf etmek uğruna Yemen’de kukla rejimleri ayakta tutmak için büyük bütçeler ayırmıştır. Ancak henüz üzerinden çok zaman geçmemesine rağmen, Körfez Önlem Planı da siyasi çıkmaza girmiştir. Bu gün Suudilerin en büyük stratejik endişesi Yemen’de işleri havale edebilecekleri ve güçlü bir müttefiklerinin bulunmayışı ve buna karşın ortaya çıkan inkılabın arkasında yapısal bir değişimden başka bir sonucu kabul etmeyen halkın sağlam duruşudur.

Durum böyleyken, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon, Güvenlik Konseyi’ne “Yemen gözlerimizin önünde yıkılmaktadır” diyerek Ürdün ve İngiltere’nin Konseyden bir karar tasarısı çıkarma yönündeki çabalarının yolunu açmıştır. Güvenlik Konseyi üyelerinin Bahreyn’deki halk kıyamını bastırmak için bu ülkeye askeri müdahaleyi öngören işbirliği tecrübesini sahiptirler, ancak Yemen toprak genişliği ve iç dinamiklerin şekli bakımından Fars Körfezi ülkelerinin tek başlarına askeri müdahalesinin bir etkisi olmayacağı aşikardır.

Bunlara ilaveten Husilerin dış güçlerin ve son zamanlarda IŞİD’e biat ettiğini açıklayan ve yıllardır Amerika’nın insansız hava uçaklarıyla bombalamalarına rağmen yok edemedikleri el-Kaide terör örgütü karşısındaki dikkat çekici direnişi de göz ardı edilmemelidir. Yemen’e müdahale için uluslar arası bir gücün oluşturulması ve uluslar arası meşruiyet, Suudilerin liderliğinde oluşturulan Körfez İşbirliği Şurası için önemlidir.

Söz konusu olan bu kararnamede Husilerden “acil bir şekilde ve kayıtsız şartsız” devlet yönetiminden çekilmeleri, Amerika’nın desteklediği istifa eden cumhurbaşkanı Abdurabbuh Mansur Hadi ve kabine üyelerini ev hapsinden serbest bırakmalarını ve “iyi niyet” ile Birleşmiş Milletler önderliğinde yapılacak barış görüşmelerine katılmaları istenmektedir.

Arap ve Batı medyası bölgesel ve küresel bütün sermayedarlara ve müstekbirlere İran nüfuzunun yönlendirmesinden, İran nüfuzunun tehlikesinden bahisle üst üste haberler yaptıkları gözlenmektedir. Birleşik Arap Emirlikleri gazetelerinden Gulf Businnes yazarlarından Askar şunları yazdı: “Sana Husilerin eline geçmemeli, çünkü onlar İranlıların güçlü müttefikleridirler ve bu bölgede İran nüfuzu anlamına gelmektedir, İran’ın nüfuzuna son verin, İran’ı durdurun.”

Bu bağlamda Ortadoğu uzmanı Sadullah Zâriî Yemen meselesi, Suudi Arabistan ve Amerika’nın bu ülkenin içinde bulunduğu duruma etkileri ile ilgili Tabnak ile bir röportaj gerçekleştirmiştir:

İlk soru olarak size göre İslami Uyanış sürecinde Yemen’de meydana gelen değişimlerin bu noktaya ulaşmasında ne etkili olmuştur?

Yemen Arap ülkeleri arasında kendine has özellikleri olan bir ülkedir. Çünkü bir yandan Yemen kendini Arapların annesi olarak kabul etmektedir. Kahtanlılar, Adenliler karşısında Arap’ın annesi olarak görülür ki bunların bölgesi Yemen’in Batı bölgesi ve Sana’dan başlamaktadır. Gerçekte Yemenliler kendilerini Arap medeniyetinin kaynağı olarak görmektedirler. Öte yandan Yemen en çok Zeydi nüfusun yaşadığı ülkedir, 22 milyon nüfusun yaklaşık yarısını Zeydiler oluşturmaktadır. Zeydiler İslami mezhepler arasında en savaşçı mezhep olarak tanınmaktadırlar ve kılıç mezhebi olarak meşhur olmuşlardır, dolayısıyla onlar geleneksel olarak ilk gençlik yıllarından itibaren silah taşımaya başlarlar. Gerçekte onlar silah taşımayı bir aidiyet olarak görmektedirler. Zeydiler tabii olarak büyük bir inkılaba dahil olmaya hazırdılar. İslam İnkılabı’nın İran’da zafere ulaşması bütün toplumlardan çok Yemen toplumu üzerinde etki bıraktı. Yemenliler diğer bütün milletlerden daha çabuk İslam İnkılabı’nın ıslahat çağrılarına olumlu yanıt verdi. Daha sonra 2011 yılının başlarında Arap hareketleri başladı. Yemenliler, kendi toplumsal yapılarına uygun bir şekilde mücadeleye başladılar ve başarılı da oldular. Bir yıla yakın bir süre sonunda mücadele ettikleri Ali Abdullah Salih’i devirdiler. Daha sonra Yemen İnkılabı bazı saptırmalara maruz kaldı, Suudiler bu dalgadan yararlanarak Fars Körfezi İşbirliği Konseyi planlarını uygulayarak 2012 yılında bu inkılabı hedefinden uzaklaştırdılar.

Mansur Hadi’nin Yemen’i idare edememesinin sebebi nedir?

Körfez Önlem Planı çerçevesinde Salih’in yerine gelen cumhurbaşkanı bu planın Suudilerin istediği gibi sonuçlanmasını sağlayamadı. Yemen cumhurbaşkanı büyük hatalara düşmüştür, özellikle Yemenli grupların ortak anlaşmasını uygulama konusunda, Mansur Hadi çok ileri gitti. Toplumsal alanda da  direkt olarak çoğunluğu çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan, en az halkın yüzde 80’ini etkileyen akaryakıtın görülmemiş bir biçimde zamlanması meselenin yeniden alevlenmesine yol açmıştır. Bu kez yeni güçler sahneye çıktı ve bu güçlerin önderliğini Ensarullah devraldı. Ensarullah’ın sahip olduğu tecrübeler ve siyasi, sosyal güçleri ile Yemen’deki liderlik boşluğunu doldurmayı başardı ve Körfez Önlem Planı çerçevesinde oluşan düzeni yerle bir etti. Salim el-Beyd ve Ali Nasır Muhammed Yemen’de geçiş dönemi için geçici bir yapı oluşturmaya çalışmaktadırlar ve geçici hükümet seçim ve referandumla sonuçlanacak yeni devletin anayasasını oluşturma yolunda yardımcı olacaktır.

Arabistan ve Amerika’nın bu olaydaki etkileri nelerdir?

Amerika ve Arabistan’ın birinci aşamada yani 2001’den 2012’ye kadar olan süreç içindeki müdahaleleri çok aşikardır ve  esasen Mansur Hadi’nin işbaşına gelmesi, Körfez Önlem Planı çerçevesinde bu iki ülkenin müdahaleleri ayrıca incelenmeye muhtaçtır ki, Suudiler de bu konuyu itiraf etmişlerdir. Suudi Arabistan Yemen’deki dönüşüm esnasında  Al-i Ahmer ailesinden yani Abdullah Salih’in aşiretinden yana tavır koymuşlardır. Ancak Amerika ve Suudilerin Yemen ile ilişkileri zayıflayıp kesilme noktasına gelince, İran’ı Yemen’in iç işlerine müdahale etmekle suçladılar.

Arabistan İran’ı Yemen’e müdahale etmekle suçluyor. Siz böylesi bir müdahaleyi kabul ediyor musunuz?

Arabistan tam da Yemen’de etkisinin azaldığı zaman İran’ı suçlamaya başladı. Oysa şimdiye kadar İran’ın müdahale ettiğine dair hiç bir açık belirti yoktu ve böyle bir şey gündeme gelmemiştir. Ancak İslam Cumhuriyeti Kuzeylilerin ve Güneylilerin çoğunluğunun isteklerini desteklemektedir. Gerçekte İran’ın desteği Yemen halkının taleplerine olan desteğidir ki, bu da siyasi bir destek seviyesinden öteye geçmemiş, sosyal ve askeri açıdan bir müdahale söz konusu olmamıştır. İran hiç bir şekilde Yemen’de yoktur. Hatta Yemen’deki İran elçiliği de kapatılmıştır, kaldı ki İran’ın orada gayri resmi olarak bulunması söz konusu bile değildir. Arabistan’ın problemi, Yemen halkını İslami değerleri savunmasından kaynaklanmaktadır. İran’a güveniyorlar ve İran’ı kendilerine sadık görüyorlar. Ancak buna karşın Suudi Arabistan’la yaşadıkları tecrübeler, Suud hanedanına güvenmemeleri gerektiğini onlara hatırlatıyor.

Son zamanlarda Fars Körfezi İşbirliği Konseyi, BM Güvenlik Konseyi’nden  Yemen’e askeri müdahalede bulunmasını istedi. Size göre böyle bir planın uygulanmasına imkan var mıdır?

Bu mesele bir kaç gün önce gündeme gelmiş, Rusya ve Çin böylesi bir kararnameyi veto edeceklerini açıkça beyan etmişlerdir. Fars Körfezi İşbirliği Konseyi, BM Güvenlik Konseyi’nden böyle bir kararın çıkmayacağını bilmesine rağmen, bunu propaganda malzemesi yapmak için ortaya atmıştır. Rusya ve Çin bu planı desteklemezler ve hatta BM Genel sekreterinin Yemen temsilcisi Cemal bin Ömer bile bu planı desteklemedi. Gerçekte Fars Körfezi İşbirliği Konseyi’nin, BM Güvenlik Konseyi’nden Yemen’e askeri müdahalede bulunmasını istemesi, ara çözüm yollarını güçlendirmek içindir. Bu ara çözüm yolları iki konuya dayanmaktadır:

1- Ensarullah hareketine karşı siyasi ambargo oluşturulması, bu yolla Ensarullah’ın zayıflatılarak halkın gelecekle ilgili olarak korkutulması.

2- İşbirliği Konseyi Ensarullah hareketiyle başlatması gereken diyaloglarda sanki BM’nin desteğini almış gibi davranmaktadır. Bu Husiler açısından kabul edilemez bir konudur. Bu İşbirliği Konseyi iki yıl önce Mansur Hadi’yi Yemen halkına dayatmış ve geçen iki yıl boyunca iç uzlaşmanın şekillenmesine, Kuzey ve Güney güçlerinin anlaşmalarına izin vermemiştir.

Yemen’in Kuzey ve Güney olarak ikiye bölünme ihtimali var mıdır? Acaba Arabistan Yemen’i parçalamanın peşinde midir?

Bu konuyu Yemen’i tanımayan kimseler gündeme getirmektedir. Suudi Arabistan’ın Husilerle olan problemlerinden daha çok, Güneylilerle problemleri vardır. Geçtiğimiz kırk yıl boyunca Güneylilerin Suudilerle ilişkileri sürekli bozuktu. Şimdi de ilişkileri bozuktur. Suudiler güneyde pek sevilmezler. Sadece Beyza bölgesinde Mansur Hadi’nin oğlu vasıtasıyla biraz nüfuz sahibidirler ve provokasyonlar da Beyza bölgesinden başlatılmıştır. Şimdi de bu bölge Mansur Hadi’nin kontrolünden çıkmıştır ve pratikte Husiler ve Güneyliler burada güvenliği sağlamışlardır. Dolayısıyla Arabistan’ın Yemen’i parçalama girişimleri çok uzak bir ihtimaldir ve Güneyliler esas itibariyle Suudilere karşı çok hassastırlar. Bu hassasiyet de tarihi bir hassasiyettir.

Size göre Yemen’in geleceği hangi yöne doğru ilerleyecektir?

Araştırmalar göstermektedir ki, Fars Körfezi İşbirliği Konseyi  geçen 25 Ocak’taki uzun süren beşinci toplantısında, askeri müdahale seçeneğinden vazgeçmiştir. Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin önderliğinde gerçekleşen bu toplantıda Yemen’de Ensarullah hareketine karşı takınılacak tavırda, üç çözüm yolu üzerinde çalışmalar yapılmıştır. Birinci çözüm yolu askeri yöntemlere başvurmaktı, ancak Suudiler Ensarullah hareketi karşısında Konsey üyesi ülkelerin askeri zaaflarından dolayı bu yolu askıya alarak, askeri müdahale konusunu BM Güvenlik Konseyi’ne havale ettiler, ama iki gün sonra Barack Obama Yemen’de çözüm yolu olarak askeri bir müdahaleyi desteklemeyeceklerini açıkça beyan etti. Şu halde BM Güvenlik Konseyi’nin ya da Körfez İşbirliği Konseyi’nin emriyle bir askeri müdahalenin olamayacağı açıktır.

Toplantıda ele alınan ikinci çözüm yolu, Ensarullah hareketi aleyhine uluslararası bir birlik oluşturmaktı. Yani, Batı ve Arap ülkeleri Yemen’i boykot edip, bu ülkeyle olan ilişkilerini kesmeleriydi, bu öneri Amerika ve Suudi Arabistan tarafından benimsendi, hatta bazı Batılı ve Arap ülkeleri de bu öneriyi benimsediler. Ancak bu kapsayıcı bir şekle dönüşmedi ve hatta Amerikalılar Yemen’e Ensarullah hareketinin hakim olmasından dolayı elçiliklerini kapattıklarını söylemediler. Aksine bunu “geçici şartlar”la alakalı olarak ilişkilendirdiler. Yemen halkı geleceği için meydanlara inmişti ve geleceğin kendileri için daha karanlık görünmesinden korktukları için böyle bir yola başvurdular.

Toplantıda ele alınan üçüncü çözüm yolu ise, asgari müştereklere ulaşılması için bir formül geliştirmek üzere Ensarullah hareketiyle ilişkiye geçilmesiydi. Katar, Umman ve Kuveyt bu konuyu gündeme getirdiler ve elbette Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn sultanlarının şiddetli muhalefetiyle karşılaştılar, Suudi Arabistan temsilcisi bunu zor bir konu olarak niteledi. Bu durumla birlikte, meselenin Husilerle birlikte çözülmesi yolu, Fars Körfezi İşbirliği Konseyi’nde onlarla savaşmaktan daha çok benimsenmiş gibi durmaktadır.

Öyle görülüyor ki, Fars Körfezi İşbirliği Konseyi ve Amerika, İngiltere ve Fransa üçlüsü ikinci ve üçüncü çözüm yolu üzerinde düşünmektedirler ve ikinci çözüm yolu üzerinde durmanın Yemen inkılabî hareketiyle uzlaşma sağlamanın en uygun yolu olduğuna inanmaktadırlar. Ancak öte yandan Ensarullah hareketi müdahale peşinde olan Fars Körfezi İşbirliği Konseyi ve BM Güvenlik Konseyi karşısında dış müdahalenin kabul edilmeyeceğini vurgulamış, diğer taraftan meydan ve sokakları, özellikle de Sana’daki özel durumu canlı tutarak, Yemen’deki dönüşümün devam etmesini sağlamıştır. Önümüzdeki haftalar özellikle 2 ile 8 hafta arasındaki süreç çok belirleyici olacaktır.

intizar

 

Salı, 24 Şubat 2015 03:06

10 dakikada Tel Aviv’i yok ederiz

İmam Hamanei’nin Devrim Muhafızları Ordusu’ndaki yüksek temsilcisi Hüccetülislam Mücteba Zülnur, “Siyonist rejim (İsrail) bir yanlış yaparsa on dakikadan kısa bir sürede Tel Aviv’i yok ederiz” dedi.

İran Radyo ve Devlet Televizyonu bünyesinde faaliyet gösteren Gazeteciler Kulübü’ne konuşan Hüccetülislam Zülnur, İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Liberman’ın İran’ın nükleer santrallerinin vurulmasına ilişkin açıklamalarını değerlendirdi.

‘O Füzenin Tozu Dumanı Bizim Topraklarımıza Ulaşmadan…’

Zülnur, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’yu, İran’ın nükleer tesislerine saldırı konusunda sadece konuşmakla eleştiren Liberman’a cevaben, şunları söyledi: “Siyonist rejim savaşı kazanacağına inanıyorsa eğer, bugünü yarına ertelemez, girişimde bulunurdu. Ancak buna güçleri yok. Onlar sadece korku salmaya çalışıyorlar ancak hiçbir şey yapamazlar. Siyonist rejim şansını denemek ister ve İran’a füze saldırısında bulunursa eğer, o füzenin tozu dumanı bizim topraklarımıza ulaşmadan önce bizim füzelerimiz 6-7 dakikada Tel Aviv’in kalbine ulaşarak Siyonist rejimi yok eder ve İmam’ın (Devrim Lideri Ayetullah Humeyni) emrini gerçekleştirilmiş olur.”

‘Siyonistler Korkak, Hamas ile Dahi Baş Edemediler’

Zülnur, “Siyonistler korkaklar. Hamas ile dahi baş edemediler” ifadesini kullanıp “Hamas ile Hizbullah’ın gücü İran’ın askeri gücünün küçük bir bölümüne eşit. İslami direnişle baş edemeyen Siyonistler, yerleşimcilerin moralini yükseltmek için bu tür açıklamalar yapıyorlar. Zira yerleşimcilerin ters göçü Siyonistlerin varlığını tehlikeye atıyor” değerlendirmesini yaptı.

İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Liberman, İsrail Televizyonu Kanal 2’nin haber bülteninde, İran’ın nükleer faaliyetleri konusunda Başbakan Netanyahu’yu sadece konuşmakla eleştirmiş, “Vuracaksan vur, konuşma” ifadesini kullanmıştı.

sputniknews.com

 

İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, ikili ilşkilerde sultacı ülkeleri kabul etmediklerini ifade ederek, İran halkının yüzde 80'i nükleer müzakerelere destek vermekte olduğunu ifade etti.


Mehr haber ajansının bildirdiğine göre, Bölgesel İlişkilerde Direniş Ekonomisi adlı toplantıda konuşan İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, başında olduğu devletin başarıları halkın desteği, halkın her zaman sahnelerde bulunması ve İslam İnkılabı Rehberi'nin destekleri sayesinde gerçekleştiğini söyledi.

Yerli ve yabancı uzmanların değerlendirmelerine dayanarak İran devleti ekonomide mücize yarattığını dile getiren Hasan Ruhani, 2013 yılında eksi 9 olan İran ekonomisinin büyüme oranı bugün artı değere geçtiğinin altını çizdi.

Konuşmasının devemında nükleer müzakerelere işaret eden Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, İran halkının yüzde 80'i nükleer müzakerelere destek verdiğini, önemli olan halkın kesin çoğunluğu bu yolda devlete desteği olduğunu belirtti.

İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, hiçbir ülke İran'ı inzivaya sürükleyemeyeceğinin altını çizerek, komşu ülkelerle ilişkilerin her iki tarafın lehine olduğunu, bu ikili ilişkilerde ne kimseyi kandırmak istediklerini ve ne sultacı ülkeleri kabul ettikerini ifade etti.

Pazar, 22 Şubat 2015 00:00

İslami Bir Devrimin Üç Özelliği

Bismillah

İslam dünyasında son yıllarda ortaya çıkan halk hareketleri hedefe ulaşıp ulaşmamaları bir yana çıkış noktaları bakımından hiç kuşkusuz adil bir toplum özleminin dışa yansımalarıdır. Adına ister İslami uyanış, ister Arap baharı ve ister demokratik talepler denilsin asıl amaç bu ülkelere hakim rejimlerin yıkılması, diktatörlerin iktidardan uzaklaştırılması ve yeni düzenlerin kurulmasıdır.

Her ne kadar açıkca ilan edilmemiş olsa da bu ülkeler Müslüman halklarının kendi dini inanç ve yaşantılarıyla uyum içinde bir düzeni arzuladıklarını kimse inkar edemez. Dini uyanış, bahar veya demokratik hayat talebleri tanımları asılda birbiriyle çelişke oluşturmaz. Çünkü sonuçta hak, hukuk ve adalet esaslı bir toplum düzeni talebi bu tanımların hepsiyle uyuşabilir.

Ancak arzulanan ile pratikte ortaya çıkan durum arasında maalesef hiç bir uyumluluk ve benzerlik bulunmuyor. Bu halk hareketlerinin nasıl temel amacından saptırıldığı, hangi faktörlerin bunda etkili olduğu, ne gibi eksikliklerden kaynaklandığı ayrıca incelenmesi gereken bir konudur.

Müstekbir güçlerin halk kıyamlarını hedefinden saptırmak için uygulamaya koydukları komplo planları yanında lider kadrolarının eksiklikleri, zaafları ve hatta bazen hıyanetleri de dikkatlice incelemeye tabi tutulmaldır.

Bütün bunlara rağmen ülkemizde bu halk hareketleri konusunda kafa karışıklığının devam etmesinde çarpık dini anlayışlar yanında bu hareketlere yerli yersiz müdahil olan iktidar partisinin medya gücüyle kamuoyu oluşturma rolü de görmezden gelinemez.

Bu kıyamları İslami hareketler olarak tanımlıyorsak şimdilik şu ve bu ülke veya partiyi suçlamak yerine bu halk kıyamlarının mahiyeti üzerinde duralım. Bu hareketlerin her birinin çkış noktası, iktidara ulaşmada izlediği yöntem, müstekbir güçlerle girdikleri uzlaşmacı ilişkileri ve yenilgilerde suçu başkalarının üstüne atmak için öne sürdüğü bahane ve tevilleri ayrı ayrı incelemek yerine İslami bir kıyam veya devrimin temel ilkelerini beyan edersek bunların mahiyeti de kendiliğinden ortaya çıkar.

İslami bir devrimin taşıması gereken birçok özellikleri düşünülse de üç özellik vardır ki olmazsa olmazlardandır: İlahi hedefler taşıması, halk desteğine sahip olması ve müstekbirlere karşı durması.

İlahi olması: İslami bir devrim hareketi her şeyden önce meşrû olmalıdır. İslam’da meşruiyetin kaynağı Allah’tır. Allah’ın rızasının hedeflenmediği, insanların dünyevi refahı yanında uhrevi saadetini hedeflemeyen, toplumsal adaleti savunmayan devrimler ilahi olamaz. İlahi bir devrimin lideri veya liderlik kadrosunun da ilahi kriterlere göre meşrû olması ve salahiyet sahibi olmaları gerekir.

Makbuliyet: İslami bir devrim hareketinin temel ilkelerinden biri halk desteğine ve genel makbuliyete sahip olmasıdır. Sınırlı bir silahlı kadro veya servet/sermaye/medya çevrelerince yapılan iktidar değişiklikleri devrim değil, darbedir. Devrimin gerçekleşmesinde ve sürdürülmesinde halk desteğine sahip olmayan hareketlerin ayakta durması zaten mümkün değildir. Devrim, kendi nefislerini değiştirmiş; her türlü zorluğa, baskıya karşı direnmeye hazırlıklı olan halk kesimlerinin desteği ile hayatını sürdürebilir. Devrimin gerçekleşmesi ardından halkın oyunu, görüşünü dikkate almayan yönetimler yıkılmaya mahkumdur.

İstikbar ve emperyalizm karşıtlığı: İslami bir devrim hareketinin temel ilkelerinden biri müstekbir/emperyalist güçlerin sultasına karşı mücadeleyi göze alması ve baskılara karşı direnmesidir. Esasen devrimler emperyalist güçlere ve onların işbirlikçilerine karşı başlatılan hareketlerdir. Bugün İslam ülkelerine egemen rejimlerin çoğu ya doğrudan emperyalist güçlerin tayin ettiği kadrolardır ya da onların çok yönlü destekleriyle ve onların çıkarları doğrultusunda hükümet eden kadrolardır. Bu kukla kadrolara ve efendilerine karşı mücadeleye düşünce ve eylem planında hazırlıklı olmayan hareketler İslami devrim olarak tanımlanamaz ve er–geç hedefinden saptırılmaya, yenilgiye uğratılmaya mahkumdurlar.

Kısaca değindiğimiz bu üç ilkenin Kur’an ve Sünnette kanıtları, şahitleri vardır ve ehil kişiler bu kaynaklara ulaşabilir veya uzmanların eserlerine başvurabilirler. Bu üç ilkenin herhangi birinden yoksun halk hareketlerinin İslami meşruiyeti, makbuliyeti ve varlığını koruyabileceği tartışılabilir.

Bu ilkeleri göz önüne alarak İslam ülkelerinde son yıllarda vuku bulan hareketleri ve silahlı mücadeleleri yeniden değerlendirelim. İran’dan Afganistan’a, Filistin ve Lübnan’dan Tunus, Mısır ve Libya’ya, Suriye’den Yemen ve Bahreyn’e kadar İslam ülkelerinde son yarım asır içinde ortaya çıkan ve hala da devam eden halk hareketlerinin hangisi bu üç ilkeye göre şekillenmiş ve devam etmektedir?

Adı geçen ülkelerdeki devrim ve halk hareketlerini saydığımız bu üç temel ilkeye uyarlamayı ve yorumlamayı siz değerli okurlara bırakıyor ve görüşlerinizi bekliyorum.

ZTY

İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Liberman İsrail Televizyonu Kanal 2’deki ana haber bülteninde kendisine yöneltilen sorulara ilginç cevaplar verdi.

Liberman, Başbakan Netanyahu’nun ABD Kongresi’nde yapacağı konuşmanın kendisince doğru olup olmadığı sorulduğunda, “Başbakan’a not vermek için gelmedim buraya, ancak biz henüz Hamas konusunu bitiremedik. İran ile nasıl baş edebiliriz” dedi. İsrail Devlet adamı Menahem Begin’i örnek gösteren Liberman, Irak’taki nükleer santral imhasını kastederek “Behin Irak’taki atom santralini imha etmek istediğinde bir sabah kalktık ve o santralin yerinde olmadığını gazetelerden okuduk. Bu işin bir yerlerde konuşarak yapılabilmesi mümkün değildir. Suriye’deki nükleer santral örneğinde ise yine ne nutuklar ne de tartışmalar yaşandı. Yine bir sabah uyandığımızda Suriye’de atom santralinin yok edildiğini okuduk basında. Yani İran meselesi bizim konumuzdur ve Amerika’nın değil bizim derdimizdir. Kendi işimizi kendimiz görmeliyiz” diye konuştu.

Liberman, “Yani siz bizim İran’ın nükleer santralini vurmamız gerektiğini mi söylüyorsunuz?” sorusuna ise “Kısaca demek istediğim şudur İngilizce bir atasözü ile söyleyeyim. ‘If you want to shoot shoot, don’t talk’ (Vuracaksan vur konuşma)” yanıtını verdi.

Basında yer alan bilgilere göre, Obama yönetimi, Natanyahu’nun kongredeki konuşmasına tepki olarak ABD’deki en büyük Yahudi organizasyonu olan AIPAC’ı boykot etmeyi planlıyor. Ayrıca, Ortadoğu konusunda uzman gazeteciler ile konuşma ve Netanyahu ile olan ilişkileri anlatacak bir röportaj vermeyi planlamakta olduğu da belirtiliyor.
 

Cuma, 20 Şubat 2015 00:00

GAFLET

‘’Asra yemin olsun ki insanlar, hüsrandadır’’ Bu sûre Rabbimizin bizleri uyardığı çok ehemmiyetli bir sûredir.

 

Bu sûre, çoğumuzun ezberinde olan ve sürekli hafızalarımızda okuduğumuz (veya   okuyup ta geçtiğimiz dersek daha gerçekçi oluruz) bir sûredir. Ama bu sûre üzerinde düşündük mü acaba bizler hiç?

 Nefsini şeytanın esaretinden bir türlü kurtaramayan insanoğlu, ne     yazık ki Rabbimizin diğer ayetleri gibi, bu ayetleri de, okuyup geçiyor. Peki Rabbimiz burada bize ne diyor acaba?

Gelin kafamızdaki tüm dünyevi telaşeleri bir an olsun bir taraf bırakıp, nefsimizin dizginlerini bir anlık da olsa Rahman’ın eline vererek (her ne kadar zor olsa da Rabbimizden yardım isteyerek) bu ulvi ayetleri bir mütalaa edelim.

Evet şimdi kendimizi bu moda aldıysak, bu ayetleri bir daha okuyalım. ‘’Asra yemin olsun ki insanlar hüsrandadır’’ şimdi tüylerimizin ürperdiğini, bütün vücudumuzun titrediğini ve bu ayetler karşısında azda olsa sarsıldığımızı, umarım hissetmişizdir. Çünkü Rabbimiz bize hüsranda olduğumuzu öyle bir söylüyor ki, yemin ediyor. Yani işin ehemmiyetini bize kavratmak için sadece hüsrandasınız demeyip, ‘’yemin olsun ki hüsrandasınız’’  diyor.

Peki nasıl hüsrandayız veya Rabbimiz hüsran derken neyi kastediyor acaba?  Bunu ise sûrenin devamında bize anlatıyor;

‘’Ancak iman edenler, salih amel işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.’

Evet, işte hüsrandan kurtulmanın yolunu, Rabbimiz bize gösteriyor. İman, amel, tebliğ ve direnme(sabır). Kur’an, o kadar muazzam bir kitap ki, tabiri caizse bizim hastalığımızı teşhis etmekle kalmayıp, tedavisi için bir nevi ilaçta yazıyor.

Kur’an’ı bizler, aslında insanın kullanma kılavuzu olarak tabir etsek yanılmış olmayız sanırım. Allah(cc), bizleri yaratmış, yaratmakla kalmayıp bizlerin dünyadan istifade edeceğimiz her şeyi, bize ücretsiz olarak vermiş. Ama bununla da yetinmemiş, bizlerin tabiri caizse kullanma kılavuzumuzu da yanında vermiş. Hatta bu kılavuzları bizlere açıklayacak peygamberler imamlar, veliler de göndermiştir. Buna rağmen bizler, çoğu zaman nankörlük edip ‘’Allah niye bana da şunu vermiyor? Şundan benimde olsun’’ gibi serzenişlerde bulunuyoruz. Asr sûresine dikkatlice bakınca Allah (cc), bizim şu anki durumumuzu ve bu durumdan kurtulmanın yolunu göstermiş.

Şimdi vicdanen düşünelim. Rabbim bu kadar (sınırsız) verdiği nimetlerle yetinmemiş ve bunları nasıl kullanacağımızı da göstermiş. İnsan, bütün bunlar karşısında şunu söylemekten kendini alamıyor; ‘’Allah daha ne yapsın?’’

Peki bunca nimet karşısında biz ne yapıyoruz? Bunu da Allah (cc) bize söylüyor:

Hüsran-itaatsizlik-bencillik-münafıklık-Allah’a şirk koşmak vs …

Ne diyordu Rabbim; İman, salih amel, Hakkı tavsiye, sabrı tavsiye…

Peki bizler, iman yerine inançsızlık, salih amel yerine boş işler. Hakkı tavsiyeye gelince, maalesef o bizden çok uzak. Sabır hakeza aynısı.

Peki ama bize, bu ilahi ayetleri açıklayanlarda böylemi? Peygamberler, İmamlar…

Hz. Muhammed (s.a.v) değil miydi ki, savaş meydanlarında defalarca yalnız kalmış, ancak yine de boyun eğmemişti. Yine o kutlu insan değil miydi ki, birçok maddi ve manevi işkencelere maruz kalmış, doğduğu yeri terk etmek zorunda kalmış ve bütün bunlar karşısında tek bir adım geri atmamıştı.

Yine bir diğer kutlu insan İmam Hüseyin (as) değil miydi ki;

‘’Dedem Muhammed’in dini benim ölmemle ayakta kalacaksa, öyleyse ey kılıçlar gelin başımı bedenimden ayırın’’ diyen veya ‘’Biz zillete boyun eğmeyiz’’ deyip, o yolda kendini feda eden.

Asrımızda ‘’ Ey Müslümanlar, kıyam edin’’ diye haykıran ve tıpkı Peygamberimiz (s.a.v) gibi sürgün ve işkencelere boyun eğmeyen ve ‘’Şirk ve küfür var oldukça, mücadelede vardır. Mücadele var oldukça bizde varız’’ diyen İmam Humeyni (ra) değil miydi?

Yine asrımızda ‘’ Düşman boşuna zahmete katlanmasın; düşmanın tüm silahları, Kur’an’a dayanan İslam Cumhuriyeti karşısında hiç bir işe yaramaz.’’ Deyip yine bu yolda, emsalsiz zulüm ve işkencelere maruz kalan İmam Ali Hamaney değil miydi?

Demek ki bu ilahi kitapları okuyup da, bu kitapları uygulayan saydıklarımız gibi binler, hatta yüzbinler belki milyonlar vardır…

Bu örneklerde bizler, Allah (cc)’nun uyguladığı iman, salih amel, hakkı tavsiye ve sabrı görüyoruz. Ancak bizler, bu ilahi şahısları örnek almak yerine maalesef çoğu zaman şuursuzca eleştirme
küstahlığında bulunuyoruz. Yani kendimiz iman etmediğimiz gibi, imanın veya islamın havariliğini yapan, hakiki imanı elde edip tüm kâinata meydan okuyan bu yüce zatları eleştiriyoruz.

Evet sonuç olarak yine diyorum ki Rabbim daha ne yapsın? Ve bu kadar gafletimize rağmen hâlen bizlere, şu beyanda bulunuyorsa; ‘’Ancak tövbe edip halini düzelterek gerçeği söyleyenler başka. İşte ben onları bağışlarım. Ben çok merhamet ediciyim. Tövbeleri çokça kabul ederim.’’ Bizim ne yapmamız lazım? Bence bizlerin bir an evvel ve sürekli Rabbimizden af ve mağfiret dilemesi ve O’na hamd etmeyi bir an bile olsa akıldan çıkarmaması gerekir.

Rabbimin bizlere gerçek imanı, ihlası, sabrı, islami bir yaşantıyı nasip edip, islam yolunda bir nefer olmayı bizlere bağışlamasını niyaz ederim. Vesselam…

Hüseyin Serdengeçti