کارگر

کارگر

Pazartesi, 10 Temmuz 2017 01:24

Hamas’tan İran’a Teşekkür

Filistin İslami Direniş Hareketi HAMAS’ın sözcüsü Fevzi Burhum, İran İslam Cumhuriyetinin hiç bir zaman Filistin’e desteğini kesmediğini söyledi.

Burhum, Mehr haber ajansına yaptığı açıklamada, İran’ın Filistin halkına yönelik  desteklerinin çeşitli boyutlarda sürdüğünü ve HAMAS’ın İran’ın yardımlarından dolayı teşekkür ettiğini söyledi.

Burhum, HAMAS hareketinin terör rejimi İsrail’e karşı asli  direniş unsuru olarak çok daha fazla desteğe ihtiyacı olduğunu belirterek, bu şekilde Gazze Şeridi ve işgal altındaki Filistin topraklarında Filistin davasını savunabileceğini belirtti ve bunun için İran’ın yardımlarını bundan sonra da sürdürmesini temenni etti.

HAMAS sözcüsü, UNESCO’nun Kudüs şehrinin siyonistlerle hiç bir irtibatının olmadığını bildiren bildirisine de temasla, ‘UNESCO’nun bildirisi bir daha  siyonistlerin onlarca yıldır yalanlarını ortaya çıkarmıştır” dedi.

HAMAS sözcüsü, Amerikan yönetiminin büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma konusuna da temasla, ”maalesef özerk Filistin yönetimi de,  direniş cephesine darbe indirmek için İsrail ve Amerika ile işbirliği yapmaktadır” dedi.

Burhum, Amerika’nın Kudüs’e büyükelçiliğini nakletmesi halinde bunun Amerika’nın insan hakları ve demokrasi savunuculuğuna dair bütün iddiaların da soru altına alınmasına neden olacağını söyledi.

Suriye’de ABD’nin 7, Rusya’nın 4 üsse sahip olduğunu ve bu iki gücün, Suriye’nin güneybatısında ateşkes ilan edilmesi için anlaştığını yazdı gazeteler…
 
 
Suriye’de ABD’nin 7, Rusya’nın 4 üsse sahip olduğunu ve bu iki gücün, Suriye’nin güneybatısında ateşkes ilan edilmesi için anlaştığını yazdı gazeteler. Emperyalizmin, bölgeye yönelik işgal ve saldırılarının, bir paket programın parçaları olduğunu hiç akıldan çıkarmadan, belleklerimizi tazeleyelim.

IŞİD terör örgütü, 2014 yılı Haziran ayında Musul’a girmişti. Bunu fırsat bilen Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi lideri Mesut Barzani, hemen birkaç gün sonra Kerkük’te denetimi ele aldı. Barzani, ABD’nin er geç, emperyalizmin aparatı olan IŞİD terör örgütünü, Musul’dan çıkarmak için harekete geçeceğini biliyordu. Emrivaki yaptı. Musul bunalımını kendisi açısından fırsata çevirdi. ABD hemen harekete geçmedi. Sebebi basitti: Birincisi, IŞİD terör örgütü, ABD – İsrail ortak yapımıydı. Bu nedenle tam olarak bitirmek istemedi. Gerektiğinde kullanılmak üzere elinin altında, denetlenebilir düzeyde tutmak istedi. İkincisi, Musul’a saldırmak için ABD açısından şartların daha da olgunlaşmasını bekledi. Kendince en uygun zamanı kolladı. Üçüncüsü, Suriye meselesi daha fazla öne çıktığından, önceliğini Rusya ve İran karşısında zemin kaybettiği Suriye’de konumunu güçlendirmeye verdi.

ABD, 2003’teki Irak işgalinden sonra Musul, Kerkük ve çevresinin demografik yapısıyla oynadığından, bundan en kazançlı çıkan kesimin Kürtler, en çok kaybedenin Türkmenler olacağını biliyordu. Türkiye, Suriye ve Irak’ta mezhepçilik (Sünnicilik) yaparak, Kuzey Irak’ta ise buna bir de etnikçiliği (Kürtçülük) ekleyerek davranınca, en büyük desteği ABD’den gördü. Ankara, Barzani’yle olan yakınlığını artırdıkça artırdı. Onu bağımsızlık yönünde teşvik etti. Onunla, Bağdat merkezi hükümetini dışlayarak habersiz petrol ticareti yaptı. Bu petrolü Barzani, İsrail dahil üçüncü ülkelere sattı.    

BÖLGE ÜLKELERİNİN İTTİFAKI GEREKLİ

Şu görüldü: Irak’ta sonucu büyük ölçüde Musul’un nasıl şekilleneceği, Suriye’de sonucu ise rejim güçlerinin sahadaki başarısı belirleyecek. Süreç zorlu. Hem Rusya, hem Suriye, hem İran; verdikleri mücadelenin, aynı zamanda ABD’nin Kürt koridoru projesine karşı verildiğini biliyorlar. ABD’nin aynen Kuzey Irak gibi, Musul’un da özerk şekilde yönetilmesini istediğini biliyorlar. Öyle bir durumda aslan payını, ABD ile birlikte hareket eden Kürtlerin ve Sünnilerin alacağını biliyorlar. Irak’ı fiilen üçe bölen ABD’nin, Suriye’yi de etnik ve mezhepsel temelde bölmek istediğini biliyorlar. Bu bölünmeleri ABD’nin müdahale etmek, nüfuz kurmak için kullandığını biliyorlar.

Anımsayalım: Mart 2017’de Kerkük Valisi, Irak Anayasası’nı çiğneyerek, il genel meclisi kararıyla Kerkük’e Kürdistan bayrağı çekti. Kısa süre sonra Barzani, 25 Eylül 2017’de bağımsızlık referandumu yapacaklarını açıkladı. ABD’den habersiz bu işler olmayacağına göre, Kerkük’ten sonra Musul’un doğusunda da denetimi sağlayan Barzani’nin, bu süreçte en çok ABD, İsrail ve Türkiye’ye güvendiğini görmek gerekir. Çünkü ABD Irak’ta Barzani’yi açıkça kolladığı gibi, Suriye’de de PKK – PYD – YPG terör örgütünü, Türkiye’ye tercih ediyor. Şimdiki halde Suriye’de ABD’nin 7, Rusya’nın 4 üssü var. Ve iki ülke Suriye’nin güneybatısında güvenli bölge kurulması konusunda anlaşmaya vardılar. Öte yandan Almanya askerlerini İncirlik Üssü’nden çekip, Ürdün’de Muvaffak Salti Üssü’nde konuşlandıracak.

 
Unutmayalım: Irak’ı fiilen Kürtler, Şiiler ve Sünniler arasında üçe bölen ABD, ülkenin anayasasını da yazdı. Gevşek bir federasyon olarak yapılandırdı ülkeyi. Etnik ve mezhepsel temelde kota ve kompartımanlar oluşturdu. O yüzden Cumhurbaşkanı Kürt, başbakan Şii, meclis başkanı Sünni oluyor Irak’ta. ABD, Musul’u da aynen Irak’ı parçaladığı gibi parçalıyor. Yarısını Kürtlere vermeyi tasarlıyor. Türkiye ise Irak’ta, üçü de ABD denetiminde olan kişilerle (Mesut Barzani, Tarık Haşimi, Esil Nuceyfi) ittifak yaptı. Bu güçlerle ittifak yapılarak, Irak’ın toprak bütünlüğü korunamaz. Irak’ın bütünlüğünü savunmak için, Irak’ın bütünlüğünü savunanlarla, başta da Bağdat’taki merkezi hükümetle ittifak kurmak gerekir. Rusya, Çin ve İran’ın da Irak’ın bütünlüğünden yana oldukları unutulmamalıdır.      

ABD’NİN KORİDOR HESAPLARI

Arapçada “kavşak” anlamına gelen Musul, Bağdat’ın ardından Irak’ın ikinci büyük kenti. ABD’nin Kürt koridorunun başlangıç noktası (Bitiş noktası Suriye’nin Akdeniz kıyıları). Bu nedenle emperyalizmin iştahını kabartıyor. Suriye’de Rakka, Irak’ta ise Musul’a yönelik harekâtlara katılmak için hevesli olan Türkiye’ye, ABD izin vermedi. Misal; Irak, Başika Üssü’ndeki Türk askeri varlığı hakkında çok sert konuştuğunda, ABD de bu konuda Irak’ı destekledi. İran da öyle yaptı. Suriye konusunda tamamen zıt konumda olan, Irak konusunda siyasetleri çatışan ABD ve İran, Türkiye’nin Irak’taki askeri varlığı konusunda aynı tavrı takındı. Bu da Türkiye’yi zora soktu.

Rusya’nın başından beri destek verdiği Suriye rejimine, 2015 Eylül ayının sonundan itibaren hava kuvvetleriyle de destek vermesi, önce sahada, sonra da diplomasi masasında dengeleri Avrasya güçleri lehine değiştirdi. Batıda ve Türkiye’de, Putin’in Esad’ı gözden çıkardığı, alternatif isimler üzerinde çalışmaya başladığı yönünde haberlerin sıklaştığı bir dönemde, Suriye ordusunda yorgunluk belirtilerinin görüldüğü bir süreçte, Rusya’nın hava kuvvetleriyle de devreye girmesi, zamanlama açısından da önemliydi. Batıda, “Rusya başarısız olacak. Suriye, ikinci bir Afganistan olacak Moskova için. Suriye ordusu tükendiği için Rusya hava gücünü devreye soktu. Rus savaş pilotları Suriye’yi bilmiyorlar. Esad karşıtlarının elinde karadan havaya atılan, savaş uçaklarına karşı çok etkili olan füzeler var…” diye yazılıp çizilirken, sahadaki gerçekler, müzakere masasına da yansıdı. Artık ne ABD’de, ne Fransa’da, ne Türkiye’de Esad’ın gideceğine inanan, gitmesini şart koşan lider yok.

Şunu saptayalım: Suriye cephede 2011 Mart ayından beri ABD emperyalizmine, onun Avrupalı ve bölgesel müttefiklerine (Türkiye, Suudi Arabistan, Katar), ABD destekli her türden terör örgütüne karşı mücadele ediyor. Eğer iç dinamikleri güçlü olmasa, sadece Rusya ve İran’ın, kritik anlarda Çin’in, Hizbullah’ın desteğiyle, bugüne kadar direnemezdi. Suriye’de Esad’a iki hafta ömür biçen, Şam’da Cuma namazı kılmaktan bahsedenler yanıldılar. “Esad bir an önce gitsin. O çekilmezse çözüm olmaz. Geçiş süreci Esad’sız olmalı” diyenler, gelinen aşamada Esad’ın kalıcı olduğunu kabul ediyorlar. Türkiye; sadece Esad’ın siyasi ömrü, Suriye’nin direnişi konusunda hesap hatası yapmadı. ABD destekli Kürt grupların bu kadar geniş bir bölgede denetim sağlayacağını da öngöremeyerek, bir başka hesap hatası yaptı.

Ana fikir: ABD’nin öncelikleri; emperyalizmin ihtiyaçları, İsrail’in güvenlik endişeleri, bölgesel dengeler, zengin enerji kaynakları, İran’ın nüfuzu, Rusya ve Çin’in artan ağırlığıdır. Türkiye’nin bütünlüğünü, ABD ve NATO’nun savunmasını beklemek, saflıktır. Türkiye, bölge merkezli bir diplomasiyle kendini güvenceye alabilir. 

Barış Doster

Pazartesi, 10 Temmuz 2017 01:16

Din, Dinci ve Dindarlık Üzerine

Yazının başlığında yer alan kavramların sözlük manası ile yazıya başlamak istiyorum. Nedir bu kavramlar?
 
 Din: Tanrı’ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum.

Dinci: Dinî görüşleri her alana yaymak isteyen kimse.

Dindar: Din inancı güçlü, din kurallarına bağlı (kimse), mütedeyyin.

Evet, bu kavramlar Türk Dil Kurumu sözlüğünde yer alan kavram tanımlarıdır. Fakat bu kavramların bazıları bugün insanlar arasında daha farklı şekilde kullanılmakta ve algılanmaktadır. Şimdi de bu kavramların halk arasındaki yaygın kullanımını sizlere sunmak istiyorum.

Din: İnsanları sonsuz saadete, huzura götürmek için Allah tarafından peygamberler vasıtasıyla gösterilen yol.

Dinci: Din’i kendi amaç ve çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışan kimse.

Dindar: Din’i hükümleri hayatının her alanında uygulamaya çalışmasında dolayı modern hayatı takip etme yeteneğinden yoksun kimse. 

            Kavramların tanımları ne kadarda farklılaştı değil mi? Evet bu kavram karmaşası biz insanların yapısı gereği her şeyi bir şekil içersinde değerlendirme hevesinden kaynaklanmaktadır. İnsan fıtratı gereği insanların yaptığı her şeyi inancı, ibadeti, huyları, kişiliği vb. bir şekilsellik içersinde değerlendirmeye çalışır. İşte bu noktada dinci ve dindar kavramları arasındaki karmaşa derinliği gittikçe artmaktadır. Dindar kimdir? Dinci kimdir? Peki, bunlar aslında din ve toplumsal hayat adına zarar mı yoksa yarar mı sağlar?

            Var olan her şeyi şekilsellik içersinde ele almaya başladığımız zaman kendimizi aslında olması gerekeni değil görmek istediklerimiz arama çabası içinde buluruz. Peki, bizim insanlarda aradığımız ve görmek istediğimiz şeyler aslında olması gereken şeyler mi?

            Zamanımızda insanların dinci ve dindar kavramlarının içini doldurmada ki öncelikleri insanların şekil ve aksesuarları olmaya başlamıştır. İnsanların çoğunluğu bu inkâr etse bile bu şekilsellik insanların benliğine sağlamca oturmaya çalışan vesveselerden başka bir şey değildir. Bu şekil hayranlığı insanları tamamen kavramıştır. Bu şekil hayranlığı din, mezhep, cemaat, grup ayrımı olmadan tüm insanlıkta görülmeye başlanan bir hastalık halini almıştır. Bence Müslümanlığa en büyük zararı verecek olanda budur. Bu konuda geçen günlerde Diyanet İşleri Eski Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun bir röportajı dikkatimi çekti. Bardakoğlu "dindarlığının daha içselleşmesi, ahlakileşmesi ve bilgiye dayalı olması lazım. Türkiye'de görsel dindarlık artıyor.”  Diyerek bu soruna dikkat çekmeye çalıştı.

         İnsanların dini kimin için yaşadığı, itaatin kime olması gerektiği, Din’in amacı gibi konularda sapmalar yaşanmakta dahası insanlar kendilerini kandırmaktan alamamaktalar. Bu kendini kandırma durumu Müslüman toplumları asıl amaçlarından uzaklaştırıp hedef sapmasına neden olmaktadır.

Evet, Ehl-i Şia -  Ehl-i Sünnet ayrımı olmaksınız inancımızı şekillendiriyoruz. Yaradan’ın hükümlerini unutarak ya da değiştirerek yaşadığımız din’in kime ne faydası olacak? Bugün dinci denilince neden insanların zihinlerinde dini kullanan insanlar belirmektedir? Ya da dindarlık neden geri kalmışlık ibaresi olarak akıllarda yer etmektedir? Biz İslam’ın özünü unutup dini şekillerle yaşamayı ne kadar sürdüreceğiz? Üstün insan’ın en marka giyinen değil, en takvalı olan olduğunu ne zaman dilimizden çıkarıp yüreklerimize koyacağız?

            Mağazalarda kapitalistler dinimizi bize markalayarak satarken, en pahalı giyinenin en dindar olduğunu kulağımıza fısıldarken, İslam’ın öz değeri olan mütevazılığı ne zaman anlayıp yaşamımızın odak noktasına oturtacağız?

            Zamanımızın bu din, dinci ve dindarlık anlayışı kızgın kumlar arasında beliren serap misalidir. Uzaktan cennet çeşmesini andırır, yakınlaştığında insanı kavuran çöl ateşidir.

            İmam Ali(a.s) şöyle buyurmuştur:

Şüphesiz İslam’ın bir hedefi, amacı vardır. Öyleyse o hedefe ulaşın; Allah’ın size vacip ettiği haklardan (onları yerine getirerek yüz akıyla) çıkın.

Serdar Gündoğdu

TR.JAMNEWS


Irak'ın kuzeyinde yapılması planlanan 'bağımsızlık referandumu' hazırlıkları ABD tarafında başladı. ABD Erbil Başkonsolosluğu'nun inşa edildiğini duyurdu
 
Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani 25 Eylül'de 'bağımsızlık referandumu' yapacaklarını ilan etmişti. Barzani'nin açıklamasının ardından ilk destek ABD, İsrail ve PKK'dan gelmişti. 'Kürdistan'ın bağımsızlığına destek veren ABD, Kuzey Irak'ta kurulması istenen 'Kürdistan'ın başkenti olacak Erbil'deki Başkonsolosluk binasını hazırlamak için düğmeye bastı.

EN BÜYÜK OFİS

Geniş bir araziye kurulacak yeni Başkonsolosluk, birçok sosyal tesis ve uluslararası misafirler için konaklama alanları içeriyor. ABD Dışişleri tarafından yapılan açıklamada, "Bakanlığın, Sermaye Güvenliği İnşaat Programının bir parçası olarak, 1999 yılından bu yana, Denizaşırı Binalar İşletmesi Bürosu 137 yeni diplomatik tesisi tamamladı ve tasarımda veya yapım aşamasında 48 proje daha var" ifadeleri kullanıldı ve daha önce, 'Kürdistan'daki en büyük diplomatik ofisi inşa etmeyi planladıkları bildirildi. Açıklamada "Denizaşırı Binalar İşletmesi'nin görevi, ABD hükümetine bağlı personelimizin dış politikadaki amaçlarına ulaşmada desteklemek için temsil eden güvenli ve işlevsel tesisler sunmaktır" denildi.

BÜYÜKELÇİLİK OLABİLİR

ABD'nin yeni Başkonsolosluğu'nun yapımını üslenen Amerikalı şirket EYP'nin web sitesinde ise "Amaç, her iki tarafın da etkileşimde bulunduğu yerel halkın kültürüne bağlı, Amerikan nüfusuna tanıdık özelliklerin ve olanakların bulunduğu bir topluluk oluşturmak" tanımı kullanıldı. Referandumun ardından Irak'ın kuzeyinde bir 'Kürdistan' kurulur ise yeni yerleşke Büyükelçilik olarak hizmet verecek.

 

BM: REFERANDUMUN SONUCUNA KARŞI ÇIKMAYIZ

Birleşmiş Milletler (BM) Sözcüsü Stephen Dujarri, Irak'ın kuzeyindeki “bağımsızlık referandumu” sürecine katılmamalarının referandum sonucuna karşı çıkacakları anlamına gelmediğini söyledi.

BM Irak Yardım Misyonu Ofisi’nden 15 Haziran'da Barzani'nin “bağımsızlık referandumuna” ilişkin yapılan açıklamada, “referandum sürecinde herhangi bir role sahip olmayacakları” belirtilmişti. Barzani'nin Rûdaw'ına konuşan Stephen Dujarri, referandum sürecine katılmamalarına ilişkin, “Herhangi bir ülkenin merkezi hükümeti bizden talep etmediği sürece referandum veya seçimlerine katılmıyoruz” dedi. Stephen Dujarri, 15 Haziran’da yapılan açıklamanın “referanduma karşı oldukları anlamına gelmediğini” belirterek, “Bağdat’la sorunların diyalogla çözülmesinden yanayız” diye konuştu.

Mesut Barzani’nin 7 Haziran’da Erbil’in Pirmam ilçesinde siyasi partilerle bir araya geldiği toplantıda, referandumun 25 Eylül’de yapılması kararı alınmıştı. Karara başta Irak olmak üzere Türkiye, İran, Rusya ve Almanya gibi ülkeler tepki göstermiş, ABD ve İsrail'den destek açıklaması gelmişti.

Siyonist İsrail rejiminin Savaş Bakanı Avigdor Liberman, Tel Aviv’in Suriye’de olası bir barışı ancak Beşar Esad iktidardan çekildiğinde kabul edeceğini açıkladı.
 

 İsrail Ordu Merkezinde gazetecilere açıklamalarda bulunan Liberman İsrail rejiminin işgal altındaki Golan tepeleri ve Suriye ordusunu hedef alması hakkında; “Bizim doğrudan savaşa girme gibi bir niyetimiz yok ancak komşularımızı bizimle ilişkilerinde dikkatli olmaları noktasında uyarıyoruz ve bize ihtiyaçları olduğunu hatırlatıyoruz” ifadelerini kullandı.

    Golan tepelerinde gerçekleşen hava saldırılarının Suriye’nin iç meselesi ile bağlantılı olduğunu belirten Liberman, İsrail rejiminin kendi sınırlarına yönelik hiçbir tehdide tahammül edemeyeceğini vurguladı.
İsrail Savaş Bakanı olası bir savaş ihtimalinin az olduğunu ancak sınır noktalarında yapılacak herhangi bir yanlıştan dolayı İsrail rejiminin doğrudan savaşa girebileceğine işaret etti.

   İsrail rejimi geçtiğimiz günlerde Suriye’deki iç savaşı bahane ederek Golan tepelerini hedef almış ve Suriye ordusunun mevzilerine yönelik hava saldırıları gerçekleştirmişti.
İsrail rejiminin Savaş Bakanı Liberman, gazetecilere yaptığı açıklamaların bir diğer bölümünde ise Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın İran ve Hizbullah’a bağlı olmasını delil göstererek iktidardan indirilmesi gerektiğini vurguladı. 

   Liberman Suriyeli muhaliflerin kendi dostları olmadığını ancak Beşar Esad gibi kendi halkını katleden ve kimyasal silah kullanan birisinin iktidarda kalmaması gerektiğini belirterek; “Beşar Esad’ın Suriye’de iktidarı elinde tutması bizim güvenliğimiz için tehdittir. Beşar Esad iktidarda olduğu müddetçe İran ve Hizbullah, Suriye’deki varlıklarını sürdüreceklerdir” ifadelerini kullandı.

   İsrail rejiminin Suriye’de hiçbir tarafın yanında olmadığını belirten Lliberman kırmızı çizgilerinin Hizbullah’a gönderilen silahlar olduğuna işaret ederek; “Biz, İran’ın sınırlarımızdaki varlığından rahatsızız ve buna daha fazla tahammül edemeyiz” açıklamasını yaptı. Suriye’deki çatışmalar devam ederken İsrail rejimi Hizbullah’a ağır silahların gönderildiğini bahane ederek Suriye’nin farklı bölgelerinde hava saldırıları düzenlemişti.

    İsrail Savaş Bakanı Lİberman aynı zamanda Lübnan’da yeraltında füze üretiminin yapılması hakkındaki iddialara  “İsrail üzerine düşeni yapacaktır” yanıtını vererek; “İsrail her konuyu ciddiye alır. Bu konuda da gerekli bilgiye ve raporlara sahibiz. İsrail her nerede olursa olsun gerekeni yapacaktır. Bu gelişmeyi görmezden gelemeyiz. Çünkü füze gibi ağır askeri teçhizatlar büyük bir sorun teşkil etmekte” ifadelerini kullandı.

 

Çarşamba, 05 Temmuz 2017 00:32

Ruhani'den Türkiye'ye "baraj" eleştirisi

 İran Cumhurbaşkanı Ruhani Türkiye'nın Fırat ve Dicle nehirleri üzerindeki baraj inşaatlarını eleştirdi. Türkiye Dışişleri Bakanlığı Güney Asya Genel Müdürü Çorman ise, Türkiye'de yapımı devam eden barajların bölgedeki su akıntısını düzenlediğini ve doğaya zarar vermediğini belirtti.


İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani Uluslararası Kum ve Toz Fırtınaları ile Mücadele Konferansı'nda konuştu. 

Türkiye'nin Fırat ve Dicle nehirlerinde 22 baraj inşaa etmekte olduğunu hatırlatan İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani bu projenin İran ve Irak'ın yanısıra başka birçok ülkeyi etkilediğini belirtti. 

Bölgede yapılan barajların İran'a çevresel olarak zarar verdiğini ileri süren Ruhani, "Bir komşu ülkenin yapmayı planladığı 22 büyük baraj, Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde yıkıcı etkilere yol açabilir. Bu konu İran ve Irak'ı da etkileyecektir. Bu nedenle bunun sonuçları karşısında kayıtsız kalamayız." ifadelerini kullandı.

Afganistan'ın kuzey ve güney bölgelerinde yapılan barajların da Horasan ve Sistan Belucistan eyaletlerini etkileyeceğini dile getiren Ruhani, bölgedeki su kaynaklarının kurumasının hem İran hem de Afganistan'a zarar vereceğini belirtti.

Hasan Ruhani, Türkiye, İran ve Irak'ın birlikte çalışarak bölgedeki "kazan-kazan" politikasını hayata geçirmesi gerektiğini kaydetti.

"TÜRKİYE'NİN İNŞA ETTİĞİ BARAJLARIN ÇEVREYE ZARAR VERDİĞİ DÜŞÜNCESİ TAMAMEN YANLIŞ"
Öte yandan, konferansta Türk heyetine başkanlık eden Dışişleri Bakanlığı Güney Asya Genel Müdürü Fazlı Çorman, Türkiye'de yapımı devam eden barajların bölgedeki su akıntısını düzenlediğini ve doğaya zarar vermediğini belirtti.

Barajların kum ve toz fırtınalarını artırdığına dair herhangi bir bilimsel veri olmadığını vurgulayan Çorman, "Türkiye'nin inşa ettiği barajların çevreye zarar verdiği düşüncesi tamamen yanlış. Barajların yapımında birçok ön çalışma yaptık. Tüm yönleriyle etkilerini inceledikten sonra yapım kararı alındı. Bu ön çalışmalarla, barajların çevreye zarar vermemesi temin edilmiştir." dedi.

Çorman, söylenenlerin aksine, barajların inşasıyla bölgenin su temininin sağlandığını belirterek, "Ülkelerin üzerinde durması gereken asıl sorun, su ve toprak kaynaklarının doğru kullanılması. Bugün sonuçlarını gördüğümüz şey, ülkelerin su kaynaklarıyla ilgili yanlış politikalarından kaynaklanıyor. Bu sorunları Türkiye ile ilişkilendirmek yanlış." diye konuştu.

BM ile İran Çevre ve Dışişleri Bakanlıklarının iş birliğiyle düzenlenen Uluslararası Kum ve Toz Fırtınalarıyla Mücadele Konferansı, 5 Temmuz'a kadar devem edecek.

Çarşamba, 05 Temmuz 2017 00:29

Irak’ı kurtarmak!

 Iraklılar bir nevi Amerikan işgal güçlerine karşı vermedikleri savaşı IŞİD’e karşı verirken esasen iyi kötü bir kurtuluş mücadelesi yürüttü. Bu mücadeleyi Irak’ı yeniden inşa sürecinde temel bir motivasyona dönüştürebilirlerse işte o zaman savaşı gerçek anlamda kazanmış olacaklardır. Ne yazık ki bu konuda ciddi kaygılar var.


Iraklılar Musul’un kurtarılışını “Hurafe hilafetinin sonu” olarak kutluyor. Irak Başbakanı Haydar el İbadi’ye göre Ebu Bekir el Bağdadi’nin 2014’te ‘halife’ sıfatıyla ilk kez göründüğü El Nuri el Kebir Camii’nin 29 Haziran’da IŞİD tarafından havaya uçurulması IŞİD’in yenilgiyi kabul ettiğinin göstergesiydi.

Evet, IŞİD toprak hakimiyetini köy köy, kasaba kasaba, kent kent kaybediyor. Kaçınılmaz bir son. Ne yazık ki mutlak bir yok oluş değil. IŞİD’i doğuran iç ve dış faktörler bu coğrafyanın damarlarında ve sokaklarında gezinmeye devam ediyor. Bu nedenle bundan sonra Irak’ın kurtulması için verilmesi gereken çok daha büyük savaşlar var.

***

2014’te Dicle hattı boyunca kentler domino taşları gibi düşerken Iraklılar şunu fark etti: 2003’te işgalci Amerikan valisinin bir kararnamesiyle dağıttığı Irak ordusunun yerinde artık ulusal bir ordu yoktu. Yeni ordu ya sokaktan toplama insanlarla ya da iktidarın yeni sahiplerinin milis güçlerinden yapılan transferlerle doldurulmuştu. Mezhepçilik arsız bir virüs gibi toplumun damarlarına salınmıştı. Bu ordunun halka, halkın da orduya bakışını şekillendiriyordu. Musul’daki Sünni aktörler Irak ordusunu ‘muta çocukları’, ‘Safevi askerleri’, ‘İran uşakları’ ve ‘Maliki’nin çocukları’ diye aşağılıyordu. IŞİD gelirken Irak askerleri sokaklarda bu küfürler eşliğinde taşlandı. Askerler de “Aşağılandığımız bir şehir için neden ölelim” diyordu. Sadece bu değil. Askerlerin çoğu zaten ‘bankamatik memur’ idi. Maaşının bir kısmını komutanına rüşvet olarak verip kışlaya uğramadan askerlik yapanlar az değildi. Sünni olanlar da IŞİD’i vaat edilen ‘Sünnistan’ın fatihi olarak gören kanaat önderlerinin telkiniyle kışlayı terk etmişti. Ve dahası bu şehirde IŞİD daha kontrolü ele almadan yerel hükümetin koridorlarında söz sahibiydi. Kamu ihalelerinden IŞİD’e yüzde 10 pay ödeniyordu. Haliyle Musul’un düşüşünden bu çarka yol veren yerel idare de sorumluydu. Ankara’nın muteber adamı eski Vali Esil el Nüceyfi dahil!

Herkes günün sonunda karanlığın en zifiri tonunu gördü. IŞİD’e el veren kimi aşiretler de bürokratlar da eski Baasçılar da IŞİD hilafetinde sıfıra eşitlendiklerini anladı.

Bu saatten sonra herkesin aradığı bir kurtuluş ama bunun ortak bir davaya yani ulusal bir kurtuluşa dönüşmesi önemli.

***

Iraklılar bir nevi Amerikan işgal güçlerine karşı vermedikleri savaşı IŞİD’e karşı verirken esasen iyi kötü bir kurtuluş mücadelesi yürüttü. Bu mücadeleyi Irak’ı yeniden inşa sürecinde temel bir motivasyona dönüştürebilirlerse işte o zaman savaşı gerçek anlamda kazanmış olacaklardır.

Ne yazık ki bu konuda ciddi kaygılar var.

Mezhepçilik bu coğrafyanın en büyük vebasıdır. Bu hastalık geçmiş değil.

Yabancı güçlerin nüfuz savaşı, bu coğrafyanın belasıdır. Irak’ı çökertenler şimdi yeniden inşa sürecini rehin almanın peşindeler.

Irak Saddam döneminin sona ermesinin ardından temiz bir başlangıç yapamadı. Yani ortada dönülecek bir fabrika ayarı yok. Iraklıların olması gereken ayarları ‘İrani’, ‘Türki’, ‘Suudi’ ve ‘Amerikani’ müdahalelerle değil ‘Iraki’ bir projeyle ihdas etmeleri gerekiyor.

Yıkılmış kentlerin yeniden imarı, yerlerinden edilmiş insanların evlerine döndürülmesi, etnik ve mezhebi temizliğe yol açan ortamın yok edilmesi, güvenlik birimlerinin sağlam bir temele oturtulması, işleri bittikten sonra milis güçlerinin sisteme entegre edilmesi ya da sivil hayata döndürülmesi Irak’ın önündeki önemli sınavlardır.

Etnik, dini ve mezhebi hatlara bölünmüş bir ülkede, güvenlik tam anlamıyla tesis edilmediği sürece hiçbir grup kendi milis gücünden vazgeçmek istemeyecektir. Silahların siyasal alanı etkileme kapasitesi nedeniyle de maalesef milis güçleri kolay terk edilen yapılar değil. İç savaştan sonra Lübnan bunun en bariz örneği.

***

Irak gerçek bir çöküş hikâyesidir. Siyasetin cemaatleşmesi, toplumun kutuplaşması, iktidar makamlarının ticarileşmesi, yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet… İşgal sonrası Irak’ın kodları bunlar. Bu hikâyede umut veren bir sayfa açılması güvenlik birimlerinden adalet saraylarına, bürokrasiden hükümet birimlerine kadar geniş bir alanda gerçek bir inşa sürecini gerektiriyor. Musul’un kurtarılmasının ardından hükümet ülkenin yeniden imarı için 10 yıllığına 100 milyar dolarlık bir bütçe ayırmayı düşünüyor. İhale ve komisyon peşindeki çakalların iştahını köpürten bir rakam. Sorun bütçe ayırmak değil bütçenin amaca uygun idaresi. Irak’ın beceremediği de bu. Iraklılar ülke tam anlamıyla savaşın içindeyken hayali projelere ve naylon faturalara milyarlarca dolar ödedi. Bunun tekerrürünü önleyecek bir şeffaflık da yok. Yaşanan bunca felaketin yekûnundan, bu kötülüğü tersine çevirecek siyasal ve toplumsal irade devşirilemezse Irak asla kurtuluşu bulamaz.

Yeniden inşa ve toplumsal barışı tesis konusunda tökezlendiği takdirde yıllarca cihatçı-tekfirci ideolojinin oryantasyonuna maruz kalmış bölgelerde IŞİD gibi örgütler bir süre sonra yeniden yol bulabilir. IŞİD’in zehirlediği beyinlerin arınması kolay bir süreç değil. Tuzlanmış bir toprağın arınması bile yılları alıyor.

Maalesef Irak işgali ve sonrasında devam eden şiddet ortamı bu ülkenin normalleşmesini engelleyecek fay hatları bıraktı. Belki IŞİD 2014’teki gibi saha hakimiyeti kuramayacak ama toplumun problemli damarlarındaki hücrelerinden Irak sokaklarını cehenneme çevirmeye devam edecek.

Karşı karşıya gelen sadece bir örgütün üyeleri ile devlet değil. Düşmanlık tabana indi. Yeni kuşaklara nefret kültürü aşılandı. Birlikte yaşam felsefesi öldü. Musul’un yerle bir olmasından daha önemlisi üzerinden nice medeniyetlerin geçtiği bu kentin birlikte yaşam geleneğini toprağın altına gömmüş olmasıdır.

Bütünlükçü siyasal ve toplumsal yaklaşımlarla Irak bu zehirden arınabilir. Bu dehlizden çıkışın yolu hınç değil uzlaşma kültürünün yüceltilmesi ve adaletin tesis edilmesidir.

Irak’ı bekleyen bir diğer büyük sınav Kürtlerle ilgili. Musul’daki temizlik tamamlandıktan sonra tartışmalı bölgelerin statüsüyle ilgili ertelenen süreç mecburen masaya gelecek. Kritik dönemeçte 25 Eylül’de Kürdistan bölgesinde bağımsızlık referandumu düzenlenecek. Bu süreç barışçıl bir şekilde yönetilemezse Irak her günü bir cehennem olan eski günlerine geri dönebilir.

İslam İnkılabı Rehberi, İran Yargı Erki’nin Şeyh Zakzaki gibi dünyadaki mazlum şahsiyetlere veya Myanmar ve Keşmir müslümanlarına hukuki yollardan destek olması gerektiğini vurguladı.

İran İslam İnkılabı Rehberi Imam Hamanei, bugün Yargı Erki Başkanı ve diğer yetkilileri kabul etti.

Bu görüşmede, ülke gündemindeki farklı konuları değerlendiren ve Yargı Erki yetkililerine tavsiyelerde bulunan İnkılap Rehberi, bu Erk’in uluslararası gelişmelerdeki rolüne de atıfta bulundu.

Uluslararası konuları hukuki açıdan takip etmenin önemine değinen İnkılap Rehberi, “Yargı Erki, yaptırımlar, ABD’nin (İran) malı varlıklarına el koyması, terörizm, Şeyh Zakzaki gibi dünyadaki mazlum şahsiyetlere veya Myanmar ve Keşmir müslümanlarına destek verilmesi gibi konularda hukuki yollardan girişimlerde bulunarak, bir konuyu kabul veya reddettiğini kesin bir şekilde ilan etmelidir” dedi.

Onbinlerce gönüllü Ehlibeyt aşığı gece gündüz bu kutsal Haremlere ve ziyaretçilerine hizmet sunmakta ve güvenliklerini sağlamaktadırlar.
 
    Ehl-i Beyt (a.s.)'ın kutsal türbelerine Ehl-i Beyt izcileri "Harem-i Mukaddes" kısa adıyla "Harem" derler. Ehl-i Beyt dostları için Hz.Resulullah ve 12 İmam'ın(a.s) kutsal haremleri, Ka'be ve Mescid-ül Haram gibi kutsaldır ve korunması, saygısı farzdır. Oralar Allah'ın özel rahmetinin ve mukarreb meleklerinin her an nazil olduğu yeryüzünün kalbi olan en yüce mekanlardır. Mümin ve salih kulların arınmak, manevi dereceler elde etmek, Rabbleri'nin rızasını ve cenneti kazanmak için ziyaret ettiği bu mübarek yerler her gün milyonlarca insan ve sayısız melek tarafından ziyaret edilmektedir.


    Onbinlerce gönüllü Ehlibeyt aşığı gece gündüz bu kutsal Haremlere ve ziyaretçilerine hizmet sunmakta ve güvenliklerini sağlamaktadırlar.
Bu kutsal türbelerin bulunduğu kutsal şehirlerde özellikle güvenliğe çok büyük bir önem verilmektedir. Zira tarihte ve günümüzde Mukaddes Haremler ve mazlum masum ziyaretçileri, başta İngiliz kurgusu, Amerika ve İsrail uşağı olan vahşi terörist  Vahhabiler/Selefiler/Tekfirciler tarafından tehdit, tahrip ve katliamlara maruz kalmışlardır. Bu sebeple icap eder ve tehditler artarsa kısa zamanda yüzbinlerce hatta ihtiyaç durumunda milyonlarca gönüllü Harem Muhafızları silah altına alınabilir ve en büyük tehditleri bile rahatça bertaraf edebilirler.
   Nitekim Haşd-i Şa'bi adlı gönüllü ordu da Ayetullah Seyyid Ali Sistani’nin bir fetvası ile tez zamanda Şia ve Sünni Iraklılardan meydana gelmiş ve Irak halkını, ülkesini ve Mukaddes Haremleri, Daiş vahşilerinin istilası ve işkalinden necat vermişlerdir.
Çoğunlukla Afganistanlı Ehl-i Beyt Şîaları'ndan oluşan Fatimuyyun Tugayı Müdafiân-ı Harem olarak canlarını Ehlibeyt türbelerine  siper ve İslam'a feda ederek mütecaviz teröristlerin ve emperyalist efendilerinin şerrini defetmektedirler. Bu yüce yolda nice şehitler ve gaziler vermişlerdir. İranlı,  Iraklı,  Suriyeli, Lübnanlı ve Afganistanlı Şialar başta olmak üzere çok milliyetten sayısız  mümin mücahit gençler sarsılmaz bir irade ile  terör örgütleri ve küresel   siyonizm ile mücadelede sapasağlam durup ümmetin vahdeti ve  emniyeti için,  BOP'un çökmesi ve vatanlarımızın Kutsal Haremlerle beraber işgalden korunması için daima nöbet tutmakta ve sinsi düşmanla göğüs göğüse savaşmaktadırlar.

 
   Onların bu meşru müdafaa savaşlarında örnek aldıkları yüce örnek kimseler Kerbela Şehitleri hususen Hz.Celal Abbas, Hz.Ali Ekber, Hz.Kasım bin Hasan ve Hz.İmam Hüseyin (a.s.)'ın Haremi için canlarını siper ve feda eden o yüce mümin ve fedakar örnek insanlardır. Harem Muhafızı olmak yani Hüseyni olmak ve Kerbelâ Şühedası'nın nurlu kervanına katılmaktır.
   İslam İnkılabı Rehberi İmam Ali Hamanei bir Harem Müdafii şehidin ailesini ziyarette şöyle buyurmuştur:  " Harem şehitleri diğer şehitlerden daha yüksek bir makama sahiptir..." Yine son zamanlarda Harem Mudafii şehitlerin aileleri ile görüşmesinde buyurdular ki :  " Hakikaten hem sizin şehitleriniz hem aileleri, onların babaları, anneleri ve evlatları İran halkının üzerinde büyük bir hakka sahiptirler. Bu şüheda bazı imtiyazlara sahiptirler : Birisi o ki bunlar Irak ve Suriye'de Ehl-i Beyt'in hariminden müdafaa ettiler ve bu yolda şehadete yetiştiler. Sizin bu şühedanızın ikinci imtiyazı budur ki gidip öyle bir düşman ile mübareze ettiler ki eğer bunlar mübareze etmeseydiler burada Kirmanşah, Hamedan ve diğer vilayetlerde bunlarla   savaşmalıydık ve bunların önünü almalıydık. Doğrusu bizim bu aziz şehitlerimiz kendi canlarını ülke, millet, dini ve İslam İnkılabı yolunda feda ettiler. Üçüncü imtiyaz da şu ki bunlar gurbette şehadete erdiler. Bu da büyük bir imtiyazdır. Bu da Allah-u Muteal indinde unutulmaz."

  

8 Şevval Baki Haremi'nin Tahrip Faciası

   Vahhabiler biri hicri 1220 yılında ve diğeri hicri 1344 yılında olmak üzere iki kez, kabirlere mezar yapılmasının ve ziyaret edilmesinin bidat olduğunu bahane ederek, Baki’deki mezarlık ve yapıtları tahrip etmiştir. Baki’nin tahrip edilmesi, başta İran İslam Cumhuriyeti olmak üzere İslam ülkeleri tarafından şiddetle protesto edilmiştir. Bu nedenle Şiaların geneli Yevmu’l-Hedm (tahrip günü) olarak meşhur olan, Şevval ayının sekizinci günü matem meclisleri düzenler ve mersiye ve ağıtlar yakarak Baki’nin tahrip edilişini yad ederler.
İslam alimlerinden bazıları Vahhabilerin başta Baki’nin tahribi olmak üzere kabirlerin tahribi hakkındaki iddialarının reddiyesinde, Keşfu’l-İrtiyab gibi kitaplar kaleme almışlardır.

Murteza Akbulut
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

İran, 1988'de ABD'ye ait bir savaş gemisi tarafından İran hava sahasında güdümlü füzelerle vurulan yolcu uçağında yitirilen çoğunluğu İranlı 290 sivili anıyor.


3 Temmuz 1988'de, İran'ın Bandar Abbas Havalimanından Dubai'ye uçmakta olan İran Havayollarına ait 655 uçuş kodlu Airbus A300B2 tipi bir yolcu uçağı, 274 yolcusu ve 16 mürettebatıyla birlikte, ABD Donanmasına ait USS Vincennes savaş gemisinden ateşlenen SM-2MR füzelerinin hedefi olmuştu. Saldırıya uğrayan yolcu uçağının infilak etmesi sonucu tamamı sivil 290 kişi hayatını kaybetmişti.


İran Dışişleri Bakanlığı bugün yayınladığı bir bildiriyle ABD ordusu tarafından 29 yıl önce katledilen 290 sivili andı.

Bakanlık bildirisinde, "ABD'nin, İran'ın mağdur vatandaşları da dahil olmak üzere, masum insanları katletmek de tezahür eden insanlık dışı davranışları, bu tür bir tutumun ABD hükümetleri nezdinde kurumsallaştığını ortaya koymaktadır" ifadelerini kullandı.


KATLİAMIN SORUMLUSUNA LİYAKAT MADALYASI

ABD'li yetkililer saldırı sonrasında, İran'a ait yolcu uçağını bir savaş uçağı ile karıştırdıklarını iddia etmişlerdi. Ancak saldırıda bulunan savaş gemisinin son derece sofistike radar sistemleri ve elektronik savaş teçhizatı ile donatıldığı tespit edilmişti.

Saldırı emrini veren USS Vincennes gemisinin kaptanı Amiral William C. Rogers olaydan bir yıl sonra bütün suçlarından aklanmış, hatta Başkan George Bush tarafından 'üstün hizmetlerinden dolayı' Legion of Merit (Liyakat) Nişanı ile ödüllendirilmişti.


BOMBALI SALDIRININ HEDEFİ OLDULAR

İran'a ait yolcu uçağının düşürülmesinden yalnızca 6 ay sonra, 10 Mart 1989'da, Amiral Rogers ve karısı Sharon yakınlarındaki bir minibüse monte edilen boru tipi bir bombanın yarattığı patlamadan adeta saniyelerle kurtuldular. 300 polis ve FBI görevlisinin araştırdığı olay hala çözülebilmiş değil.