کارگر
İmam Hamenei: Ne Suriye Devleti Şiidir, Ne de bu devletin laik ve İslam karşıtı muhalifleri Sünnidir
İslam Devrimi Rehberi’nin İslami Uyanış ve Ulema Konferansı’nda dün yaptığı ve önemli noktalar içeren konuşması... Batılı propagandalar ve onların bölgedeki uşak medyaları, Suriye'deki yıkıcı savaşı bir Şii ve Sünni çatışması olarak göstermekte ve Suriye ve Lübnan'daki direnişin düşmanları ile siyonistler için güvenli bir ortam oluşturmaktalar. Oysa Suriye'deki kavganın her iki tarafı da Sünni veya Şii olmayıp, anti-siyonist direnişin taraftarları ya da onların muhalifleridir. Ne Suriye devleti Şii bir devlettir ve ne de bu devletin laik ve İslam karşıtı muhalifleri Sünni bir gruptur. Bu faciaya yol açan senaryoyu yönetenlerin tek hüneri, mevcut yıkıcı savaşta kimi safdillerin mezhebi duygularından yararlanmalarıdır. Sahneye ve çeşitli düzeylerdeki icracılarına bakıldığında, mesele her insaflı insan tarafından anlaşılacaktır.
Bismillahirrahmanirrahim Hamd Allah'ındır, Salat ve Selam Muhammed Mustafa'ya, Pak Âline ve seçkin sahabelerine ve taa kıyamete dek onları güzellikle takip edenlerin üzerine olsun
Siz değerli misafirlere ‘hoşgeldiniz' diyorum ve Aziz ve Rahim olan Allah'tan bu toplu çalışmaya bereket kazandırmasını ve onu müslümanların daha iyi yaşaması yolunda etkin bir adım kılmasını istiyorum.‘Muhakkak ki O, işitip icabet edendir.'
Sizlerin bu konferansta üzerinde çalışacağınız İslami uyanış konusu, günümüzde İslam dünyası ve İslam ümmetinin gündeminin başında yer almaktadır. İslami uyanış, Allah'ın izniyle sağlıklı olarak devam ettiği takdirde uzak olmayan bir gelecekte İslam uygarlığının İslam ümmeti ve ardından da beşeriyet dünyası için ihyasını sağlayacak şaşırtıcı bir fenomendir.
Bugün gözlerimizin önünde olan ve akıl ve bilinç sahibi hiç bir insanın inkar edemeyeceği gerçek şudur ki, İslam şu anda dünyanın sosyal ve siyasal denklemlerinin kenarından çıkarak dünya olaylarını belirleyen faktörlerin merkezinde seçkin ve gösterişli bir konuma yükselmiş olup hayat, siyaset, devlet ve sosyal gelişmeler alanında yepyeni bir bakış sunmaktadır. Bu durum, komünizm ve liberalizmin, çöküşlerinden sonra derin bir fikri ve teorik boşluğa yuvarlandığı günümüz dünyasında kendini gösteren önemli ve anlamlı bir fenomendir.
Kuzey Afrika ve Arap bölgesinde meydana gelen siyasal ve inkılapçı olaylar ilk kez dünya çapında böylesine büyük yankılar uyandırmıştır ve gelecekte kendini gösterecek olan daha büyük hakikatlerin müjdecisidir.
Emperyalistler ve bağnazların oluşturduğu cephenin sözcülerinin hatta ismini dile getirmekten bile kaçınıp korktukları İslami uyanış, artık yaklaşık olarak İslam dünyasının her yanında etkilerinin görüldüğü önemli bir hakikattir. Bunun en açık örneği, kamuoyu ve özellikle de genç kuşakların İslam'ın azameti ve yüceliğinin yeniden ihyasına olan ilgileri, uluslararası sulta düzeninin mahiyetini algılamaları, iki yüz yılı aşkın bir süredir İslami ve gayri İslami doğuyu kanlı pençeleri altında hırpalayan ve kültür ve uygarlık maskesi altında milletlerin varlığını acımasızca kudret ve tecavüz sevdalarına kurban eden odaklar ve devletlerin zalim, alçak ve müstekbir çehrelerini açığa çıkartma çabalarıdır.
Bu kutlu uyanışın boyutları çok geniş olup, esrarengiz bir biçimde yayılıp durmaktadır. Ancak, bir kaç Afrika ülkesinde bu hareketin sergilediği peşin kazanımlar, büyük ve engin sonuçları açısından gönüllere güven kazandırabilir. İlahi vaadlerin daima mucizevi bir biçimde gerçekleşmesi, daha büyük vaadlerin tahakkuku yolunda ümit verici simgeler içermektedir. Allah'ın Musa'nın annesine verdiği iki vaadi içeren Kur'ani kıssa, rububiyete dayalı bir taktikten izler sunar.
Çocuğun bir sandık içerisinde suya atılmasının buyrulduğu o çetin anda, ilahi hitabda şu vaadlerde bulunuldu: ‘Şüphe yok ki biz, onu sana tekrar veririz ve onu peygamberlere katar, peygamber yaparız.' Daha küçük olan ve anneyi sevindiren ilk vaadin tahakkuku, risalet vaadinin gerçekleşeceğine bir delil oluşturdu. Bu vaad daha büyük ve elbette uzun süreli sabır, çile ve mücahedeyi gerektiren bir vaaddi: ‘Derken, gözü aydın olsun, ışıklansın ve mahzun olmasın ve Allah'ın vaadettiği şeyin, şüphesiz gerçek ve hak olduğunu bilsin diye tekrar anasına verdik onu..' İşte bu gerçek ve hak olan vaad, bir kaç yıl sonra tahakkuk bulan ve tarihin çizgisini değiştiren büyük risalettir.
Bir başka örnek, üstün ilahi gücün Beyt-i Şerif'e saldıranların mahvedilişini hatırlatmasıdır ki Allah yüce peygamberi vasıtasıyla muhatablarını teşvik için ‘Artık kulluk edin bu evin Rabbine..' ifadesini kullanıyor ve ‘düzenlerini boşa çıkarmadı mı' diye buyuruyor. Ya da sevgili peygamberinin moralini yükseltmek için ‘Rabbin seni ne terketti, ne de darıldı sana' dedikten sonra, ‘Seni bir yetim olarak bulup da yer-yurt vermedi mi sana ? Ve seni, yol yitirmiş bulup da yol göstermedi mi sana ? 'ifadesiyle mucizevi nimetini hatırlatmaktadır. İşte böyle örnekler Kur'an'da çoktur.
İslam'ın İran'da zafere erdiği ve çok hassas olan bu bölgenin yine en hassas ülkelerinden birinde Amerika ve siyonizmin kalesini fethettiği gün, ibret ve hikmet ehli olan insanlar, eğer sabır ve basiretle hareket edildiği takdirde yeni fetihlerin birbiri ardı sıra gelip çatacağını algıladılar.
Düşmanlarımızın itiraf ettiği gibi İslam Cumhuriyeti'nde kendini gösteren parlak gerçeklerin tümü ilahi vaadlere olan güven, sabır, direniş ve Allah'tan yardım umma sayesinde kazanılmıştır. Halkımız, ızdıraplı zaman kesitlerinde ‘mutlaka bize yetişecekler' diye söylenip duran zayıf insanların vesveseleri karşısında ‘hayır, şüphe yok ki Rabbim bana yol gösterecek' diye haykırmıştır.
Bugün bu değerli tecrübe, emperyalizm ve despotluklar karşısında başkaldırmış ve Amerika'ya bağımlı, kokuşmuş uşak rejimleri devirmiş ya da sarsmış olan milletlerin erişebileceği bir noktadadır. ‘Allah kendisine yardım edene mutlaka yardım eder; şüphe yok ki Allah, kuvvetlidir, üstündür' vaadine güvenerek sabırla dikiliş, bu onurlu yolu İslam uygarlığının zirvesine dek İslam ümmetinin önüne serecektir.

Işte şimdi çeşitli İslam ülkeleri ve mezheblerine mensup ümmet ulemasının bir kısmının yer aldığı bu önemli toplantıda İslami uyanışla ilgili meseleler hakkında bir kaç noktaya değinmenin yerinde olacağına inanmaktayım:
İlk konu şudur ki, sömürgecilerin öncülerinin bu ülkelere girişiyle birlikte yükselen ilk uyanış dalgaları, genellikle din ve dini müceddidler tarafından şekillendirilmiştir. İran, Mısır, Hind ve Irak gibi ülkelere mensup Seyyid Cemaleddin, Muhammed Abduh, Mirza Şirazi, Ahund Horasani, Mahmud El-Hasan, Muhammed Ali, Şeyh Fazlullah, Hac Aga Nurullah, Ebul Ala El-Mevdudi ve daha nice büyük, meşhur, seçkin ve mücahid alim, seçkin şahsiyetler ve liderlerin adları, tarih sayfalarında kaydolunmuştur. Çağdaş dönemlerde ise ulu İmam Humeyni'nin yaldızlı ismi, İslam İnkılabı tarihinin karanlıklarında nurani bir yıldız olarak parlamaktadır. Bu arada yüzlerce tanınmış alimlerin yanısıra binlerce fazla meşhur olmayan alimler de dün ve bugün çeşitli ülkelerde büyük ve küçük reform hareketlerinde rol oynamışlardır. Ulema dışında Hasan El-Benna ve İkbal Lahori gibi dini muslihlerin oluşturduğu fihrist de bir hayli uzun ve ilginçtir.
Hemen hemen her yerde âlimler ve din uzmanı kişiler, halkın fikri mercisi ve ruhi sabır taşları olagelmiş ve büyük gelişmeler sırasında öncü ve yönlendirici olarak halkın saflarının önünde tehlikeler karşısında yürümesini bilmişlerdir. Onlar ve halk arasındaki fikri bağlılık giderek yükselmiş ve parmaklarıyla halka doğru yolu göstermede etkili olmuşlardır. Bu durum, İslami uyanış hareketi için yararlı ve bereketli olduğu kadar, ümmet düşmanları ve İslam'a nefretle bakanlar ile İslami değerlerin hakimiyetine muhalif olanlar için istenmeyen, kaygı verici bir vaziyettir. Onlar bu yüzden bu fikri öncüleri dini merkezlerden koparmak ve onların yerine yeni kutuplar yerleştirmek istemektedirler. Bu tür şahıslarla prensipler ve milli değerleri rahatlıkla harcayabileceklerini daha önce tecrübe etmişlerdir. Oysa takvalı alimler ve sorumluluk duygusu taşıyan dini şahsiyetler hakkında asla böyle bir durum söz konusu değildir.
Bu, din alimlerinin görevini daha da ağırlaştırmaktadır. Onlar büyük bir dikkat içerisinde düşmanın aldatıcı yöntemlerini tanımalı, nüfuz kanallarını tıkamalı ve düşmanın tuzaklarını tersyüz etmelidirler. Dünya metaının rengarenk sofrasına oturmak, en büyük afetlerden biridir. Servet ve kudret sahiplerinin ihsan ve ayrıcalıklarına bulaşmak ve şehvet ve kudret tağutları karşısında borçlu duruma düşmek, halktan kopma ve onların güveni ve samimiyetini yitirme bağlamındaki en tehlikeli faktördür. Gevşek insanları güç kutuplarına yönelişe çağıran kudret düşkünlüğü ve egoizm, fesad ve sapıklığa bulanışa yataklık eder. ‘İşte ahiret yurdu; biz onu, yeryüzünde yücelik ve bozgunculuk dilemiyenlere veririz ve sonuç, takva sahiplerinindir.'
Bugün ümit verici İslami uyanış hareketleri döneminde, bazen öylesine sahneler görülmektedir ki Amerika ve siyonizmin uşaklarının bir yandan güvenilmez fikri liderler oluşturma çabalarını gözler önüne sermekte ve diğer yandan da şehvet düşkünü Karun'ların din ve takva ehlini zehirli ve bulanık sofralarına sürükleme uğraşlarını yansıtmaktadır.
Din uleması ve dindar şahsiyetler, dikkatli davranmak zorundadırlar.
İkinci nokta, müslüman ülkelerdeki İslami uyanış için uzun erimli bir hedef belirlemektir. Milletlerin uyanışına yön veren ve onları o noktaya ulaştıran yüce bir çizgi... Bu noktayı tanıma durumunda bir yol haritasının belirlenmesi de mümkün olacak ve orta ve yakın hedefler somutlaştırılabilecektir. Bu son hedef, ‘parlak İslam uygarlığının oluşumu'ndan daha az olamaz. İslam ümmeti milletler ve ülkeler bazında tüm farklılıklarına rağmen, Kur'an'ın benimsediği uygarlık konumuna erişebilmelidir. Bu uygarlığın genel ve temel göstergesi, insanların, Allah tarafından beşerin saadet ve yücelişi için tabiat aleminde ve onların varlıklarında meydana getirdiği maddi ve manevi kapasitelerin tümünden yararlanmaktır. Bu uygarlığın dış görünümünü halka dayalı devlette, Kur'an'dan yükselen kanunlarda, içtihad ve beşerin yepyeni ihtiyaçlarına cevap yeteneğinde, bağnazlık, bid'at ve sentezcilikten kaçınmada, kamu refahı ve servetinin oluşumunda, adaletin ikame edilmesinde, ayrıcalık sahipleri, faiz yiyicileri ve mal üstüne mal ekleyen unsurlara dayalı ekonomiden kurtuluşta, insani ahlakın yayılmasında, dünya mazlumlarının savunulmasında, çaba, uğraş ve çalışmada görmek mümkündür ve görülmelidir de... Beşeri bilimlerden resmi eğitim ve öğretime, ekonomi ve bankacılıktan teknik üretim ve teknolojiye ve modern medyalardan sanat, sinema, uluslararası ilişkiler ve daha nice dallara kadar çeşitli alanlara ilim ve içtihada dayalı bir bakış bu yeni uygarlığın gereksinimlerindendir.
Tecrübe bütün bunların, olması mümkün ve toplumlarımızın becerebileceği işler olduğunu göstermiştir. Bu manzaraya alelacele ya da kötümserlikle bakmamak gerekir. Öz becerilerimize kötümserlikle yaklaşmak ilahi nimetin küfranı, ilahi yardımlar karşısında gaflete düşmek ve yaratılış sünnetlerini göz ardı etmek ve Allah'a sui zanla yaklaşmak vartasına yuvarlanmak demektir.
Bizler, sultacı güçlerin bilimsel, siyasal ve ekonomik tekellerini kırabilir ve İslam ümmetini, şu anda azınlıktaki emperyalistlerin kölesi durumundaki dünya halklarının çoğunluğunun haklarının geri alınması eylemine öncü kılabiliriz.
İslam uygarlığı iman, bilim, sürekli cihad, ileri düşünce ve yüce ahlak gibi unsurları İslam ümmetine ve tüm beşeriyete hediye edebilir ve günümüz Batı uygarlığının temellerini oluşturan materyalist ve zalim dünya görüşü ile çirkin ahlak anlayışından kurtuluş noktası olabilir.
Üçüncü konu ise İslami uyanış hareketlerinde Batılı siyaset, ahlak, davranış ve yaşama tarzına tabi olmak gibi acı ve dehşet verici bir tecrübeye sürekli olarak dikkat edilmesi gerektiğidir.
Müslüman ülkeler bir asrı aşkın bir süredir emperyalist devletlerin kültür ve siyasetlerine uyarak bağımlılık, siyasi alçalış, ekonomik felaket ve yoksulluk, erdem ve ahlakta düşüş ve utanç verici bilimsel geri kalmışlığa düçar oldular. Oysa, İslam ümmeti bir zamanlar bütün bu alanlarda onurlu bir geçmişe sahipti.
Bu sözleri, Batı'ya düşmanlık olarak algılamamak gerekir. Biz, insanlardan hiç bir grupla coğrafi farklılık nedeniyle düşmanlığa sahip değiliz. Biz, Ali aleyhisselam'dan insanlar hakkında şunu öğrendik: ‘İnsanlar iki gruptur: Ya senin din kardeşlerindir ya da yaratılışta sana eşit olan insanlardır.'
Bizim iddianamemiz, sömürücü ve müstekbir güçlerin halklarımıza dayattığı emperyalizm, tahakküm, tecavüz, ahlaki kokuşma ve düşüş ile bilimsel geri kalmışlık aleyhindedir. Şu anda Amerika ve bölgedeki bazı yardakçılarının tahakkümü, müdaheleleri ve zorbalıklarını uyanış rüzgarının başkaldırı tufanına ve inkılaba dönüştüğü ülkelerde gözlemlemekteyiz. Onların verdikleri vaadler ve sözler, siyasal elitlerin karar ve eylemleri ile büyük halk hareketlerinde etki uyandırmamalıdır. Burada da tecrübelerden ders almalıyız; yıllar boyunca Amerikanın verdiği sözlere kanıp, zalim önünde eğilmeyi politikalarının temeline oturtanlar, milletin sorunlarındaki hiç bir düğümü çözemedi ya da kendileri ve başkaları üzerindeki zulümleri ortadan kaldıramadılar. Onlar Amerika'ya teslimiyetle Filistinlilere ait olan topraklardaki hatta bir evin viran edilmesini bile önleyemediler. Emperyalist cephenin gösterdiği çıkarlara aldanan ya da onların tehditlerinden korkuya kapılarak İslami uyanışın getirdiği büyük fırsatı kaçıran elitler ve politikacılar, şu ilahi tehditten korku duymalıdırlar: ‘Görmedin mi Allah'ın nimetini küfre değişenleri ve kavimlerini de sürükleyip helak yurduna konduranları, cehenneme sokanları ? Hepsi de oraya gider ve orası, karar edilecek ne kötü yerdir.'
Dördüncü noktaya gelince... Bugün İslami uyanış hareketini tehdit etmekte olan en büyük tehlikelerden biri ihtilaflara yol açılması ve bu hareketlerin fırkalar, mezhepler, kavimler ve uluslararası kanlı çatışmalara dönüşmesidir.
Bu entrika şu anda Batılı casusluk servisleri ve siyonizm tarafından petro-dolarlar ve satılmış politikacılar vasıtasıyla Asya'nın doğusundan Afrika'nın kuzeyine kadar ve özellikle de Arap bölgesinde ciddi olarak izlenmektedir. Allah'ın yarattığı halkların hizmetinde olabilecek olan bunca para tehdit, tekfir, terör, patlamalar ve Müslümanların kanlarının dökülmesi ve uzun süreli kin ateşinin tutuşturulması yolunda harcanmaktadır. Bir bütün halindeki İslami gücü, çirkin hedefleri önünde bir engel olarak görenler, İslam ümmeti içerisindeki ihtilafları körüklemeyi şeytani amaçları için en kolay yol olarak görmüşler ve fıkıh, kelam, tarih ve hadisteki doğal ve kaçınılmaz teorik farklılıkları tekfir, kan dökümü, fitne ve fesadları için bir vasıta kılmışlardır.
İç çatışmalar sahnesine dikkatle bakıldığında, düşmanın bu facialar ardındaki eli görülecektir. Bu gaddar el, hiç kuşkusuz toplumlarımız arasındaki cehaletler, asabiyetler ve yüzeyselliklerden yararlanmakta ve mevcut ateş üzerine benzin dökmektedir. Dini ve siyasi elitler ve ıslahatçı şahsiyetlerin bu bağlamdaki görevi oldukça ağırdır.
Şu anda Libya, Mısır, Tunus, Suriye, Pakistan, Irak ve Lübnan çeşitli şekillerde bu tehlikeli alevlerle karşı karşıya bulunmaktadır. Özenle dikkat edilmesi ve gereken ilacın bulunması zorunludur. Bütün bunları ideolojik ya da kavmi amaçlar ve araçlara bağlamak safdillik olur. Batılı propagandalar ve onların bölgedeki uşak medyaları, Suriye'deki yıkıcı savaşı bir Şii ve Sünni çatışması olarak göstermekte ve Suriye ve Lübnan'daki direnişin düşmanları ile siyonistler için güvenli bir ortam oluşturmaktalar. Oysa Suriye'deki kavganın her iki tarafı da Sünni veya Şii olmayıp, anti-siyonist direnişin taraftarları ya da onların muhalifleridir. Ne Suriye devleti Şii bir devlettir ve ne de bu devletin laik ve İslam karşıtı muhalifleri Sünni bir gruptur. Bu faciaya yol açan senaryoyu yönetenlerin tek hüneri, mevcut yıkıcı savaşta kimi safdillerin mezhebi duygularından yararlanmalarıdır. Sahneye ve çeşitli düzeylerdeki icracılarına bakıldığında, mesele her insaflı insan tarafından anlaşılacaktır.
Sürmekte olan propaganda dalgası Bahreyn hakkında da bir başka şekilde yalan ve dolanlarla iç içedir. Bahreyn'de yıllar boyunca oy kullanma hakkı ve bir milletin sahip olması gereken diğer temel haklarından yoksun olan mazlum çoğunluk, haklarını talep için başkaldırmış bulunmaktadır.
Mazlum çoğunluk Şii ve laik devlet de Sünni görünümlü olduğu için, bu çatışmaya Şii ve Sünni kavgası denilebilir mi ?
Avrupa ve Amerikalı sömürücüler ile onların bölgedeki kadeh arkadaşları elbette durumu böyle yansıtmak istemekteler. Ancak, hakikat bu mudur ?
Din uleması ve insaflı muslih insanları düşünmeye, dikkate ve sorumluluk duymaya çağıran ve düşmanların mezhebler, kavimler ve partiler arasındaki ihtilafları büyütme hedeflerini algılamayı herkese farz kılan faktörler, işte bunlardır.
Beşinci nokta ise şudur ki, İslami uyanış hareketlerinin izlediği çizginin ne denli doğru olup olmadığını anlamak için onların Filistin sorunu karşısındaki tavırlarını değerlendirmek yerinde olur. 60 yıldan beri İslam ümmetinin gönlünü Filistin'in gaspı gibi böylesine yaralayan daha büyük bir başka problem yoktur.
Filistin sorunu ilk günden bu yana katliam, terör, yıkım, gasp ve İslami mukaddesata saldırı üzerinde yükselmiştir. Bu gasıp düşman karşısında dikilip mücadele etmenin gerekliliği tüm İslam mezheplerinin ittifak noktası ve sadakatli ve sağlıklı milli akımların da ortak paydasıdır. İslam ülkelerinde bu dini ve milli görevi Amerika'nın tahakkümü yüzünden ya da mantıksız bahanelerle unutulmuşluğa sevk eden her türlü akım, kendisine İslam'a vefalı kaldığına ya da yurtseverlik iddiasında sadakatli davrandığına inanılmasını beklememelidir.
Bu, bir kriterdir. Şerefli Kudüs'ün ve Filistin milleti ile topraklarının kurtarılması ilkesini kabullenmeyen, ya da bu davayı marjinalleştiren ve direniş cephesine sırt çeviren herkes, itham altındadır.
İslam ümmeti her zaman ve her yerde bu açık ve temel kriter ve göstergeyi dikkate almalıdır.
Değerli misafirler ! Kardeşler !
Düşmanın hile ve tuzağını asla unutmayınız. Gafletimiz, düşmanlarımız için fırsatlar oluşturmaktadır. Ali aleyhisselam'ın bize bu bağlamdaki dersi şöyledir: ‘Uyuyan herkes, düşmanın uyumadığını bilmelidir.' Bizim bu konuda İslam Cumhuriyeti'ndeki tecrübemiz de ibret vericidir.
Batılı emperyalist devletler ile Amerika uzun yıllardır İranlı tağutları avuçlarının içine almış olup, ülkemizin siyasal, kültürel ve ekonomik kaderini belirlemekteydiler. Bunlar, toplum içindeki İslami imanın taşıdığı dev gücü hafife alarak, İslam ve Kur'an'ın yönlendirici dinamikleri algılayamamış ve İslam İnkılabı'nın zafere ermesiyle birlikte ansızın gafil avlanmışlardı. Onların istihbarat servisleri, egemenlik mekanizmaları ve kumanda odaları bu yüzden büyük mağlubiyetlerini telafi etmek telaşına kapılmışlardı.
Şu son otuzu aşkın yıldır onların nice komplolarıyla karşılaştık. Onların hilelerini suya düşüren şey, aslında iki temel unsurdur: İslami ilkeleri ısrarla savunmak ve halkın daima sahnede olması.
Bu iki unsur her yerde fetih ve kurtuluşun anahtarıdır. İlk unsur, ilahi vaadlere sadakatle iman ve ikincisi ise ihlaslı çaba ve sadık beyanlarla garanti edilir. Öncülerinin sadakat ve samimiyetine inanan bir millet, sahneyi verimli bir katılımla doldurur. Milletin yılmaz azimle sahnede kalması durumunda hiç bir güç onları mağlup edemez. Bu, katılımlarıyla İslami uyanışı sürdüren tüm müslüman milletler için başarılı bir tecrübe olmuştur.
Allahu tealadan sizlere ve tüm milletlere hidayet, yardım ve rahmetini esirgememesini niyaz etmekteyim.
Allah'ın selam ve rahmeti üzerinize olsun...
KHAMANEİ.İR
El-Hatib’in Nasrullah’a Mektubu Neye Alamet?
Bismillah,
Bu günlerde Suriye SMDK eski Başkanı Muaz el-Hatib, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah'a yönelik mesajı sosyal medyada dolaşmaya başladı. Acaba bu zamanda böyle bir mektubun piyasaya sürülmesi ne anlama geliyor? El–Hatib mektuptaki sözlerinde ne kadar samimidir? Acaba bu mektuptaki iddialar El-Hatip ve akıl hocaları tarafından niye gündeme getirildi?
-El-Hatibmektubunaşöylebaşlıyor."Savaşa inanmıyorum, savaşın bir acziyet olduğunu düşünüyorum. Anlayışlı yaklaşımın, bireyler ve toplumlar arasındaki ihtilaflı meselelerde tek çözüm yolu olduğunu düşünüyorum. Güce güvenilmemelidir, güçle gurur duyulmamalıdır, nice imparatorluklar gurur duydukları güç yüzünden parçalanmıştır. Sünni ve Şii olarak bin yıldır süren bu hısımlık yetmez mi? Dar mezhepçi düşünceyi gömelim ve ümmeti bu karanlık kavgadan çıkaralım."
Şimdi El-Hatibe sormak lazım madem savaşa inanmıyordun ve ihtilaflarda anlayışlı yaklaşımın tek çözüm yolu olduğuna inanıyordun kargaşanın daha başında bu yolu savunan İslami İran, Hizbullah başta olmak üzere çözüm taraftarlarının bu doğrultudaki çağrılarına niye kulaklarınızı tıkadınız? Rejimde yapılmak istenen reformlara destek vererek mücadelenizi niye siyasi mecrada sürdürmeyerek direniş üzerinde şeytani emelleri olan bir takım dış güçlerin oyununa gelerek ülkeyi harabeye çevirdiniz? Madem ki gücün üstünlüğüne inanmıyorsun o zaman akıl babalarınız olan ABD , Batılı emperyalist güçler ve NATO’nun kurtarıcı(!) gücüne her fırsatta sarılmanızın anlamı nedir?
Sunni ve Şii düşmanlığını körükleyenler Şiiler mi ? Yoksa Suriye kargaşasının başrolündekilerin olaylara mezhebi temelde yaklaşarak varlığını koruyan Suudi Amerika, Katar, Bahreyn ve satılmış diğer körfez diktatörleri ile bölgesel hesaplar güden AKP hükümeti mi? Zalim-mazlum edebiyatı yaparak muhaliflere bu gün maddi ve savaşçı her türlü desteği veren ve Suriye’yi mahveden bu malum Arap diktatörlerinin bu ümmetin yiğitleri olan Hizbullah’ın hatta Sunni direniş cephesi olan Hamas’ın Siyonist İsrail ile olan savaşlarında kimin tarafında olduğunu ve kime silah sağladığını herhalde en iyi El-Hatib’dir! Madem malum ülkeler mazlumun yanındaydılar bugün Suriye’ye akın akın akan bu sözde mücahitler(!) o zaman neredeydiler? Bu sözde küresel cihatçılar acaba bu güne kadar Siyonistlere bir kurşun atmışlar mıdır?
Şii uleması tarih boyunca bir Sunni Müslümanın öldürülmesine yönelik caiz fetvası vermemişken maalesef El–Hatib’in içinde olduğu zihniyet olan Selefi dini önderlerinin Şiilerin katledilmesine, namus ve ırzlarının helal olduğuna dair fetvaları havada uçuşuyor! El-Hatip eğer samimi olsaydı öncelikle bu selefi alimlerinin bu alçakça Şii-Alevi sivil halkın katledilmesi, hertürlü insanlık dışı muameleye tutulmalarının caiz olduğuna dair fetvalarına karşı bir uyarı mektubu yazsaydı daha anlamlı olmaz mıydı? Kendilerine yegane düşman olarak Siyonistleri seçen Hizbullah’ı mezhepçi yaklaşımla itham etmek kelimenin en basitiyle insafsızlıktır. Lübnan Hizbullahı’na onurlu duruşu ve geniş ufuklu görüşünden dolayı dünya genelinde halklar nezdinde olan sevgi ve muhabbet yumağı bu hareketin görüşünün ne kadar evrensel temellere dayandığının en büyük delili değil mi? Bunu artık herkes iyi biliyorki bugünkü mezhep temelli çatışmayı isteyen ve bu doğrultuda emperyalist güçlerin emrinde olan zihniyet maalesef El–Hatip’in bağlı olduğu Selefi-Vahabbi zihniyetidir. Şii uleması tarihi boyunca her zaman Müslümanların kardeşliğine inanmış olup tek düşman olarak İslam düşmanlarını hedef seçmişleridir.
-El-Hatib’in mektubundaki mesajlara geri dönersek,İsrail'in Lübnan saldırısında direnişe kucak açtıklarını hatırlatan Hatib, "Hizbullah bayrakları mahallelerimizde dalgalandı. Çocuklarımızın rızkını sizinle paylaştık, bunun karşılığı böyle mi olmalıydı?" değerlendirmesinde buluyor.
El–Hatib, Hizbullah’ın İsrail ile yaptığı savaşda Lübnanlılara kucak açtıklarını ve mahallelerinde Hizbullah bayrakları dalgalandırdıklarını söyleyerek bununla övünmekte ve minnet koymaktadır. El-Hatib bu ifade ile sivil halka olan yardımlarını Allah rızası için değil bu günler için yaptığını itiraf etmiş olmaktadır. Şunu açıkça söyleyelim ki sizler niçin o gün Hizbullah’ın bayrağı mahallenizde dalgalandırdığınızı bizler çok iyi biliyoruz. Siyonistler geçmişte sizlerin Arap gurunuzu ,onurlarınızı ,namuslarınızı , hasiyetinizi kirletmiş ve yerlere sermişti. Bugünkü akıl babalarınız olan Arap rejimleri birleşmiş olmalarına rağmen Siyonistler karşısında büyük hezimet yaşamıştınız. Hizbullah biiznillah Siyonistleri dize getirerek sizlerin de kirlenmiş onurunuzu, namusunuzu, hasiyetinizi kurtararak gönüllerinizi ferahlandırdığı için o gün o bayrağı dalgalandırdınız!. Peki size sormak gerek, Hizbullah’a yönelik bu alçakça düşmanlık neden? Ayrıca Hizbullah sizlerin sebep olduğu bu kargaşa ve yıkım neticesinde sınır boylarında Lübnan’a sığınan mazlum Suriye halkına gereken maddi ve manevi yardımı fazlasıyla yapmasına rağmen sizler gibi demagoji ve ajitasyon yapma gereği duymuyor.Tabi ki bu da Hizbullah olmanın farkı olsa gerek!..
El-hatip mesajına şöyle devam ediyor
"Sizden, halkımızın akan kanı dursun diye siyasi ve toplumsal ağırlığınızı kullanmanızı bekliyorduk. Halkımızın Scud füzeleri ile uçaklarla bombalanması hoşunuza gidiyor mu? Binlerce kadının tecavüze uğraması, yüzlerce çocuğun işkenceyle öldürülmesi hoşunuza gidiyor mu? Suriye halkının 50 yıl tağut bir partinin baskısı altında olması sizi rahatsız etmiyor mu? Ehli Beyt'in mezhebi hakkın mutlak destekçisi midir, yoksa tağutun mu? Suriye halkı şehit imam Hz. Hüseyin'in yaşadıklarını yaşıyor. Bunun birinci sorumlusu da rejimdir. İslam dünyası Şii-Sünni kavgasına çekilmek isteniyor"
El-Hatip vicdansız ve insafsız bir yaklaşımla edebiyat yapmaya devam ediyor. Adama sormazlar mı, daha gösterilerin yeni başladığı zamanlarda Seyyid Nasrallah defalarca diyalogdan ve uzlaşıdan bahsetmedi mi? Hanginiz o zaman Nasrallah’a kulak kesilip görüşüne değer verdiniz? Suriye’de daha ufak tefek gösterilerin olduğu zamanlar da rejim aleyhine değil de Hizbullah ve İran aleyhtarı gösterilerin düzenlenmesi ve akıl almaz iftiraların havada uçuşmasının ne anlama geldiğini insaflı(!) El-Hatip’in açıklaması gerekir.
Muhalif gurubun izlediği bu kargaşa çıkarma yönteminin yanlış olduğunu insaflı, mezhepçi gözlüğü ile bakmayan ve İslam’ın, Suriye vatandaşlarının maslahatını gözeten emperyalistlerin Suriye üzerinde oynadığı oyunun fark eden bir çok Sunni alim ve siyasilerin uyarılarını niye dikkate almadıklarını El- Hatip ve zihniyetine sormak lazımdır.
Evet, asıl El- Hatibe sormak gerekir ki Şii çoğunluğun yaşadığı köylere girerek orada kendileri gibi düşünmeyen Sunni veya Şii birçok kadının sözde cihatçılar tarafından ırzlarına geçilmesi, onlarca masum insanın başlarının tekbirle kesilmesini, ölülere işkence edilmesini özellikle Şii köylerin muhasara altında alınarak halkın aç ve susuz bırakılarak ölüme terk edilmesi hakkında ne düşünüyor acaba? Ve yine Hz. Peygamberin(s.a.a) evlatlarının mezarlarına yönelik roketli saldırıları ve Hüseyniyelerin tekbirlerle yıkılması ve yakılması hakkında El-Hatip ne düşünüyor?
Evet,Esad rejimi ilahi açıdan bakıldığı zaman ilahi bir rejim değildir. Dolayısıyla haksızlıkların bu rejimde olması gayet doğaldır. Kimse özellikle de Hizbullah’ın Esad rejimine bu sebepten dolayı sahip çıkması söz konusu olmayıp rejimin Siyonist İsrail karşısında direnişe verdiği maddi ve manevi desteğinden dolayı sahip çıktığını dost düşman herkes biliyor.
Şimdi El Hatibe sormak lazım: Esad rejimi tagut rejimi de peki muhalif çetelerin maddi ve manevi destekçisi olan Suudi, Katar, Bahreyn, Ürdün ve diğer körfez ülkelerinin dikta yönetimleri mi ilahi rejimlerdir? Ve yahut kendileriyle iş tuttuğu, ortaklık yaptıkları bundan sonra sadece emirleri bizden alacaksın diyen ABD ve emperyalist güçler mi ilahi rejimdir? Kendi çıkarı için en büyük tağuti rejimler olan Arap rejimleri ve her gün onlarca masum Müslümanı katleden kafir emperyalist güçlerle işbirliği yapmayı kendine ayıp görmeyen El- Hatip ne hikmetse ümmetin en büyük düşmanlarından olan Siyonist rejim karşısında direnişe eşsiz ve hayati desteği olan Esad rejimini Hizbullah’ın savunmasını ümmete hakaret olarak görmesinin izahı var mıdır? Esad rejiminin tağutluğu ABD ve Nato’nun Müslümanlığına tercih edilse kınanılmaz herhalde. Maalesef emperyalist güçlerin bölgesel oyunlarını hesaba katmayan El-Hatip ve onun zihniyetinin mezhepçi yaklaşımlarının, ahmaklıklarının bedelini bugün Suriye’nin Sunni-Şii bütün mazlum halkı ödemektedir.
-El-Hatib, siyasetçilerin tehlikeleri geç fark ettiklerini, savaşların başlamasının en büyük nedenlerinden birinin de onların basiretsizliği olduğunu söyleyerek mesajının sonunda İran-Irak savaşını ve Lübnan iç savaşını örnek vererek Hizbullah liderinden Sünni liderlerle bir araya gelerek meseleye çözüm bulmasını da talep ediyor. Hatib, Nasrallah'tan Suriye'deki militanlarını geri çekmesini ve Şii bölgelerindeki muhaliflerle bölgede güvenliğin sağlanması için irtibat halinde olmasını istedi.
Doğrudur siyasetçiler basiretsiz davranmış olabilirler ve Suriye olayının bu hale gelmesinde katkıları büyük olabilir. Peki, El -Hatibe sormak lazım kendisi basiretli(!) bir din adamı olarak geçen bunca zamanda hangi basiretli harekette bulundu. Mesela, ABD, NATO ve onların yerli uşaklarından akıl alacağına niye İslami İran’ın ve Hizbullah’ın bu kargaşanın çözümüne yönelik önerilerine kulaklarını tıkayarak bu konuda İslami İran’ın ve Hizbullah’ın etkin rol oynamasını kabul etmeyerek onlara akıl almaz itham ve iftira atmaktan geri durmadılar. El-Hatib’e sormak gerekir, yoksa ABD ve NATO’dan Suriye’yi bombalamasını istemek ve onlarla toplantı üstüne toplantı düzenleyerek bu küresel emperyalist cepheden kurtuluş beklemek mi basirettir? El-hatibin yeni mi aklı başına geldi. Türkiye, Lübnan, Irakve İran gibi ülkelerde ümmetin geleceğini düşünen bir kısım siyasive dini şahsiyetlerin Suriye meselesinin ümmet içerisinde diyalog ile çözülmesi gerektiğini söylemesine rağmen ısrarla kendilerinin ABD ve NATO bombalarından yardım bekleyerek satılmış Arap rejimlerinden medet umarak çözülmesi sanmak mı basiret oluyor? Ayrıca Ebu Süfyan, Muaviye ,Yezid tugayları kurarak her fırsatta Şii-Alevi ve kendi gibi düşünmeyenleri hunharca katleden ve sivil insanları tekbirlerle boğazlayan muhaliflere güvenerek oradaki masum halk nasıl güvencesiz bırakılır?
Sözün özü şudur: El -Hatibin bu çıkışı bize göre psikolojik savaşın medya boyutu olup aynen dedeleri Muaviye’nin Sıffın savaşını kaybetmeye yakın olduğu bir zamanda hile metoduna baş vurarak yüce Kur’an’ı mızraklarının ucuna takarak, kafaları karıştırarak savaşın seyrini değiştirmeye ve Hizbullah üzerindeki psikolojik baskıyı artırmaya yönelik bir muaviyevari bir hamledir. Bu son hamleyle El-Hatip onun destekçileri ve akıl hocaları kazanmayacakları Suriye savaşında yenilginin faturasını Hizbullah özelinde Şiilere çıkarmaya çalışmaktadırlar. Eğer El-Hatip Suriye meselesinin ümmet içerisinde kardeşçe ve diyalog yöntemiyle çözülmesini isteseydi öncelikle bu mesajı kendi taraftarlarına vererek din adına yapmış oldukları akıl almaz zulümlerini durdurmalarını istemesi gerekmez miydi? Özellikle Selefi alimlerinin kendileri gibi düşünmeyenlere yönelik nerdeyse her gün Müslümanlar için verdikleri akıl almaz insanlık dışı fetvalarının önünün alınması taraftarların yaptıkları vahşeti durdurmaları için bir mektup yazması, beyanat vermesi daha insani ve İslami olmaz mıydı? Şunu El–Hatip ve aynı zihniyettekiler çok biliyor ki, Şiiler için yegane düşman Siyonist ve emperyalist güçlerdir. Başta ümmetin iftiharı olan Hizbullah olmak üzere bütün Şii gruplar İslam ümmetinin kardeşliğinden yana olup ümmetin bütün gücünü tek ve yegane düşman olan müstekbir güçlere karşı kullanılması gerektiğine inanmaktadır.
Vesselam...
MEHMET YETKİN
ABD'nin planı ortaya çıktı
ABD'nin hazırladığı raporda Türkiye toprakları da 'Kürdistan' olarak gösteriliyor.
Bugün yaşanan gelişmelerin aslında yıllar önce planlandığını ortaya koyan bir rapor ortaya çıktı.
Yurt gazetesi Washington temsilcisi Yılmaz Polat, CIA'nın 1948 yılındaki Kürt Azınlık Sorunu başlıklı 17 sayfalık bir raporuna ulaştı.
Raporda, “Türkiye'nin Güneydoğusu İran'ın kuzeybatısı, Irak'ın kuzeyi ve Suriye'nin kuzeyini” kapsayan “Kürdistan” başlıklı bir harita da yer alıyor.
Türkiye'de 1945 sayımında nüfusun 18 milyon 871 bin 203 olduğu belirtiliyor, Kürt nüfusu bir buçuk milyon olarak gösteriliyor.
İşte Polat'ın CIA ve Kürdistan başlıklı o yazısı...
Amerikan Merkezi Haber Alma Örgütü CIA'nın 1948 yılına ait Kürt Azınlık Sorunu başlıklı 17 sayfalık bir raporu var.
Raporun, Beyaz Saray, Dışişleri, Pentagon, tüm kuvvet komutanlıkları ve Enerji Bakanlığı'nın istihbarat birimlerine gönderildiği belirtiliyor..
Raporun bir süre önce gizlilik derecesi kaldırıldı.
CIA'nın 65 yıl önce bölgedeki Kürt sorununa bakışı konusunda önemli bilgiler var. Bugünkü gelişmeler konusunda fikir vermesi açısından önemli.
Raporda, Türkiye'nin Güneydoğusu İran'ın kuzeybatısı, Irak'ın kuzeyi ve Suriye'nin kuzeyini kapsayan Kürdistan başlıklı bir harita da yer alıyor.

Bölgenin tarihi anlatılırken yaklaşık 150 bin metrekarelik toprak parçasında hiçbir zaman bağımsız bir devlet olmadığına değinilen raporda, toplam yaklaşık 3 milyon Kürt'ün yaşadığı bölgeler birleştirilerek devletmiş gibi harita halinde sunulmuş.
Türkiye'nin Sovyetler Birliği sınırından Kars, Erzurum, Erzincan, Malatya, Maraş ve Gaziantep'ten Suriye sınırına kadar, Kürdistan toprağı olarak işaretlenmiş.
Türkiye'de 1945 sayımında nüfusun 18 milyon 871 bin 203 olduğu belirtiliyor, Kürt nüfusu bir buçuk milyon olarak gösteriliyor.
Irak'ta 500 bin, İran'da 600 bin, Suriye ve büyük çoğunluğu Lübnan'da olmak üzere toplam 200 bin ve Sovyetler Birliği'nde de 50 bin Kürt vatandaşının yaşadığı anlatılıyor.
"ABD halkı İslam devrimi liderinin yaptığı açıklamalara güveniyor"
Emperyalist zihin kontrol araçları veya Noam Chomsky’nin bahsettiği şekliyle “rıza üreticileri”, Amerikan halkının beynini yıkamayı ve dünyanın her yerindeki bu pis ve yasadışı saldırı savaşlarını sürdürmeyi giderek çok daha zor buluyorlar.
Dr. Kevin Barrett: ABD halkı İslam Devrimi Lideri tarafından yapılan açıklamalara güveniyor
Amerikalı bir yorumcu Amerikalılar giderek artan bir şekilde, İslam İnkılâbı Lideri'nin açıklamaları kendi liderlerininkinden daha doğru ve dürüsttür anlayışına geliyorlar, diyor.
İmam Hamanei, İslam Cumhuriyeti ABD veya dünyanın herhangi bir yerindeki masumların ölümünü kınar, dedi. İmam Hamanei Çarşamba günü bir grup ordu komutanına, “İslami bakış açısına uygun olarak, İslami İran Amerika'daki, Boston'da veya Pakistan, Afganistan, Irak ya da Suriye'de bombalamalara veya masumların öldürülmesine karşıdır ve bunu kınar.”, dedi. Rehber açıklamasında, “ABD ve diğer sözde insan hakları savunucuları Pakistan, Afganistan, Irak ve Suriye'deki masumların katliamına karşı sessiz kalırlar ama ABD'deki birkaç bombalamadan sonra kıyameti koparırlar”, dedi. İmam Hamanei ABD ve müttefiklerinin insan hakları meseleleri bakımından bu çelişkilerinin altını çizerek onların İslam Cumhuriyetine karşı pozisyonlarını “mantıksız” olarak niteledi.
Press TV Madison'dan Müslüman-Yahudi-Hıristiyan İttifakı'ndan Dr. Kevin Barrett ile meseleyi daha çok aydınlatmak için bir röportaj gerçekleştirdi.
Aşağıdaki metin bu röportajın yaklaşık bir çözümüdür.
Press TV: Ben, A: Ayetullah Hamanei'nin Boston bombalamalarını kınaması ve B: Amerika Birleşik Devletleri tarafından uygulanan çifte standarda dair bakış açısı hakkında sizin tepkinizi almak istiyorum.
Barrett: Bence Ayetullah Hamanei kesinlikle haklı. Kendim daha iyisini söyleyemezdim.
ABD'nin bütün dünyada terör işlediği doğrudur ve ironik olarak bu terörist saldırıların, insansız hava aracı saldırılarının, bombalamaların, yanlış bayrak olaylarının bazıları Boston'da olan şey ile çok benzerdir.
Doğrusu, Boston'daki korkunç katliamın videosu, ABD tarafından gerçekleştirilen, evlilik merasimleri ve masum insanların diğer toplantılarında Amerikan insansız hava aracı saldırılarından sonra yaşananların videolarına benzedi.
Öyle ki, bazı olaylarda, bu bombalamalar neredeyse aynıdır ve bazı olaylarda failler ABD veya diğer Batılı istihbarat servisleri için çalışan kişilerdir. Raymond Davis, bir CIA ajanı, pazarlara ve camilere karşı, İslamcı aşırıları suçlamak için kullanılacak terörist saldırıları yönettiği için geçen sene Pakistan'da tutuklandı.
Öyleyse, ABD bütün dünya halklarına karşı bir terörist savaş başlatıyor ve sonra Boston'daki gibi böyle şeyler olduğunda medya diğerlerini suçlamak için halkı bir tür yabancı düşmanlığına tahrik etmek üzere büyük bir gürültü çıkarıyor. Bu günlerde bazı karanlık kişilere dair söylentiler var. Suçlanan Suudi birisi vardı ve bunların hepsi propaganda makinesinin bir parçasıdır; asıl olarak bu, dünyayı böl ve yönet teşebbüsüdür.
Press TV: Bay Barrett, bu yolla Amerikalıların kendi hükümetlerinin ikiyüzlülüğünü gördüklerine inanıyor musunuz?
Barret: Gitgide inanıyorlar. Anketler Amerikalıların üçte birinin buna inandığını gösteriyor… Amerikalıların üçte birinden fazlasının 11 Eylül'ün bir iç iş olduğuna inandığını ortaya koyan Scripps anketi bu oranı %36 olarak gösteriyordu.
Bu durumda, en azından ülkenin üçte biri bir saçmalık ve Orwellist moda ile kandırıldığının farkında ve diğer üçte biri de ABD saldırı savaşlarını desteklemiyor.
Amerikan halkının sadece yaklaşık üçte birinin beyni etkili bir biçimde yıkanmıştır.
Şu halde, bence emperyalist zihin kontrol araçları veya Noam Chomsky'nin bahsettiği şekliyle “rıza üreticileri”, Amerikan halkının beynini yıkamayı ve dünyanın her yerindeki bu pis ve yasadışı saldırı savaşlarını sürdürmeyi giderek çok daha zor buluyorlar.
Bana göre, gitgide daha çok Amerikalı İran'ın Dini Lideri'nin, burada, Amerika'da kendi liderlerinden işittiklerinden daha dürüst, doğru ve gerçekçi şeyler söylediğini kabullenme noktasına gelecektir.
medyasafak.com
İran Türkiye’ye doğalgaz ihracatını arttırıyor
İran petrol bakanı Rüstem Kasımi, Türkiye’ye doğalgaz ihracatını arttıracaklarını açıkladı.
Kasımi Türkiye kalkınma bakanı Cevdet Yılmaz’la görüştükten sonra yaptığı açıklamada, İran yönetimi Türkiye’nin enerji ihtiyacını karşılamaya hazır olduğunu ve İran’da inşa edilen 9. Boru hattı Türkiye’nin işbirliği ve bu ülkeye doğalgaz ihracatını arttırmak amacı ile sınıra doğru uzanacağını vurguladı.
9. boru hattı anlaşmasının Türkiye ile pek yakında kesinleşeceğini belirten bakan Kasımi, projeye Türkiye’den bazı özel firmaların katılacağını kaydetti.
Türk bakan Yılmaz’la görüşmelerinin yapıcı geçtiğini kaydeden Kasımi, enerji konusunun iki ülke arasında ifa ettiği rolden hareketle petrol, doğalgaz ve petro kimya alanlarında tüm kapasiteleri geliştirmek için yararlanmak gerektiğini vurguladı.
Kasımi, geçen yıl İran ve Türkiye arasında gerçekleşen 22 milyar dolarlık ticaret hacminin 12 milyar doları enerji sektörü ile ilgili olduğunu, Türkiye’nin İran’ın petro kimya sektöründe yatırım yapması için geniş alanlar bulunduğunu, Türk girişimcilerin İran’da yatırım yapmaları yolunda hiç bir engel bulunmadığını ifade etti.
Petrol bakanı Kasımi ile görüştükten sonra bir açıklama yapan Yılmaz da iki ülkenin özellikle enerji alanında işbirliği her geçen gün daha da geliştiğini , Türkiye yönetimi İranlı girişimcilerin Türkiye’de yatırım yapmasını desteklediğini vurguladı.
El Alem ve Press TV’nin Suriye bürosu müdürü savaşı anlatıyor...
El Alem ve Press TV’nin Suriye Bürosu Müdürü Hüseyin Murteza askeri birliklere eşlik ederek ateş hattından izlediği Ksayr beldesi kırsalında gerçekleşen savaşı anlatıyor...
Suriye'nin orta mıntıkası ile Lübnan Hermel bölgesinin birbirileriyle coğrafi ve demografik olarak kesisştiği Ksayr beldesinin batı kırsalında gerçekleşen çatışmalarla, milislerin kurduğu temas hatları düşürülmüştür.
Hums'a bağlı Ksayr bölgesi düz ve geniş bir alandır. Batı tarafında El Nebi Mendo adında stratejik bir tepeliğin yanı sıra “14 no'lu barikat” ismi verilen, Lübnan'la Cüsiye sınır kapısına bakan coğrafi bir engeli içermektedir.
Ksayr'in batı kırsalındaki temizlik harekatı, Lübnan sınırına kadar uzanan beldeleri kendine mevki edinen silahlı gruplara ve Nusra Cephesine sürpriz yaşatacak bir şekilde, ani bir harekatla başladı. Belli bir hedefi vardı. Suriye ordusunun ilk birlikleri Şam – Hums yolundan Ksayr kırsalına ulaşmaya başladı. Nitekim, başkent Şam'ı Suriye'nin sahil kentleri Tartus, Banyas, Cebli ve Lazkiye'ye bağlayan bu yol stratejik bir öneme sahiptir.
Köylerin ve beldelerin girişine yerliştirilen bombaları söken mühendislik birlikleri kara kuvvetleri konvoyunun önünde ilerlerken baskın başladı. Uygulanan taktikler, normal ordularda izlenen klasik savaş usulüne göre olmayan yeni baskın taktikleriydi. Her hedefe diğerlerinden ayrı bir şekilde çözüm uygulayan özel görevli komando birliklerinin ani ve seri darbe indirmesi üzerine dayalıydı.
Operasyon Şam – Hums uluslararası kara yolunun üzerinde olan Abel köyüyle başladı. Nusra Cephesinin kurduğu güçlü tahkimatlara rağmen Surye ordusu çok kısa bir zamanda köye girmeyi başarırken, böylelikle de Ksayr'ın batı ve güney kırsalına giriş kapısını kendine açmış oldu. Çünkü bu köy, Ksayr beldesiyle bağlantılı olmasına karşın Lübnan sınırına ve özellikle bölgedeki milislere ikmal üssü haline gelen İrsal bölgesine kadar uzanmaktadır. Abel'den sonra Suriya ordusu, Nebi Mendo tepesini ele geçirmeye başladı. Lübnan sınırına kadar Ksayr'in kırsalına hakim olan bu stratejik tepeyi ele geçiren taraf savaşın gidişatını kendisi belirleyecekti. Nitekim öyle de oldu.
Nebi Mendo tepesini kontrol altına almak başka köylerin de ele geçmesine neden oldu
Suriye ordusu, disiplinli bir ritimle ilerledi. Kuvvetler arasında koordinasyon çok yüksekti. Ksayr'ın batı ve güney batı köyleri bir bir düşmeye başladı. Muharebedeki en önemli sürpriz unsuru, ordunun bu defa klasik taktiklerini kullanmaması oldu. Milisler savaşın ordunun zırhlı araçlarının girmesiyle başlayacağını hesap ederek köylere ulaşan yollarda bomba ve mayın döşemişlerdi ancak mühendislik birliklerinin bir ateş örtüsü altında ilerleyip, bütün mayınları söküp, özel görevli birliklerin önünü açması milislerin şoka girerek çırpınmalarına yeterli bir sebep oldu.
Asi Nehri'nin batısında kalan Ksayr kırsalının Suriye ordusunun kontrolü altına geçmesiyle milislerin Bekaa veya kuzey Lübnan gibi Lübnan topraklarından gelen ikmal yolları kesilmiş oldu. Silahların ve militanların iç Suriye bölgelerine doğru akışının merkez noktası olan Ksayr beldesinde mevzi alan milisleri kuşatma operasyonu devam etti. Ordunun taradığı köyler, uluslararası yol ve Ksayr beldesi ile Lübnan sınırı arasında bir geçiş noktasıydı. Ordu, Asi Nehri'nin doğu yakasınının tamamını ele geçirmeye başlayıp Ksayr'daki milislerin Hums ve Şam'ın kuzey kırsalına ulaşım yollarını engellemişti.
Suriye ordusunun taktikleri silahı grupları şoka uğrattı
Milisler o köylerin halkını, bölgeyi Nusra Cephesine ait birer kamp ve mevziye dönüştürmek için kovmaya yeltenmişlerdi. Nitekim bu köyler Lübnan'da milislerin toplanma, eğitim ve tedavi merkezi olan Cüsiye ve Kağ bölgelerine kadar uzanmaktadır. Milisler ordan yola çıkıp, Lübnan'ın doğu dağlarındaki, Ksayr ve Telkâlâh'daki bir sürü kaçak giriş noktasından geçerek Suriye içlerine ulaşmaktaydılar.
Dikkat çekici olan Suriye ordusu askerlerinin, operasyonu gerçekleştirmek için titiz planlarla dakik bir şekilde başarı yakalanmasından sonra, morallerinin yükselmesidir. Şam kırsalında bir güvenlik çemberi kurma ve Halep'in güney ve doğu bölgelerini temizleme operasyonlarından sonra, Suriye ordusunun en başarılı ve en önemli girişimlerinden biri olan bu harekata katılan değişik birlikler arasında yüksek bir koordinasyon gözlenmiştir.
Çeviren: Somer Sultan /medyasafak.com
"İran milleti uluslararası arenada cesur, iç arenada tedbirlidir"
İslam Devrimi Lideri İmam Seyyid Ali Hamanei, İran milletinin uluslararası arenada cesur ve istikbar karşıtı ve iç arenada tedbirli, hikmet ve ahlak sahibi bir cumhurbaşkanına ihtiyacı olduğunu belirtti.
Cumartesi günü İran genelinde seçilen binlerce örnek işçi ile görüşmesinde gelecek cumhurbaşkanlığı seçimlerine temas eden İmam Hamanei, seçimleri milli iktidarın önemli bir göstergesi niteledi ve İran milletinin uluslararası arenada istikbara karşı duran cesur ve iç arenada programı, hikmet, tedbir ve direniş ekonomisine inancı olan, ayrıca ahlaklı ve gerçeklere uygun mantıklı şiarları savunan bir cumhurbaşkanına ihtiyacı olduğunu kaydetti.
İran’ın kalkınmasının da büyük ve hamaset nitelikli bir çıkış gerektirdiğini vurgulayan İmam Hamanei, siyasi hamasetin iktisadi hamasetle birlikte olduğunu ve her biri öteki takviye ederek koruduğunu vurguladı.
Siyasi hamaseti halkın siyaset ve ülkenin yönetiminde bilinçli varlık sergilemesi şeklinde tanımlayan İmam Hamanei, siyasi hamasetin en bariz örneği önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimleri olduğunu ve ilahi Tevfik sayesinde zamanında ve halkın coşkulu katılımı ile düzenleneceğini vurguladı.
Seçimleri önemli ve milli iktidarın simgesi niteleyen İmam Hamanei dinamik, canlı ve neşeli ve ilahi iradeye dayanan ve Allah’ın desteğinden emin olan bir milletin başta seçim arenası olmak üzere tüm alanlarda muzaffer olacağının altını çizdi.
İmam Hamanei, seçim arenasına ayak basmak isteyen adayların meseleyi doğru biçimde değerlendirerek karar vermelerini, sonuçta karar verecek tarafın da İran milleti olduğunu vurguladı.
İran’da seçimlerin sağlam yapıldığına vurgu yapan İmam Hamanei, İmam Humeyni’nin (ra) de defalarca vurguladığı üzere anayasa kollama ve koruma konseyinin seçimlere aday olan kişilerin yetkinliğini adil, tarafsız ve basiretli üyeleri ile incelenmesinin mübarek bir durum olduğunu ifade etti.
İmam Hamanei, konseyin incelemesinden sonra bu kez halk adaylıkları onaylanmış Salih insanların mazisini, söz ve sloganlarını irdeleyerek birini Cumhurbaşkanı olarak seçeceğini bunun da yasal ve uygun ve mübarek bir yöntem olduğunu kaydetti.
Halkın seçimlere yönelik katılımını azaltma çabasının İran milletinin düşmanlarının siyasi hamaseti engelleme bağlamında kurduğu komplo olduğunu vurgulayan İmam Hamanei, istikbar perdesinin arkasında saklanan tasarımcıların bunca yıllık düşmanlığın ardından hala İran milletini ve imanını ve direnişini tanıyamadıklarını vurguladı.
Günümüzde pratikte kapitalist ekonominin yanlış ve yetersiz olduğunun anlaşıldığını kaydeden İmam Hamanei, bugün Avrupa’da ve bir başka türlü Amerika’da görülen tepkilerin kapitalist düzenin yanlış bir yol olduğunun en somut delili olduğunu ve Batı’da yaşanan şimdiki olaylar daha yolun başı sayıldığını ve şartlar Batı için daha da kötüleşeceğini, zira kapitalist ekonomi çökme sürecine girdiğini vurguladı.
Kaynak: MHA
Suriye ve Türkiye
İstanbulda gerçekleşen Suriyenin dostları toplantısından Suriye muhalefetine destek kararı çıkmıştı. Rusyanın Suriyenin düşmanları olarak nitelediği bu toplantının ardından Suriye Devlet Başkanı Esad da bir açıklama yaptı.
Türkiye ve Batı tarafından desteklenen muhaliflerin 23 ayrı ülkeden geldiğini ifade eden Esad, ardındaki halk desteği sayesinde hepsiyle mücadele edebildiklerinin altını çizdi.
Esad, eğer ABDnin ve İsrailin dediklerini kabul etse idi, Suriye işgal edilmeyecekti. Ancak o dik durdu, ülkesini ve halkını ezdirmedi.
Üçüncü yılını devam ettiren Suriye meselesi Türkiyenin son dönemdeki en kötü dış siyaset örneklerinden biri. Müslüman Suriyenin işgale direnişi aslında sıradaki Türkiyenin korunması manasına da geliyor. Ancak Esada yardımla elde edeceği menfaati göremeyen Türkiye için, muhalifleri desteklemek birkaç açıdan büyük zararlar doğurdu.
Birincisi, topyekûn Hıristiyan batının birleşerek taarruz ettiği Suriyeye yapılan Haçlı savaşından başka bir şey değildir. Türkiye maalesef bu Haçlı savaşında Hıristiyan dünyanın safında yer alarak Müslüman dünyanın kendine olan güvenini bitirmiştir.
İkincisi, Suriye işgali, halen devam eden BOPun bir parçasıdır. Eş başkanlığını Türkiyenin yaptığı bu çalışma tamamlanırsa ülkemizde de sınırların değişeceği muhakkaktır.
Üçüncüsü ve en önemlisi, Arap Baharı adı ile devam eden Büyük Ortadoğu Projesinde nihai hedef, Büyük İsrailin kurulmasıdır.
Arz-ı mevud inancına göre, Güneydoğu topraklarımızın da içinde bulunduğu bölge de dahil olmak üzere Suriye, Irak ve ülkemiz toprakları Büyük İsrailin oluşması için gereklidir.
Bunun ilk adımı Kürdistanın varlığıdır. Bugün adım adım yaşadığımız süreç onun hayata geçirilme çabalarıdır.
Enteresandır, Türkiye Kürdistanın kurulmasına gönüllü yardım etmektedir.
Türkiye, BOPun son halkası Türkiyenin parçalanmasına iradesi ile müdahil olmaktadır.
Ve Türkiye, coğrafyasındaki Müslüman devletleri yok ederek var olacak büyük İsraile icraatları ile destek olmaktadır.
Sizce, Türkiye bu yanlıştan ne zaman dönecek?
Prof. Dr. Haydar Baş
ABD İran’a Zarar Vermek için El Kaide’yi Silahlandırıp Finanse Ediyor
FBI, Boston Maratonu bombalamalarının doğrudan içinde olduğunun açığa çıkması gibi görünen durum karşısında sarsıntı geçirirken, “tesadüfen” Batı manşetlerine FBI’a dair bir dizi “başarı” hikâyesi düştü.
Bunların arasında Kanada'da, “İran'daki El Kaide üyeleri” tarafından desteklenen teröristlerin işi olduğu aktarılan bir terör saldırısının, varsayılan “engellenmesi” de var. Globe and Mail, "Kanada, El Kaide'nin İran'da üslenmiş üyeleri olduğu düşüncesinde ABD'ye katılıyor” başlıklı haberinde şunları ifade etti:
"Kanada polisinin Pazartesi günü Kanada'da gözaltına alınan iki terör şüphelisinin İran'daki El Kaide üyeleri tarafından desteklendiğini iddia etmesi, pek çoklarına sürpriz gibi geldi.
Sünni temelli El Kaide ve Şii İran, İslam'ın tarihsel olarak birbirine zıt düşmüş farklı kollarına ait. Fakat son yıllarda ABD yetkilileri formel olarak, İran'ın El Kaide üyelerinin kendi topraklarında faaliyet göstermesine izin verdiğini iddia ettiler.”
Gerek ilk bakışta gerekse derin incelemelerle varılacak sonuçlar itibariyle bu iddia bütünüyle saçma, gerçekliğe aykırı bir iddiadır ve Batı yapısının küresel kamuoyunu elinde tutmasının aracı olan mutlak kibrin göstergesidir. Gerçekte Batı, ABD, Suudi Arabistan ve özel olarak İsrail, El Kaide'yi İran, Suriye,Lübnan, Cezayir, Libya, Rusya Malezya, Endonezya ve ötesindeki ülkelerin hükümetlerini zayıflatmak veya yıkmak amacıyla desteklemiş ve varlığını sürdürmesini sağlamıştır.
Daha özel olarak İran konusunda Pulitzer ödüllü gazeteci Seymour Hersh, 2007 yılında New Yorker'da yayınlanan “Yeni Yönelim: Yönetim'in yeni politikası terörizmle savaşta düşmanlarımızdan mı yararlanıyor?” başlıklı makalede şunları belirtecekti:
“Bush yönetimi, ağırlıklı olarak Şii İran'ı köşeye sıkıştırmak için Ortadoğu'daki önceliklerini yeniden belirlemeye karar verdi. Yönetim, Lübnan'da İran'ın desteklediği Şii Hizbullah'ı zayıflatmak için örtülü operasyonlarda Sünni Suudi Arabistan hükümetiyle işbirliği yapmaya başladı. ABD aynı zamanda İran ve Suriye'yi hedefleyen örtülü operasyonlarda da aktif olarak yer aldı. Bu faaliyetlerin yan ürünü, İslam'ın militan bir yorumunu benimseyen, ABD'ye muhalif, El Kaide'ye sempati besleyen aşırılıkçı Sünni grupları desteklemekti.”
Hersh daha sonra 2008'de yine New Yorker'da yayınlanan "Savaş alanına hazırlık: Bush Yönetimi İran'a karşı gizli hareketlerini hızlandırıyor” başlıklı makalesinde, ABD'nin El Kaide'yle bağlantılı değil, El Kaide'nin kendisi olarak tanımlanan terör örgütlerini desteklediği, silahlandırdığı ve finanse ettiği yönünde sert bir ithamda bulundu.
Amerika'nın El Kaide'ye verdiği destekle ilgili olarak yazıda şunlar belirtiliyordu:
“Yönetim, İran'daki muhalif grupların geçmişte Amerikan çıkarlarına karşı faaliyet yürüttüğüne inanmak için yeterli neden olsa bile, bu gruplara güvenmeyi istemiş olabilir. Yaklaşık yirmi yıl Güney Asya ve Ortadoğu'da çalışmış eski bir gizli CIA görevlisi olan Robert Baer bana, örneğin Beluci unsurların kullanılmasının sorunlu olduğunu söyledi. Baer, ‘Beluciler Tahran'daki rejimden nefret eden Sünni köktencilerdir, ama onları El Kaide olarak da tanımlayabilirsiniz' dedi. ‘Bunlar inançsızların – bu örnekte Şii İranlıların – kafasını kesen kişiler. İronik olan şu ki, 1980'lerde Afganistan'da yaptığımız gibi, yine Sünni köktencilerle çalışıyoruz.' 1993'te Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanmasındaki rolü nedeniyle mahkûm olan Remzi Yusuf ve 11 Eylül saldırılarını önde gelen planlayıcılarından biri olduğu düşünülen Halid Şeyh Muhammed'in her ikisi de, Beluç Sünni köktencilerdir.”
Yazı, şu ifadelerle devam ediyordu:
“İran'da bugün en aktif ve en fazla şiddete başvuran rejim karşıtı gruplardan biri, İran Halkı Direniş Hareketi olarak da bilinen ve kendisini İran'daki Sünnilerin hakları için mücadele eden bir direniş gücü olarak tanımlayan Cundullah'tır. Nasr bana, ‘Bu, destekçilerinin Taliban ve Pakistanlı aşırıcılarla aynı medreselere gittiği habis bir Selefi örgüt' dedi. ‘Bunların El Kaide ile bağlarının olduğundan şüphe ediliyor ve aynı zamanda uyuşturucu ekimiyle bağlantılı oldukları düşünülüyor.' Cundullah, Şubat 2007'de Devrim Muhafızları'nı taşıyan bir otobüsün bombalanmasının sorumluluğunu üstlendi. Muhafızlar'ın en az yedi üyesi öldürüldü. Baer'e ve basındaki haberlere göre Cundullah, İran'da ABD desteği alan gruplar arasında yer alıyor.”
Bu sinsi komplonun, açıkça El Kaide bayrağı altında faaliyet yürüten ABD destekli teröristlerin Suriye halkına ve Suriye devletinin en yakın müttefiki olan İran'a karşı korkunç bir mezhepçi kan banyosu yaratmaya kilitlenmiş olduğu Suriye'de oynandığı görülebiliyor. Suriye çatışması, Hersh'in 2007-2008 gibi erken bir tarihte açığa çıkardığı entrikaların bugün canla başla hayata geçirildiğini açığa ifşa ediyor.
Açıktır ki, yıllardır özellikle İran hükümetini devirmek üzere El Kaide'yi destekleyen Batı olduğu halde ABD ve Kanada'nın, İran'ın El Kaide'yi kendi sınırları içinde bir şekilde barındırdığı şeklindeki iddiaları, aşırı derecede saçmadır. Gerçekte Batı, El Kaide'nin hem İran içindeki hem de periferideki varlığını son kertede İran hükümetini yıkmak için kullanırken, aynı terör örgütlerini yurtiçinde iktidarını sağlamlaştırmak ve genişletmek üzere, Batı halkları arasında felç edici bir korku yaratmak için de kullanmaktadır.
Press TV
Tony Cartalucci Çev: Selim Sezer
medyasafak
Irak'taki Çatışmaların Sebebi
Bismillah
Suriye hükümeti beklenin ötesinde direniş göstererek Batı müstekbirliği ve bölgedeki müttefik ve kuklalarının hesaplarını altüst etti. ABD ve İsrail’in aksine bölgesel aktörler açıkca ilan ettikleri üzere bütün hesapları nı birkaç hafta veya bir kaç ay üzerine yapmışlardı. Suriye hükümeti devrilecek ve Batı müttefiki bölge rejimleri Suriye’de işbaşına getirecekleri yeni hükümet aracılığıyla bölgedeki nüfuz alanlarını artıracak ve direniş cephesinin güçlenmesini engelliyeceklerdi. Ama gelişmeler hayal ettikleri gibi olmadı. Bu planlarının Suriye’de onbinlerce insanın canından olmasına ve yüzbinlerce insanın evini yurdunu bırakarak komşu ülkeler sığınacaklarını ve kendi başlarına bela olacağını iyi hesaplasalardı belki daha ihtiyatlı davranırlardı.
ABD, AB ve İsrail ise mevcut durumdan haddinden fazla memnunlar. Çünkü direniş cephesinin önemli bir ülkesi Suriye’de iç savaş başlatılmış olup daha uzun süre savaşan taraflar arasında barış sağlanması mümkün gözükmüyor. Böylece önemli bir düşman devre dışı bırakıldığı gibi tarafları destekleyen bölge ülkeleri arasında da husumet ve düşmanlık git gide derinleşiyor. Bölge üzerindeki sultasını sürdürmeyi ve derinleştirmeyi planlayan Batı emperyalizmi için bundan daha iyi bir durum tasavvur edilebilir mi?
Suriyeli muhalifleri askeri, lojistik, siyasal ve ekonomik açılardan açıkca destekleyen Türkiye hükümeti , Suudi Krallığı ve Katar Şeyhlği’nin mevcut durumdan memnun olduğu söylenemez. Çünkü Suriye hükümeti bekledikleri sürede yıkılmadığı gibi bugün silahlı çatışmanın başladığı 2011 Martından daha güçlü durumdadır. Gönüllü halk güçlerinin ordunun yanında muhaliflere karşı direnişe katılmaları Suriye rejimini psikolojik olarak da güçlendirmiştir. Suriye güçlerinin son haftalarda önemli birçok cephede üstün konuma gelmeleri en fazla da Türkiye hükümeti ve Suudi rejimini kaygılandırmaktadır. ABD ve NATO’nun doğrudan müdahalesini istemeleri ve muhaliflere daha çok silah yardımı yapılmasında ısrarlı olmaları da bu kaygıdan kaynaklanmaktadır.
Muhaliflerin yanındaki bölgesel aktörlerin bu ısrarına rağmen başını ABD’nin çektiği Batı emperyalizmi Suriye’ye doğrudan askeri müdahale konusunda pek de aceleci gözükmüyor. Çünkü uzun yıllardan beri tasarladıkları planlarının gerçekleşmesi için şartların daha çok olgunlaşması gerekir. Planları bellidir: BOP çerçevesinde Ortadoğu’ya yeni bir dizayn vermek, İsrail’le müttefik olacak büyük Kürdistan da dahil yeni ülkecikler oluşturmak, enerji kaynakları üzerinde tam sulta kurarak Çin gibi yeni ekonomik güçlere üstünlük sağlamak ve Batı’nın çıkarlarına tehlike oluşturan İran eksenli direniş cephesini yenilgiye uğratarak İsrail’in temsilciliğinde İslam ülkelerine uzun süreli tam bir sulta kurmak.
Batı’nın bu planlarının gerçekleşmesi için sadece düşmanlarının değil bölgesel müttefiklerinin de zayıflatılması gerekir. Bugünlerde stratejik müttefik ve bölgesel lider diye aldatılan ülkeler halklarının Batı emperyalizmi için potansiyel düşman olduğunu çok iyi biliyorlar. Öyleyse bugün Suriye içinde olduğu gibi bölge sathında da düşmanlıkların, cepheleşmelerin derinleştirilmesi gerekir. Bunun için en kolay silah tarihi reflekslerin kaşınması, yani mezhep taassubunun hortlatılmasıdır. Bugün ülkemiz de dahil dünya sathında Şia aleyhinde sürdürülen eşi az görülür düzeydeki propagandaların Telaviv ve Washington’da planlandığından bir zerre şüpheniz olmasın. Gafil yerli medya ve kalemler ise çoğu defa bilmeyerek bu planları gönüllü olarak uygulamaktadırlar. Suriye iç savaşıyla birlikte zirveye çıkarılan Şia düşmanlığı yeni bir olgu değil, İslam İnkılabı’nın İran’da zafere ulaşmasından hemen sonraki vahdet çağrılarından vahşete kapılan İslam düşmanlarının Şii-Sünni düşmanlığını hortlatmak için Batı’nın akademik merkezlerinde başlatılmış oldukları çalışmaların sonuçlarıdır. Geçmişte de bu silaha defalarca başvurdular ama hep başarısız kaldılar. Allah’ın inayetiyle bu son komplolar da yenilgiye uğrayacaktır.
Irak ve Lübnan’daki son gelişmeleri işte bu komplolar çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Direniş cephesinin önemli kollarından biri durumundaki Hizbullah’ı Suriye iç savaşına çekmek için son sırlarda Lübnan’da Şiilerin yaşadığı köy ve kasabalar bombalanmaktadır. Hizbullah ise komplonun farkında olarak gösterdiği sınırlı tepkiyle Lübnan-Suriye sınır bölgelerindeki kışkırtıcılara ağır bir darbe indirmeyi başarmış ve sınırın önemli bir bölümünden uzaklaştırmış bulunuyor. Uluslararası siyonizmin kontrolündeki kitle iletişim araçları ise Hizbullah’ın bu sınırlı operasyonunu Hizbullah Suriye’ye girdi olarak göstererek Şiilere karşı Sünni taasubunu tahrik etmek için çırpınıp duruyor. Amaç, daha önce de defalarca işaret ettiğimiz üzere, Suriye’deki iç savaşı Şii-Sünni savaşı olarak tanıtarak uğursuz hedeflerine giden yoldaki engelleri kaldırmaktır.
Irak’ta da son sırlarda isyanların, terör operasyonlarının artması aynı yöndeki komploların bir uzantısıdır. Seçimle işbaşına gelmiş bir hükümet uygulamalarından dolayı diktatörlükle suçlanacaksa dünya üzerinde diktatör olmayan hükümet yoktur demektir. Güven oyu alacak kadar meclis desteğine sahip bir hükümet dünyanın neresinde muhaliflerine bakanlık, başbakan ve cumhurbaşkanlığı yardımcılığı, eyalet valiliği gibi kilit makamlar verir? Fazla uzağa gitmeye gerek yok, ülkemizde Alevilere ve Şiilere nüfusları oranında hangi makamlar verilmiştir şimdiye kadar?! Kabinede tek bir Şii bakan var mıdır? Bırakın bakanlığı tek bir il valisi olan Şii var mıdır? Iğdır gibi nüfusunun ekseriyeti Şii olan bir ilde bırakın valiyi kaç tane Şii genel müdür vardır? Halbuki Irak’ta toplumun her kesiminin yönetime katılmasını sağlamak için nüfusun yüzde 15’ini oluşturan Sünni Araplara muhalefette olmalarına rağmen meclis başkanlığı, cumhurbaşkanılığı ve başbakan yardımcılıkları, eyalet valiliği, bakanlıklar gibi her düzeyde makamlar, yetkiler verilmiştir.
Ama bunca toleransa rağmen padişahlık, krallık ve diktatörlük dönemlerinin efendisi konumundaki Irak’lı Sünni Araplar yeni döneme tahammül edemedikleri için değil Irak üzerinde nüfuz sahibi olmaya çalışan komşu ülkeler rejimlerinin tahrikiyle yasal hükümete karşı kışkırtılmaktadırlar. Perde arkasındaki asıl planlayıcı ABD olmakla birlikte Türkiye’nin hayalperest dışişleri bakanının belirlediği dış siyaseti uygulayan hükümet ile ABD’nin en sadık kuklası Suudi krallığı ve Amerikan üssü durumundaki Katar emirliği Irak’taki karışıklığın sorumlusu durumundadır. Onlarca terör operasyonunun planlayıcısı ve yüzlerce kişinin katili olarak yargılanan ve hüküm giyen El-Haşimi’yi inatla ve sırf Sünni olduğu için ağırlayan ve destekleyen hükümet Irak’ta masum kanlarının dökülmesine ortaktır.
Tarihte eşine az rastlanır bir bağnazlıkla sırf Vahabi olmadıkları için müslüman kitlelerin öldürülebileceğine dair müftülerince fetvalar hazırlatan, teröristleri eğitip teçhiz eden ve bölge ülkelerine sevkeden Suudi rejimi Suriye ve Irak’taki cinayetlerin baş sorumlularındandır.
Suriyedeki Nusra Cephesi ile Irak’taki islami Devlet adlı terör örgütleri Amerikan emperyalizminin hizmetindeki El-Kaide terör örgütünün kolları durumunda olup son sıralarda Suriye’de ağır kayıplar verince Irak’ta katliamlarını sıklaştırmaya başladılar. Yani Irak, Suriye, Lübnan ve bütün bir bölgedeki bu terör örgütleri perde arkasındaki birinci ve ikinci dereceden güçlerin maşası olarak onların planlarını uygulamaktadırlar. Pakistan ve Afganistan’da olmuyorsa Suriye, Suriye’de olmuyorsa Lübnan ve Irak’ta katliam makinesi olarak kullanılmaktadırlar.
ABD’nin hedefi Suriye krizini etrafa yaymak, Sünni-Şii savaşı çıkararak bölge müslüman halklarını bir birinin canına salmak ve yukarıda değindiğimiz uğursuz hedeflerine ulaşmaktır. Bu şum planlara yardım eden Suudi rejimi gibilerin kaybedecekleri bir şey yoktur, çünkü bunların kuruluş felsefesi ümmet arasına fitne ve ayrılık sokmaktır. Miadları dolunca tarihin çöplüğüne süpürüleceklerinden şüpheniz olmasın. Türkiye gibi bölgenin önemli ve yerleşik bir ülkesine boş vaadler – Ortadoğunun liderliği, enerji yollarının kontrolü vb- uğruna komşu ülkelerin iç işlerine karışmak, mezhep fitnesini tırmandırmak ve işlenen cinayetlere ortak olmak yakışmamaktadır. Türkiye devletinin bütün kurumlarıyla “zararın neresinden dönlürse kardır” sözü uyarınca bu hayalci siyasetlere bir son vermeleri ve izzet ve üstünlüğü ABD’nin desteğinde aramaktan vazgeçmesi umulur.
Y. ZİYA T.YILMAZ




















