کارگر

کارگر

Pazartesi, 25 Eylül 2017 03:47

Hüseyni Kıyamın Verdiği Dersler

İmam Hamanei
  
Hüseyni Kıyamın Verdiği Dersler

Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki: "Hüseyin bendendir; ben de Hüseyindenim" ve yine buyurmuştur ki: "Doğrusu Hüseyin hidayet meşalesi ve kurtuluş gemisidir." Bütün namaz kılan kardeşleri, bacıları ve kendimi Allah'tan korkmaya, takvalı olmaya, günahtan sakınmaya, hayatın ruhu ve hedefi olan Allah’ın rızasını kazanmaya davet ediyorum. "Malın ve evladın fayda vermediği" o günde ve dünyada yüzümüzün ak olmasının asıl kaynağı bu olacaktır.


Allah'a şükürler olsun ki ömrümüz Hz. Hüseyin'i (a.s) anmakla geçmektedir. Bu büyük insanın kıyamı hakkında çok şeyler düşünülüp söylenmiştir. Ama ne kadar çok düşünülürse düşünülsün bu konuda sohbet, araştırma ve fikir yürütme alanı geniştir. Henüz bu büyük, olağanüstü ve eşsiz vakıa hakkında söylenecek çok sözler vardır. Bunları düşünüp birbirimize söylememiz gerekiyor. Eba Abdullah Hüseyin'in (a.s) Medine’den çıkıp Mekke’ye gittiği günden Kerbela’da şehadet şerbetini içtiği güne kadar geçen olaylara dikkat edecek olursanız göreceksiniz ki insan bu bir kaç aylık olaydan yüzden fazla önemli ders alabilir. Binlerce ders alınır demedim, ancak desek de yerindedir. Onun her işareti bir ders olabilir.

Bu vakıada yüzlerce ders var dememin sebebi şudur: Eğer bu olayları dikkatle incelersek bunlardan yüz konu çıkarabiliriz. Bunların her biri, bir ümmet için, bir ülke için, toplumu idare etmek için, tarih için, insanın kendisini terbiye etmesi ve Allah’a yakın olması için birer derstir. Öyle ki Hüseyin b. Ali (ruhlarımız ona, onun adına ve yadına feda olsun) alemdeki mukaddes insanların arasında güneş gibi parlamaktadır. Yani evliya, imamlar, şehidler ve salih kullar ay gibi, yıldız gibiyseler İmam Hüseyin (a.s) güneş gibidir. O büyük insanın kıyamından dolayı bu böyledir. Bu harekette asıl olan bir ders vardır. Ben bugün bu asıl dersi sizlere arzetmeye çalışacağım. Diğerlerinin hepsi yan konulardır, bu ise metnin kendisidir. Niçin kıyam etti? Bu bir derstir: Niçin kıyam etti? İmam Hüseyin'in (a.s) Medine-i Munevvere'de, Mekke-i Mükerreme’de, Yemen’de o kadar izleyicileri vardı, bir köşeye çekilir ne onun Yezid’le ve ne de Yezid’in onunla bir işi olurdu. Şiilerinin ve izleyicilerinin arasında yaşar, ibadet ve tebliğ edebilirdi; o halde niçin kıyam etti? Olay neydi? Asıl soru budur, asıl ders budur. Bu konuya şimdiye kadar hiç kimse değinmemiştir demek istemiyorum. Gerçekten alimler çok çalıştılar, çaba harcadılar, bu hususta çok da konuştular; benim burda arzettiğim şey bu hususta daha kapsamlı bir anlayış ve yeni bir bakıştır.

Bazıları, İmam Hüseyin (a.s) Yezid'in fasid devletini devirerek kendisi bir devlet kurmak istiyordu, İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamının hedefi buydu diyorlar. Bu söz tamamen doğru değildir; yanlıştır da demiyorum. Eğer bu sözden şu kastediliyorsa: "İmam Hüseyin (a.s) devlet kurmak için kıyam etti, neticeye ulaşmanın mümkün olmadığını görünce iyi oldu geri dönelim dedi. Hükümet kurmak maksadıyla hareket eden kimse bu işin mümkün olduğunu gördüğü müddetçe ilerler; ancak bu işin mümkün olmadığını veya mantıklı bir ihtimalin olmadığını görünce vazifesi geri dönmektir. Vazifesi hükumet teşkil etmekse sadece gidilmesi mümkün olan yere kadar gitmesi caizdir. Ancak gidemediği yerden geri dönmelidir." İmam Hüseyin'in (a.s) bu kıyamdan hedefi, Ehlibeyt'in hakkı olan hükumeti kurmaktı diyenlerin maksadı buysa, hayır, bu doğru değildir. Çünkü bu hareketin tamamını gözönüne aldığımızda hedefin bu olmadığını görmekteyiz. Bazıları da karşı noktada yer alarak diyorlar ki: "Hayır efendim, hükumet de ne demek oluyormuş? İmam Hüseyin (a.s) hükümet kuramayacağını biliyordu, İmam (a.s) esasen öldürülmek ve şehid olmak için geldi."

 

Peygamber, İslami düzende bozukluklar baş gösterdiğinde ne yapılması gerektiğini belirtmişti...

Bu söz de bir müddet çok yaygındı. Bazıları bunu şairane tabirlerle dile getirerek güzel bir şekilde beyan ediyorlardı. Bazı büyük alimlerimizin de böyle söylediklerini gördüm. İmam Hüseyin'in (a.s) şehit olmak için kıyam ettiği yeni bir söz değildi. Hareketsiz kalmakla bir şey yapılmayacağından, o halde gidip şehid olarak bir şeyler yapalım sözü de doğru değildir. İslam kaynaklarında, dini kaynaklarda "git kendini ölüme at" diye bir şey yoktur. Bizde böyle bir şey yoktur. İslam’ın tanıttığı şehadet bundan farklıdır. Ayet ve hadislerden de şehadet hakkında şu anlaşılmaktadır ki, insan farz veya yapılması iyi olan mukaddes bir hedef uğruna kendisini ölüme atabilir. Sahih İslami şehadet budur. Ancak öldürülmek için kendini ölüme atmak ve şairane bir tabirle "kanım zalimin ayağını sarsıp onu yere yıksın" diye öldürülmek şehadet değildir. Hayır; bu kadar azametli bir vakıanın hedefi bunlar değildir. Bu da o gerçeğin bir bölümüdür, ancak bu İmam Hüseyin'in (a.s) hedefi değildir. O halde, "İmam Hüseyin (a.s) hükumet için kıyam etti, hedefi hükumet teşkil etmekti" diyemeyeceğimiz gibi "İmam Hüseyin (a.s) sadece şehid olmak için kıyam etti" de diyemeyiz. İmam Hüseyin (a.s) başka bir şey için kıyam etmiştir. Ben bu konuşmamda onu anlatmaya çalışacağım.


Bence, İmam Hüseyin'in (a.s) hedefi hükumet kurmaktı veya şehadetti diyenler hedefle neticeyi karıştırmışlardır. Hayır, bunların hiç biri değildi. İmam Hüseyin’in bunların dışında bir hedefi vardı; ancak bu hedefe ulaşmak için bir harekete ihtiyacı vardı bunu ise iki sonuçtan biri izliyordu: Ya hükumet ya da şehadet. Tabi İmam (a.s) her ikisi için de hazırdı. Hem hükumetin ön hazırlıklarını, hem de şehadetin ön hazırlıklarını yapıyordu. Yani her ikisi için de kendisini hazır durumda tutuyordu. Sonuçta hangisine ulaşırsa ulaşsın doğruydu ve sakıncası yoktu. Ancak asıl hedef bunlar değildi, bunlar sadece hedefi izleyen sonuçlardı. Hedef neydi? İlk önce o hedefi kısaca tanımlayıp sonra biraz açmak istiyorum. İmam Hüseyin'in (a.s) hedefini açıklamak istiyorsak şöyle demeliyiz: İmam Hüseyn'in (a.s) hedefi çok büyük bir dini farizayı yerine getirmekti ki bu farizayı ondan önce hiç kimse yerine getirmemiştir. Ne Hz. Ali (a.s) ve ne de İmam Hasan (a.s).

 

Bu farizanın İslam’ın bütün fikri düzeni ve ameli değerinde önemli bir yeri vardır. Bu fariza çok önemli olmasıyla birlikte temel bir farizadır. İmam Hüseyin (a.s)’ın zamanına kadar bu fariza gerçekleştirilmemişti; neden? Niçin o zamana kadar gerçekleşmediğini açıklayacağım. Bütün tarihe bir ders olması için İmam Hüseyin (a.s) bunu yapmalıydı. Mesela; Resulullah (s.a.a) hükümet kurdu ve hükumet kurmak bütün İslam tarihi için bir ders oldu. Veya Peygamber (s.a.a) Allah yolunda cihad etti ve bu bütün müslümanlar ve sonsuza kadar bütün insanlık tarihi için ders oldu. Bu farz da müslümanlara ve tarihe ameli bir ders olması için İmam Hüseyin (a.s) vasıtasıyla yerine getirilmeliydi; bu işi niçin İmam Hüseyin'in (a.s) yapması gerekiyordu? Çünkü onu yapmanın ortamı İmam Hüseyin'in (a.s) döneminde oluştu. Bu ortam İmam Hüseyin’in döneminde (a.s) oluşmasaydı, mesela İmam Ali Naki (a.s) döneminde oluşsaydı bu işi İmam Ali Naki (a.s) yapardı. Büyük vakıa, İslam tarihinin büyük kurbanı İmam Ali Naki (a.s) olurdu. Bu ortam İmam Hasan'ın (a.s) döneminde oluşsaydı İmam Hasan (a.s) yapardı. İmam Sadık'ın (a.s) döneminde oluşsaydı İmam Sadık (a.s) yapardı. Bu ortam İmam Hüseyin'den (a.s) önceki dönemlerde oluşmadığı gibi İmam Hüseyin'den (a.s) sonra da oluşmadı.

On ikinci imamın gaybet dönemine kadar imamlardan hiç birinin döneminde böyle bir ortam oluşmadı, sadece İmam Hüseyin'in (a.s) döneminde oluştu. O halde hedef, şimdi açıklayacağım farzı yerine getirmekti. Tabi bu farz yapıldığında şu iki neticeden birisini verecekti: Yerine getirdiği bu farzın neticesi ya hükumetti ki, hükumet olsaydı İmam Hüseyin'in (a.s) hükumete hazırlığı vardı ve hükumete geçseydi de işi sıkı tutar ve toplumu Resulullah'ın (s.a.a)’in Hz. Ali'nin (a.s) dönemindeki gibi yönetirdi. Ya da bu farzın neticesi hükumet değil şehadet olacaktı. Netice şehadet olsaydı İmam Hüseyin (a.s) ona da hazırdı. Allah Teala İmam Hüseyin'i (a.s) ve diğer İmamları bu hususta karşılaşacakları öyle bir şehadetin ağır yüküne tahammül edebilecekleri bir şekilde yaratmıştı, İmam Hüseyin (a.s) buna tahammül etti. Kerbela musibetleri de başka bir büyük meseledir. Bu konunun özetidir.


Şimdi konuyu biraz açalım: Resul-i Ekrem (s.a.a) ve herhangi bir peygamber geldiklerinde beraberlerinde bir takım hükümler de getirirler. Bu hükümlerden bazıları kişisel olup, insanın kendisini ıslah etmesi içindir ve bazıları ise toplumsal olup insanların idari hayatını düzenlemek, yönetmek ve insan toplumunu yüceltmek içindir. Bu hükümler topluluğuna “İslam nizamı” denilmektedir. İslam Resul-i Ekrem'in (s.a.a) mukaddes kalbine nazil oldu, namazı, orucu, zekatı, infak etmeği, haccı, aile hükümlerini ve kişisel irtibatları getirdi. Daha sonra Allah yolunda cihad, İslam hükumeti kurma, İslam iktisadı, yöneticiyle halk arasındaki ilişkileri, hükumete karşı halkın görevlerini; bütün bunları insanlığa İslam sunmuş, hepsini de Resul-i Ekrem (s.a.a) getirmiş ve açıklamıştır: "Sizi cennete yaklaştıracak veya cehennemden uzaklaştıracak her şeyi tanıttık." İnsanı ve toplumu, hakka ulaştıracak her şeyi Resul-i Ekrem (s.a.a) açıklamıştır. Sadece beyan etmekle kalmamış, onları pratikte de göstermiştir. Resulullah'ın (s.a.a) zamanında İslam hükümeti ve İslam toplumu oluşturularak, İslam iktisadı uygulandı, İslami cihad yapıldı, İslami zekat alındı ve İslami bir ülke oldu, İslami bir düzen meydana geldi. Bu düzenin mimarı Resulullah'tır (s.a.a).


Bu trenin lokomotifini harekete geçiren, onun çizgisini belirleyen Resul-i Ekrem (s.a.a) ve onun yerine geçen imamlardır. Hattı da bellidir. İslam toplumu ve ferdi, bu hattın üstünde, bu doğrultuda ve bu yolda hareket etmelidir. Eğer bu yolda hareket edilirse o zaman insanlar kemale ulaşır, salih kullar olur ve melekleşirler. Bu durumda zulüm ve kötülük insanların arasından kalkar, fesad yok olur, ihtilaf ve ikilik diye bir şey kalmaz, fakirlik ve cahillik yok olur. İnsanoğlu bedbahtlıktan kurtularak Allah’ın kamil bir kulu olur. Resul-i Ekrem (s.a.a) bu düzeni Medine'nin bir bölümünde daha sonra da Mekke ve diğer bir kaç şehirde uyguladı. Burada şu soru akla gelmektedir: Acaba Resul-i Ekrem'in (s.a.a) harekete geçirdiği bu treni herhangi bir etken, raydan çıkarırsa yapılması gereken şey nedir? İslam toplumu saparsa ve bu sapıklık bütün İslam’ın ve İslam öğretilerinin sapmasından endişe edilecek bir dereceye ulaşırsa bizim vazifemiz nedir? Çünkü iki türlü sapıklık vardır:


Bazen insanlar sapar, fasid olurlar; çoğu zaman böyle olur, ancak İslam’ın hükümleri ortadan kalkmaz. Bazen de insanlar fasid olduğu gibi hükumetler, alimler ve sözcüler de fasid olur; fasid insanlardan da sahih din çıkmaz. Kur’an’ın anlamını tahrif ederler, hakikatları tahrif ederler, iyileri kötü, kötüleri de iyi gösterirler. Münkeri maruf ve marufu da münker ederler, İslam’ın çizdiği çizgiyi yüzseksen derece başka bir yöne değiştirirler. İslam toplumu ve İslam nizamının başına böyle bir şey gelirse insanlar ne yapmalıdırlar? Elbette Resulullah vazifenin ne olduğunu buyurmuştur. Kur’an-ı Kerim'de vazifeyi şöyle açıklıyor "Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse, Allah (yerine), kendisinin onları sevdiği ve onların da kendisini sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden, kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir…" [1]

Bu hususta bir çok ayet ve hadis vardır. İlerde değineceğim gibi İmam Hüseyin'in (a.s) Resulullah'tan (s.a.a) naklettiği hadiste de bu vazife beyan edilmiştir. İmam Hüseyin (a.s) bu hadisi Resulullah (s.a.a)’dan halka nakletmiştir. Peygamber (s.a.a) ilahi hükmü buyurmuştu, ancak Peygamber (s.a.a)’in kendisi bu ilahi hükme amel edebilmiş miydi? Elbette ki hayır; çünkü bu ilahi hüküm toplum sapıklığa düştüğünde amel edilecek bir hükümdü. Hiç bir konuda insanı hükümsüz bırakmayan Allah’u Teala bu hususta da hükmü belirlemiştir ve bu hükmü Peygamber (s.a.a) insanlara açıklamıştır. Aynı zamanda Kur’an ve hadislerde de beyan edilmiştir. Ama Peygamberin (s.a.a) kendisi bu hükümle amel edemezdi. Bu hükme ancak toplum raydan çıkıp saptığı zaman amel edilebilir. Peygamberin (s.a.a) zamanında ise toplum sapmamıştı. Hz. Ali'nin (a.s) döneminde de toplum o derece sapmamıştı. Muaviye’nin başta olduğu İmam Hasan'ın (a.s) döneminde bozulmaların bir çok belirtileri ortaya çıkmış olmasına rağmen tamamen İslam’ın sapmasından endişe edilecek dereceye ulaşmamıştı. Evet; kısa bir dönemde böyle bir durumun oluştuğunu söyleyebiliriz, ancak o dönemde de kıyam için fırsat yoktu. İslam hükümlerinin bir parçası olan bu hükmün önemi devlet kurmaktan az değildir. Çünkü hükumet toplumu idare etmek, yönetmek demektir. Toplum tedricen çizgiden çıkar, bozulmalar olur ve Allah’ın hükmü değişirse; durumu değiştirme, hayatı yenileme, bu günkü tabirle inkılaba cevaz veren hükme ihtiyaç olacaktır.


O halde sapık toplumu ıslah etmek için kıyam etme hükmünün önemi, İslam devletinin içeriğini belirleyen hükümden az değildir. Bunun kafirlerle cihad etmekten veya İslam toplumunda normal bir marufu emr ve münkeri nehyetmekten daha önemli olduğu söylenebilir. Hatta bu hükmün önemi Allah’ın büyük ibadetlerinden ve hacdan da fazla olduğunu söyleyebiliriz. Niçin mi? Çünkü bu hüküm gerçekte ölmek üzere olan İslam’ın veya ölmesinden sonra dirilmesini sağlamaktadır. Elbette ortam uygun olduğunda bu hükme amel etmek farz olur. Çünkü Allah-u Teala insanı, faydası olmayan hiç bir şeyle mükellef etmemiştir. Ortam uygun olmazsa ne yaparsa boştur ve hiç bir etkisi olmaz. Ortamın uygun olması şarttır. Elbette ortamın uygun olmasının da özel bir anlamı vardır. Tehlikesi olduğu için ortam uygun değildir diyemeyiz çünkü amaç bu değildir. Bundan maksat insan yaptığı bu işin sonucu alacağını, mesajını halka ulaştırabileceğini bilmelidir.

 

İmam Hüseyin'in (a.s) döneminde de o bozukluk ve sapıklık oluştuğu gibi ortam da uygundu. Raydan çıkılmıştı; çünkü Muaviye’den sonra öyle birisi hükumete geçmişti ki hatta İslam’ın zahirini bile gözetmiyordu. Şarap içiyor, açıkça zina yapıyor; haksız yere adam öldürüyor, şiirler okuyarak Kur’an’ı ve İslam dinini reddediyordu. Açıkça İslam'a karşı çıkıyordu; ancak Müslümanların emiri olduğu için İslam’ın ismini kaldırmak istemiyordu ama İslam'a da amel etmiyordu. İslam’la alakası yoktu. Aksine kendi amel ve hareketleriyle toplumu kirli su çıkan ve etrafını bulandıran bir kanal gibi bütün İslam toplumunu kirletiyordu. Fasit hakim böyledir. Fasit hakim kalenin başında olduğu için ondan sıçrayan bir şey sadece orda kalmaz, aşağı dökülerek bütün kaleye yayılır. Fakat sıradan normal insanlar böyle değildir. Sıradan insanlar sadece kendi bulundukları yeri bozabilirler. Elbette ki yüksekte olan ve toplumda konumu herkesten yüksek olan kimselerin zararları çok olur. Normal insanların azmaları sadece kendilerini etkiler. Etraflarındaki bazılarının da fesada sürüklenmelerine sebep olabilirler. Ancak başta olan birisinin doğruluğu her yeri etkiler. Yine salih bir kimse olursa onun da doğruluğu her yeri doldurur. Yezit gibi bir kimse o kadar azgınlığıyla birlikte müslümanların halifesi olmuştu. Peygamberin (s.a.a) halifesi! Bundan büyük sapma mı olur? Kıyam için ortam da hazırdı. Elbette tehlike vardı. Güçlü ve kudretli olan bir kimsenin onunla çelişen insanlara tehlike oluşturmaması mümkün müdür? Bunun bir savaş hali olduğu bellidir. Siz onu tahtından aşağı çekmek ve gücünden düşürmek istiyorsunuz, onun sizi seyretmesini bekleyemezsiniz. Tabiidir ki o da size darbe indirecektir. O halde tehlike vardı. Ortam uygundu diyorsak yani İslam toplumu, İmam Hüseyin'in (a.s) mesajını o dönemdeki veya tarih boyunca insanlara ulaştırabilecek bir durumdaydı. İmam Hüseyin (a.s) Muaviye’nin döneminde kıyam etmek isteseydi İmamın mesajı örtbas edilir, gelecek kuşaklara ulaşmazdı.


Bunun sebebi Muaviye dönemindeki hükumetin durumudur ki şimdi ben onu açıklamak istemiyorum. Muaviye döneminde öyle bir siyaset hakimdi ki halk hak sözün hak oluşunu işitemiyordu. Dolayısıyla İmam Hüseyin (a.s) Muaviye’nin döneminde on yıl imam olmasına rağmen hiç bir şey demedi, hiç bir harekete girişmedi, kıyam etmedi. Çünkü o dönemde durum uygun değildi. İmam Hüseyin'den (a.s) önce de İmam Hasan (a.s) vardı. O da kıyam etmedi; çünkü ortam uygun değildi. İmam Hasan (a.s) bu işin ehli olmadığından değil. İmam Hasan (a.s) ile İmam Hüseyin (a.s)’ın bir farkı yoktu. İmam Hüseyin (a.s) ile İmam Seccad'ın (a.s) da bir farkı yoktur.


Yine İmam Hüseyin (a.s) ile İmam Ali Naki'nin (a.s), İmam Hasan Askeri'nin (a.s) bir farkı yoktur. Tabi İmam Hüseyin (a.s) bu cihadı yaptığı için bunu yapmayanlara oranla makamı daha büyüktür. Ancak imamet makamı açısından onların hepsinin makamı birdir. Onlar için de böyle bir şey söz konusu olsaydı bu işi yapar ve bu makama ulaşırlardı. İmam Hüseyin (a.s) hem böyle bir sapmayla karşılaştığı için o vazifeyi yapmak zorundadır ve hem de ortam uygun olduğu için. Dolayısıyla sıradan normal insanlar gibi olmayan, dini bilen, arif, alim, ileri görüşlü olan Abdullah b. Cafer, Muhammed Hanefiyye ve Abdullah b. Abbas gibi kişiler İmam Hüseyin'e (a.s), "tehlikelidir, gitmeyin" dedikleri zaman, tehlike yüzünden vazife kaldırılır demek istiyorlardı. Onlar bu vazifenin sırf tehlikeli olmasıyla kaldırılmayacak bir vazife olduğunu bilmiyorlardı. Evet; tehlikeliydi. Bu vazifenin her zaman tehlikesi vardır. İnsan, görünüşte çok güçlü bir güce karşı kıyam ederse tehlikesiz olabilir mi? Böyle bir şey mümkün müdür? Bu vazifenin her zaman tehlikesi vardır. İmam Humeyni'ye diyorlardı ki, siz Şah'la karşı karşıyasınız, bu iş tehlikelidir. İmam Humeyni bu işin tehlikeli olduğunu bilmiyor muydu? İmam Humeyni bilmiyor muydu ki, Pehlevi rejiminin emniyet görevlileri insanı tutup hapse atar, işkence eder, insanın dava arkadaşlarını öldürür, sürgün ederler? Bunları bilmiyor muydu?

Pekala biliyordu. İmam Hüseyin'in (a.s) döneminde yapılan işin küçük bir örneği de bizim dönemimizde yapıldı. Ancak o dönemde şehadet neticesine ulaştılar, ama bu dönemde ise hükumet neticesine ulaşıldı. Bu ikisi birdir, aralarında hiç bir fark yoktur. İmam Hüseyin'in (a.s) hedefiyle İmam Humeyni’nin hedefi birdi. Hüseynî öğretiler Şia öğretisinin büyük bir kısmını teşkil etmektedir. Bu her şeyin temelidir. Bu İslam’ın temellerinden birisidir. Demek ki hedef İslam'ı asıl hattına döndürmektir. İslam toplumunu sahih hattına döndürmek; ama ne zaman? Doğru yoldan çıkıldığı zaman; cehalet, zulüm, diktatörlük ve ihanet müslümanları yoldan çıkardığı, ortamın hazır ve şartların da kıyama müsait olduğu zaman. Tabi tarihin çeşitli dönemleri vardır. Bazen şartlar müsait olur bazen de olmaz. İmam Hüseyin'in (a.s) zamanında olduğu gibi bizim zamanımızda da şartlar müsait idi. İmam Humeyni (r.a) de aynı işi yaptı.

 

Arz ettiğim gibi hedef birdi, ama insan bu hedefin doğrultusunda giderek, İslami toplumu ve İslami düzeni asıl merkezine yani hakkın hattına döndürmek için zulmani hükumetin ve batıl güçlerin aleyhine kıyam edince, bir bakıyorsunuz ki bu kıyam başarılı oluyor ve hakimiyet ele geçiriliyor.Bizim zamanımızda elhamdulillah bu böyle oldu ve hükumet ele geçti. Bazen de, kıyam hükumet ile sonuçlanmayıp şehadet nasip oluyor. Acaba bu durumda kıyam etmek farz değil midir? Neden olmasın. İnsan şehit olsa da kıyam etmesi farzdır. Acaba şehadetle sonuçlanan bir kıyamın faydası yok mudur? Neden olmasın; ikisinin arasında hiç bir fark yoktur. Bu kıyam, bu hareket her iki durumda da faydalıdır. Ancak her birinin kendine özgü faydaları vardır. Bu iş yapılmalıydı, hareket edilmeliydi; işte bunu İmam Hüseyin (a.s) yaptı. Bu işi ilk yapan kişi İmam Hüseyin'di (a.s). Ondan önce hiç kimse bu şekilde kıyam etmedi; çünkü böyle bir ortam yoktu. Peygamber (s.a.a) ve Ali (a.s) zamanında bu şekilde toplumsal bozukluk yoktu, olsaydı da kıyam etmek için ortam hazır değildi. İmam Hüseyin (a.s) zamanında her ikisi de vardı. İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamında asıl mesele budur. O halde konumuzu şöyle toparlayabiliriz: İmam Hüseyin (a.s) İslami düzenin ve İslam toplumunun yapısını yenilemek veya İslam toplumundaki büyük eğrilik ve sapmaların karşısında durmaktan ibaret olan büyük farzı yerine getirmek için kıyam etti. Bunları yapmak ancak kıyam etmekle, marufu emretmek ve münkerden nehyetmekle olur. Tabii ki daha önce de arzettiğim gibi bu iş bazen hükumete ulaşmakla sonuçlanır; İmam Hüseyin de bunun için gelmişti; ve bazen de neticesi şehadet olur ki İmam şehid olmaya da hazırdı. Bunları ben İmam Hüseyin (a.s)’ın kendi sözlerine dayanarak söylüyorum. Ben Hz. Hüseyin'in (a.s) sözlerinden bir kaçını seçtim. Hepsi de yaklaşık olarak aynı manayı ifade ettiği için bunlarla yetiniyoruz. Birincisi Medine’de Medine’nin valisi Velid’in İmamı (a.s) çağırarak: "Muaviye öldü, sizin Yezid'e biat etmeniz gerekiyor" dediği gecedir. İmam Hüseyin'de (a.s): "Bırak sabah olsun, gidip düşünelim, bakalım biz mi halife olmalıyız yoksa Yezid mi?" diye buyurdu. O günün sabahı Mervan Medine’nin sokaklarının birisinde İmam Hüseyin'i (a.s) görerek: "Ey Eba Abdullah kendini ölümün kucağına atıyorsun. Neden halifeye biat etmiyorsun? Gel biat et kendini ölümden kurtar" dediğinde İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Allah'tan geldik Allah'a döneceğiz. Eğer Yezid gibi biri başa gelir ve İslam Yezid gibi birine kalırsa artık İslam’a veda etmeliyiz." Mesele Yezid’in şahsı değildir. Mesele Yezid gibilerdir.


İmam Hüseyin (a.s) şunu demek istiyor: Şimdiye kadar olanlara tahammül edilebiliyordu. Ama şimdi söz konusu olan İslam’ın kendisi, dinin temeli ve İslam toplumudur. Yezid gibi birinin hükmetmesiyle İslam yok olacaktır. Yoldan çıkma tehlikesi ciddi bir tehlikedir. İslam’ın aslı tehlikededir. Mekke’den ayrılmak istediği zaman bir vasiyetinde kendi hedefini açıklamıştır, tabi İmam Hüseyin hem Medine’den ve hem de Mekke'den ayrıldığında Muhammed Hanefiyye ile arasında bazı konuşmalar geçmişti. Zilhicce ayında Mekke'den ayrılmak istediğinde Muhammed Hanefiyye de Mekke'ye gelmişti. Bence bu vasiyeti İmam o zaman Muhammed Hanefiyye ile aralarında geçen konuşmada yapmıştır. İmam Hüseyin (a.s) kardeşi Muhammed Hanefiyye’ye vasiyyet olarak bir şey yazıp verdi. Orada Allah'ın vahdaniyetine şehadetten sonra şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki ben bozgunculuk yapmak, tuğyan etmek, zulmetmek ve fesat çıkarmak için kıyam etmedim." Yani gelecekte bazıları "İmam Hüseyin de hükumete geçmek, kendini göstermek, dünyada keyfini sürdürmek, zulmetmek ve fesad çıkarmak için savaşanlar gibi savaşıp, mücadele verdi" diye yalan savurmasınlar. Bizim işimiz böyle işlerden değildir. "Şüphesiz ki, ceddimin ümmetini ıslah etmek için kıyam ediyorum." Yani hedefim ıslahtır, ıslah etmek istiyorum.


Bu farzı İmam Hüseyin'den (a.s) önce hiçkimse yerine getirmemişti. Bu ıslah, kıyam etmek yoluyla gerçekleşmektedir. Bu cümleyi İmam o vasiyetnamede yazmıştır. Biz huruc edeceğiz, yani kıyam edeceğiz ve bizim kıyamdan amacımız ıslah etmektir. Kesinlikle hükumeti ele geçireceğiz veya şehit olacağız diye kıyam etmiyoruz. Hedefimiz ıslah etmektir. Elbette ıslah küçük bir olay değildir. Bazen şartlar öyle bir şekilde gelişiyor ki, insan hükumete ulaşır ve gücü ele geçirir. Bazen de bu işi yapamaz ve şehid olur. Aynı zamanda her iki kıyam da ıslah etmek için yapılmış olur. Daha sonra İmam (a.s) buyuruyor ki: "Marufu emretmek, münkerden nehyetmek ve ceddimin yolunda gitmek için kıyam ediyorum." Islahın metodu budur. Daha önce de söylediğim gibi marufu emretmenin ve münkerden sakındırmanın örneği budur. Yine İmam Hüseyin (a.s) Mekke'de biri Basra'nın, diğeri de Kufe’nin ileri gelenlerine olmak üzere iki mektup yazdı. Basra’ya yazdığı mektupta şöyle buyuruyordu: "Elçimizi size bu mektupla gönderiyorum. Ve ben sizi Allah'ın kitabına ve Peygamber’in sünnetine (uymaya) davet ediyorum. Şüphesiz ki sünnet ölüyor, bidatlar canlanıyor. Eğer beni dinlerseniz sizi doğru yola hidayet ederim." Yani ben bidatı kaldırmak, sünneti ihya etmek için kıyam etmişim. Yani İslam Peygamberinin sünnetini ve İslami düzeni ihya etmek, o büyük vazifeyi yerine getirmek istiyorum. Bu mektubu Basralılara yazmıştı. Ama Kufe’ye gönderdiği mektupta ise şöyle buyuruyor: "And olsun ki; Kitabla amel etmeyen, adaletle hükmetmeyen, halkla beraber olmayan, Allah yolunda nefsini korumayan birisi imam değildir. Vesselam" Yani fısk-u fucur ehli olan, ihanet eden, fasid ve Allah'tan uzak olan birisi İslam toplumunun imamı, rehberi ve önderi olamaz. İmam, toplum içinde Allah’ın kitabına amel etmelidir. Kendisini bir köşeye çekip inzivada namaz kılması yeterli değildir. Kitabla amel etmeyi toplumda canlandırmalıdır. Adaletli olmalıdır, hakkı toplumun kanunu yapmalıdır. Yani toplumun kanun ve kaidelerini hakka yönlendirmeli, batılı da silip atmalıdır. "Allah yolunda nefsini korumak." Galiba bu cümle, imam olacak birisinin ilahi yolda nasıl olursa olsun kendisini koruması, şeytani ve maddi şeylerin esiri olmaması manasına gelmektedir. İmam burada hedefi belirtiyor. İmam Hüseyin (a.s) Mekke'den çıktı, yolda, konakladığı her yerde çeşitli insanlarla görüşüyor ve çeşitli tarzlarda hedefini onlara açıklıyordu. Hür b. Riyahi'de menzillerin bir bölümünü İmam Hüseyi'in (a.s) parelelinde gelmiş ve maksadı Hz. Hüseyin’i kontrol etmekti. Beyre'ye yetişince bineklerinden indiler.


Belki de yorgunluklarını gidermeden önce ya da ondan çok kısa bir süre sonra İmam (a.s) düşmanın orudusuna hitaben şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Resulullah buyuruyor ki; Allah'ın helalını haram eden, O'nun hükmünü yerine getirmeyen, Resulullah’ın sünnetine muhalefet eden ve insanları ona (bu sünnete uymaya) teşvik etmeyen, halka günah ve düşmanlıkla davranan zalim bir sultanı gören herkes sözle ve amelle onun aleyhinde olmazsa o insanı zalim sultanı göndereceği yere göndermesi Allah’a haktır" Yani zulmeden, Allah'ın helalını haram, haramını helal sayan, Allah’ın hükmünü bir kenara iten, onunla amel etmeyen, başkalarını da onunla amel etmeye teşvik etmeyen, halk içinde günahla amel eden ve düşmanca davranan bir sultan, yani fasid ve zalim biri ki (Yezid bunun en belirgin örneğidir) iş başında olursa, bu özellikleri taşıyan bir sultanı gören herkes hakkında, Peygamber (s.a.a) buyuruyor ki: "Diliyle ve ameliyle onun aleyhinde olmazsa Allah Teala sessiz ve ilgisiz kalan, herhangi bir girişimde bulunmayan o insana da kıyamet gününde zalim sultana vereceği cezanın aynısını verecektir." Bunu Peygamber (s.a.a) buyurmuştur. Bu da Peygamberin (s.a.a) bu meselenin hükmünü sözle buyurduğu örneklerden birisidir.


Peygamber (s.a.a), İslami düzende bozukluklar baş gösterdiğinde ne yapılması gerektiğini kendisi belirtmişti. İmam Hüseyin'de (a.s) Peygamber (s.a.a)’in bu sözünü delil olarak gösteriyordu. Demek ki belirlenen görev "zalim sultanın aleyhine kıyam etmek"tir. Bu şartlar altında kıyam edilmesi gerekir. Elbette arzettiğim gibi, ortam müsait olduğunda insanın böyle bir şeyin karşısında kıyam etmesi farzdır. Netice ne olursa olsun, ister ölüm, ister başarı, ister kıyam görünüşte muvaffak olsun, ister olmasın böyle bir durumda her Müslüman kıyam etmelidir. Bu vazifeyi Peygamber (s.a.a) buyurmuştur. İmam Hüseyin (a.s) daha sonra buyuruyor ki; "Ben (kıyam etmeye) başkasından daha layığım." Yani, "bütün müslümanlardan önce kıyam etmeye, hareketi başlatmaya ben daha evlayım. Çünkü ben Peygamberin torunuyum. Eğer Peygamber (s.a.a) bu kıyamı Müslümanların hepsine tek tek farz etmişse, bu, Peygamber (s.a.a)’in torunu, O’nun ilim ve hikmetinin varisi olan Hüseyin b. Ali'ye başkalarından daha önce farzdır. Ben bu yüzden kıyam ediyorum." Gadir denen yerde İmama (a.s) dört kişi daha katıldı. İmam (a.s) onlara hitaben buyurdu ki, "Bilin; Allah’a and olsun ümidim, Allah’ın bizim için istediği iki hayırdan birisine: ya şehadete ya da zafere ulaşmaktadır." Bu da zafere ulaşmakla şehid olmanın onların nazarında hiç bir farkının olmadığının başka bir delilidir. Vazife vazifedir, yerine getirilmesi gerekir. Yani buyuruyor ki: "Allah Teala’nın bizim için istediği şey bizim hayırımıza olan şeydir, ister muzaffer olalım, ister şehit olalım, farketmez. Biz vazifemize amel ediyoruz." Kerbela’ya geldikten sonra ilk hutbesinde: "Gördüğünüz gibi bize tayin olunan şey nazil oldu." diyerek şöyle devam etti: "Hakka amel edilmeyip batıldan sakınılmadığını görmüyor musunuz; işte böyle bir durumda müminin haklı olarak Allah’a kavuşmağı (ölmeği, şehit olmayı) istemesi gerekir." İmam Hüseyin (a.s) bu farzı yerine getirmek için kıyam etti. Ve bu farz tarih boyunca bütün müslümanları ilgilendirmektedir. İslam toplumu köklü bir sapmayla yüzyüze geldiği zaman ve İslami hükümlerin tümünün değiştirildiği görüldüğü an bütün müslümanlar kıyam etmelidir. Elbette şartların uygun olduğu ve kıyamın etkili olacağı bilindiği zaman. Ölmemek ve hayatını sürdürmek, eziyet görmemek, zulüm görmemek bu şartların içinde değildir. Bu yüzden İmam Hüseyin (a.s) kıyam edip herkese ders olması için ameli olarak bu farzı yerine getirdi. Tarihte uygun şartlarda bu işi yapanlar olabilir. Ama İmam Hüseyi'den (a.s) sonra ki İmamların (a.s) hiçbirisinin zamanında bu şartlar meydana gelmedi.


Çünkü onların yapacağı daha önemli işler vardı. İslam toplumunda bu şartlar İmam Zaman'ın (a.s) gaybetinden önce ve sonra gerçekleşmedi. Ancak tarih boyunca buna benzer şartlar İslam ülkelerinde vuku bulmuştur. Şimdi bile belki de İslam dünyasının bazı yerlerinde ortam hazırdır ve müslümanların kıyam etmesi gerekir. Eğer kıyam etseler hem vazifelerini yerine getirir, hem de İslam’ın izzetini yüceltmiş olurlar. Bir kaç kez kaybedebilirler; ama ıslah için yapılan bu kıyam devam ederse şüphesiz fesad ve bozukluk kökünden kazınacak ve silinip gidecektir. Bu işi hiç kimse bilmiyordu. Çünkü Peygamber (s.a.a) zamanında olmamıştı. İlk üç halife zamanında da olmamıştı, Hz. Ali (a.s) da yapmamıştı. Bu yüzden İmam Hüseyin (a.s) ameli yönden İslam tarihine büyük bir ders verdi. Gerçekte İslam’ı yüceltti. Böyle sapmalar nerede olursa olsun İmam Hüseyin (a.s)’ın mektebi bir ilahî metot olarak size ne yapacağınızı söyler. Vazife budur. Bu sebepten dolayı Kerbela vakıası canlı tutulmalıdır. Çünkü Kerbala olayının anılması bu ameli dersi, insanlığın gözü önüne getirir ve ders verir. Maalesef diğer İslami ülkelerde Aşura dersi gerektiği gibi tanınmamaktadır. Halbuki tanınması gerekir. Bizim ülkemizde tanınmıştır. Bizim ülkemizde halk İmam Hüseyin'i (a.s) tanımaktadır. İmam Hüseyin (a.s)’ın kıyamını biliyorlar. Bu yüzden İmam Humeyni: "Muharrem kanın kılıca galip geldiği aydır" diye buyurduğunda halk şaşırmadı. Gerçekte budur: Kan kılıca galip geldi. Ben yıllar önce bu konuyu toplantıların birinde bir gruba arzettim. Elbette inkılaptan önce idi. Belki de yirmidört - yirmibeş yıl önce. Orada papağanın hikayesini örnek olarak anlatmıştım. Bunu Mevlana Mesnevi’ de yazmıştır. Tabi bu, gerçekleri açıklaya bilmek için bir örnektir. Mevlana Mesnevi’de şöyle yazıyor: Bir tüccarın papağanı vardı. Hindistan'a yolculuk yapmak istediğinden ailesi ve çocuklarıyla vedalaştıkdan sonra papağanıyla da vedalaşmak istedi. ve şöyle dedi: "Ben senin vatanın olan Hindistan’a gidiyorum. Oradaki papağanlara söylememi istediğin bir sözün var mı?" Papağan da dedi ki "Hindistan'da falan yere git, benim akrabam ve arkadaşlarım oradadırlar. Onlara sizlerden biri benim evimde kafestedir de. Sadece bunu onlara söyle, senden başka bir isteğim yok."


Tüccar Hindistan’a gittiğinde papağanın dediği yere gitti ve orada ağaçların üstünde birçok papağanın olduğunu gördü. Onlara seslenerek şöyle dedi: "Ey papağanlar, size bir mesaj getirdim, sizlerden birisi benim evimde kafeste yaşıyor. İyi yemeği ve güzel bir yaşamı var; sizlere selam gönderdi." Tüccar sözlerini tamamladığında gördü ki, ağaçların üzerindeki papağanların hepsi kanat çırparak gözlerinin önünde düşüp öldüler. Tüccar buna çok üzüldü ve; "Niçin ben bu sözleri söyledim de bu papağanlar öldüler" dedi. Artık olan olmuştu, Tüccar evine döndüğünde papağanın kafasının karşısında durarak, "Senin papağanlara gönderdiğin mesajı ilettim" dedi. Papağan; "Peki, ne dediler?" diye sordu. Tüccar: "Hiç bir şey demediler. Senin mesajını onlara ulaştırınca hepsi kanatlarını çırparak düşüp öldüler" dedi. Papağan tüccarın ağzından bu sözleri duyar duymaz, kafesin için yığılıp kaldı. Tüccar buna da çok üzüldü, ama papağan ölmüştü ve onu kafeste tutamazdı. Kafesin kapısını açarak papağanı dışarı çıkardı, ayağından tutarak dama attı. Papağanı atar atmaz, papağan uçarak duvarın üzerine kondu ve dedi ki: "Çok teşekkür ederim, ey tüccar sen benim kafesten kurtulmama sebep oldun. Ben ölmemiştim, sadece ölü numarası yaptım. Ve bu dersi ise o papağanlar bana öğrettiler. Kafeste olduğumu anlayınca, ordan kurtulmam için ne yapmam gerektiğini bana anlattılar. Yani dirilmek için ölmeyi ve böylece gerçek kurtuluşu öğrettiler ve ben onların mesajını senden aldım." Bu hareketlerle verilen bir dersti. O kadar mesafe olmasına rağmen bana ulaştı ve ben ondan istifade ettim. Ben, o bacı ve kardeşlere diyordum ki azizlerim, sizin vazifenizin ne olduğunu artık İmam Hüseyin (a.s) size hangi dille söylesin. Şartlar aynı şartlardır, İslam da aynı İslam'dır. İmam Hüseyin (a.s) bunu bütün nesillere önce kendisi amel ederek gösterdi, örnek oldu.


İmam Hüseyin'den (a.s) bir kelime nakledilmeseydi bile vazifemizi bilmemiz gerekirdi. Din düşmanlarının kendilerine hüküm sürdüğü ve müslümanları tutsak hale getirdiği bir millet zaman boyunca vazifeninin ne olduğunu anlamalıdır; çünkü Peygamberin (s.a.a) torunu, masum imam bu gibi şartlarda ne yapılması gerektiğini göstermiştir. Dille olmazdı; bu konuyu yüz dille söyleseydi ve kendisi gitmeseydi bu mesajın tarihte geçmesi mümkün değildi, imkansızdı. Tarihten sadece nasihat etmek ve dille söylemek geçmez. Bin türlü tabir ederler; amel olması gerekir, o da İmam Hüseyin'in (a.s) yaptığı böyle büyük bir amel, böyle zor bir amel, böyle muhteşem ve canyakıcı bir fedakarlık. Gerçekten Aşura gününün sahnesi gözümüzün önündedir. İnsanoğlunun başına gelen bildiğimiz felaketler, trajediler içinde Kerbela faciası henüz eşsizdir ve bir benzeri yoktur diyebiliriz. Resulullah (s.a.a)’in buyurduğu gibi, Hz. Ali'nin (a.s) buyurduğu gibi, İmam Hasan'ın (a.s) buyurduğu ve rivayetlerde olduğu gibi; "Hiç bir gün senin günün gibi yani Aşura günü gibi, acı olmamıştır. Hiç bir olay senin başına gelen vakıa gibi değildir." Bugün de Aşura günüdür. Burada bir kaç kelimeyle İmam Hüseyin'in (a.s) musibetlerini hatırlatmak istiyorum. Kerbela’nın her yeri musibetle doludur. Aşura'nın bütün olayları acı ve ağlatıcıdır. Kerbela’ya girdikleri saatten itibaren her bölümü, İmam Hüseyin'in (a.s) konuşmaları, hutbeleri, şiir okuması, ölümden haber vermesi, bacısıyla, kardeşleri ve azizleriyle konuşması, Aşura gecesi, Aşura sabahı, Aşura öğlesi, Aşura ikindisine kadar hepsi tamamıyla musibettir. Ben onun sadece bir köşesini arzedeceğim size. Bu günler mersiye ve ağlama günleridir ve biz de her yerde işitmekteyiz. Benim de bu yüce Hüseynî ağıtta birazcık payım olsun diye bir kaç kelime arzedeceğim. Bu Cuma namazında gençlerini kaybeden belki de binlerce insan vardır. Milletimiz Allah yolunda çok gençler verdiklerinden ben de İmam Hüseyin (a.s)’ın gençlerinden bir kaç kelime arzetmeyi uygun gördüm. Biz herkese diyoruz ki, bir metine dayanarak okuyun, bir metine dayanarak mersiye okumanın nasıl olduğunu görmeniz için ben İbni Tavus’un "Luhuf" adındaki kitabının metnini okumak istiyorum size. Bu kitap İbni Tavus'un Luhuf'udur. Ali b. Tavus altıncı yüzyılda, hicri beşyüz küsür yılda yaşayan büyük Şia alimlerindendir. O ilim ailesindendir, ailesinin hepsi iyidir, özellikle bu iki kardeş: Ali b. Musa b. Cafer b. Tavus ve Ahmed b. Musa b. Cafer b. Tavus. Bu iki kardeş büyük alim ve yazarlardandırlar. Bu kitap Seyid Ali b. Musa b. Cafer b. Tavus’undur ki minberlerde bu kitabın metni bir hadis gibi okunmaktadır. Ben bu kitabın üzerinden okuyorum.


Orada diyor ki: "İmam Hüseyin'in (a.s) bütün ashabı şehit olup kendi ailesinden başka kimse kalmayınca Ali Ekber çadırların kurulduğu yerden dışarı çıktı.


Ali Ekber en güzel gençlerdendi. Babasının yanına gelerek; "Babacığım, izin verirseniz şimdi ben gidip savaşarak canımı size feda etmek istiyorum" dedi. İmam Hüseyin (a.s) hiç direnmeden oğluna izin verdi. Ali Ekber, ashabı, kardeşi oğulları ve bacısı oğulları olmadığından artık ona "gitme, dur" demedi. O, İmamın (a.s) kendi vücudunun bir parçasıydı, ciğer paresiydi. Şimdi meydana gitmek istediğine göre İmam Hüseyin (a.s) ona izin vermeliydi. Meydana giden bu genç İmam Hüseyin'in (a.s) infakıdır, Hüseyin’in İsmail’idir. Dolayısıyla gitmesine müsade etti. Ancak Ali Ekber çadırlardan, meydana doğru yola çıkınca İmam (a.s) Ali Ekber’in güzel boyu ve simasına ümitsiz bir bakışla baktı ve sonra dedi ki: "Allah'ım! Sen şahid ol, öyle bir genci ölüme gönderiyorum ki hem sima, hem konuşma ve hem de ahlak açısından yani her yönüyle insanların Resulullaha (s.a.a) en çok benzeyeniydi. Öyle bir genç ki, ahlakı Peygamber’e herkesten çok benzerdi, yine yüz şekli yani sureti ve konuşması da Resulullah’a herkesten çok benzerdi." Bakın, İmam Hüseyin'in (a.s) böyle bir genci ne kadar da çok severdi, özel bir aşkı var. Sırf oğlu olduğu için değil, Peygambere (s.a.a) benzediği için İmam Hüseyin Ali Ekberi çok severdi. Bu gencin savaş meydanına gitmesi İmam Hüseyin (a.s) için çok zordu. Nihayet Ali Ekber meydana gitti. Merhum İbni Tavus şöyle naklediyor:

 

"Bu genç savaş meydanına giderek uzun bir süre savaştıktan sonra babasının yanına gelerek dedi ki: Babacığım; susuzluk beni öldürüyor. Eğer su varsa bana bir miktar su ver. İmam da ona şöyle cevap verdi: "Savaşa geri dön. Biraz sonra ceddinin (Resulullah'ın) eliyle susuzluğunu gidereceksin." Ali Ekber tekrar meydana döndü. Ali Ekber savaş sahnesine döndü, en büyük savaşı Ali Ekber yaptı. Son derece bir cesaret ve yiğitlikle savaştı. Bir müddet savaştıktan sonra düşman ordusundan birisi okla onu hedef aldı. Onu atın üzerinden yere düşürdü. Bu durumda Ali Ekber, "Babacığım; Allah'a ısmarladık. Bu ceddim Peygamber’dir. Sana selam göndererek çabuk gel Hüseyin, diyor" dedi. Ali Ekber bu cümleyi söyledikten sonra ah çekerek canını teslim etti. İmam Hüseyin (a.s) oğlunun sesini duyunca savaş meydanına gitti. Genç oğlunun cesedinin düştüğü yere ulaştı ve oğlunun baş ucunda durdu. Yüzünü Ali Ekber'in yüzüne koyarak bir kaç kelime konuştu. Bu olayı yakından görerek nakleden ravi diyor ki: Bir ara Zeyneb'in çadırdan dışarı çıkarak, "Bu benim kardeşimin oğludur" diye feryat ederek gelip kendisini Ali Ekber'in cesedinin üzerine attığını gördüm. İmam Hüseyin (a.s) gelip bacısının kolundan tutarak onu Ali Ekber'in cesedinin üzerinden ayırdı ve kadınların yanına gönderdi, çünkü Zeyneb'in savaş meydanında olması münasip değildi. Tabi şu ibareyi okursak gerçekten bu kelimeleri duymakla insanın kalbine ateş dolar. İbni Tavus'un yazdığına göre ki, bu hususta kesinlikle sahih rivayetler de vardır; İmam Hüseyin'in (a.s) kendisini Ali Ekber'in üzerine attığı yazılmamıştır, aksine diyorlar ki İmam Hüseyin (a.s) yüzünü oğlunun yüzüne bıraktı. Kendisini Ali Ekber'in üzerine atan Hz. Zeyneb'tir. Burada şunu da belirteyim ki, Zeyneb, bu seyitlerin halası Kerbela'da kendisinin de iki oğlu şehid oldu, o da iki Ali Ekberini şehit verdi. Ben hiç bir kitapta, oğulları şehid olduğunda Hz. Zeyneb'in (s.a) bir tepki gösterdiğini, mesela bağırdığını, sesini yükselttiğini, kendisini gençlerinin üzerine attığını yazdıklarını görmedim. Günümüzdeki bu şehidlerin anneleri aynen Hz. Zeyneb gibi davranmaktalar. Günümüzde insan iki veya üç oğlunu şehid veren anneleri gördüğünde onların çok azında acizlik ve zaaf hisseder. Bu anneler gerçekten aslan gibi kadınlardır. Avn ve Muhammed adında iki oğlu şehid olduğunda Hz. Zeynep (s.a) zaafı gösteren bir tepki göstermedi; ancak kendi oğulları hariç iki yerde Hz. Zeynep (s.a) kendisini şehidin cesedinin üzerine attı. Birisi burasıdır; Ali Ekber'in cesedinin baş ucuna gelerek kendisini iradesiz olarak onun üzerine attı. Biri de Aşura günü ikindi vaktidir. Zeyneb, kardeşi Hüseyin şehit olduğunda kendisini onun bedeninin üzerine attı. Feryat ederek dedi ki: "Ya Resulullah! Bu senin Hüseyin'indir, bu senin azizin ve vücudunun parçasıdır."


[1]- Maide/54.

ehlader



Tarayıcı Bildirimlerini Aktif Edin, Sondakika Haberleri Size Ulaşsın...Evet Hayır

Pazartesi, 31 Temmuz 2017 03:35

ABD'nin İran aleyhine yeni senaryosu

  ABD'de bir federal yargıç, İran'ı tazminat ödemekle mahkum etti. Yargıç Christopher R. Cooper Cuma günü verdiği kararında, 2003 yılında işgal altındaki Kudüs'te HAMAS'ın bombalı eylemlerinden biri sonucu hayatını kaybedenlerin ailelerine 209 milyon dolar tazminat ödemesi gerektiğini belirtti. 

Ancak bu haber, ABD Hazine Bakanlığı ve Kongresi'nin İran karşıtı yaptırım kararlarıyla kıyaslandığında pek de önem arzetmiyor. Buna rağmen, bu girişimler ve kararların içeriğine bakıldığında, Washington'da İran karşıtı planlanmış hasmane girişimler arasında bir nevi sistematik irtibat görülüyor. 

1984 yılından itibaren, ABD Dışişleri Bakanlığı, İran'ı terörizmi destekleyen ülkelerin listesine koymuştur. Bu durum, ABD tarafından bir bidat haline gelmiş ve mahkemeler, ABD yönetiminin desteğiyle İran aleyhinde kararlar veriyorlar. 

El-Cezire tv kanalı bu bağlamda son günlerde aktardığı bir raporda, ABD'nin İran'a yönelik yaptırımlarının sürmesinin Washington tarafından terörizme hükümetlerce destek girişimi olarak görülen olaylarda hayatını kaybedenlerin ailelerine tazminat alabilecekleri konusunda güvence verdiğini bildirdi. 

Bu girişimler ABD tarafından oldukça planlanmıştır. ABD yönetimi bu bağlamda iki önemli hedef peşindedir. 

Birinci şu ki; İran'ın terör eylemlerine karıştığını telkin etmek ve ABD'yi İran tarafından yönlendirilen terörizmin kurbanlarından biriymiş gibi olarak göstermektir. 

İkinci hedefi ise, İran tarafından sözde istikrarsızlaştırıcı girişimler ve terörizme destek bahanesiyle Tahran'a yönelik yaptırımları ağırlaştırmak için uluslararası konsensüs sağlamak için zemin oluşturmaktır. 

ABD Kongresi'nin son kararı, bu hedef ile paralellik arz eden en yeni gayret sayılıyor. 

Hatırlanacağı üzere ABD Temsilciler Meclisi'nden " 2017-İran'ın istikrarsızlaştırıcı girişimleriyle mücadele kanunu" geçti. 

Amerikan Senatosu da önceki sabah Tahran ve Moskova aleyhinde düşmanca siyasetleri çerçevesinde 2 oya karşı 98 oyla İran ve Rusya aleyhinde yaptırım tasarısını onaylamıştı. Sözkonusu tasarı daha önce de Amerikan Temsilciler Meclisi'nden 3 oya karşı 419 oyla geçmişti. 

Sözkonusu yaptırım kararı, 15 temmuz tarihinde İran ve Rusya aleyhinde alınan yaptırım kararının daha da kapsamlı bir şekilde düzeltilmiş hali olarak kabul ediliyor. 

İran Meclisi ABD yaptırımları ile mücadele tasarısını onayladı
İslami Şura Meclisi Milli Güvenlik Komisyonu Amerika’nın yeni yaptırımları ile mücadele yönünde hazırlanan yasa tasarısını onayladı.

Konu ile ilgili bir açıklama yapan komisyon sözcüsü Hüseyin Nakavi, Dışişleri Bakanı Yardımcıları Abbas Irakçi ve Hasan Kaşkavi ile olağanüstü oturum düzenlendiğini, oturumda Amerikan kongresinin yaptırım kararı ve İran’ın yapması gerekenler detaylı bir şekilde ele alındığını ifade etti.

Nakavi, oturumun sonunda ABD yaptırımları ile mücadeleyi öngören yasa tasarısı komisyonda onaylandığını belirtti.

Cumhurbaşkanı Ruhani vurguladıABD kongresinin hareketine mutlaka cevap vereceğiz
Bakanlar Kurulu oturumunda konuşan Cumhurbaşkanı Ruhani, Amerika’nın İran İslam Cumhuriyeti ve İran milletine yönelik husumetlerinin devam ettiğini belirterek, İran milleti bu husumetleri ve mücadele yollarını çok iyi bildiğini, nitekim son kırk yılda da her gün Amerika’nın bu tür haksız uygulamaları ile karşı karşıya bulunduklarını kaydetti.

İran İslam Cumhuriyeti mutlaka Amerika’nın yeni hareketine gereken cevabı vereceğinin altını çizen Cumhurbaşkanı Ruhani, ilk etapta İslami Şura Meclisi bu alanda adımlarını atacağını ve gerektiği takdirde başka adımları da ülkenin maslahatı doğrultusunda atacaklarını ve bu yaptırımlara aldırmadan kendi yollarına devam edeceklerini vurguladı.

İmam Hamenei, Hac’ın İslam ümmetinin Filistin, Mescid-i Aksa ve ABD’nin bölgedeki şirretlikleriyle ilgili tutumlarının ilanı için en iyi zaman ve mekan olduğunu belirtti.

İmam Hamanei bu yılki hac merasimi çalışanları ve yetkililerini kabul ettiği görüşmede, Hac’ı İslam ümmetinin kabul ettiği konularda tutumlarının ilanı için bir fırsat olarak niteleyerek, bu konulardan birinin sahte ve gasıp Siyonist rejimin küstahlık ve habisliğinin en çok gündemde olduğu şu sıralarda Mescid-i Aksa ve Kudüs meselesi olduğunu vurguladı.

İmam Hamanei , Filistin meselesinin unutulmaması gerektiğinin altını çizerek, Filistin meselesini İslam dünyasının en önemli meselesi olarak niteledi, “Müslüman milletlerin Filistin ve Mescid-i Aksa ile ilgili tutum ve görüşlerinin ilan edilmesi için Beytullah’ul Haram, Mekke, Medine, Arafat, Meş’ar ve Mina’dan daha iyi neresi olabilir” ifadesini kullandı.

İmam Hamanei , ABD’nin İslam ülkeleri ve bölgeki müdahaleleri ve şirretlikleri ve tefkirci terörist grupları oluşturmasına dikkat çekerek, Hac merasimi sırasında Müslüman milletlerin bu bağlamda da kendi tutumlarını ortaya koymaları gerektiğinin altını çizdi.

İmam Hamanei , ABD’nin bizzat kendisinin  bütün terörist akımlardan daha habis ve kötü olduğunu vurguladı.

İmam Hamanei , Müslüman milletlerin birlik ve vahdet konusuna özen göstermelerini de çok önemli nitelerken, Müslümanlar arasında düşmanlık ve anlaşmazlık çıkarılması için milyarlarca dolar harcanırken, Müslümanlar’ın bu tefrikacı girişimlere yardım etmemeleri için dikkatli olmaları gerektiğini kaydetti.

İmam Hamanei , İslam Cumhuriyeti’nin daimi ve ciddi talebinin İranlı hacılar dahil bütün hacıların güvenlik, emniyet, onur ve refahının sağlanması olduğunu, Haremeyn-i Şerifeyn’i yöneten ülkenin, hac güvenliğinden sorumlu olduğunu ifade etti.

İran’ın İmam Humeyni -ks- milli uzay üssü uzaya uydu taşıyabilen Simurg füzesinin fırlatılması ile resmen hizmete girdi.

İran’ın ilk sabit rampalı uzay üssü olan İmam Humeyni -ks- milli uzay üssü uzaya füze taşıyan füzeleri fırlatmak için gerekli tüm aşamaları ve fırlatma ve kontrol etme ve yönlendirme gibi tüm gerekli merhaleleri yürütebiliyor.

İmam Humeyni -ks- milli uzay üssü dünya standartlarına göre tasarlanarak inşa edilen ve İran’ın alçak irtifalı yörüngelere uydu yerleştirme ihtiyacını tamamen karşılayabilen bir uzay üssüdür.

Simurg füze de 250 kg ağırlığında uyduları yerden 500 km yükseklikteki yörüngelere yerleştirebilen İran yapımı bir füzedir.

ABD donanmasına ait bir gemi, İran körfezinde bir İran Sahil Güvenlik botuna uyarı ateşi açtı. İran botunun, ABD savaş gemisine 150 metreden fazla yaklaştığı için uyarı ateşi açtığı bildirildi.

İran sahil güvenliği ABD gemisinden gelen uyarıya yanıt vermeyince, gemiden ateş açıldı. İki ABD’li savunma yetkilisine göre, olay anında uluslararası sularda rutin görevde olan ABD Deniz Kuvvetleri’ne ait başka gemiler de bulunuyordu. Savunma Bakanlığı yetkililerinden biri uyarı ateşlerinin “çarpışma ihtimalini önlemek için” yapıldığını belirtti.  İran Sahil Güvenlik botu, ABD’li yetkililere göre “provakatif eylemlerini” durdurdu, fakat birkaç saat bölgede kaldı.

İran provakatif hareket sonrası ABD'yi uyardı!
 
İran Devrim Muhafızları’ndan yapılan açıklamada, bugün Fars Körfezi’nde ABD donanmasına ait bir geminin İran gemisine uyarı ateşi açtığı yönündeki iddalara tepki gösterildi.

Açıklamada, “Bugün sabah saatlerinde Fars Körfezi’nin kuzeyinde ABD’ye ait bir gemi uluslararası sularda dolaşan İran Devrim Muhafızları Deniz Kuvvetleri gemisine doğru hareket ederek, provokasyon amaçlı bir şekilde havaya ateş açtı. İran gemisi ise ABD’ye ait geminin kışkırtıcı ve perfesyonel olmayan bu eylemine aldırmadan yoluna devam etti. Bir kısa süre de ABD gemisi rotasını değiştirdi” ifadelerine yer verildi.

Perşembe, 27 Temmuz 2017 01:26

İran Düşmanlığı Pompalamaya Devam…

 Sözde İslamcı medyada ikide bir İran düşmanlığıdır pompalanıp – körüklenip duruyor! Neymiş efendim, ABD gizliden gizliye “bal tuzağı” ile İran’a Ortadoğu’da alan açıyormuş.

Günümüz Müslümanlarının en büyük sorunlarından biri basiret ve hikmet yoksunluğu olsa gerek. Hatta bunun da ötesinde “bugünkü Müslümanlarının pek çoğu erişkin ve mümeyyiz değil” desek abartmış olmayız sanırım. Bunu aile yuvası kurmadan tutun sosyal ilişkilere kadar görmemiz mümkün. Hiç kimse üzerine alınmaz ama isteyen üzerine de alınabilir, Aziz Nesin’in bir zamanlar sarf ettiği bir söz vardı, bu sözünden mütevellit ona hak vermemek elde değil. Demek istediğimiz o ki, her şeyden önce biz Müslümanız. Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: “Müslüman feraset sahibidir, hayata ve olaylara feraset ve hikmetle bakar. Müslümanın ferasetinden korkunuz.” Şu hâlde feraset eksikliğinden kaynaklanan davranışlar yüce dinimiz nezdinde mazeret değildir ve vebali vardır.

Kûr’ân-ı Kerim’de birçok ayet-i kerime biz Müslümanları, “Düşünmez misiniz?” (Yunus:16) “Akletmez misiniz?” (Hûd:51) “Aklınızı kullanmaz mısınız?” (Kasas:60) diye ikazlarda bulunmaktadır. Ayrıca Rabbimiz Yasin Sûresi’nin 62’nci ayetinde olduğu gibi şeytanın düşmanlığı ve ayartması hususunda bizleri kasem ederek şiddetle uyarmaktadır: “And olsun, o sizden pek çok nesli saptırmıştı. Hâlâ akıl erdirmiyor musunuz?” (Yasin:62) Bütün bu uyarı ve ikazlardan sonra ise, “Allah, aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır.” (Yunus:100) diye buyrulmaktadır.

Şeytanın en büyük emeli insanın aklını çelip saptırmaktır. Bunu, insanın akli yeti ve melekelerini kullanmasına engel olmakla başarmaktadır. Cahiliye döneminde nasıl ki, insanlar şeytan tarafından yönlendirilen bir hayatı yaşıyor idiyseler, günümüzde de ne yazık ki, “Müslümanız” deseler de birçokları cahili bir hayat yaşamaktadır. Bundan dolayıdır ki, insanların pek çoğunda basiret ve hikmet yoksunluğu vardır. Bir başka ifadeyle Müslüman diye geçinen ve hatta Müslüman aydın diye bilinen pekçok insan ne yazık ki basiretten yoksun bir hâl içerisindedir. Bu insanların beyanatlarına, TV kanallarına çıkıp yaptıkları konuşmalara veya İslâmî diye geçinen gazetelerdeki köşe yazılarına bakın, akla ziyan tam bir cehalet örneği sergileyebilmektedirler. Konuştukça ve yazdıkça müstekreh bir vargelin içine batmaktadırlar ama ne yazık ki, farkında değiller. Şeytanın adımlarına uymaktadırlar ama bir şeyler bildiklerini sanmaktadırlar. Şeytan büyük ve güçlü görülerek, şeytana teslimiyetçi bir tavır içerisinde yaklaşıp, yaşanan hadisleri şeytanın bir lütfu olarak görmek ne büyük bir basiret eksikliğidir.

Konuyu biraz açacak olursak; son zamanlar bir İran düşmanlığıdır pompalanıp – körüklenip duruyor! Neymiş efendim, ABD gizliden gizliye “bal tuzağı” ile İran’a Ortadoğu’da alan açıyormuş. ABD Afganistan’ı işgal ederek, Şia düşmanı Taliban’ı bertaraf etmiş. Ardından Şia düşmanı Saddam’ı devirerek Irak’ı İran’a altın tepsi içerisinde sunmuş. Vs. vs. Evet, malum zevat tarafından ne yazık ki bu gelişmeler büyük şeytan ABD’nin lütfu olarak görülmektedir. Oysa aynı ABD Saddam zalimine her türlü silah yardımında bulunup 8 yıl boyunca İran’ın şehirlerini bombardumana tabi tutmadı mı? Başta Abadan ve Hürremşehir olmak üzere İran’ın rafine ve sondaj merkezlerini enkaz yığınına dönüştürmedi mi? Bu 8 yıllık savaşta 1,5 milyon dolayında insan öldü. İslâm Devrimi’nin ilk gününden bu yana uygulanan ambargolar İran’ı ekonomik darboğaza sokmadı mı? ABD her yıl milyarlarca dolar bütçe ayırıp İslâm Devrimi huhaliflerine aktarmadı mı? Ki, CİA’nin en yetkili ağızları aleni olarak bu hususu dile getirmektedirler. İran bütün bu kuşatılmışlığına rağmen, zor oyunu bozarmış kabilinden, dar imkanlarıyla askerî teknolojisini ve silah sanayisini geliştirmedi mi? Peki sormak lazım, bütün dünyanın engelleme çabalarına rağmen İran ekonomik olarak kat ettiği bu mesafeye ABD’nin desteği ile mi ulaştı? Yoksa kendi uğraş ve çabasıyla mı?

Şu gerçeği bilmiş olalım ki, bugün İran’ın Irak, Lübnan, Yemen ve Suriye’de inisiyatif sahibi olması bölge halklarının güvenliği ve huzuru içindir. ABD menfaati için asla değildir. İran’ın bölge barışı için verdiği çabalar nasıl olur da, ”küstahlık ve pervasızlık” olarak görülebilir? Hatta bu fedakârlıklar ve âlî cenaplık nasıl olur da “dini kaygılardan uzaklaşmak” olarak yorumlanır? Fakat bu işi o kadar ileri boyutlara götürüyorlar ki, adeta istemeyerek, gönülsüz bir şekilde Müslüman olduklarını şu satırlarda dile getiriyorlar: “Araplarla yaptığı savaşı kaybederek İslam dinine geçmeyi bir türlü içine sindirememiş bir ülkedir İran.” Yine İran halkının dinle alay eden bir toplum olduğunu şu satırlarla ifade ediyorlar: “Arkasında namaz kıldıkları imamlarla dalga geçtiği bir halktır İran halkı.” Ayrıca bugün İran halkının çoğu bunlara göre alkolik: “Dindar olmayan halkının içinde bulunduğu umutsuzluk batağı yüzünden alkolik olan bir toplum.” Pes doğrusu. Bakınız biraz daha ileri gidip dünyanın en yoksul ve en gelişmemiş ülkesi olarak tanımlanan İran için ne diyorlar: Altyapı yetersizliği yüzünden meydana gelen salgın hastalıkları Dünya Sağlık Örgütünden saklayan, geçmişin büyüklüğünü sadece hırsıyla yakalayabileceğini sanan bir ülkedir İran.”

Evet, Yeni Söz Gazetesi bunları yazıyor. İran hakkında en acımazsız manşetler Türk medyasında ne yazık ki İslami kesim tarafından atılmaktadır. Yeni Söz Gazetesi ise bu işin öncülüğünü yapıyor. Gazete ve haber portallarına taşıdıkları manşetlerinde bunu görüyoruz. Manşetlerindeki şu çirkinliğe bakar mısınız? “Gerçek olan bu’ İran ‘büyük şeytan’ olma yolunda.” Diğer bir başlık ise şöyle: “Bir İran emperyalizmi projesi; Şiî hilali gerçek mi oluyor?” Sözüm ona İslâmî kesime ait bir gazete bu! Alenen nefret körüklüyorlar. Daha açık bir ifadeyle ve Türk Ceza Kanunu’nda geçtiği üzere, İran’a karşı halkı kin ve düşmanlığa tahrik ediyorlar. ABD bölgede aleni olarak terör örgütlerine askerî araç gereçler ve silahlar verirken İran ise DEAŞ gibi tekfirci terör örgütlerine karşı savaşmaktadır. Birilerinin dediği gibi bu gelişmeler mi “bal tuzağı”dır? ABD’nin bölgede bir tek isteği var Türkiye ile İran’ı kapıştırmak ve bundan dolayıdır ki, ABD’nin paralı kalemşörleri İran’ı şeytanlaştırma çabası içerisindeler.

Bununla da yetinmiyorlar. Aynı gazete ABD’nin yeni Başkanı Trump’tan beklentisini ise satırlarına şöyle taşıyor: “Trump, Obama’nın kaldırdığı yaptırımları inceliyor.” “ABD’den İran’a: Kabul edilemez, beklemeyeceğiz.” Evet, şu çirkin ve bir o kadar da pespaye tehditleri görüyor musunuz. Bir zamanlar masonik gazeteler İslâmi gelişmeleri kast ederek: “İrtrica hortladı, asker rahatsız.” diye manşetler atıyordu. Şimdi aynısını sözüm ona İslâmî kesime ait gazeteler yapıyor. “Bak İran! Ayağını denk al, ABD rahatsız.” Söz konusu gazete ve haber portalları bütün bu tezvirat ve husumetlerine şu satırları ekliyorlar: “Bugün itibariyle eğer İran’ın başına birşey gelirse İslam dünyasında ona acıyacak kimse kalmamıştır. Yani kurt  (Batı Terör Örgütü) İran’ı sürüden (İslam dünyasından) iyice koparmayı başarmıştır.” Adama sormazlar mı, Batı mezhep üzerinden bu kışkırtıcılığını hummalı bir şekilde yapıyor. Peki sen buna niye alet oluyorsun? Sendeki bu kin, bu İran düşmanlığı neyin nesi? Yok efendim, “Şiî Hilali” imiş! Yok efendim “Pers Hilâli” imiş! Gazete küpüründeki şu ifadelere bakar mısınız? “Pers Hilali hayalini gerçekleştirmek adına terör örgütleriyle işbirliği yapıp Irak, Suriye ve Yemen’i kan gölüne çeviren İran, deniz kuvvetlerini ülke kültürünü yaymak ve mezhepçilik ihraç etmek için kullanıyor.” Sormak lazım, İran’ın bugüne kadar hangi terör örgütleriyle işbirliği yaptığı görülmüştür? Bu nasıl bir tezvirattır böyle. El insaf doğrusu. İçimizdeki beyinsizler bu pespayelikleri sergilerken Batı ile aynı kulvarda at koşturduklarını görmüyorlar mı acaba?

Bu ara Batı’nın çirkin propagandaları o kadar etkili oldu ki, ABD’nin gazına gelen Suud rejimi apar topar bir takım Müslüman ülkelerini arkasına alıp “Sünni NATO’sunu kurmaya koyuldu. Gazeteler de açık açık, “İran’a karşı Sünni Ordu” diye manşetler attılar. ABD’nin 450 milyar dolarlık silah anlaşması Suud’u Sünni dünyanın lideri olarak lanse etmeye yetti. Yine sormak lazım, Suud ne zamandır sapkın Vahhabiliği bırakıp Ehl-i Sünnet vel cemaat oldu? Sadece Şiîleri değil, şefaate inanan Sünni Müslümanları da şirkle itham eden kendisi değil mi? Ama ağababası büyük şeytan ABD isteyince itiraza ne hacet. Çok açık bir şekilde ifade edecek olursak, “Sünni NATO” İslâm dünyasını kan gölüne çevirme amacına matuftur. Irak, Suriye ve Libya’nın tarumar olması yetmezmiş gibi, bütün İslâm dünyasını mahvu perişan etmek istiyorlar. İçimizdeki beyinsizler ise yayın organları vasıtasıyla bu işe çanak tutuyorlar. Onlar ABD gelsin İran’a vursun istiyorlar, ama bilmiyorlar ki, ABD bizi birbirimize kırdırmak istiyor. “Sünni NATO” bunun ön hazırlığıdır. Bakınız, Oğuzhan Asiltürk Trump’ın Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaretin asıl amacını nasıl bariz bir şekilde açıklıyor: “Trump savaş açmaya değil, İslâm ülkelerini birbirleriyle savaşmaları için organize etmeye geldi.” Aynen böyle. Ancak şunu da belirtmiş olalım ki, bu şeytanî plânla bi iznillah asla muvaffak olamayacaklar.

Elbette ki, Trump’ın Suudi Arabistan ziyareti, var olan İran karşıtı kampanyanın ayyuka çıkarıklması amacına matuftur. Trump’ın ziyareti esnasında Kral Salman’ın yaptığı konuşmanın içeriğine baktığımızda bariz bir şekilde İran düşmanlığını görebiliyoruz:: Salman İran’ı hedef aldığı konuşmasına şu sözle başlıyor: “İran rejimi Humeyni’den beri küresel terörizmin bayrağını taşıyor.” Zaten ABD, Siyonizm ve küresel emperyalizmin karşısında olmak terörist olmak için yeterli sebeptir. Bunu ABD adına dile getiren Salman’ın ne haddine. Hemen şunu da ifade etmiş olalım ki, Yeni Söz Gazetesi farkında olmadan Riyad’ta tertiplenen bu toplantı için yaptığı yorumda İran’ı onore etmektedir. Buyrun birlikte okuyalım: “İran hariç neredeyse hemen bütün İslam ülkelerinin efendilerine saygılarını sunmaya gelmiş tebaa gibi hazır bulunduğu bir toplantı resmi karşımıza çıkmıştır maalesef.” Doğru söze ne demeli.

Riyad’teki bu toplantının hangi amaçla yapıldığını Siyonizmin güdümündeki ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Ed Royce şöyle açıklıyor: “İran başta olmak üzere bazı ülkelere HAMAS’a destek verdikleri gerekçesiyle yeni yaptırımlar uygulanması için toplantı yapılmıştır. Ayrıca Royce yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı: “Bu hafta HAMAS’a destek veren kişi ve ülkelerin bunların başında İran’ın Amerika’nın yaptırım listesine girmesi amacıyla bir taslak sunmuş olmaktan gurur duyuyoruz. Eğer Amerika İran’ın yönetim şekline gerektiği kadar dikkat etseydi bu gün müttefikimiz olan Yemen hükümetinin yıkılışına şahit olmazdık.” Demek oluyor ki, ABD’nin gafletini İran büyük bir basiret örneği sergileyerek fırsata dönüştürmüş. Veya şöyle de diyebiliriz: İran çok açık bir şekilkde ABD’ye rağmen bölgede bi iznillah inisiyatif kullanmaktadır. ABD’li temsilcinin ağzıyla bunu Yeni Söz gazetesi yazarı da itiraf ediyor aslında. Ne olurdu söz konusu yazar bunu basiretle görebilseydi. Bakınız Royce daha neler söylüyor: “Birlik olmamız durumda bu yaptırımlar uygulanabilir, biz mektup yazarak ve görüşme yaparak ülkeleri uygulamaları karşısında sorumlu tutmaya çalışıyoruz. (“Ülkeleri menfaatlerimiz ve çıkarlarımız doğrultusunda itaat etmeleri için sorumlu tutuyoruz.” dese dah dobra olurdu kanısındayız.) Halkımızın, milli güvenliğimizin ve müttefiklerimizin güvenliği tehlikeye girdiğinde, ciddi kararlar alınmalıdır.” Evet bütün bu mesajlar bölge ülkelerinin ABD’ye itaat ve İran’a karşı duruş amacına matuftur.

ODATV yazarlarından Türker Ertürk Riyad’taki bu toplantı için şu sözleri dile getiriyor: “Yine de bunlar, iyi günlerimiz! Ne yazık ki; halen seyrettiğimiz rotada gitmeye devam edersek, ülkemizi daha da kötü günler bekliyor! Benden söylemesi; çocuklarınızı İran savaşı için göndermek zorunda kalabilirsiniz! Türkiye ile İran’ı kapıştıracak yol taşları döşeniyor, bilesiniz.” Türker Ertürk ayrıca söz konusu makalesinde şu sözlere de yer veriyor: “Bölgede yapılmak istenen; İran’a karşı, Sünni-Arap-Türk-Kürt-İsrail cephesi kurmaktır. Trump’ın ilk yurtdışı gezisinin Suudi Arabistan ve bilahare İsrail’e yapılmasını, 450 milyar dolarlık silah satış anlaşmalarını,… daha önce Erdoğan ile Hulusi Akar’ın beraberce yaptıkları Riyad ziyaretini ve Suudi Arabistan liderliğinde ve Türkiye dahil olmak üzere 34 Müslüman ülkenin katılımı ile kurulan Sünni İttifakını böyle okumak lazım. ABD Temsilciler Meclisi’nin 16 Kasım 2016’da, Senatosunun ise 2 Aralık 2016’da “İran Yaptırımlar Yasası”nı 10 yıl daha uzatmasını, bu bağlamda değerlendirmek lazımdır.”

Türker Ertürk olayı Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ilintilendirip bir başka zaviyeden şöyle yorumlayıp noktayı koyuyor: “İşte Ergenekon ve Balyoz gibi gayri hukuki operasyonlar, bugünler için yapıldı. Bu hukuk görünümlü operasyonlar yapılmasaydı, Türkiye, emperyalizmin Libya ve Suriye’deki vekalet savaşlarının ateşine odun taşımazdı. Yapılmasaydı, Türkiye emperyalist bakış açısı ile “iti ite kırdırmak” olarak planlanan ve İran’a karşı kurulan Suudi liderliğindeki Sünni Şer Cephesi’ne dahil olmazdı!” Satırlarımızı hitama erdirirken biz de diyor ve umuyoruz ki Türkiye, ABD’nin yönlendirdiği Suud rejiminin bu şer ittifakına alet ve payanda olmayacaktır inşallah. Bunun için yazımızın başında belirttiğimiz basirete ve hikmete ihtiyaç vardır. Aksi takdirde söz konusu ettiğimiz uyarı niteliğindeki ayetler Ankara’daki siyasileri ve söz konusu ettiğimiz yazar müsveddelerini de kapsamına almaktadır. İki kesim de sözüm ona topluma yön vermektedir. Bu nedenle bunların vebali de büyüktür.

Müslümansak gereğince amel etmeliyiz. Ümmetin vahdeti ve insicamı için her şeyden önce basiret ve hikmeti kuşanıp aklı selimce hareket etmeliyiz. Küresel emperyalizm bizi bize kırdırmak istiyor. Bu konuda da çok açık ve netler. Yani niyetlerini gizleme ihtiyacı da hissetmiyorlar. Şu hâlde bunlara ödün vermemeliyiz. İç sorunlarımızı müzakere ve diyalog yolu ile çözümlemeye çabalamalıyız. Husumetle, tezviratlarla bir yere varamayız. Rabbimiz, “Gerçekten, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse bana ibadet ediniz.” (Enbiya:92) diyorsa bizim başka bir seçeneğimiz ve alternatifimiz yoktur. “Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal:46)

Sonuç olarak şunu da belirtmiş olalım ki, bu ülkede yıllardan beri İran düşmanlığını körükleyen FETÖ terör örgütü olmuştur. Her kim bu bağlamda paralelcilerle aynı kulvarda at koşturuyorsa, bilinsin ki o kişi paralelcidir ve vatan hainidir. Bu toprakların ve tüm İslâm coğrafyasının barış yurdu olmasını istiyorsak paralelcilere özgü tutum ve davranışlardan, ümmet içerisinde fitne kazanını kaynatmaktan şiddetle kaçınmalıyız ve öylelerine ödün ve pirim vermemeliyiz. Öylelerine itibar etmemeliyiz.. Ötekileştirici ve dışlayıcı yaklaşımlardan, faşizan eğilimlerden, etno santrik duygulardan ve mezhep taassubundan şiddetle uzak durmalıyız. Basiretli ve hikmetli olmamız bunları gerektirmektedir. Şunu da belirtmiş olalım ki, basiret yoksunluğu nifakın kuluçka hâlidir. Rabbim bizlere basiret ve hikmet versin.

Perşembe, 27 Temmuz 2017 01:23

ABD hem DEAŞ'a hem de PKK'ya silah veriyor

Şırnak'ta öldürülen teröristin ABD yapımı M-4 piyade tüfeği, 2014 yılında DEAŞ'a dağıtılan silahlarla aynı kafilede olduğu tespit edildi.
 
Helikopterlerin de destek verdiği Şehit Piyade Yüzbaşı Nuri Şener Operasyonu’nda sahada yapılan aramalarda ise bir adet M16A4 piyade tüfeği, bir adet Dragunov keskin nişancı tüfeği, dört adet Kalaşnikof piyade tüfeği, 400 adet fişek, 15 adet el yapımı patlayıcı, 11 adet el bombası, bir adet gece görüş dürbünü ve dört adet telsiz ele geçirildi.

TSK PAYLAŞTI
Özel kuvvet silahı Genelkurmay tarafından operasyonla ilgili bilgi paylaşımı yapılırken, ele geçirilen ABD yapımı M16A4 piyade tüfeği dikkat çekti.

 

DEAŞ'LI TERÖRİSTİN SİLAHI DA AYNI KAFİLEDEN
PKK’lılardan ele geçirilen bu silah 2014 yılında da basına konu olmuştu. 14 Ağustos 2014 tarihinde İngiliz Daily Mail gazetesi Kanada’lı DEAŞ’lı terörist ‘Abu Turaab Al Kanadi’ hakkında bir haber yayımladı. Al Kanadi’nin twitter hesabında paylaştığı fotoğraflar habere konu olmuştu.

Çünkü bu fotoğraflarda Amerikan ordusuna ait silah ve ekipmanlar bulunuyordu. Habere göre Al Kanadi bu fotoğrafların altına ise ‘Daha vereceğin bir şey yok mu Obama?’ notunu da yazmıştı. 

DEAŞ'lı teröristin paylaştığı fotoğraflar arasında Beytüşşebab’ta bulunan M16A4 piyade tüfeği de bulunuyordu. Bu silahın üzerinde ise yine ‘Amerikan devletine aittir’ yazısı yazarken kafile ve seri numarası dikkat çekiyor. “10052751”

'AYNI BÖLGEYE VERİLMİŞ SİLAHLAR'
İki tüfeğin seri numarası karşılaştırıldığında aynı kafileye ait olduğu ortaya çıkıyor. Aradaki fark ise sadece 792.

Güvenlik uzmanı Abdullah Ağar ortaya çıkan tabloyu şöyle değerlendiriyor: “PKK’nın elinde çıkan silah ile DEAŞ’lı teröristin paylaştığı silah aynı. İkisi de Amerikan özel kuvvetleri başta olmak üzere birçok özel kuvvetin tercih ettiği piyade tüfeği. Bu özel ve etkili bir tüfek. Ancak burada dikkat çeken nokta tüfeklerin aynı kafileden olması. Üretim dönemleri aynı ve aynı bölgeye verilmiş silah. Numara bize bunu söylüyor. Tabloya baktığımızda ABD sahada sobelendi diyebiliriz. Bundan sonrasını yani bu silahın DEAŞ’ın ve PKK’nın eline nasıl geçtiğini ABD açıklayacak.”

Mescid-i Aksa'nın Aslanlı (Esbat) kapısında kılınan yatsı namazının ardından harekete geçen polis, cemaate ses bombası, plastik mermi ve göz yaşartıcı gazla müdahale etti. Filistin Kızılayı müdahale esnasında 13 Filistinlinin yaralandığını belirtti.

Görgü tanıkları, polisin gazetecileri işlerini yapmaktan alıkoyduğunu ve bir foto muhabirini darbettikten sonra gözaltına aldığını belirtti. Polisin ayrıca ambulansla hastaneye götürülen bir yaralıyı da gözaltına aldığı kaydedildi.

İsrail polisi, 14 Temmuz Cuma günü Mescid-i Aksa'da silahlı saldırıda bulunduğunu iddia ettiği 3 Filistinliyi öldürmüş, olayda yaralanan 2 İsrail polisi ise kaldırıldıkları hastanede hayatını kaybetmişti. Olayın ardından Mescid-i Aksa'yı ibadete kapatan İsrail güçleri, Harem-i Şerif'in iki kapısını 16 Temmuz Pazar günü açmış, ancak kapılara elektronik metal arama dedektörleri yerleştirmişti. 

İsrail Güvenlik Kabinesinin dün gece saatlerinde verdiği karar üzerine Mescid-i Aksa'nın kapılarındaki dedektör ve kameralar sökülerek kaldırılmıştı.

Sabah saatlerinde bir araya gelen Kudüslü alimler, Harem-i Şerif'e "girip girmeme" konusundaki kararını açıklamadan önce Kudüs İslami Vakıflar Dairesinden rapor istedi.

Toplantının ardından yapılan yazılı açıklamada, "Kudüslü alimler, saldırılar sonucu mübarek Mescid-i Aksa'ya verilen zararların tespit edilmesi ve giderilmesi için Kudüs İslami Vakıflar Dairesine, Harem-i Şerif'in iç ve dış kısmıyla ilgili bir ön rapor hazırlama görevi verdi." denildi.

Dışişleri’nden İsrail’in Küstah Sözlerine Tepki: Haddini Bilmez


Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Müftüoğlu, işgalci İsrail’in ” ​Osmanlı İmparatorluğu günleri geride kalmıştır. Kudüs geçmişte de Yahudi halkının başkenti olmuştur” şeklindeki açıklaması için “Haddini bilmez açıklamayı kınıyoruz” dedi. Müftüoğlu, İsrail’i bir an önce aklıselime dönerek Mescid-i Aksa’daki ibadet özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmaya çağırdı.
 
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hüseyin Müftüoğlu, İsrail Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü’nün Türkiye ile ilgili ifadeleri hakkındaki bir soruya cevaben açıklama yaptı.

“İsrail Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü tarafından yapılan haddini bilmez açıklamayı kınıyoruz” diyen Müftüoğlu, “Osmanlı döneminde Filistin’de farklı dinlere ve mezheplere mensup cemaatler yüzyıllarca barış içinde birlikte yaşamış ve ibadetlerini özgürce yerine getirmiştir. Bu bağlamda, Osmanlı döneminde sergilenen benzersiz hoşgörüyü en iyi Musevilerin bilmesi ve takdir etmesi beklenir. Bugün de Türkiye Cumhuriyeti’nde Musevilerin inanç ve ibadet özgürlükleri devletimizin güvencesi altındadır” ifadelerini kullandı.

İSRAİL İŞGALİ 50. YILINI DOLDURMUŞKEN…
Müslümanlar için en kutsal üçüncü mekan olan bütün Mescid-i Aksa’nın, İslam aleminin en öncelikli konularının başında yer aldığını kaydeden Müftüoğlu, “Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’de süregiden İsrail işgali 50. yılını doldurmuşken Doğu Kudüs’ün işgal altında olduğu gerçeğini örtbas etmeye çalışmanın bölgede barış ve istikrarın sağlanmasına ve Filistin-İsrail ihtilafının çözülmesine faydası olmayacağı açıktır. İsrail’e düşen sorumluluk, bir an önce aklıselimi hâkim kılıp, Harem-i Şerif’te statükoya dönmek ve ibadet özgürlüğünün önündeki engelleri tümüyle kaldırmaktır” ifadelerini kullandı.
 
İSRAİL’DEN KÜSTAH SÖZLER: OSMANLI İMPARATORLUĞU GÜNLERİ GERİDE KALDI
 
İsrail Dışişleri Bakanlığı, sert ifadelerin yer aldığı bir açıklama yayımlamış, “Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın parti üyelerinin toplantısındaki ifadeleri saçma, hayali ve çarpıtılmıştır. Kendi ülkesinin zor sorunları ile ilgilenmesi çok daha akıllıca olurdu. ​Osmanlı İmparatorluğu günleri geride kalmıştır. Kudüs geçmişte de Yahudi halkının başkenti olmuştur, halihazırda başkentidir ve gelecekte de öyle olacaktır. Hükümeti geçmişe nazaran güvenliğe, özgürlüğe, inanç serbestisine ve bütün azınlık haklarına saygılıdır. Camdan bir sarayda yaşayanların başkalarına taş atmamaları gerekir” açıklaması yapmıştı.

İran Devrim Muhafızları Komutanı Tümgeneral Caferi, “ABD, Devrim Muhafızları’na karşı yaptırım uygularsa İran’ın etrafındaki üslerini 1000 km’e kadar kapatması gerekecek” dedi.

İran Devrim Muhafızları Komutanı Tümgeneral Muhammed Ali Caferi, Meşhed kentinde yaptığı konuşmada, ABD’yi çok sert bir şekilde uyardı.

İran’ın füze gücünün müzakere edilecek bir konu olmadığını belirten Tümgeneral Caferi, füze teknolojisi konusunda günbegün daha büyük başarılara ulaşıldığını ifade etti.

Devrim Muhafızları Komutanı, İran füze programının savunma amaçlı olduğunu kaydederek, “Teröristlere (DEAŞ’ın Deyr ez Zor’daki mevzileri) karşı gerçekleştirilen operasyonda fırlatılan füzeler ülkeden kilometrelerce uzaktaki hedefi tam istabetle vurdu. Bu füzeler daha da geliştiriliyor” ifadelerini kullandı.

Tümgeneral Caferi, “ABD, Devrim Muhafızları’na karşı yaptırım uygularsa İran’ın etrafındaki üslerini 1000 km’e kadar kapatması gerekecek. Bu gibi yanlış bir eylem ABD için çok pahalıya mal olacaktır” diye uyarıda bulundu.

Cumartesi, 22 Temmuz 2017 01:03

Din Ve Doğruluk

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve alihi vesellem): “Doğruluktan ayrılmayın. Şüphesiz ki doğruluk cennet kapılarından bir kapıdır.” (Tarih-i Bağdad, 11/82)
 
   İmam Ali (aleyhisselam): “Doğruluk her ne kadar kendisinden korksan da seni kurtarır ve yalan her ne kadar kendisinden güvende de olsan seni yok eder.” (Gurer’ul Hikem, 1118,1119)

   Doğruluk ve dürüstlük her şeyin esasıdır. Din, ahlak ve ibadetinde esası doğruluktur. Toplum yargılarında bile sevilmenin, önemsenmenin, kaliteli bilinmenin esası yine doğruluktur.  Allah’u Teâla da ibadetleri, yapılanları, yazılanları, konuşulanları kişilerin doğruluk esasına göre değerlendirir. Kişinin kendisi doğru değilse yaptıkları (zahirde) güzel ise veya kişinin kendisi doğru ise yaptıkları çirkin ise; her ikisi de İlahi nazarda reddedilmiştir. Zira İslam’da hem hüsnü faili ve hem de hüsnü fiili önemsenmiştir. Faili güzel kılan güzel niyettir. Niyet güzel oldu mu fiilde güzel olmalıdır. Fail ve fiil güzel oldu mu fail doğrudur ve fiilde dürüsttür demektir. Fail ve fiil güzel olmadı mı yani kişi doğru ameli dürüst olmadı mı İlahi nazarda reddedilir. Böyleleri Enbiya, Ehlibeyt, Evliya, Salihler ve müminler tarafından da reddedilmiştir. Ancak kendilerini mümin, salih, erdemli görenler reddetme kavramının içinde olmazlar ise kendilerini mümin, salih v e erdemli görmeleri bir avuntudan öteye geçmez. Yani olduğun gibi görünmek veya göründüğün gibi olmak çok önemlidir.

   Bu menfi karakterleri tarihte ve günümüzde çok görmek mümkündür. Hz. Ali’nin (aleyhisselam) katili yakalandığında, ona; senin dilini keseceğiz dediklerinde, çok şaşırtıcı şöyle bir cevap vermiştir; dilimi kesmeyin de, hiç olmazsa ölünceye kadar Allah’a zikredebileyim. Evet, burada görünürde Allah’a zikreden ve Allah zikrini dilinden düşürmeyen bir karakter var ama kötü bir karakter! Yani kötü fail ve kötü failden çok mu çok kötü fiil. Bundan dolayı her insan faillere ve fiillere çok dikkat etmelidir.

   Bütün ilahi metinler, semavi kitaplar, Peygamberler,  Ehlibeyt imamları, veliler doğruluk ve dürüstlüğün dolayısıyla güzel ahlakın din de olmazsa olmaz olduğunu söylemişlerdir.  Yani Müslüman ahlaksız olmaz. Uydurulan ve egoların şekillendirdiği din bunun aksini iddia ediyor. Uydurulan ve egoların şekillendirdiği dine göre, Müslümanlık namazsız olmaz, oruçsuz olmaz, hacsız olmaz ama ahlaksız olur. Zira bugün İslami dindar görünümlü toplumlarda (zahirde) namaz, oruç, cami ve diğer ibadetlerin ehli olup eliyle, diliyle, davranışlarıyla, yaklaşımlarıyla ahlaksızlık yapanları görmek mümkündür.

   İnsan zaaflar neticesinde ahlaksız olmaz. Zira zaaflar insanı hatalı yapar, kabahatli yapmaz ve hata neticesinde insan günahlara bulaşır. Hatalar özür ve af dilemekle tamir edilir, günahlar ise tevbe neticesinde Allah tarafından bağışlanır.  İnsanın hata yapması bir zaafın ürünüdür ve bu ürün neticesinde insan sürçmelere kapılır. Ancak kötü ahlak, çirkin karakter içsel kokuşmuşluktur, kötü niyettir ve içsel bir çürümedir. Bu içsel çürüme neticesinde insan doğru gibi görüntü vermeye çalışsa da doğru şeyler yapamaz ve bir kabahatli işten bir diğerine sıçrar. Bu kavram devletler için de geçerlidir.

   Bugün genelde Müslüman toplumlar akıl almaz bir şekilde ahlaki erozyon yaşamaktadırlar. Allah bizleri doğru ve güzel işlere emretmesine, doğruyu ve güzeli yapanlara mükâfatların verileceğini vadetmesine rağmen bazıları adeta emredilenin yalancılık, dolandırıcılık, gıybet, iftira, şer, bühtan, riyakârlık, gösteriş, düzenbazlık olduğunu ve bunlarda mükâfatların olduğunu varsayarcasına bu şeytani fiillerle yatar/kalkar olmuşlardır. Bireysel bazda bu yapılanları yer yer bazı devletler bile bugün yapmaktadırlar.

   Bugün İslam coğrafyasında dünyanın gözleri önünde yapılan savaşlar, katliamlar, göçler, canlı canlı insan yakmalar, insan başı kesmeler, tarihi mirasları yok etmeler, saygın ve seçkin insanların mezarlarını tahrip etmeler, yalanlar, talanlar, iftiralar, hırsızlıklar, çapulculuklar, cinayetler, kadına şiddetler, kadın ticaretleri, çocuk sömürüleri, çocuk kıyımları, yağmalar, patlatılan bombalar, esrar, uyuşturucu, eroin yaygınlığı, vahşilik ve barbarlıkların bir bölümünün arkasında uydurulan dine göre hayatlarını şekillendiren sahte dindarlar ve böylelerine hizmet edenler ve bunları yönlendiren emperyalizm vardır.

   Müslümanların çok mu çok dikkat etmeleri gerekir. Zira bu suçlar ve cürümler basit ve sıradan denilecek ve Allah ile insan arasında olan günahlar, sürçmeler türünden değillerdir. Bunlar çok büyük olan insanlık suçlarıdır. Failleri Allah ile savaş halindedirler. Susanlar da Allah ile savaş halinde olanların saflarında olmuş olurlar. Onun için her Müslüman sorunluluk bilinci ile marufa emri, münkerden nehyi yapmalı ve safını doğrulardan yana belirlemelidir. Aksi takdirde Müslümanlar olarak herkes ve hatta dünyamız zarar görür. Bugün tüm insanlığın en önemli sorunu ve sıkıntısı budur. Özelde Müslümanlar ve genelde İnsanlık bu sorunu ortadan kaldırıp etkisiz kılmadıkça, huzur yüzü göremez.

Selam ve Dua ile…

Mehdi AKSU