کارگر

کارگر

Perşembe, 05 Eylül 2013 07:04

Şii çocukları dahi katlediyorlar

 Teröristler Irak'ta Şiileri hedef alırken, çocuklara dahi acımıyorlar.

Dün gece yarısı, teröristler Bağdat'a 40 km uzakta bulunan Latife Bölgesi'nde Şii bir ailenin oturduğu iki eve saldırdı.

Irak polisinin verdiği bilgiye göre, teröristler ilk önce her iki evde bulunan Şiileri kurşuna dizdiler. Daha sonra bombalarla iki evi de yerle bir ettiler.

Saldırı sonucu 6'sı çocuk, 5'i kadın ve 5'i erkek olmak üzere aynı aileden 16 kişi hunharca katledildiler

Saldırıyı henüz hiç bir gurup üstlenmedi.

 

 İmam Hamanei namazın kalitesini artırmak, namaz kültürünü yaymak ve genelleştirmenin tüm müminlerin en öncelikli vazifesi olduğunu bildirdi.

22. Yıllık Genel Namaz Kongresine bir mesaj gönderen İmam Hamanei , namazın kalitesini artırmak, namaz kültürünü yaymak ve genelleştirmenin tüm müminlerin en öncelikli vazifesi olduğunu bildirerek, Fikir ve düşünce sahipleri dilleri ve kalemleri ile ve teşkilatların sorumluları ise teşkilatlarının konumuna uygun olarak bu büyük sorumluluğu yerine getirebileceklerini bildirdi.

İmam Hamanei mesajının bir bölümünde, "Namazın kaliteli olması şu anlamdadır ki namaz huzur ve huşu içinde eda olunsun, namaz kılan kişi namazı Allah'la mülakat, görüşme yeri olarak değerlendirmeli ve namaz üstündeyken Allah Taala ile konuştuğunun farkında olmalı, kendini onun huzurunda hissetmelidir" ifadesine yer vererek cami azlığı, stadyumlar, parklar, istasyonlar ve benzerleri gibi yerlerde mescitlerin olmayışı, uzak yolculuklar araçlarında namaz vakitlerine riayet edilmemesi, ders kitaplarında namazın gerektiği gibi işlenmeyişi, camilerde temizlik ve sağlık koşullarına gerektiği gibi uyulmaması ve benzeri diğer tüm noksanlıkların, büyük irade ve himmetleri sayesinde giderilmesi gereken önemli zaaf noktaları olduğunu bildirdi.

22. Yıllık Genel Namaz Kongresi İran'ın önemli erkanı ve yetkililerinin katılmasıyla İmam Hamanei'nin mesajıyla İran'ın batısında yer alan Lorestan üniversitesinde çalışmasına başladı.

İrib

 

Çarşamba, 28 Ağustos 2013 12:29

Amerika Suriye’de de zarar görecek

Tahran, 28 Ağustos 2013 – Suriye’ye askeri müdahelenin faciayla sonuçlanacağını ifade eden İslam İnkılabı Rehberi, Amerika’nın Irak ve Afganistan’da olduğu gibi Suriye’de de zarar göreceğini söyledi.

Mehr haber ajansının İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah İmam Hamanei’nin bürosuna dayandırdığı habere göre, bu sabah 11. devletin bakanlar kurulunu kabul eden İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah İmam  Hamanei, konuşmasının bir böülümde dış politika hususnda yaptığı değerlendirmede, bölgenin mevcut hassas ve kriz durumuna işaret etti.

 İmam  Hamanei, “Biz Mısır’ın içişlerine karışmak niyetinde değiliz, fakat Mısır halkının öldürülmesine karşı gözlerimizi kapatamayız”diyerek, İran’ın silahsız olan Mısır halkının öldürülmesini kınamakta olduğunu ifade etti.

İslam İnkılabı Rehberi, "Mırıs halkının öldürülmesinde kimin parmağ varsa İran bakımından kınanmalı" diye konuşmasına ekledi.

Mısır halkı iç savaşa yönelmemesi gerektiğini, zira Mısır’da iç savaşın İslam dünyası ve müslümanlar için beraberinde facia getireceğini söyleyen İslam İnkılabı Rehberi, Mısır’a demokrasi ve halk oyu geri gelmesi gerektiğini vurguladı.

 İmam  Hamanei, yıllar sonra Mısır halkı İslami uyanışı bereketiyle diktatör bir hükümeti devirerek sağlam bir seçim düzenlediğini, bu durumda ise demokrasi süreci durdurulmayacağını hatırlattı.

Suriye gelişmelerine de işaret eden İslam İnkılabı Rehberi, Amerika’nın Suriye’ye askeri müdahelesi bölge için faciayla sonuçlanacağını dile getirerek, Amerika’nın Irak ve Afganistan’da olduğu gibi Suriye’de de zarar göreceğini söyledi.

 İmam  Hamanei, bölge dışı ve yabancı güçlerin bu ülkeye müdahelesi ateşi alevlendirmeden başka sonucu olmayacağı gibi milletlerin nefretinin artırılmasına yol açacağını konuşmasına ekledi.

Bu ateşle oynamaları depoda olan fıçı barutlarla oynamaya benzeten İslam İnkılabı Rehberi, sonuçlarını tahmi edilemeyecek durum meydana geleceğini kaydetti.

 

 

Bismillah

Tetikçilerin Çılgınlığı:

Yenmeye, güce, nüfuz alanlarına, yeni imparatorluğa odaklanmış iktidarın tetikçiliği görevini üstlenmiş kalemler ve medya araçları bir türlü hedefe ulaşamamanın vermiş olduğu çılgınlıkla gerginliği zirveye tırmandırma peşindeler. Bir yerlerden düğme basıldığı belli, yoksa tetikçilerin çıldırmışcasına birden bire sağa sola saldırmaları alışılagelmiş bir durum değildir.

Başbakan ve Dışişleri bakanının Batı'ya endeksli olarak Suriye konusunda son günlerde dolaylı olarak gerginliği tırmandırma çabaları, verilen görev üzere tetikçiler tarafından pervasızca, perdesiz olarak ivmesi durmadan artırılarak hızlandırılmış bulunuyor. Batı şerr ekseninden yapılan açıklamalar hükümet yetkililerini heyacanladırdığı gibi tetikçileri müthiş bir şekilde çılgınlık derecesinde coşturmuş gözüküyor. Son bir haftadır hükümet yandaşı medyanın tetikçiliğinde halk kitlelerinin İran'a karşı aleni bir şekilde tahrik edilmesi şerr güçlerine endeksli yeni bir planın habercisi gibi.

Mısır'daki son gelişmelerle bölgede oyun kurucu ve hatta oyuncu olmadıkları, sadece taşeron rolü üstlenebilecekleri Batı emperyal gücü tarafından kendilerine açık seçik bir şekilde gösterilen AKP hükümeti, hazmedemediği bu durumu ne yapıp yapıp telafi etmek için yeni maceralara teşebbüs ederken halkı da tetikçileri aracılığıyla tehlikeli bir şekilde hazırlamaktadır. Bu hazırlığın ilk adımı olarak da halk arasında İran ve Şia düşmanlığını yaymaya başlamış bulunuyorlar.

Bahane ise Suriye'de başkent Şam yakınlarında Guta banliyösünde kimyasal silah kullanıldığı iddiası. Kullanılıp kullanılmadığı belli olmadan ve kimin tarafından kullanıldığı kesinlik kazanmadan Suriye Yönetimine saldıran Dışişleri Bakanı Davutoğlu, mal bulmuş mağribi misali, Türkiye'ye taşeronluk rolü biçmiş Batılı emperyal güçleri (görünürde ise uluslararası camiayı) Suriye'ye saldırmanın zamanı geldiğine ikna etmeğe, daha açık bir ifadeyle yalvarıp inlemeye başladı.

Hileyi İlke Olarak Görmek:

Bu kimyasal silah kullanma konusunda rasthaber'de verilen haberler, yazarlarımızın değerlendirmelerinde ve alıntı yazılarda yeterince bilgi verildiği kanaatindeyim. Ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler bunlara başvurabilirler. Dolayısiyle daha çok imparatorluk hayali kuranlarla tetikçilerinin izledikleri gayri İslami ve gayri insani taktikler üzerinde durmak istiyoruz.

Bir yıl önceki bir yazımızda İslamcı diye geçinen bağnaz çevrelerin Suriye’de efendilerince planlanmış hedeflere ulaşamadıkları için her geçen gün biraz daha hırçınlaştıklarını, hırçınlaştıkça bağnazlık sınırlarını zorladıklarını kaydetmiştik. Suriyede iktidarı devirmek için biçtikleri birkaç hafta ve ardından birkaç aylık süreler şimdilerde birkaç yıla çıkmış bulunuyor ve bu süre uzadıkça hırçınlıklar artık çılgınlığa dönüşmüş bulunuyor. Gerçi Suriye’deki isyancıların genelinin durumu cinnet sınırlarını çoktan aşmış olup bizim kastettiğimiz çevreler onların Türkiye'deki yandaşlarıdır.

Bilim ve iletişim çağında bu fanatik çevrelerin içleracısı durumunu görünce iletişimin zayıf olduğu İslam’ın ilk asrında ve daha sonraları yaşanmış hadiseleri anlamak daha kolay geliyor insana. Çevrede olup biten hadiseleri anlamak, değerlendirmek için bunca imkana sahip olunan bu çağda bu kadar kör taassup sergileyenleri görünce böyle imkanlara sahip olmayan ilk asır müslümanlarının hilekarlarca sergilenen hileler karşısında düştükleri hatalar hususunda onlara hak vermemek elde değil.

Savaş meydanında düşmanı yanıltmak için bir takım hileye dayalı taktikler geliştirilebileceğine ve yalan söylenebileceğine dair hadislere sığınanlar bir süredir bu sınırlı izinleri temel stratejileri olarak sarılmış ve savaş hileden ibarettir meşhur sözünü her alanda ilke edinmiş görünüyorlar. Böylece verilen savaş artık her alanda ve her yönüyle yalan üzerine kurulmuş gibi. Bugün Suriye’de sürdürülen iç savaş hususunda bu gerçeği apaçık görmekteyiz. Açıkca komplo planları kurulmakta, hedefe varmak için her yola ve cinayete başvurulmakta, yalan olduğu bilindiği halde bazı haberler halkın duygularını sömürmek, halkı çirkin planlara araç etmek için hayasızca kullanılmaktadır. Ve işin en acı yanı ise bunu İslam devleti kurmak iddiasında olanların yapmasıdır.

Yalana Tevessül Başarı Getirmez:

Suriye’de geçen Çarşamba günü gözlenen kimyasal silah saldırısının kimin tarafından yapıldığı daha belirlenmemesine rağmen halkı dolduruşa getirmekle görevli bu bağnaz tetikçiler iktidarın da tahrikiyle halk arasında açıkca mezhep kışkırtıcılığı yapmaktadırlar. Yandaşlarının Suriye ve başka ülkelerde başarısızlığını duydukça çılgınlıkları artan bu fanatik çevrelerin yarınlarda neler yapacakları ise toplumsal açıdan oldukça kaygı verici bir duruma dönüşmektedir maalesef.

Bu kısa değerlendirmede başvurulan yalan ve saptırmalardan bazılarına işaret etmek istiyoruz:

Savaşın başlangıcı yalanı: Suriye’deki savaşın barışçıl gösterilere saldırılması ardından başlatıldığı iddiaları tam bir yalandan ibarettir. İlk günlerdeki birkaç sınırlı ve küçük hadise dışında daha ilk haftadan itibaren göstericiler arasında silahlı kişiler bulunmaktaydı ve güvenlik güçlerine silahlı saldırılar planlı bir şekilde başlatıldı. Hatta Suriye içindeki muhalifler hazırlıklı olmadıkları halde bizzat şerr ittifakı tarafından silahlı mücadeleye teşvik edildiği inkar edilmez bir gerçektir.

Suriyedeki savaşın önceden planlanlanmadığı yalanı: Suriyedeki savaşın Batı’lı emperyalistler ve bölgedeki müttefikleri tarafından önceden planlanmış olduğu gerçeği önceleri açıkca dile getirilirken Suriye yönetiminin devrilmesi gerçekleşmeyip iç çatışmalar üzerinden aylar geçmesi ve meselenin barışçıl yollarla çözümüne dair teklifler gündeme gelince reddedilmeye başlandı. Libya'da Kaddafi rejiminin devrilmesi ardından Suriye yönetiminin devrilmesini çantada keklik görenler ve pastadan büyük pay almaya heveslenenler, Suriye'nin çetin ceviz olduğunu görünce stratejik ortaklarıyla çizmiş oldukları yol haritasını inkar etmeye başladılar. Çünkü bu işin taşeronluğunu üstlenmiş ve işverenin isteklerini yerine getirememişlerdi. Suriye'ye insani ve İslami kaygılarla müdahil oldukları yalanına sarıldılar.

İsrail’le işbirliği yalanı: İsrail’in isyancılara yardımılarını gizleyip Baasçı rejimi desteklediği yalanının yayılması. Taşeronlar müslüman halkları siyonist rejim konusunda yanıltma görevini tetikçilerine devretmişlerdi. Çünkü açıktan açığa böyle bir yalana tevessül etselerdi herkesten önce müttefiklerinden fırça yiyeceklerdi, aynen Mısır'daki darbenin İsrail ile ilişkilendirilmesi ardından azarlandıkları gibi. Ama mutassıp tetikçileri bu alanda serbestiler, bırakın Suriye yönetimini İran ve Hizbullah'ın bile görünürde İsrail ile, ABD ile düşman olmalarına rağmen gizlide bunlarla işbirliği içinde olduklarını söyleyecek kadar alçalaşacaklardı. Taşeronların İslam düşmanlarıyla kurdukları ittifakı müslüman halklara başka türlü nasıl tevil edebilirlerdi? Kendi üstlendikleri rolü başkaları üzerine atacaklardı ki müslüman kitleleri arkalarına alsınlardı.

Yabancı savaşçıların varlığını inkar: Libya'da verilen görevi başarıyla tamamlayan, bu ülkeyi kan gölüne çevirip efendilerine teslim eden El-Kaide ve benzeri gruplar boş bırakılmamalı ve başka bölgelerde yeni görevlere sevkedilmeleri gerekirdi. Aksi takdirde savaşmaya, öldürmeye, cinayete ayarlanmış bu çeteler kendi başlarına bela kesilebilirdi. Başta Libya olmak üzere çeşitli Arap ve Kuzey Afrika ülkelerindeki teröristler sistemli bir şekilde silahlarıyla birlikte Suriye'ye aktarıldı ve hala bile bu ülkelere ilaveten Afganistan, Pakistan ve Çeçenistan'dan terör gruplarıyla takviye edilmektedirler.

Silah sevkiyatı gerçeği: İsyancılara silahların ABD, İsrail, AB ülkeleri ile Katar ve Suudi Krallığı tarafından sağlandığı ve Türkiye, Lübnan ve Ürdün üzerinden Suriye’ye aktarıldığı ortadadır. Libya’dan gönderilen silah dolu gemilerin Türkiye ve Lübnan üzerinden Suriye’ye sokulduğu, Katar’dan, gönderilen silah dolusu uçakların Türkiye üzerinden Suriye’ye aktarıldığı, Suudilerin silah yardımlarını Ürdün üzerinden isyancılara ulaştırdığı belgeleriyle ortaya konulmasına rağmen Suriye savaşının uluslararası propaganda kanadı hala bu gerçekleri inkar etmektedir.

Kafirlerle işbirliği: Bu hususta da bahaneleri ise hazır; zalime karşı mazlumu destekleyen kim olursa olsun desteği kabul edilebilir, İslam ülkeleri yardım etseydi veya falanca ülke Esad’ı desteklemeseydi kafirlerin yardımlarına ihtiyaç duyulmazdı, Esad rjimini devirene kadar kafirle de müşrikle de işbirliği yapılabilir, zafer(!) sonrasını daha sonra düşünürüz vb bahanelere sıkça rastlanır.

Kimyasal silah yalanı: Kimyasal silahların Suriye yönetimince kullanıldığı yalanı bu yalanlar zincirinin en son halkasını oluşturuyor. “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” atasözü gereği yalanları her defasında ifşa edilmesine rağmen yine de yeni yalanlar uydurmakta veya eski yalanlarını tevil yoluna başvurmaktalar. Kesinlik kazanmamakla birlikte son kimyasal silah saldırısının büyük bir ihtimalle emperyal güçleri Suriye'ye çekmek için terör grupları tarafından kullanıldığı sanılmaktadır.

Taşeronların görünürde ağlayıp sızlanmalarına rağmen bu son kimyasal komploya bir can simiti olarak baktıkları tavır ve ifadelerinden açıkca okunmaktadır. Çünkü Mısır da dahil Kuzey Afrika ülkelerindeki bahar esintisinden bu cenaplara pay verilmediği bir yana bölgeden kovulmuş bulunuyorlar. Pay almayı umdukları son kale Suriye olduğuna göre her bahaneyi kullanılabilecek bir fırsat olarak değerlendirmeleri gerektiğini düşünüyorlar.

Ancak kafirlerle gizli açık işbirliğini inkar eden, gerçek niyetlerini gizleyerek yalana tevessül edenlerin unuttuğu bir hakikat var; o da sünnetullahtır, ilahi takdirdir:

"...Şüphesiz Allah, aşırı giden, yalancılık eden kimseyi doğru yola eriştirmez." Mü'min/28

Y. ZİYA T.YILMAZ

 

 

"Hiçbir strateji Müslüman kanının dökülmesini önlemekten daha değerli değildir..."

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez İranlı âlimlerden oluşan bir heyeti makamında kabul etti. İslami Mezhepleri Yakınlaştırma Kurumu Genel Sekreteri Ayetullah Mohsen Eraki’nin başkanlığındaki heyette, İslam Dünyası İşleri Rehberlik Makamı Yüksek Danışmanı ve Kurum Yüksek Konseyi Başkanı Ayetullah Muhammed Ali Tehsiri, Dr. Mehdi Mustafavi, Huccetulislam Muhammed Şafiinia de yer aldı. 

Kana bulanmış bir ümmet coğrafyasında, İslâm topraklarına yüzyıllık fitne tohumlarının ekildiği bir dönemde gerçekleşen buluşmayı karanlıkların ortasında yanan bir ışık olarak değerlendiren Diyanet İşleri Başkanı Görmez, “İslam coğrafyasında olup bitenlerde Sünnisiyle, Şiisiyle İslâm âlimlerinin, dinî kurumların, din eğitimi veren müesseselerin vebali ve sorumluluğu yok mudur? İnsanlığa ezeli hikmet, evrensel adalet ve iki cihanda saadet sunmak üzere gönderilen İslâm, eğer bugün bağlılarının birbiriyle savaştığı, birbirinin canına kastettiği, camilerinin birbiri tarafından bombalandığı bedbaht bir süreç yaşıyorsa Hz. Peygamberin mirasçısı konumundaki âlimlerin suçu yok mudur?” dedi.

Hz. Hüseyin’in haccı yarım bırakarak Kufe’ye gitmeden önceki son hutbesinde ibret alınması gerektiğini vurguladığı ayetleri okuyan Başkan Görmez’in konuşmasından bazı satır araları şöyle;

“Hiçbir strateji Müslüman kanının dökülmesini önlemekten daha değerli değildir…”

“Bunları, kendilerini Rabb’a adamış kimseler ve âlimler günah söz söylemekten ve haram yemekten sakındırsalardı ya! Yapmakta oldukları şey ne kötüdür. (Maide 5/63) İsrailoğullarından inkar edenler, Davud ve Meryemoğlu İsa diliyle lanetlendi. Bu, onların isyan etmeleri ve hadlerini aşıyor olmalarından ötürüydü. İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötüydü. (5/78)

Bu ayetlerde Allah’ın onları kınamasının sebebi, onların aralarında bulunan zalimlerin yaptıkları kötü işleri ve fesatları görüp onlardan yetişen dünya mal ve makamına olan meyilleri ve maruz kalmaktan sakındıkları baskı ve zulmün korkusu yüzünden onların men etmemelerinden dolayıdır. Hiçbir strateji Müslüman kanının dökülmesini önlemekten daha değerli değildir. Hiçbir siyaset Müslümanların parçalara ayrılarak birbirini katletmesini önlemekten daha önemli değildir. Muhlis İslâm âlimlerinin tek stratejisi vardır, o da kardeşlik ve vahdettir. Yapılması gereken zalimin karşısında mazlumun yanında yer almaktır.

“Asıl hepimizi kahreden husus ise uluslararası hile, entrika ve oyunların ürünü olan bu fitnelerin, mezhepçilik, Sünnilik-Şiilik ihtilafı adına yapılıyor görünmesidir…”

Bugün Bağdat’ta, Necef’te her gün bombalar patlamakta, ansızın müminler ölmekte, Şam’da, Halep’te yüzbinler çatışmalar sonunda ölüme gitmekte, Beyrut’ta, Trablus’ta Müslümanlar camilerde Cuma namazlarını bombalar altında eda etmekte, Pakistan’da bayram günlerinde dahi ölümler yaşanmakta, Kahire’de meşruiyet arayışında bulunan insanların üzerine ölüm kusulmakta, İslâm beldelerinin her yerinde kan ve gözyaşı, zulüm ve şiddet hüküm sürmekte. Asıl hepimizi kahreden husus ise uluslararası hile, entrika ve oyunların ürünü olan bu fitnelerin, mezhepçilik, Sünnilik-Şiilik ihtilafı adına yapılıyor görünmesidir.

Bazı ülkeleri Sünnilik üzerinden bazı ülkeleri de Şiilik üzerinden birer temsile dönüştürme ve her iki ülke üzerinde İslâm’la veya İslâm’ın herhangi bir mezhebi ile ilişkisi olmayan sorunları yeniden tanımlayarak Müslümanları birbirine düşüren entrikaları, hile ve oyunları bozmak bütün âlimlerin, mütefekkirlerin, yazarların birinci vazifesi olmalıdır. Bugün Sünnilik ekseninde de Şiilik ekseninde de, her iki yönelimin temel sabitelerini hiçe sayan unsurların söze dâhil olma, sözü ve eylemi ele geçirme atakları karşısında sadece vicdanlar değil hemen her şey incinmekte ve kahrolmaktadır.

“İşte bugün bilhassa İslâm ümmetini bir uçuruma götüren, ateş dolu bir çukurun kenarından ateş dolu çukurlara yuvarlayan mezhepçilik fitnesini söndürmek için bir âlimler inisiyatifi başlatmak üzere buradayız…”

İnadına kardeşlik, inadına vahdet demek için buradayız. Bilumum takrib projeleri hiç kuşkusuz hayatidir ve mezheplerin sosyal gerçekliğini devre dışı bırakmaksızın gayr-i İslâmi duyarlılıklar ekseninde mevcut gelenekte bölünme yaratan eğilimleri elimine etme çabası taşımaktadır.

“Bugün bizler İslam’ın özünü ve gayesini öncelememiz gerekir. Bu da tevhiddir, adalettir, uhuvvettir; ahlaki kaygıları önceleyen ümmeti oluşturmaktır ve vahdettir…”

Bugün bir vahdet ve kardeşlik inisiyatifi başlatmak istiyoruz. Yapacağımız toplantılar ve görüşmeler alışık olduğumuz birbirimizi tanımak ve birbirimize güzel temennilerde bulunmak için bir araya gelinen resmi toplantı ve görüşme kapsamında değildir. Bu toplantımız öncelikle mezheplerin birbiriyle teolojik ve akademik yapacağı tartışmaları içeren toplantı da olmamalıdır. Önceliğimiz ehl-i sünnet ve ehl-i beyt kavramlarıyla dini anlama ve farklı yorumlamaları birbirimize anlatma çabasının ötesinde ehl-i tevhid olarak birliğimizi ve beraberliğimizi yani vahdeti nasıl oluşturacağımıza yönelik olmalıdır. Bu toplantılar, kan gövdeyi götürürken Bizans rahiplerinin meleklerin kanadı var mıdır yok mudur tartışması üzerine yaptıkları dini çalışmalar gibi olmamalıdır. Bugün İslam dünyasında her gün kan akmakta; düşünün bizler toplanmışız namazda eller bağlanmalı mı bağlanmamalı mı bunu tartışıyoruz. Hayır hayır, böyle bir dini tartışma ne Allah’ı razı eder ne de müminlere bir faydası olur. Bugün bizler İslam’ın özünü ve gayesini öncelememiz gerekir. Bu da tevhiddir, adalettir, uhuvvettir; ahlaki kaygıları önceleyen ümmeti oluşturmaktır ve vahdettir.

“Umarım ve dilerim ki, herkes için daha güvenli hayat alanları oluşturmanın misakını oluşturmuş oluruz…"

Bu toplantılarda bizler, sadece ulemayı ilgilendiren konuları değil, bütün Müslümanları hatta bütün insanlığı doğrudan ilgilendirmekte olan hakkın, hukukun ve adaletin ikame edilmesi ve yüceltilmesine yönelik vicdanlarımızın sesini dinlemeliyiz. Bu toplantının sonunda umarım ve dilerim ki, herkes için daha güvenli hayat alanları oluşturmanın misakını oluşturmuş oluruz. Bölgemizin, tüm İslam toplumlarının, Şiisiyle, Sünnisiyle zor günler geçirdiği şu günlerde herkesin hayati sorunlarıyla yüz yüze gelerek bu sorunlara çözüm üretebilme duyarlılığını gösterebilirsek bu toplantılarla bölgemizin ve insanlığın huzuruna katkı yapmış oluruz.

Bizler geçmişten bugüne kadar aynı medeniyet havzasında var olmuş toplulukların mensuplarıyız. Modern zamanlara kadar barış içinde bu coğrafyayı birlikte imar ederek aynı atmosferi soluyup bu toprakları kendimiz için darü’s-selam yaptık. Yani barışın yurdu. Evet, bu topraklar binlerce yıl barışın ve esenliğin diyarı oldu. Elbette zaman zaman çatışmalar yaşandı ancak bunlar kitleler nezdinde derinleşmedi. Ancak bu günlerde yaşananlar geleceğimizi de tehdit ederek büyük kırılmalara neden olacak potansiyeli taşımaktadır.

İslami Mezhepleri Yakınlaştırma Kurumu Genel Sekreteri Ayetullah Mohsen Eraki ise ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getirerek, ümmet arasındaki vahdetin korunmasının dinin korunmasıyla eş değer olduğunu söyledi. Eraki, “Dinin korunması bütün farzların üstünde olduğu gibi vahdetin korunması da öyledir. Müslümanlar arasında temel olarak bir ihtilaf varsa vahdetin sağlanması gerekir. bu vahdetin sağlanması için alimlere büyük görevler düşüyor” diye konuştu.

Kabulde Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Raşit Küçük, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Dr. Ekrem Keleş, Strateji Geliştirme Başkanı Dr. Necdet Subaşı ve Müslüman Ülkeler ve Toplulukları Daire Başkanı Erdal Atalay hazır bulundu.

 

 

Çarşamba, 28 Ağustos 2013 12:05

İran'dan net Suriye mesajı

İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Abbas Arakcı, Suriye’ye olası bir askeri müdahalenin tehlikeli sonuçları olacağını ve bunun söz konusu ülkeyle sınırlı kalmayacağı uyarısında bulundu.

Dışişleri Bakanlığında gerçekleştirilen basın toplantısında gündeme dair soruları yanıtlayan Arakcı, BM Genel Sekreteri’nin siyasi işlerden sorumlu yardımcısı Jeffrey Feltman’ın Tahran ziyareti ve Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif ile görüşmesine değinerek, “Sayın Feltman’a, İran’ın Suriye’ye olası bir askeri müdahale konusundaki tutumunu açık bir dille ilettik” dedi.

Arakcı, “Bazı ülkeler Suriye rejiminin kimyasal silah kullanıldığını iddia ederek ülkeye dış müdahale ortamını yaratmaya çalışıyor. Kimyasal silah kullanımı hangi şartlarda olursa olsun ve kim tarafından gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin kabul edilemez. İran, kimyasal silah saldırısının kurbanı olmuş bir ülke olarak bunu kesin bir dille kınamaktadır. Bizim inancımızda tüm kitle imha silahları İslam, ahlak ve insanlığa aykırıdır ve her şart altında kınanmaya mahkumdur” şeklinde konuştu.

RUSYA KANITLAMIŞTI

"Suriye’deki kimyasal silah saldırısının terörist gruplarca gerçekleştirildiği Rusya’nın elinde bulunan uydu görüntüleriyle kanıtlanmıştır" ifadesini kullanan Arakcı, şöyle devam etti:

“Saldırının zamanlaması oldukça manidardır. Aklı başında hiç kimse BM denetçileri ülkedeyken böyle bir saldırı gerçekleştirmez. Terörist grupların denetçilerin ülkede bulunmasını fırsat bilerek böyle bir saldırı gerçekleştirerek yönetimi suçlaması oldukça mantıklıdır. Bunun yanında Rusya’nın yayınladığı birçok uydu görüntüsünde saldırının teröristlerin kontrolü altındaki bölgelerden gerçekleştirildiği görülmektedir. Aynı şekilde Suriye televizyonu da yakalanan teröristlerle birlikte çok sayıda kimyasal silah, kimyasal saldırıdan koruyucu maskenin ele geçirildiğini görüntülemiştir. Maalesef ele geçirilen malzemelerin kutuları üzerinde dış ülkelerin isimlerinin yazılı olduğu görülmüştür.”

Rus uyduları kimyasal saldırıyı aydınlattı haberi için aşağıdaki linki tıklayınız...

http://www.rasthaber.com/88598_rus-uydulari-kimyasal-saldiriyi-aydinlatti.html

“MANTIKLI DAVRANABİLMELERİ...”

Arakcı, Suriye’ye olası bir saldırı halinde İran’ın nasıl bir tepki vereceği sorusuna, “Bölgemiz çok hassas bir dönemden geçmekte ve barış, hoşgörü ve soğukkanlılığa ihtiyaç duymaktadır. Umarız krizin daha fazla kontrolden çıkmasına yol açarak bölge ve uluslararası toplum için ağır sonuçlar doğuracak girişimlerde bulunulmaz. Suriye’ye askeri müdahaleyi gündeme getiren ABD’li ve bazı Avrupalı liderlerin yeterince mantıklı davranabilmelerini ve BM Güvenlik Konseyi’nin bu konu hakkındaki görüşünü dikkate almaların umuyoruz” cevabını verdi.

SURİYE İLE SINIRLI KALMAZ”

İran’ın tüm taraflarla diyalog içerisinde Suriye konusunda siyasi bir çözüme ulaşılması ve barışın sağlanabilmesi için çaba gösterdiğini belirten Arakcı, “Tüm tarafları Suriye’ye olası bir askeri müdahalenin tehlikeli sonuçlarının Suriye ile sınırlı kalmayacağı konusunda ciddi olarak uyarıyoruz” dedi.

Foreign Policy dergisinde yayınlanan “ABD’nin İran-Irak savaşında kimyasal silah kullanan Saddam Hüseyin’e yardım ettiğini kanıtlayan belgeler” hakkında da değerlendirmelerde bulunan Arakcı, şöyle konuştu:

“Bu deliller bizim için yeni bir şey değil. ABD ve batılı ülkelerinin İran-Irak savaşı sırasında Saddam Hüseyin’e sağladığı geniş yardımları biliyoruz ve bu konu hakkında çok sayıda belge var. Hatta bazı Amerikalı şirketler bu deliller sayesinde mahkeme yargılanmış ve ceza almıştır. Asıl mesele, ABD’nin hiçbir insani değere ve uluslararası anlaşmalara sığmayan ikili siyasetidir. ABD, kendi çıkarlarını koruduğu sürece teröristleri desteklerken, çıkarlarına ters düştüğünde ise onları saldırı gerekçesi olarak öne sürmektedir. ABD eğer menfaatlerini koruyorsa kimyasal saldırılar karşısında sessiz kalmakla yetinmemiş, bu saldırılara yardım etmiştir. Ancak menfaatlerine ters düşerse kimyasal saldırıları başka bir ülkeye saldırı gerekçesi olarak öne sürmektedir. Bugün Suriye’de yaşandığı gibi.”

 

İstanbul-Beyrut seferini gerçekleştiren Türk Hava Yolları (THY) uçağının iki pilotu, 8 Ağustos günü geç saatlerde Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta kaçırıldı. Altı kişilik uçuş ekibini otele taşıyan aracı durduran silahlı saldırganlar, Kaptan Pilot Murat Akpınar ve İkinci Kaptan Pilot Murat Ağca’yı yanlarına alarak kayıplara karıştı. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç Lübnan’da kaçırılan THY pilotlarıyla ilgili olarak, “Güvenli bir şekilde arkadaşlarımıza ulaştık, nerede oldukları da az çok biliniyor. Hayatta olduklarını, huzur ve rahat içinde olduklarını biliyoruz” dedi.

 Eylemin sorumluluğunu "İmam Rıza'nın Ziyaretçileri" adlı grup üstlenmişti. Grup adına yapılan açıklamada, Türk pilotların, Suriye'de rehin tutulan 9 Lübnanlı karşılığında serbest bırakılacakları ifade edilmişti.

Konuyla ilgili; Suriye’de rehin alınan Lübnanlıların dosyasına bakan en yetkili isimlerden Şeyh Abbas Zuğeyb, Türkiye'ye ağır suçlamalarda bulundu.

Gazeteci İslam Özkan’ın konuyla ilgili röportajını yayınlıyoruz:

 “Lübnan’da kaçırılan Türkler ve Suriye’de kaçırılan Lübnanlılarla ilgili kiminle görüşeceğimiz konusunda yaşadığımız küçük bir tereddüdün ardından bu konuda en etkili ismin Yüksek Şii Konseyi üyesi ve Rehineler Dosyası Sorumlusu Şeyh Abbas Züğeyb olduğu kanaatine vardık. Kendisi Lübnan Şiilerinin en etkili kurumlarından biri olan Konsey’de rehineler dosyasından sorumlu olduğu gibi aynı zamanda amcasının oğlu, İzaz’da rehin alınan isimlerden biriydi. Dolayısıyla konuyla her anlamda güçlü ilişkisi olan bu isimle konuşmadan konuya ilişkin sağlıklı bir elde etmek mümkün değildi. Biz de kendisiyle konuyu ayrıntılı bir şekilde ele alan bir röportaj yaptık. 

Soru: Bu dosyayla ilgili gelinen son durumdan biraz bahseder misiniz? 

Cevap: Ben Yüksek Şii- İslami Konseyi’nin İ’zaz bölgesinde kaçırılan Lübnan Vatandaşları dosyasından sorumluyum, sorunu halletmek için Türkiye ve Lübnan yetkilileri arasında bir takım resmi görüşmeler devam etmekte. Bu müzakerelerin mutlu sona ulaşması konusunda umutluyuz. 

Soru: Biz Türk istihbaratından bir heyetin konuyla ilgili görüşmelerde bulunmak için Lübnan’a geldiğini duyduk. Acaba bu konuda bize bilgi verebilir misiniz?

 Cevap: Evet, Türk emniyet ve istihbarat yetkililerinden bir heyetin geldiği bilgisi doğru. Aynı şekilde Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Dışişleri bakanları düzeyinde bağlantılar ve müzakereler yapılmaya devam ediliyor. Fakat üzülerek söylemeliyim ki bunlar geç kalınmış adımlar. Çünkü biz daha bu kaçırma eylemleri gerçekleşmeden, sürekli Türk yetkilileri, sorunun bu düzeye taşınabileceği ve dolayısıyla vakit geçmeden bir şeyler yapılması gerektiği konusunda uyarıyorduk. Zira, siyaseten bu tür eylemlere kesinlikle karşıyız. Bu tür eylemler ne dini, ne akli ve ne de örfi açıdan kabul edilecek bir şey değildir ve en basit tabirle, başkalarının hürriyetini elinden almaktır dolayısıyla asla tasvip edilemez. Evet bu konuda Türk yetkilileri sürekli uyardık. Çünkü biliyorduk ki daha önce kaçırılan Lübnanlıların sorununa ilişkin çözümün anahtarı Türk Hükümetinin elindedir. 

“LÜBNANLILARI KAÇIRANLAR TÜRKİYE’NİN GÖZETİMİNDE”

 Soru: Ama Türk yetkililer, Suriye muhalefetiyle bir alakalarının olmadığını, en azından Lübnan vatandaşlarını kaçıran grup üzerinde bir etkilerinin olmadığını söylüyor. 

Cevap: Bizce bu iddialar geçerliliğini ve gerçekliğini yitirmiş iddialar... Türkiye-Suriye sınırına gittiğinizde o bölgede kimin hakim olduğunu görürsünüz. O bölgeler tamamen Türk istihbaratının ve hükümetinin gözetim ve denetimi altında. Ve Türk hükümeti bu konuda her türlü desteği vermekte. Kaçırma olayını gerçekleştiren grupların temsilcisinin, Lübnanlı yetkililerle Türk istihbaratının gözetimi altında Türkiye topraklarında görüşmeleri, bu söylediğimizin açık bir ispatı değil mi? Biz Türk yetkililere sesleniyoruz, lütfen insanların düşünce ve duygularıyla oynamasınlar. 

Soru: Ama Türk yetkililer diyor ki, yüzden fazla silahlı grup Suriye’nin çeşitli bölgelerine dağılmış durumda ve bunların hepsi bizim kontrolümüzde değil... 

Cevap: Evet biz de orada bulunan bütün grupların böyle olduğunu iddia etmiyoruz. Aksi takdirde Suriye sorununun çözüm anahtarı Türklerin elinde olurdu ki böyle değil. 

Soru: Peki neye dayanarak kaçırma eylemini yapanların Türkiye’yle ilişkili olduğunu söylüyorsunuz? 

Cevap: Lübnanlıları kaçıran grubun Türkiye’nin gözetim ve denetimi altında olduğunu biliyoruz. 

Soru: Hangi grup bu? 

Cevap: Sözde “Kuzey Suriye Fırtınası” isimli grup.. Ama ben şimdi ona “Güney Türkiye Fırtınası” diyorum. 

Soru: Bu grup Özgür Suriye Ordusu’na mı bağlı, yoksa başka gruplara mı? 

Cevap: Hayır bunlar, Türk istihbaratının gözetimi altında. Bunun en açık kanıtı “İZAZ” denen ve bu grubun hâkimiyeti altında bulunan bölgeye, sadece Türk hükümetinden resmi olarak izin alan kimselerin girebiliyor olmasıdır. Yani oraya giden gazetecilerin pasaportlarına Türkler mühür vuruyor. Aynı şekilde bir ara kaçırılan vatandaşlarımızın aileleri, rehinelerle görüşmek için oraya gittiklerinde görüşmeler Türk yetkililerin denetiminde gerçekleşmişti ve Suriye’ye girerken Türklerin pasaporta vurdukları mühürle girmişlerdir. Dolayısıyla Türkiye’nin onlarla herhangi bir ilişkilerinin olmadığı boş ve anlamsız bir iddiadan başka bir şey değildir. Tam aksine çözümün anahtarı Türklerin elindedir ve onların ailelerine dönmesi, ancak Türklerin iradesi ve kararıyla olacaktır. 

“BU NOKTAYA GELMESİNE TÜRKİYE VESİLE OLDU”

 Soru: Acaba yapılan müzakerelerle ve gelinen noktada sorunun çözümüne ve kaçırılanların serbest bırakılmasına yaklaşıldığını söyleyebilir miyiz? 

Cevap: Cumhurbaşkanlığından başlayarak en yükseğinden en aşağısına kadar çeşitli düzeylerde gerçekleştirilen görüşmeler ve müzakereler neticesinde ve bilahare son gelen heyetinden ardından, çözüme çok yaklaştığımızı söyleyebilirim. 

Soru: Bu bir tahmin mi yoksa bunu somut bir takım gelişmelere dayanarak mı söylüyorsunuz?

Cevap: Artık olayın ciddiyetinin fark edildiğini düşünüyorum. Ben burada Sayın Erdoğan ve hükümetine sesleniyorum: Bu konuda ihmale yer yok ve ciddiyetin ön plana çıkması gerekiyor. Bu iş ne kadar ihmal edilir ve geciktirilirse, insanların size menfi bakışları da o kadar derinleşecektir. Gerçi ben, Türk halkının Lübnan ile ilişkilerinin olumsuz yönde ilerlemesine rıza göstermeyeceğine can-ı gönülden inanıyorum. Biz de kesinlikle böyle bir şeyi istemeyiz. Daima karşılıklı saygı ve hoş görüye dayalı kardeşçe ilişkiler içinde olmaktan yanayız. Bir sorun olursa iyi niyet ve diyalog yoluyla bunların çözülebileceğini düşünüyoruz.

Türkiyeli yetkililer, vatandaşlarının durumunu çok önemsediklerini vurguladılar, biz de onlara bizim de vatandaşlarımızın konumunu önemsediğimiz cevabını verdik. 

Soru: Türk yetkililer, müzakereleri kiminle yaptılar ve ne istediler? 

Cevap: Lübnan yetkilileriyle görüştüler. Ve kaçırılan Türklerin serbest bırakılması için çaba gösterilmesini istediler. Lübnan yetkililerinin tavrı ise, çok netti. Türk yetkililerin istediği yönde çaba gösterebileceklerini ancak Türklerin de bunun karşılığında İ’zaz bölgesinde kaçırılan Lübnanlıların serbest kalması ve söz konusu dosyanın kapatılması yönünde ciddiyet göstermesi gerektiğini ifade ettiler. Çünkü bu olayın yaşanmasına birinci kaçırma olayı zemin hazırlamıştır. Evet biz inancımız ve prensiplerimiz gereği Lübnan’da yaşanan bu kaçırma eylemini kınıyoruz. Ama ondan önce de Türkiye hükümetini kınıyorum. Çünkü olayın bu aşamaya gelmesine ve böyle girift bir noktaya taşınmasına onlar vesile oldular. Eğer onların gözetiminde bulunan malum gruplar Suriye’de bu eylemi gerçekleştirdiklerinde, bizim çağrılarımıza kulak verip zamanında bu işe el koysalardı ve çözüm anahtarı ellerinde olduğu halde “Bu iş bizi ilgilendirmiyor” demeselerdi sorun zamanında çözülürdü, hiç bir Türk vatandaşı da herhangi bir sıkıntıya maruz kalmazdı, kimsenin de burnu kanamazdı. 

Soru: Yani Lübnanlılar konusunda Türk yetkililer size hiçbir olumlu karşılık vermediler mi?

Cevap: Hayır, hayır. Bilakis Onların yaptığı resmi açıklamalar, tamamen Lübnanlıların duygularıyla oynamak, alay etmek gibi bir şeydi. 

Soru: Peki neden bunu yapsınlar? Neyi amaçlıyor olabilirler ki? 

Cevap: Gerçekten neden böyle yaptıklarını biz de anlamış değiliz. Acaba bunu Suriye’den mesela bazı tavizler almak için mi yaptılar? Suriye’nin bundan dolayı bir tavize yanaşacağına ben ihtimal dahi vermiyorum. Çünkü konu Türkiye’yi ilgilendiren, onun için önem arz eden bir şey değil ki. Veya başka bir sebep mi söz konusu? Şimdiye kadar bize bir tane dahi geçerli veya geçersiz bir sebep söylemiş değiller. 

Soru: Peki Türk pilotların kaçırılmasının bu sorunun çözümüne katkı sağlayabileceğini düşünüyor musunuz? 

Cevap: Maalesef evet. Maalesef diyorum, çünkü biz başından beri durumun bu noktalara gelmemesi için Türk yetkilileri ısrarla uyardık. Ama onlar bu uyarılara kulak tıkadılar. Dedik ki sizin yardım ettiğiniz ve koruduğunuz kimselerin bu yaptıkları, Lübnanlıların hürriyet ve onurlarıyla oynamaktır. Lübnan ve Lübnanlılar, hatta hiçbir insan kendi haysiyet ve onurlarıyla oynanmasına, haklarının çiğnenmesi izin vermez. 

Tekrar ediyorum, maalesef ama maalesef Türkiye hükümeti, yaptığı hatalarla bu sorunun çözümü için böyle tasvip edilemez bir yoldan başka bir seçenek bırakmadı.

 “TÜRK HALKI HÜKÜMETE BASKI YAPSIN”

Soru: Acaba sizce, adam kaçırmanın şer’i ve dini bir ruhsatı olabilir mi? 

Cevap: Hayır kesinlikle ... Bu iş ne aklen ne dinen, ne örfen ve ne de kanunen, doğru ve kabul edilir bir şey değildir. İnsanları hürriyetini elinden almak kimsenin hakkı değildir. 

Soru: Yani siz Türk pilotların kaçırılması olayına kesinlikle karşısınız, öyle mi? 

Cevap: Tabi ki öyledir. Ama ondan önce bir yıldan fazladır, esarette bulunan Lübnanlı vatandaşlarımızın kaçırılmasına karşıyım ve yapanları kınıyorum. Ama maalesef bizim dışımızdakiler, sıra kendi vatandaşlarının başına gelenlere gelince, sesleri çıkmaya ve bunu bir insanlık sorunu olarak gündeme taşımaya çalışıyorlar, ama buna vesile olanlara, zemin hazırlayanlara ses çıkarmıyorlar. 

Soru: Acaba bunu başka bir yolla çözmek mümkün olamaz mıydı? 

Cevap: Bizce maalesef başka bir çözüm yolu bırakmadılar. Yani bunca zaman içinde Lübnan halkının ve esir ailelerin onur ve haysiyetleriyle bu denli oynanması ve aşağılanmaları ve bir türlü çözüme yaklaşmamaları bu insanlardan bazılarını bu yanlış yönteme itti maalesef. 

Soru: Acaba kaçırılan Türk ve Lübnanlıların sağlık durumlarıyla ilgili bir bilgi elde edebildiniz mi? 

Cevap: İ’zazda ve Türklerin denetiminde olan bölgedeki rehine olarak tutulan Lübnanlıların hakkında dört aydan fazla sağlıklı bir bilgiye sahip değiliz. Sadece Türk yetkililer ara sıra sorulduğunda hayatta olduklarını ve durumlarının iyi olduğunu tekrarlıyor. Başka da bir şey söyledikleri yok. 

Türk Pilotlarıyla ilgili ise biz hala onlara ulaşmış değiliz. Ancak ben geçenlerde verdiğim bir mülakatta da söylediğim gibi, söylediklerimi burada da tekrarlıyorum. Ben bizzat görevim icabı onlara ulaşmaya gayret edeceğim. Ve serbest bırakılmaları için hiçbir ön şart gözetmeden uğraşacağım. Çünkü düşüncemiz, prensiplerimiz, ahlakımız, iftihar ettiğimiz Lübnanlılığımızın bize yüklediği bir sorumluluk olarak bunu yapacağım. 

Elbette buna mukabil Türk hükümetinden değil (çünkü bir yıldır onlara derdimizi bir türlü dinletemedik), sadece hamiyet sahibi Türk halkından isteğimiz, suçsuz günahsız Lübnan vatandaşlarının serbest kalmaları için çaba göstermeleridir. Hükümetlerine baskı yapsınlar. Çünkü onların ziyarete gitmek ve dönmek için, Türkiye topraklarını kullanmaktan başka bir suçları yoktu. 

HİZBULLAH İLİŞKİSİ VAR MI 

Soru: Sizce Türk pilotları kaçıranların Şii olduklarını söyleyebilir miyiz? 

Cevap: Bu aşamada kesin bir şey söylememiz mümkün değil. 

Soru: Bir de İzaz’daki Suriyeli rehinecilerin, Suriye hapishanelerinde tutuklu 220 kadının tutuklunun serbest bırakılması yönünde talepleri olduğu iddiaları var… 

Cevap: Evet bu talepleri vardı. Ama takdir edersiniz ki bu vatandaşlarımızın ne muhalifler ve ne de Suriye rejimiyle müspet veya menfi hiçbir ilişkileri yoktu. Ama buna rağmen biz, Suriye rejiminden istenen esirlerin serbest bırakılması yönünde ricacı olduk. Onlara ulaştırılan beş yüze yakın isimden 150 civarında tutuklunun hapishanelerde olduğu tespit edildi ve bunların bir kısmı serbest bırakıldı. Ama yine de bu sözde “Kuzey Fırtınası” isimle grup sözünü tutmadı ve Lübnanlıları bırakmadı. Bu da onların nasıl kimseler olduklarını ve en insani girişimlere dahi ne kadar kapalı olduklarını ortaya koymaktadır. 

Soru: Türkiye’de bazıları, Türk pilotları kaçıranların Hizbullah ile bağlantılı olduklarını ve Hizbullah’ın onların üzerinde yeterli bir etki ve nüfuza sahip olduklarını ileri sürüyor. Veya İ’zazda kaçırılan Lübnanlıların Hizbullah üyeleri oldukları söyleniyor.. 

Cevap: Hayır, kesinlikle aralarında herhangi bir organik bağ bulunmamakta... Bu gerçekten kuru bir iddiadan başka bir şey değil. Ben baştan beri söylüyorum. Bunlar, kendi halinde normal vatandaşlarımızdır. Bir tanesi, açık kalp ameliyatı geçirmiş, kalp pili taşıyan birisi. Diğerlerinin de çoğu hasta ve zaten yaşları da Hizbullah’ın aktif bir elemanı olmaya müsait değil; hepsi 45-50 yaş sınırında bulunan insanlar. 

Türk pilotları kaçıranların Hizbullah’la ilişkisine gelince, benim bildiğim kadarıyla onların da Hizbullah’la organik bir bağları yok. Bu konuda ileri sürülebilen tek gerekçe, kaçırılma olayının Hizbullah’ın kontrolü altında bulunan bölgede gerçekleşmiş olması... Evvela şunu söylemem gerekir ki bölgenin emniyetinden Hizbullah değil, Lübnan emniyet güçleri sorumludur. Kaldı ki daha birkaç gün önce aynı bölgede, büyük bir patlama gerçekleşti ve birçok suçsuz insanın şehid olmasına yol açtı. Bu da Hizbullah’ın kontrolü altındadır dedikleri yerde değil miydi? Dolayısıyla bunlar dayanaksız ve abes iddialardır. Ben de aynı bölgede yani Dahiye’de yaşıyorum. Hizbullah’tan, güvenlik güçlerinin görevini yerine getirmesini bekleyemeyiz. Hizbullah’ın bölgede olan biten her şeyden önceden haberdar olmadığının en büyük kanıtı, onca suçsuz insanın ölümüne yol açan patlamadır. Her şey Hizbullah’ın kontrolü altında olsaydı bu patlama gerçekleşmezdi. Ve üzülerek söylemem gerekir ki Türk hükümeti böyle cani teröristlere destek vermektedir.

 DAVUTOĞLU’NUNKİ BOŞ İDDİA 

Soru: Ama sayın Davutoğlu, kendilerinin Nusra Cephesi veya El-Kaide’ye hiçbir destek vermediğini, zira onları Suriye devrimine ihanet edenler olarak gördüklerini ifade etti.

 Cevap: Bizce bu, kuru ve boş bir iddia... Eğer böyleyse neden Türkiye, Suriye sınırını ardına kadar açık tutuyor? 

Soru: Sınırı özgür Suriye ordusu için açık tuttuklarını el Kaide’ye ise destek vermediklerini söylüyorlar. 

Cevap: Hayır, bizce bunlar boş laflardır ve kabul edilecek bir yanı yoktur. Ben buradan Sayın Erdoğan ve Hükümetine sesleniyorum. Şunu bilin ki bu teröristlere verdiğiniz destek çok geçmeden kendi aleyhinize dönecektir. Onların kimseye saygısı yoktur. Onlar, kendilerine yardım için uzanan elleri dahi keserler. Türkiye’deki birçok patlama ve cinayetlerde de onların eli vardır. Onlara destek vermek, tıpkı kendisini öldürmek isteyen kimsenin eline zehir vermesi veya eline silah tutuşturması gibi bir şeydir. Maalesef Sayın Erdoğan’ın siyaseti, halkları düşmanlığa sevk edecek hatalı bir siyasettir. Bu yüzden siyasetlerini yeniden gözden geçirmelidirler. Milletine düşman değil, dost kazanmanın yollarına bakmalılar. 

Soru: Türk yetkililere mesajınızı ilettiniz. Ama Türk halkına da eğer söyleyeceğiniz bir mesaj varsa, bu vesileyle iletebilirsiniz. 

Cevap: Ben sözlerimin satır aralarında da söyledim ki biz Türk halkıyla karşılıklı saygı ve sevgiye dayalı ilişkilere sahip olmak istiyoruz. Aynı şekilde Türk hükümetiyle de… Bir yıldan fazladır bize bir çok sıkıntı yaşatmalarına rağmen, yine de ilişkilerimizin normale dönmesini, karşılıklı saygı esasına dayalı bir ilişki olmasını arzuluyor ve kalbimize bu arzunun gerçekleşmesine açık tutuyor, dostluk elini onlara uzatıyoruz. Hz. Ali’nin de (a.s) buyurduğu gibi insanlar bizim ya dinde kardeşimiz, ya da insanlıkta eşimizdirler. Biz böyle düşünüyoruz, bizim hakkımızda da böyle düşünülmesini arzuluyoruz. Size de bu mülakattan dolayı teşekkür ediyor, sağlık ve afiyet diliyoruz.

 

İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Abbas Irakçi, Suriye’ye askeri müdahale konusunda ki açıklamalara ve ABD'nin Akdeniz’e savaş gemisi göndermesine tepki gösterdi. Suriye’ye askeri müdahale için ‘uluslararası izin yok’ diyen Irakçi, “Yapılan kışkırtıcı açıklamalar veya bölgeye savaş gemisi gönderilmesi, sorunun çözümüne yardımcı olamayacak ve bölgedeki durumu daha da tehlikeli bir hale getirecektir” dedi.

RUHANİ KİMYASALI KINADI

İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Suriye’de kimyasal silahla insanların öldüğünü ilk kez doğruladı. Ruhani, “Suriye’de birçok masum insan, kimyasal maddelerle yaralandı veya şehit oldu. Bu talihsizliktir. Kimyasal silahların kullanılmasını tamamen ve kuvvetle kınıyoruz” dedi. İmam Humeyni'nin türbesini ziyaret ettiği sırada açıklama yapan Ruhani, İran-Irak Savaşı sırasında da kendilerinin kimyasal saldırıya maruz kaldığını hatırlattı.

Ruhani, Suriye'de kimyasal silahı kimin kullandığından ise bahsetmedi. İran Dışişleri Bakanlığı daha önce Suriye'de kullanılan kimyasal silahların ancak muhalifler tarafından kullanılmış olabileceğini açıklamıştı.

Suriye'nin başkenti Şam'da binden fazla insanın ölümüyle sonuçlanan kimyasal silah saldırısıyla ilgili olarak Rusya da Suriye muhalefetini suçlamıştı.

Cumhurbaşkanı Ruhani, herhangi bir tarafı suçlamazken Dışişleri Sözcüsü Irakçi, saldırının arkasında Suriyeli muhaliflerin olduğunu söyledi.

Pazartesi, 26 Ağustos 2013 04:10

ABD'NİN İPİYLE ANCAK MEZARA İNİLİR!

Mısır, Suriye, Libya, Irak ve Tunus'un durumu şu açık gerçeği bağıra bağıra ortaya koyuyor: ABD'nin ve Batı'nın ipiyle asla kuyuya inilmez. Bundan da ötesi onların bir şekilde çevresinde bulunduğu kuyuya da inmemek lazım. İlk yapılması gereken onları uzaklaştırmak.

Bu ülkelerdeki devrimlerin en büyük yanlışı bir şekilde ABD ve Batı'ya güvenmek veya en azından mesafeli olmamak. Hal bu ki bütün sorunların onlardan kaynaklandığı konusunda da herkes hemfikir.

Suriye muhalefeti ve Türkiye, Suriye konusunda Batı'ya güvenmese silahlı mücadeleye girişmezdi. Çünkü onların silah ve hava gücü desteği olmadan militarist yapısıyla öne çıkan ve Alevilerin, Gayri Müslimlerin ve laik Sünni kesimin desteğine sahip bir düzenin devrilmesi imkansız. Bunu tahmin etmek için dahi olmaya da hiç gerek yoktu.

ABD ve Avrupa yani Batı, Suriye muhalefetini destekledi tabi ki ama yeterli olmayacak kadar! Çünkü onların istediği Suriye muhalefetinin güçlü ve diri kalması ama sadece bu kadar. Çünkü en ideal durum iki tarafın da biri birine zarar verebilecek güçte olmasıdır.

Onlar için Sünni, Alevi, muhalif veya muvafık fark etmez, önemli olan İslam dünyasının birikim ve kaynaklarının tükenmesi ve kendilerine karşı zaafiyet içine girmesidir. Böylece İsrail'in güvenliği de sağlanmış olur.

Mısır'da İhvan-ı Müslimin gerçi ABD ve Batı'ya bağımlı bir hareket değil ama yine de onların icazetinden de kendini tamamen azade görememiştir. İhvan-ı Müslimin Türkiye'deki AK Parti hükümetini kendine örnek almakla büyük hata etmiştir. Mısır'ın şartları Türkiye'den çok farklıdır. İhvan'ın kendisi de AK Parti'den çok farklıdır. İslamcılıkla muhafazakarlık aynı şeyler değildir. Birinde asıl olan geçinmek diğerinde ise döndürmek, değiştirmek yani devrimci anlayıştır. Devrimci İslamcı düşüncenin ise temelinde emperyalizmle muhalefet vardır. Bu esastan uzaklaşan İslamcı bir hareket içi boşaltılmış ve anlamsızlaşmış olur. Bu içi boşaltılmışlığın da halk kitleleri nezdinde çok ciddi kaşlığı vardır.

Batı'ya elini veren kolunu kurtaramaz ve nitekim kurtaramıyor da. Bunlardan gelen Allah'tan gelsin demek ve sıkıntıları göze alarak uzun vadeli maslahatları kısa vadeli sıkıntılara tercih etmek lazım.

Baktığımızda öze dönüş hareketi olarak gerçekleşen hiç bir devrim ABD ve Batı ile iyi geçinerek bir mesafe kaydedememiştir. Bu naçizane benim gözlemlediğim kadarıyla hem İslam dünyası hem de diğer anti emperyalist ülkelerde böyledir.

Bir şekilde dönüp dolaşıp Batı'nın dümen suyuna girdiğinizde sizden öncekilerle bir farkınız kalmaz. Onlar namaz kılmazdı ama siz kılıyorsunuz. Onlar milli ve batılı değerlerle halka hitap ediyordu siz dini manevi değerlerle... Sonuçta ana rolünüz aynı. Yani emperyalizmin, hakim olan küresel değerlerinin belirlediği yol haritasına tabi olmak zorunda kalıyorsunuz. Liberal ahlak, siyasi uyumluluk, İsrail'in hakimiyetine (bağırıp çağırsanız bile pratikte) saygı, kapitalist ekonomi sistemi...

Maalesef Batı bizimle oynadığı her satrançta bizi şah mat edecek kadar akıllı. Bu gerçeği kabul etmek zorundayız. Biz oyununun acı sonuçlarını yaşamadın olayın boyutlarını göremiyoruz. İstediğiniz kadar aksini iddia edin vaki olan gerçek apaçık ortada.

Onlar açısından İslamcının da laikin de kanı aynı değerde. Onlar akan her kanı kendi kâr hanesine yazıyor. Bizler ise her birimiz bir cepheden bakıp karşımızdakinin kanının değersiz olduğunu düşünüyoruz. Temel sorun bu zaten. İnsanlarımız ister laik ister İslamcı ister Alevi ister Sünni bizim gözümüzde aynı değerde değil. Bu bizim katmerli cehaletimizin tezahürüdür.

Sadece ekonomisi, teknolojisi, bilimi zayıf değiliz, aynı zamanda bilinç seviyesi de düşük bir topluluk olarak kalakaldık. İslam hakkındaki tasavvurumuz bile olması gerekenin çok altında. Böyle olmasa idi bir kısmımız tekbirlerle baş keserken diğer bir kısmımız da laiklik kisvesi altında kendi dinimize düşman kesilmezdik.

İlginçtir ki bu iki kesimin dışında kalanlar da "dilsiz şeytan" olmakla suçlanıyor.

Irak'ta El-Kaide terörü yüzlerce insanı kadınlı erkekli çocuklu büyüklü her gün katlediyor. Mısır'da ordu, Batı'ya dayanarak kendi halkını katlediyor. Tunus'ta hala istikrardan bir haber yok. Suriye zaten kan gölü. (Daha ayaklanmalar yeni başladığında silahlı mücadelenin Suriye'yi dipsiz bir karanlığa doğru götüreceğini kesin bir dille yazmıştık. Hatta Türkiye bu işe müdahil oluyorsa Batı'ya güvenerek değil kendi gücüne güvenerek bunu yapmalı ve eğer bu güce sahip değilse bu vebale girmemeli demiştik.)

Özetle hal-i pür melalimiz şundan ibarettir:

Dini gruplar kendini Allah'ın yeryüzündeki tek hak ve haklı güruhu ve Allah'ı da kendi taraflarında cephe almış eli kanlı bir kabile reisi olarak gördükleri sürece İslam dünyasına barış gelmez. Çünkü Batı'nın da tek kozu bu cahil düşünce tarzını kullanmaktır.

İslam beldeleri olan Mısır, İran ve Suriye'ye seferler düzenleyen Yavuz'un değil bütün insanlığa gönlünü açan Mevlana'nın torunları olma liyakatine yükselmediğimiz sürece ya katil ya maktul olmaya mahkumuz.

http://twitter.com/ErsanBaydemir

Cumartesi, 24 Ağustos 2013 12:44

Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Şia

İbn Hanbel'in Müsned'inin üstün özelliklerinden biri, Peygamber'in (s) Ehl-i Beyt'inin menkıbeleri hakkındaki dikkat çekici hadislerin bu kitaba emanet edilmiş olmasıdır. Şia bakışaçısının birçok meselede sahihlik mührü vurduğu rivayetler Ahmed'in Müsned'inde diğer hadis külliyatlarıyla karşılaştırıldığında o kadar barizdir ki şarkiyatçıları bile şaşırtmış ve onları bunun sebebini araştırmaya sevketmiştir. 

 Ahmed b. Hanbel, Ehl-i Sünnet'in meşhur dört fıkıh okulundan birinin kurucusu ve önderidir. Onun Kitabu'l-Müsned'i de Sünnilerin en kapsamlı ve en eski külliyatlarından biri sayılmaktadır. 

ÖZET

Ahmed b. Hanbel, Ehl-i Sünnet'in meşhur dört fıkıh okulundan birinin kurucusu ve önderidir. Onun Kitabu'l-Müsned'i de Sünnilerin en kapsamlı ve en eski külliyatlarından biri sayılmaktadır. Yaklaşık otuz bin hadis içeren ve telif zamanı bakımından Ehl-i Sünnet'in sıhah-ı sittesinden (altı sahih) önce olan bu kitap, daima Sünnilerin önemli hadis kaynaklarından olmuştur ve olmaya devam etmektedir. İbn Hanbel'in Müsned'inin üstün özelliklerinden biri, Peygamber'in (s) Ehl-i Beyt'inin menkıbeleri hakkındaki dikkat çekici hadislerin müellifini o kitaba emanet etmiş olmasıdır. Şia bakışaçısının birçok meselede sahihlik mührü vurduğu bu rivayetler Ahmed'in Müsned'inde diğer hadis külliyatlarıyla karşılaştırıldığında o kadar barizdir ki şarkiyatçıları bile şaşırtmış ve onları bunun sebebini araştırmaya sevketmiştir. Bu makalenin yazarı bu açıdan Ahmed'in Müsned'ini ve müellifin şahsiyetini ele almış ve bu büyük mecmuada hızlı bir gezintiyle o hadislerden örnekleri kısa izahlar eşliğinde arzetmiştir.

GİRİŞ

Ebu Abdullah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel Şeybani'nin1 (hicri 164-241 / miladi 780-855) eseri el-Müsned2 Ehl-i Sünnet muhaddislerden geriye kalmış ve elimize ulaşmış en kapsamlı, en büyük ve en eski hadis koleksiyonlarından biridir. Bu kitap telif edildiği zaman itibariyle Ehl-i Sünnet'in bilinen altı sahihinden öncedir. Çünkü bu altı koleksiyonun müellifinin ilk ismi, yani Muhammed b. İsmail Buhari hicri 256 yılında vefat etti ve sonuncusu olan Ahmed b. Şuayb Nesai de hicri 303 yılında dünyaya gözlerini yumdu.

Ehl-i Sünnet âlimleri tarih boyunca hep Ahmed'in Müsned'ine yöneldiler ve onu övmekten hiç geri durmadılar. Bunların arasında Hafız Ebu Musa Medini (vefatı hicri 581) şöyle der:

“Bu kitap hadis araştırmacıları için büyük bir kaynak ve sağlam bir başvuru merciidir. Onun müellifi kitabı çok sayıda hadis ve bol miktarda rivayet arasından ayıklamış ve insanlar münakaşa sırasında sığınsınlar, ona istinat etsinler diye kılavuz ve dayanak yapmıştır.”3

Şemsuddin Muhammed b. Ahmed Zehebi (vefatı hicri 748) şöyle der: “Bu kitap en fazla Nebevi (s) hadise sahip olan kitaptır. Sahihliği ispatlanmış ama onda mevcut bulunmayan hadis çok azdır.” Yine şöyle der: “... Müsned'in bahtiyarlıklarından biri de, sâkıt olmuş haberin en az bulunduğu kitap olmasıdır.”4

İbn Cezeri (vefatı hicri 833) şöyle der: “Yeryüzünde ondan daha üstün bir hadis kitabı rivayet edilmemiştir.”5 Taceddin Sübki şöyle der: “Bu kitap, bu ümmetin sütunlarından biridir.”6

İbn Hacer Askalani, el-Bezzar'ın Tecridu Zevayidi Müsned kitabı hakkında şöyle yazar: “Eğer Ahmed'in Müsned'inde bir hadis varsa onu diğer müsnedlerle ilişkilendirmeyiz.”7

Heysemi Zevayidu'l-Müsned'de görüşünü şöyle açıklar: “Ahmed'in Müsned'indeki sahih hadisler, diğer sahih hadislerden çok daha sahihtir.”8

Celaleddin Suyuti, sözkonusu kitabın tüm rivayetlerini makbul bulmuş ve şöyle demiştir: “Onun zayıf hadisleri bile hasene9 yakındır.”10

Bu sözlerde bir miktar abartı bulunsa bile bu kitabın Sünniler nezdindeki konumunu göstermektedir.11 Âlimlerin, bir kısmına yer verilen övgü dolu sözlerine ilaveten eldeki başka bilgiler de şunu göstermektedir: Geçmişte, hadis arayanlar daima bu kitabı hadis erbabı üstatlarının huzurunda kıraat ederdi. Bazen de bu işi mukaddes mekanlarda yerine getirirlerdi. Nitekim dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında bir grup, sözkonusu kitabı Mescidu'l-Haram'da Şemsuddin Muhammed b. Muhammed Cezeri'nin huzurunda okumuş ve hicri 828 yılının Rebiülevvel ayında kıraatını tamamlamıştı.12 Yine şöyle anlatılır: “Hicri onikinci yüzyılda (miladi onsekizinci) bir grup dindar, Peygamber'in (s) kabrinin kenarında 56 mecliste bu kitabı okumayı tamamladı.”13 İşte bu önem nedeniyledir ki âlimler onun hakkında çok sayıda kitap ve eser kaleme almış, bu kitaptan seçkiler hazırlamışlardır.14

Sözkonusu kitabın üstün özelliklerinden, hatta belki de ayrıcalıklarından biri de, müellifin Allah Rasülü'nün (s) Ehl-i Beytine ait menkıbeler hakkında dikkat çekici hadisler nakletmiş olmasıdır. Halbuki pek çok mesanid, sıhah ve sünen yazarı bu hadisleri rivayet etmemişler veya çok az rivayet etmişlerdir. Anlaşılan o ki, bu hadisleri nakletmesi nedeniyle kötü niyetliler Mütevekkil nezdinde onun dedikodusunu yapmışlar ve sonuçta da evi, Alevileri desteklediği suçlamasıyla halifenin memurları tarafından teftişe uğramıştır.15

Ahmed b. Şuayb Nesai'nin Emirülmünin Ali b. Talib'in özelliklerini anlatan bir kitap hazırlamak için Ahmed b. Hanbel'in rivayetlerinden çoğundan yardım aldığı meşhurdur.16 Hulasa, Ahmed'in Müsned'inde, Şia'nın birçok meseledeki görüşünü doğrulayan rivayetler, Ehl-i Sünnet'in diğer hadis koleksiyonlarıyla mukayese edildiğinde o kadar dikkat çekicidir ki şarkiyatçılar bunun sebebini bulmaya koyulmuş, Ahmed'i bir yana, Buhari ve Müslim'i de diğer yana koyup karşılaştırırken şöyle demişlerdir: Buhari ve Müslim Abbasilerden korktukları için bu hadisleri nakletmekten kaçındılar. Ama Ahmed, cesur ve güçlü bir psikolojisi olduğundan Ali'nin ve Ehl-i Beyt'in [aleyhimüsselam] faziletlerine özgü hadisleri nakletmekten korkmadı.17

İbn Hanbel, Peygamber (s) ailesinin faziletlerini kitaplarında açıkladığı gibi, çağdaşlarıyla karşılaştığında da daima bu ailenin faziletlerini dile getiriyordu. Bütün sahabeyi büyük kabul etmesine ve onlara kötü söz söyleyeni İslam dininden saymamasına rağmen18 Peygamber (s) ailesinin düşmanları karşısında, özellikle de bu aileye düşmanlıkta elinden geleni ardına koymayan Mütevekil Abbasi'ye karşı bu ailenin üstünlüklerini sert biçimde savunuyordu. Ahmed'in oğlu Abdullah şöyle anlatır:

“Bir gün babamın karşısına geçip oturmuştum ki Kerhilerden19 bir grup geldi. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali'nin halifeliği hakkında epeyce konuştular. Babam ayağa kalktı ve onlara dönerek şöyle dedi: Ey hazirun. Ali ve hilafet hakkında çok fazla şey söylediniz. Ama bilin ki hilafet Ali'ye değer kazandırmadı, aksine Ali hilafete kendi değerinden çok şey kazandırdı.”20

İbn Ebi'l-Hadid, Ahmed'in bu sözü üzerine şöyle der: “Mezkur sözün anlamı, halifelerin kendilerini hilafetle donattıkları ve hilafetin onların eksikliklerini giderdiğidir. Fakat Ali'de hilafetle telafi edilecek herhangi bir eksiklik yoktur.”21

Yine sözkonusu Abdullah, babasının şöyle söylediğini işittiğini nakletmektedir: “Fazilette hiçbir sahabeye ait rivayetin Ali'ninki kadar sahih senedi yoktur.”22

Aynı şekilde şöyle der:

Babama sordum: “Sahabenin fazileti hakkında inandığın şey nedir?” Cevaben dedi ki: “Hilafette Ebubekir, Ömer ve Osman hepsinden üstündür.” Dedim ki: “Peki ya Ali?” Cevap verdi: “Ey oğul! Ali b. Ebi Talib, hiçkimseyle mukayese edilemeyecek bir ailedendir.”23

Ahmed'in talebelerinden biri şöyle anlatır:

Ahmed b. Hanbel'in yanındaydım. Biri ona dedi ki: “Ey Abdullah, 'Ali dedi ki: Ben cehennemi taksim edenim' hadisi hakkındaki düşüncen nedir?” Ahmed şöyle cevap verdi: “Hangi sebeple buna inancın yok? Peygamber'in (s) Ali'ye şöyle buyurduğu bize nakledilmedi mi: Seni sadece mümin olmayan sevmez ve sana münafıktan başkası düşmanlık etmez.”

Dedim ki: Evet

Dedi ki: Müminin yeri neresidir?

Dedim ki: Cennet.

Dedi ki: Münafığın yeri neresidir?

Dedi ki: Cehennem.

Dedi ki: Öyleyse Ali cehennemin taksim edicisidir.24

Ahmed, bu konuda, Ali ve evlatlarının faziletlerini ve menkıbelerini rivayet eden, onları sevip sayan ama Ebubekir'in makamını üstün gören üstadı Şafii'ye benzemektedir.

Ahmed'e Ali ve Muaviye'nin savaşını sorduklarında şöyle dedi: “Onlar hakkında iyi bir haber veremeyeceğim.”25 Fakat fıkhi mütalaa alanında Ali'yi hakka yakın kabul etmektedir. Mesela onun yanında Şafii'yi Şia olmakla suçlayıp “O, bâğilerin (sapkın isyancılar) ahkamını Ali'nin Muaviye ve Hariciler ile savaşından çıkarmaktadır.” dediklerinde Ahmed şöyle cevap verdi: “Sahabe arasında Ali, muhaliflerin isyan ve hurucuna maruz kalmış ilk önderdir.”

Bu cevapla aslında bâğilerin hükmünün Ali'nin Muaviye ile savaşından çıkarılmasının Şafii'yi sorgulamaya sebep olamayacağı açıklanmakta ve Şafii ile onu sorgulayanlar arasında yaptığı değerlendirmeyle zımnen Muaviye'nin bâği olduğuna hükmetmiş olmaktadır. Aslında bu hüküm, Peygamber'in (s), Yasir'in oğlu Ammar'a söylediği şu söze dayanmaktadır: “Seni bâği bir topluluk katledecek”26 Bildiğimiz gibi Muaviye'nin ordusu Ammar'ı öldürdü ve sonuçta bu Nebevi (s) hadis-i şerifin yardımıyla Ali ve Muaviye'nin savaşında bâğinin anlamı ortaya çıkmış oldu.27

Ahmed'in masum imamlardan dördü ile, yani İmam Kazım (vefatı hicri 183), İmam Rıza (vefatı hicri 203), İmam Cevad (vefatı hicri 220) ve İmam Hadi (vefatı hicri 254) ile çağdaş olduğunu hatırlayalım. Ravzatu'l-Cennat sahibi, Deylemi'nin İrşadu'l-Kulub'üne istinaden şöyle yazar: “Ahmed, İmam Musa b. Cafer'in (a) talebesidir.”28 Şeyh Tusi de onu İmam Rıza'nın ashabı arasında zikreder.29 İmamiye'nin muasır araştırmacılarından biri de Ahmed'in Şia ricaliyle irtibatı bulunduğu, onlardan bir çoğundan ilim öğrendiği, İmam Sadık (a) mektebine mensup çok sayıda kimsenin onun üstatları ve şeyhleri arasında sayıldığı, kimi zaman da bu irtibatlar nedeniyle Şia düşmanlarının kınamasına maruz kaldığı noktası üzerinde durmuştur.30

Bu son söylenen gözönünde bulundurulduğunda denebilir ki, Ahmed, imamların (a) davranışının etkisi altında kaldığından veya onların talebesi olduğundan ya da cesaret ve insaf duygusuna sahip bulunduğundan Ehl-i Beyt'in (a) menakıbına dair pek çok hadise Müsned'inde yer vermiştir. Bu hadisler öylesine dikkat çekicidir ki, konuya vakıf kimilerinin ifadesiyle, çağdaş âlimlerden biri bu hadisleri “Müsnedu'l-Menakıb” adında müstakil bir kitap olarak düzenlemiştir.31

Bu satırların yazarı da bu büyük koleksiyona hızlıca bir gözatıp bu hadislerin bazı örneklerinden bir demet oluşturmuş ve onları Farsça'ya tercüme ettikten sonra kısa izahlarla okuyucuya sunmuştur.

1) Yakın akrabalara uyarı ve Ali'nin (a) halefliği

Esved b. Amir, Şerik'ten, o A'meş'ten, o Minhal'den, o İbad b. Abdullah Esedi'den bize (=Ahmed) Ali'nin şöyle dediğini rivayet etti:

“Yakın akrabalarını uyar”32 ayeti nazil olduğunda Peygamber ailesini biraraya topladı. Otuz kişi geldi. Yediler, içtiler. Daha sonra Peygamber onlara dedi ki: “Cennette benimle birlikte bulunmak, ailemin arasına katılmak ve benim halefim olmak için kim benim borçlarıma ve taahhütlerime güvence verir.” Şerik'in adını söylemediği bir kişi şöyle dedi: “Ey Allah Rasülü, sen bir deryasın,33 kim bu görevi üstlenebilir ki!” Daha sonra Peygamber, talebini tekrar etti ve ailesine sundu. Bunun üzerine Ali cevap verdi: “Ben onları üstlenebilirim.”34

Müsned şârihi Ahmed Muhammed Şakir bu hadisi hasen35 kabul etmiştir.36 Bu olay 1371 numaralı hadiste (el-Müsned, 2/352-353) daha fazla ayrıntıyla Hazret-i Emir'in dilinden aktarılmış ve Müsned şârihi o hadisin senedini sahih kabul etmiştir.37

2) Allah Rasülü'nün Medine'deki vekili ve menzilet hadisi

Peygamber hicri dokuzuncu yılda Romalılarla savaş niyet etti. Düşmanların kötüniyetliliğinden çekindiğinden, Müfid ve Tabersi'nin anlattığına göre Ali'ye (a) şöyle dedi: “Medine'de benden veya senden başkasının kalması doğru değil.” Bu nedenle herkesten fazla güvendiği Ali'yi (a) Medine''de bırakıp cihad için yola koyuldu. O sırada münafıklar Ali aleyhinde dedikoduya başladıklarından Ali'ye hitaben yaptığı konuşmada onun makamını, Harun'un Musa ile ilişkisindeki makama benzetti.38 Herkes “menzilet hadisi” olarak meşhur olmuş bu sözü aynı şekilde nakletmektedir. Ahmed'in Müsned'inde de bu hadis yaklaşık yirmi kez Cabir b. Abdillah Ensari, Esma bint Umeys, İbn Abbas, Ebu Said Hudri, Saad b. Ebi Vakkas gibi sahabilerin dilinden (on kereden fazla) nakledilmiştir.39 Bunlardan biri şöyledir:

Ebu Ahmed Zübeyri, Habib b. Ebi Sabit'in oğlu Abdullah'tan, o Hamza b. Abdillah'tan, o Saad'dan [b. Ebi Vakkas] şöyle dediğini bize aktardı:

Allah Rasülü (s) Tebük'e gitmek üzere Medine'den çıktığında Ali'yi kendi yerine vekil olarak Medine'de bıraktı. Ali Peygamber'e şöyle arzetti: “Beni kendi yerine mi bırakıyorsun?” Peygamber ona şöyle buyurdu: “Benimle ilişkinde sahip olduğun makamın, Harun'un Musa ile ilişkisindeki gibi olmasından hoşnut değil misin? Tek fark şu ki, benden sonra peygamber yoktur.”40

Ahmed Şakir bu hadisin senedini hasen kabul etmiştir.41

3. Ebubekir'in hac emirliğinden azli ve Beraet suresinin Ali (a) tarafından tebliği

Vaki', İsrail'den, o Ebu İshak'tan, o Zeyd b. Yüsey'i'den, o Ebubekir'den bize nakletti:

Peygamber ona (=Ebubekir) Beraat suresini Mekke'ye götürme ve Mekke ahalisine tebliğ etme talimatı verdi; müşrikler bu yıldan sonra artık hac yapamayacaklar, Kabe'yi çıplak tavaf edemeyecekler, Müslümanlardan başkası cennete giremeyecek, her kim Allah Rasülü ile anlaşma yapmışsa o anlaşma süresi bitene dek geçerli olacaktı ve Allah ve Rasülü müşriklerden beri idi. [Ebubekir'in hareketinden sonra] Ali'ye şöyle buyurdu: “Ebubekir'in peşinden git, ona yetiş ve yanıma gönder, sen de o sureyi tebliğ et.” Ali bu emri yerine getirdi. Ebubekir Peygamber'in yanına döndüğünde ağlıyordu. Sordu: “Ey Allah Rasülü, acaba hakkımda kötü bir hadise mi vuku buldu?” Peygamber cevap verdi: “Senden iyilikten başka bir şey sadır olmadı. Ama bana emredildi ki, bu düsturları ya ben tebliğ etmeliyim ya da benden olan biri.”42

Müsned'in şarihi bu hadisi sahih kabul etmiş ve Zeyd b. Yüsey'i hakkında şöyle demiştir: “O, tabiinden sika biridir. Babasına Üsey'i de denirdi.43 Bu hadisenin hicri dokuzuncu yılın Zihicce ayında vuku bulduğunu bilmek gerekir.

Müsned'de, veda haccına şahit olmuş Habeşi b. Cünade Seluli'den, önceki hadisi teyit eden içerik bakımından aynı dört hadis göze çarpmaktadır. Zikredilen sahabi Allah Rasülü'nün (s) şöyle söylediğini nakletmektedir: “Ali bendendir, ben de ondanım. Sözümü ancak bizzat kendim veya Ali tebliği edebilir.”44

4. Peygamber'in Ali'nin halefliğini açıkça ortaya koyması

Yureyde [Eslemi] şöyle anlatır:

Peygamber (s) Yemen'e iki ordu sevketti. Birinin başına Ali b. Ebi Talib, diğerine ise Halid b. Velid'i komutan tayin etti ve şöyle buyurdu: “Eğer iki ordu buluşursa Ali kumandan olsun. Yok eğer iki ordu birbirinden ayrı kalırsa her birinin ayrı komutanı bulunsun.” Biz Yemen halkından Beni Zeyd'le karşılaştık ve savaşa tutuştuk. Sonunda Müslümanlar müşriklere karşı zafer kazandı. Erkeklerini öldürüp ailelerini esir aldık. Ali, esirler arasından bir kadını kendisi için seçti. Bureyde der ki: Halid b. Velid beni, bir mektupla birlikte bu meseleden haberdar etmek üzere Allah Rasülü'ne gönderdi. Peygamber'in huzuruna çıktığımda mektubu arzettim. Mektup ona okunduğunda öfkenin etkisini Allah Rasülü'nün (s) bütün çehresinde gördüm. Bunun üzerine dedim ki: “Ey Allah Rasülü, beni emir almamı buyurduğun bir adamla birlikte yolcu ettin. Dolayısıyla emredildiğim işi yaptım.” Allah Rasülü şöyle buyurdu: “Ali'yi sorgulamanız yakışık almaz. Çünkü o benden, ben de ondanım ve o benden sonra sizin önderiniz(veliniz)dir. O benden, ben de ondanım ve o benden sonra sizin önderiniz(veliniz)dir.”45

5. Peygamber'in iki ağır mirası

Esved b. Amir, Ebu İsrail'den, yani İsmail b. Ebi İshak Melayi'den, o Atiyye'den, o Ebi Said'den Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Aranızda, biri diğerinden daha büyük iki ağır emanet bırakıyorum. Allah'ın kitabıdır. O, gökten yeryüzüne sarkıtılmış bir halattır. Diğeri ise Ehl-i Beyt'im olan ıtretimdir. Bu ikisi, havzda bana gelene dek birbirinden asla ayrılmayacaktır.”46

6. Gadir hadisi

Abdullah b. Ahmed, Ali b. Hakim Evdi'den, o Şerik'ten, o Ebi İshak'tan, o Said b. Vehb ve Zeyd b. Yüsey'i'den bu ikisinin şöyle söylediğini rivayet etmiştir:

Ali “Rahbe”de47 haykırarak halka şöyle dedi: “Allah Rasülü'nün (s) Gadir Hum gününde söylediği sözü işitenler ayağa kalksın.” Ravi diyor ki: “Said'in tarafından altı kişi, Zeyd'in tarafından da altı kişi ayağa kalkıp Allah Rasülü'nün (s) Gadir Hum gününde Ali hakkında 'Allah müminlere daha evla değil midir?” “Evet, öyledir” dediler. Hazret buyurdu ki: “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allahım onun dostlarını sev, düşmanlarına düşman ol.”48

Gadir hadisi Ahmed'in Müsned'inde otuz kereden fazla, muhtelif senedlerle ve ashabtan onun üzerinde kişinin dilinden nakledilmiştir.49 Burada aktarılan hadis, Ahmed'in oğlu Abdullah'ın evlatlarından rivayet edilmiştir. Müsned şârihi onun senedini sahih bulmuş ve Said b. Vehb Hiyvani hakkında şöyle yazmıştır: “Tabiinin sika isimlerindendir ve belli bir geçmişi vardır.”50

7. Peygamber'in vasiyetini yazmasının engellenmesi

Ahmed şöyle der:

Vehb b. Cerir, babasından, o Yunus'dan, o Zühri'den, o Abdullah'tan, o İbn Abbas'tan rivayet ederek bize anlattı. Allah Rasülü'nün (s) rıhletinin vakti gelip çatmıştı. “Gelin, benden sonra sapmamanız için size bir mektup yazayım.” Orada, içlerinde Ömer b. Hattab'ın da bulunduğu epey insan vardı. Ömer dedi ki: “Ağrı Peygamber'e galebe çaldı. Kur'an elimizde. Bize Allah'ın kitabı yeter.” Orada bulunanlar bu konuda ayrılığa düştü. Bazıları şöyle diyordu: “Yaklaşın, Peygamber sizin için bir şey yazacak.” Başkaları ise Ömer'in sözünü tekrarlıyordu. Bağrışmalar ve ileri geri konuşmalar artınca Allah Rasülü (s) üzüldü ve onlara şöyle buyurdu: “Kalkın, yanımdan uzaklaşın.”

İbn Abbas bu sözün ardından şöyle diyordu: “Büyük musibet, ihtilaf ve bağrış çağrış arasında Peygamber'in onlar için o mektubu yazmasına izin vermemiş olmalarıdır.”51

Ahmed Şakir, zikredilen hadisin senedini sahih kabul etmektedir.52 Bu hadis bazen aynen, bazen de özet olarak bu kitabın başka yerlerinde tekrar edilmiştir.53

8. Ali (a) için bir hadiste üç fazilet

Kuteybe b. Said, Hatem b. İsmail'den, o Bukeyr b. Mismar'dan, o Amir b. Saad'dan, o da babasından [=Saad b. Ebi Vakkas] bize şöyle aktarmıştır:

Peygamber savaşlardan birine çıkarken Ali'yi kendi yerine bıraktı. Ali, “Beni kadınlar ve çocuklarla mı bırakıyorsun?” dediğinde Peygamber'in (s) ona şöyle dediğini işittim: “Ya Ali! Benimle ilişkinde sahip olduğun makamın, Harun'un Musa ile ilişkisindeki gibi olmasından hoşnut değil misin? Tek fark şu ki, benden sonra peygamberlik yoktur.” Yine Hayber gününde şöyle söylediğini işittim: “Bayrağı, Allah ve Rasülü'nü seven, Allah ve Rasülü'nün de onu sevdiği birinin ellerine vereceğim.” Hepimiz başımızı uzattık. [Baktık ki] şöyle buyurdu: “Ali'yi yanıma çağırın.” Bu talimatın ardından Ali'yi gözlerinde hastalık olduğu haliyle huzura getirdiler. Peygamber tükürüğünü gözlerine sürdü ve bayrağı eline tutuşturdu. Allah Hayber'i onun eliyle Müslümanlara açtı.

“Biz evlatlarımızı çağıralım, siz de evlatlarınızı” ayeti nazil olduğu zaman Allah Rasülü (s) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i çağırdı ve dedi ki: “Allahım, bunlar benim ailemdir.”54

Müsned şârihi bu hadisin senedini sahih kabul eder55 ve şöyle yazar: “Bu hadisi Müslim ve Tirmizi, Kuteybe'den aynı senedle kendi kitaplarında rivayet etmişlerdir. O iki kitapta hadisin başında şöyle denmiştir: Muaviye, Saad'a Ali'ye sövme emri vermişti. Ona dedi ki: “Seni Ebu Turab'a56 sövmekten alıkoyan nedir?” Saad cevap verdi: “Çünkü Allah Rasülü'nün (s) Ali'ye söylediği üç şey hatırımda. Bundan dolayı asla ona sövmem. Onlardan biri benden bulunsaydı benim için kırmızı tüylü develere sahip olmaktan daha sevindirici olurdu.”57 Sonra o üç fazileti, zikredilen biçimde Muaviye'ye anlattı.

9. İbn Abbas'ın dilinden Ali'nin (a) meziyetleri

Yahya b. Hammad, Ebu Avane'den, o Ebu Belc'ten, o da Amr b. Meymun'dan bana aktardı ve şöyle dedi:

İbn Abbas'ın yanında oturuyordum ki dokuz grup ona geldi ve şöyle dedi: “Ya kalkıp bizimle gel ya da meclisi bizim için boşalt.” İbn Abbas dedi ki: “Sizinle geleyim.” Ravi şöyle der: “O sırada henüz gözleri kör olmamıştı.” Ravi sözüne devam ederek şöyle der: “Onunla sessizce sohbete koyuldular. Sonuç itibariyle biz ne konuştuklarını bilmiyorduk. Sonra Abbas'ın oğlu geri döndü. Elbisesini silkeleyerek diyordu ki: Ah ah! Sorguladıkları adamın on üstünlüğü var:

a) [Hayber'in fethi sırasında] Peygamber buyurmuştu ki: “Öyle birini göndereceğim ki Allah onu asla hor hakir koymaz. Allah ve Rasülü'nü sever.” Sonra sordu: “Ali nerede?” Dediler ki: “Evinde ağrıdan kıvranıyor.” Dedi ki: “Asla sizden hiçbiri ağrıdan kıvranmaz.” Sonra göz ağrısıyla oraya geldi. O kadar ki neredeyse hiçbir yeri ve hiçbir şeyi görmüyordu. Peygamber gözlerine üfledi ve sonra bayrağı üç kere dalgalandırdıktan sonra Ali'nin eline verdi. [Ali muzaffer biçimde bu görevden döndü] ve Huneyy'in [İbn Ahtab] kızı Safiye'yi yanında getirdi.

b) Filan kişiyi [=Ebubekir] Beraet suresini tebliğ için göndermişti. Sonra Ali'yi, sureyi ondan alması için onun peşinden yola çıkardı. [Bu davranışın sebebi hakkında] şöyle buyurdu: “Sureyi, benden olan ve benim de ondan olduğum kimseden başkası götüremez.”

c) Amca çocuklarına şöyle dedi: “Hanginiz dünyada ve ahirette velayetimi kabul ediyor?” Cevap vermekten kaçındılar. Yanında oturan Ali dedi ki: “Ben, dünyada ve ahirette senin dostunum.” Peygamber dedi ki: “Sen, dünyada ve ahirette benim dostumsun.” Peygamber tekrar onlara döndü ve dedi ki: “Hanginiz dünya ve ahirette benim dostluğumu seçiyor?” Onlar bu soruya cevap vermekten kaçındılar. Ali cevap verdi: “Ben, dünya ve ahirette senin dostluğunu seçiyorum.”Allah Rasülü bunun üzerine Ali'ye cevaben dedi ki: “Sen dünya ve ahirette benim dostumsun.”

d) O, Hadice'den sonra Müslümanlığa giren ilk kişidir.

e) Peygamber (s) abasını çıkarıp Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'in üzerine attı ve dedi ki: “Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister.”58

f) Ali, canını sattı. Peygamber'in (s) elbisesini giydi ve onun yatağında uyudu. Müşrikler tuzak kurup Allah Rasülü'nü hedef almışlardı. Ali tam uyumuştu ki Ebubekir geldi, onu Peygamber (s) sandı. Ali ona dedi ki: “Peygamber (s) Meymun kuyusuna doğru gitti. Ona yetiş.” Ebubekir gitti ve onunla birlikte Sevr mağarasına girdi. Müşrikler Ali'yi taş yağmuruna tuttular. Kendini toplamıştı ve acıdan haykırıyordu. Başını abasının içine kıvırmıştı ve dışarı çıkarmıyordu. Sabah olduğunda elbisesini başının üzerinden kenara çekti. Müşrikler dedi ki: “Sen aşağısın! Dostunu taşlıyoruz ama kendini toplamıyor ve feryat etmiyor. Ama sen iki büklüm oldun ve haykırıyorsun...!”

g) Peygamber (s) Tebük gazvesinde insanlarla dışarı çıktı. Ali ona dedi ki: “Seninle birlikte gelecek miyim?” Peygamber dedi ki: “Hayır.” Ali ağlamaya başladı. Peygamber ona dedi ki: “Benimle ilişkinde sahip olduğun makamın, Harun'un Musa ile ilişkisindeki gibi olmasından hoşnut değil misin? Tek fark şu ki, sen peygamber değilsin. Senin benim yerime vekil kalmadan benim gitmem yakışık almaz.”

h) Allah Rasülü (s) ona şöyle dedi: “Sen benden sonra tüm müminler arasında veli ve idarecisin.”

i) Peygamber (s) şöyle buyurdu: “Ali hariç, herkes mescide açılan kapıları kapatsın.” Sonuçta mescide cünüp giriyordu. Çünkü güzergahı burasıydı. Bu yoldan başka geçeceği yol yoktu.

j) Peygamber (s) dedi ki: “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır...”59

10. Ehl-i Beyt'in şer'i anlamı

a) Ahmed, Muhammed b. Mus'ab'tan, o Evzai'den, o Şeddad Ebi Ammar'dan şöyle söylediğini rivayet etmektedir:

Etrafında bir grup insanın bulunduğu Vasile b. Eska'nın yanına gittim. Ali'nin adını andılar. Kalkıp gittiklerinde Vasile dedi ki: “İster misin, seni Allah Rasülü'nden (s) gördüklerimden haberdar edeyim.” O “Evet” dedi. Vasile şöyle dedi: “Ali'yle buluşmak üzere Fatıma'nın (a) yanına gittim. Dedi ki: “Allah Rasülü'nün (s) yanına gitti.” Onu beklemek üzere oturdum. Nihayet Allah Rasülü yanında Ali, Hasan ve Hüseyin olduğu halde geldi. Hasan ve Hüseyin Peygamber'in ellerinden tutmuştu. Peygamber içeri girdi, Ali ve Fatıma'ya yaklaştı. İkisini karşısına, Hasan ve Hüseyin'i de dizlerine oturttu. Sonra elbisesini veya abasını onların üzerine örttü ve şu ayeti okudu: “Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister.”60 Sonra dedi ki: “Allahım, bunlar benim ehl-i beytimdir ve ehl-i beytim herşeye layıktır.”61

b) Esved b. Amir, Hammad b. Seleme'den, o Ali b. Zeyd'den, o Enes b. Malik'ten bizim için rivayet etti. Peygamber altı ay boyunca, dışarı çıktığı seher vakti Fatıma'nın evinin önünden geçer ve şöyle derdi: “Haydin namaza ey Ehl-i Beyt, Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister.”62

Bu vasıftan anlaşılmaktadır ki ayet-i şerifedeki “ehl-i beyt”, Kur'an-ı Kerim aracılığıyla vazedilmiş ve Peygamber-i Ekrem'in de (s) gayet açık bir ifadeyle o grubun fertlerini belirlediği şer'i bir kavramdır. Hazret, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i abasının (kesa) altına aldı ve onlar hakkında nazil olan bu ayeti ilan etti. Bu vesileyle Ehl-i Beyt'in kapsamında kimlerin sayıldığı ve kimlerin onun manasının dışında kaldığı net biçimde ortaya çıktı.63 Emirülmüminin'in hadislerini “aşere-i mübeşşere” hadisleri içinde, Hazret-i Zehra 'a) hadislerini de kadınlar müsnedinde zikretmiştir.64

11. Ehl-i Beyt'e dost olmak

a) Ahmed, İbn Numeyr'den, o A'meş'ten, o Adiy b. Sabit'ten, o Zerr b. Hubeyş'ten, o Ali'den rivayet etmiştir. Dedi ki: “Allah'a yemin olsun, Allah Rasülü'nün bana verdiği taahhütlerden biri şuydu ki, münafıklardan başkasın bana düşmanlık etmez ve beni müminlerden başkası sevmez.”65

Ahmed Şakir bu hadisin senedini sahih olarak tanıtmış ve Adiy b. Sabit Ensari Kufi hakkında şöyle yazmıştır: “Tabiinin sika isimlerinden biridir. Onun Şia olması rivayetine zarar vermez. Çünkü sika ve doğru sözlüdür.”66

b) Ahmed'in oğlu Abdullah der ki: “Nasr b. Ali Ezdi, Ali b. Cafer'den, o kardeşi Musa b. Cafer'den, o babası Cafer b. Muhammed'den [el-Sadık], o babasından [Muhammed b. Ali], o Ali b. Hüseyin'den, o babasından, o da dedesinden [Ali] bana nakletti ki Allah Rasülü (s) Hasan ve Hüseyin'in elini tuttu ve şöyle dedi: “Kim beni, bu ikisini, onların babasını ve annesini severse kıyamet günü benimle birlikte ve benim mertebemde olacaktır.”67 Ahmed Şakir bu hadisin senedini “hasen” kabul etmektedir.68 Yazıldığına göre Nasr b. Ali bu hadisi rivayet ettiğinde Mütevekkil'in emriyle ona bin kırbaç vuruldu.69

c) Ebu Ahmed [Muhammed b. Abdullah b. Zübeyir Esedi], Süfyan'dan [Sevri], o Ebi Cuhaf'tan, o Ebi Hazım'dan, o da Ebu Hureyre'den bizim için nakletti ki Allah Rasülü (s) şöyle buyurdu: “Her kim Hasan ve Hüseyin'i severse beni sevmiş demektir. Her kim bu ikisine kin güderse bana kin gütmüş demektir.”70

Bu hadisin senedi de şârihin görüşüne göre sahihtir.71

12. Peygamber'in (s) Ali'yi İsa'ya benzetmesi

Ahmed'in oğlu Abdullah, Ebu'l-Haris Şureyc b. Yunus'tan, o Ebu Hafs Ebbar'dan, o Hakem b. Abdülmelik'ten, o Hars b. Hasira'dan, o Ebi Sadık'tan, o Rebia b. Naciz'den, o Ali'den (a) rivayet etmiştir. Peygamber (s) bana şöyle dedi: “Sen bir bakıma İsa gibisin. Kafirler annesine iftira atacak kadar ona düşmanlık ettiler. Dindarlar ise hiç yakışık almayacak bir yere çıkartacak kadar onu sevdiler.” Bunun üzerine Ali şöyle dedi: “Benim hakkımda iki grup da saptı. Biri, beni bende olmayan sıfatlarla öven müfrit dostlar. Diğeri ise kinleri onları bana iftira atmaya sevkeden düşmanlar.”72

Müsned şârihi bu hadisin senedini “hasen” kabul etmektedir.73

13. Âl-i Muhammed'e sadakanın yasaklanması

Muhammed b. Cafer, Şa'bi'den, o Bureyd b. Ebi Meryem'den, o Ebi Havrai'den bize şöyle nakletti:

Hasan b. Ali'ye dedim ki: “Peygamber'le bir hatıranı anlatır mısın?” Dedi ki: “Zekat hurmasından bir hurma almış ve ağzıma götürmüştüm. Allah Rasülü (s) onu ağzımdan çıkardı, üzerindeki sıvısıyla hurmaların üzerine attı. Ona dediler ki: Ey Allah'ın Rasülü, bu hurmayı çocuktan almasaydın ne olurdu ki? Peygamber dedi ki: Biz Âl-i Muhammed'e zekat yemek yakışmaz.”74

Ahmed Şakir'in yazdığına göre bu hadisin senedi sahihtir.75 Bu hadis, metin veya seneddeki küçük farklılıklarla Müsned'de onbeş defadan fazla tekrarlanmıştır.76

14. Ali Kur'an'ın tevili üzerine savaşıyor

Vaki', Fıtr'dan, o İsmail b. Reca'dan, o babasından, o Ebi Said'den bize Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Aranızda Kur'an'ın tevili üzerine savaşacak olan birisi var. Tıpkı benim onun indirilmesi üzerine savaştığım gibi.” Ebi Said der ki: “Bunun üzerine Ebubekir ve Ömer ayağa kalktı. Peygamber şöyle buyurdu: “Hayır. Kasdettiğim, ayakkabısını diken kişidir.” Ali o sırada kendi ayakkabısını [veya Peygamber'inkini] tamir etmekle meşguldü.77

Şöyle anlatılır: Ammar Sıffin savaşı gününde Şamlılar karşısında recez okuyor ve diyordu ki: “Dün Kur'an'ın tenzili (onun vahiy olması nedeniyle) nedeniyle sizinle savaşıyorduk, bugünse tevili (tefsiri) nedeniyle sizin karşınızda kılıç sallıyoruz.” Bu recezde Peygamber'in sözkonusu işaretinden ilham aldığı bellidir.

15. Ammar bâğiler eliyle öldürülüyor

Ebu Muaviye, A'meş'ten, o Abdurrahman b. Ziyad'dan bize aktardı. Abdullah b. Haris şöyle der: “Muaviye Sıffin'den dönerken onun yanındaydım. Onunla Amr b. As arasında yol alıyordum. Amr b. As'ın oğlu Abdullah dedi ki: “Ey baba, Allah Rasülü'nün (s) Ammar'a 'Sümeyye'nin oğlu, vay sana! Bâği [= sapkın, asi] bir güruh seni öldürecek'78 dediğini işitmedin mi?” Amr, Muaviye'ye dedi ki: “Bunun ne söylediğini işitmiyor musun?” Muaviye şöyle dedi: “Bize hep cılız sözler söylüyorsun. Onu biz mi öldürdük? Onu, oraya getiren öldürdü.”79

Bu hadis, metin veya seneddeki farklılıklarla sekiz sahabeden yirmiden fazla defa nakledilmiştir.801 Müsned şârihi, zikredilen hadisi sahih ve hatta mütevatir saymış ve şöyle demiştir: “İlim erbabının bu hadisin mütevatir olduğunda tereddüdü yoktur.” Şârih, Muaviye'nin sözündeki “hene (cılız söz)” kelimesini açıkladıktan sonra şöyle yazar: “Burada Muaviye'nin hadisin sıhhatini inkar etmediği, bilakis Abdullah'ı tam da böyle bir zamanda neden bu hadisi naklettiği için eleştirdiği ortadadır. Çünkü taraftarlarının, eğer bâtıl yolda yürüdüklerini anlarlarsa çevresinden dağılacaklarından korkmaktadır. Bu sebeple doğru olmayan ve uygunsuz bir tevile başvurmakta ve şöyle demektedir: Ammar'ın katilleri, onu savaş meydanına getirenlerdir!”

İbn Hacer Askalani'nin Fethu'l-Bari'deki (c. 1, s. 452) sözünü naklederek şöyle der:

“Sözkonusu hadisi, aralarında Katade b. Numan, Ümme Seleme, Ebu Hureyre, Abdullah b. Amr b. As, Ebu'l-Yeser ve Ammar'ın da aralarında bulunduğu sahabeden bir grup rivayet etmiştir. Bu hadiste nübüvvetin alametlerinden bir işaret, Ali ve Ammar için aşikar bir fazilet, Ali'yi savaşlarında hatalı zanneden nasıbilere bir cevap gizlidir.”81

16. Peygamber'in dilinden İmam Hüseyin'in şehadet haberi

Muhammed b. Ubeyd, Şurahbil b. Medrek'ten, o Abdullah b. Nuceyyi'den, o babasından bize nakletti. O, Sıffin yolunda Ali ile birlikteydi. Ali, Ninova'yı görür görmez feryat etti: “Ey Eba Abdillah sabırlı ol! Ey Eba Abdillah Fırat kenarında sabırlı ol!” Sordum: “Ne için?” Dedi ki: “Bir gün Peygamber'in (s) huzurundaydım. Gözlerinin yaşla dolu olduğunu gördüm. Sordum: “Ey Allah'ın Peygamberi, sizi kim böyle üzdü? Neden gözleriniz yaşla dolu?” Dedi ki: “Senden önce Cebrail buradaydı. Bana Hüseyin'in Fırat nehri kıyısında öldürüleceğini haber verdi. Sonra şöyle devam etti: Sana toprağından bir miktar vermemi ister misin?.. Evet, dedim. Bunun üzerine ellerini uzattı ve bir avuç toprağı bana verdi. Bu nedenle elimde olmadan gözlerim yaşla doldu.”82

Müsned şârihi bu hadisin senedini sahih saymış ve şöyle yazmıştır: “Nuceyyi bu hadisi Ali'den nakletmede yalnız değildir.”83

17. Peygamber'in dosdoğru halifelerinin sayısı

a) Hasan b. Musa, Hammad b. Zeyd'den, o Mücalid'den, o Şa'bi'den, o Mesruk'tan bize rivayet ettti: Kufe'de Abdullah b. Mesud'un yanında oturuyorduk ve bize Kur'an dersi veriyordu. Bir adam ona sordu: “Ey Ebu Abdurrahman, bu ümmetin kaç halifesi olacağını Peygamber'e sormadınız mı?” Abdullah cevap verdi: “Irak'a geldiğimden bu yana senden başka kimse bu soruyu sormadı.” Sonra şunu ekledi: “Evet, Peygamber'e bu mesele hakkında sorduk. Hazret şöyle buyurdu: İsrailoğullarının nakipleri sayısınca oniki kişidir.”84

Şârih açısından bu hadisin senedi de sahihtir.85

b) Süfyan b. Uyeyne, Abdulmelik b. Umeyr'den, o Cabir b. Semure Sevai'den bize nakletti:

Allah Rasülü'nün (s) şöyle söylediğini işittim: “Bu iş [=din], oniki emir işleri yoluna koymak üzere kıyam edene dek daima ilerler.” Bana kapalı gibi görünen bu söz üzerine babama sordum: “Ne dedi?” Şöyle söyledi: “Hepsi Kureyş'tendir.”86

Bu hadis Ahmed'in Müsned'inde kırk kereden fazla tekrar edilmiştir.87 Bu hadislerden bazılarının metninde “emir” yerine “halife” kelimesi kullanılmıştır.88 Bu satırların yazarının seçtiği hadis, en üstün senedi olandır. Yani bunun senedi üç kanaldan Peygamber'e ulaşmaktadır. Hadisin şârihleri ve Ehl-i Sünnet âlimleri, Peygamber'in (s) oniki halifesine işaret eden hadisleri tefsirde boşluğa düşerek ona kendi itikatlarına uygun bir mana bulamamışlardır. Sonuç itibariyle de dağınık görüşler serdetmekten kurtulamamışlardır.89

18. Mehdi'nin (af) kıyamı

a) Haccac ve Ebu Naim, Fıtr'dan, o Kasım b. Ebi Bezze'den, o Ebi el-Tufeyl'den, o Ali'den (a), o da Allah Rasülü'nden (s) şöyle buyurduğunu bize rivayet etmiştir: “Dünyadan bir tek gün kalsa bile Allah, zulümle dopdolu olduğu gibi orayı adaletle doldurmak üzere bizden birini gönderecektir.”90

b) Fadl b. Dukeyne, Yasin İcli'den, o Muhammed Hanefiyye'nin oğlu İbrahim'den, o babasından, o da Ali'den aktarmıştır. Allah Rasülü (s) şöyle buyurdu: “Mehdi, bizden, Ehl-i Beyt'tendir. Allah onun işini bir gecede düzene koyar.”91

c) Süfyan b. Uyeyne, Asım'dan, o Zerr'den, o Abdullah'tan [İbn Mesud], o da Peygamber'den (s) bize nakletmiştir: “Ehl-i Beytimden benim adımı taşıyan birisi kıyam etmeden kıyamet kopmaz.”92

Müsned şârihi, zikredilen her üç hadisin senedini de sahih kabul etmiş93 ve Mehdi'nin kıyamıyla ilgili hadisleri inkar etmesi nedeniyle İbn Haldun'u sorgulamıştır. Söylemek gerekir ki İbn Haldun ünlü Mukaddime'sinde uzun bir bölümü Mehdi ile ilgili hadisleri incelemeye ayırmıştır.94 O bölümün başında şöyle der:

“Zamanın geçmesiyle Müslümanların umumu arasında ahir zamanda Peygamber'in (s) ehl-i beytinden bir kişinin kaçınılmaz olarak zuhur edeceği, dine teyit bahşedeceği ve adaleti aşikar kılacağı düşüncesi şöhret buldu. O dönemde Müslümanlar onu izleyecek ve İslam ülkelerinde hakimiyet sağlayacaktı. Bu kişiye Mehdi adını verdiler...”

Devamında da şöyle yazar:

“Bu konuda, muhaddis büyüklerin eserlerinde zikrettiği birtakım hadislerden istidlal yapılmaktadır. Bunu inkar edenler ise o hadisler hakkında söz söylemiş ve bu haberlerden bazısına el atarak onlara mukabelede bulunmuştur.”

Sonra Mehdi ile ilgili kimi hadislere değinir ve şöyle yazar:

“Bu hadisleri sorgulayan çoğu inkarcı... Çünkü muhaddisler nezdinde cerhin tadile öncelikli olduğu maruftur. Bu sebeple ne zaman senedlerin bazı ricalinde kusur ve gaflet ya da kötü ezber veya iyi hatırlamama, veyahut da yanlış görüş kabilinden şeylere yönelik bir kınama varsa sözkonusu eksiklik hadise de yürüyecek, onu çürütecek ve sıhhatini örseleyecektir. Bu tür sorgulamaların umumiyetle Sahih-i Buhari ve Müslim'in ricaline de sirayet edebileceğini söylemek gerekmez. Çünkü muhaddislerin icmaı, bu iki kişinin kendi kitaplarında yer verdiği şeylerin sahihliğe çok yakın olduğu yönündedir. Aynı zamanda ümmet, onların hadislerini kabul etme, onlarla amel üzerinde icma etmiştir. İcma, bu kitapları himaye ve savunmada kendi başına en büyük ve en güzel vesiledir, sözkonusu hadis kitaplarından başka bu konumda başka bir hadis kitabı bulunmamaktadır...”

Daha sonra Mehdi ile ilgili hadislerden hatırı sayılır miktarını tek tek ve aynen nakleder, onlara karşı sorumlu olmayı eleştirir ve bu güzergahtan giderek Mehdi mevzuunu inkara yönelir. O hadislerden biri, İbn Mesud'un en son zikrettiğimiz rivayetidir. Bu hadisin kusurunu ararken kaleminin ucu “Asım”ı hedef alır, rical erbabından birkaç kişinin sözünü gündeme getirerek söylendiği gibi onun hafız olmadığı sonucunu çıkartır.95 Çıkarttığı sonucun sorunlarını gidermek için de şöyle söyler:

“...eğer Buhari ve Müslim'in de ondan rivayet etmelerinden istidlal yapılıyorsa söylemek gerekir ki o ikisi, bağımsız olarak ondan rivayet etmemiştir. Bilakis ondan rivayet, diğer ravilerin yanında [karine ve şahit olarak] olmuştur.”96

İbn Haldun'un inkarcı sözleri merhum Ahmed Muhammed Şakir'e ağır gelmiş ve genel olarak onun izahlarını reddederek şöyle demiştir: “İbn Haldun, ehliyeti olmayan bir işin peşine düşmüş ve adamı olmadığı bir meydana ayak basmıştır. Siyasi konular, devlet işleri, padişahlara ve emirlere hizmet gibi işlerden oluşan iştigal sahası zihnini ve dilini ele geçirmiş, sonuçta da onun Mehdi'nin kıyamı ve inkılabı mevzusunun Şii inancı olduğunu zannetmesine yolaçmıştır. Oysa bilmek gerekir ki:

Bir: İbn Haldun, muhaddislerin “cerh tadile mukaddemdir” sözünü iyi anlamamıştır. Eğer onların bu sözünü iyi anlamış olsaydı böyle bir şey söylemezdi. Belki onların maksadını anladı ama düşüncesine hakim olan kendi zamanının siyasi görüşlerinin etkisi altında Mehdi ile ilgili hadisleri zayıf göstermiştir.97

İki: Asım b Ebi el-Nucud, Kur'an'ın tanınmış karilerinden biridir ve hadiste sikadır. Bazı hadislerde hata etmiştir ama hatası rivayeti merdud görecek boyutta değildir. Ona yöneltilen en çok eleştiri, ezberinin iyi olmaması nedeniyledir. Acaba böyle bir eleştiri onun hadisini terketmeyi gerektirir mi, sahih sünnetle ve muhtelif yollarla sabit olmuş, birçok sahabenin dilinden nakledilmiş bir konuyu inkara vesile olur mu? Bu meselenin sıhhati o boyuttadır ki, hiçkimse ondan tereddüt etmemektedir. Çünkü ravileri arasında adil, doğru sözlü ve sarih lehçeli kişiler vardır. Bu hadis başka ravilerden de nakledildiğinden, hafızasının iyi olmaması yüzünden tereddüt geçirilen kimse konusundaki hata ihtimali izale olmaktadır.98

Yukarıda geçenler, bu hususta sözkonusu kitapta yeralan çok sayıdaki hadisin pek az miktarıdır. Bu satırların yazarı her ne kadar o hadislerden bir demet sunmaya çabalamışsa da bu makale beklenenden daha uzun tuttu. Ümidimiz odur ki elinizdeki makale kendi çapında Müslümanların birbirini tanımasına ve yakınlaşmalarına yardımcı olur.

----------------------------------------------------------------

1-“İbn Hanbel” olarak şöhret bulmuş Ahmed, Ehl-i Sünnet içinde sesi çok duyulan muhaddis ve fakihlerinden biridir. O, Ehl-i Sünnet'in bilinen dört mezhebinden birinin kurucusu kabul edilir. İbn Hanbel Bağdat'ta (bir görüşe göre Merv'de) dünyaya geldi. Tebe-i tabiindendir ve onaltı yaşından itibaren hadis öğrenmeye çabalamıştır. Bu hedefe ulaşmak için birçok şehre seyahat etti. Süfyan b. Uyeyne, Abdurrezzak b. Hemmam San'ani ve Muhammed b. İdris Şafii, onun en ünlü hocaları arasında sayılmaktadır. Kendisinden geriye, hepsine de haber (veya rivayet) ruhunun hakim olduğu çok sayıda eser kalmıştır. Bu eserlerin en meşhuru, yaklaşık otuz bin hadis içeren Müsned'dir. Ahmed'in fikirdaşları onu, güçlü bir hafızaya sahip olmak, sabırlı olmak, azimlilik, temiz kalp ve düşünce sahibi olmak, takva, heybet, yiğitlik, engin ilim sahibi olmak gibi sıfatlarla övmüşlerdir. Ahmed'in hayatı, görüşleri ve düşüncesinin temelleri hakkında daha fazla bilgi için bkz: Muhammed Ebu Zehra, İbn Hanbel (hayatuhu, asruhu, arauhu, fıkhuhu), Mısır, Daru'l-Fikr el-Arabi, hicri 1367 / miladi 1947.

2-Müsned (çoğulu mesanid) “musannef”e karşın, içinde hadislerin sahabe adına göre dizildiği, yani Peygamber'den (s) sonra hadisin senedindeki birinci mercinin adlarının sırayla biraraya getirildiği hadis kitabına verilen isimdir. Muhaddisler, en önemli Ahmed'in Müsned'i olan “müsned” adında pek çok kitap hazırlamışlardır. Bkz: Seyyid Kazım Tabatabai, “Reveşha-yi Tedvin-i Hadis ve Senceş-i anha ba Yekdiger”, Makalat ve Berresiha'da, defter 61, yaz 1998, s. 16; Subhi el-Salih, Ulumu'l-Hadis ve Mustalihahu, Dımeşk 1379 hicri/1959, s. 305.

3-Ebu Musa el-Medini, Hasayis el-Müsned (Bu risale, Ahmed'in Müsned'inin başında Ahmed Muhammed Şakir'in editörlüğünde basılmıştır), s. 21.

4-İbn el-Cezeri (Muhammed b. Muhammed), el-Mes'adu'l-Ahmed fi Hatmi Müsnedi'l-İmam Ahmed, s. 39 (Bu risale de önceki risale gibi, Ahmed'in Müsned'inin başına basılmıştır.)

5-A.g.e., s. 27.

6-Cemaleddin el-Kasımi, el-Fadlu'l-Mübin ala Ikdi Cevheri's-Semin, takdim ve tahkik Asım Behcet el-Baytar, Beyrut, Daru'n-Nefayis, üçüncü baskı, hicri 1409 / miladi 1988, s. 282.

7-Celaleddin el-Suyuti, Tedrib el-Ravi, Abdulvahhab Abdullatif'in tahkiki, Daru'l-Kütüb el-Hadise, ikinci baskı, hicri 1385 / miladi 1966, c. 1, s. 173; Cemaleddin el-Kasımi, aynı kitap, s. 286.

8-El-Suyuti, aynı yer; el-Kasımi, aynı yer.

9-Hasen, Ehl-i Sünnet'in hadis erbabı nezdinde, senedinin, kendisi adil ama ezberi zayıf (hafifu'z-zabt) raviler kanalıyla Peygamber'e (s) veya sahabeye ya da tabiine bağlandığı tarikle gelen, şaz ve illetten salim kalan haberdir. (Subhi el-Salih, aynı kitap, s. 157).

10-Celaleddin el-Suyuti, Camiu'l-Ehadis, derleme ve tertip Abbas Ahmed Sakar ve Ahmed Abdulcevad, 21 c, birinci baskı, Beyrut, Daru'l-Fikr, hicri 1414 / miladi 1994, c. 1, s. 8, 19.

11-Bu kitaptaki hadislerin değeri ve itibarı hakkında daha fazla bilgi için bkz: Seyyid Kazım Tabatabai, Müsnednevisi der Tarih-i Hadis, İntişarat-i Defter-i Tebligat-i Hovze-yi İlmiye-yi Kum, 1999, s. 377-403.

12-İbnu'l-Cezeri, aynı risale, s. 53-55.

13-El-Muradi, Silku'd-Dürer, c. 4, s. 60, Ignaz Goldziher'den nakille, “Ahmed b. Muhammed b. Hanbel” Dairetu'l-Mearifi'l-İslamiyye, yasduruha bi'l-Arabiyye Ahmed Şintenavi, İbrahim Zeki Hurşid ve Abdulhamid Yunus, Beyrut, Daru'l-Ma'rife, c. 1, 493.

14-Bu konuda daha fazla bilgi için bkz: Fuad Sezgin Tarihu't-Turasi'l-Arabi, Nakluhu ile'l-Arabiyye Dr. Mahmud Fehmi Hicazi, ikinci baskı, İran, Kum, Mektebetu'n-Necefi el-Mer'eşi, sene hicri 1412, c. 1, üçüncü cüz, s. 218-222.

15-İbn Hanbel'in Alevileri koruduğu ithamıyla ilgili olarak bkz: İbnu'l-Cevzi (Ebu'l-Ferec Abdurrahman b. Ali) Menakibu'l-İmam Ahmed b. Hanbel, Adil Nuveyhiz'in mukaddimesiyle, birinci baskı hicri 1393 / miladi 1973, Beyrut, Daru'l-Afaki'l-Cedide, s. 359-362).

16-Bu kitabın telif edilmesinin öyküsü şöyledir: Nesai, Şam'a yolculuğunda oranın halkında Ali'den (a) inhiraf gördüğünden Ali ve Ehl-i Beyt'in faziletleri hakkında sözkonusu kitabı yazdı. (Murtaza Mutahhari, Hıdemat-i Mütekabil-i İslam ve İran, sekizinci baskı, Tahran, Sadra, 1979, Hurşidi, s. 476.

17-Ahmed Emin, Duha'l-İslam, altıncı baskı, el-Kahire, Mektebetu'l-Mısriyye, miladi 1961, c. 2, s. 122-123.

18-İbnu'l-Cevzi, aynı kitap, s. 165.

19-Eskiden birkaç yer “Kerh” olarak isimlendirilmişti. Bu cümleden olarak Bağdat'ta bir mahalle bu isimle biliniyordu. (Yakut b. Abdullah el-Hammuy, Mu'cemu'l-Buldan, Kerh maddesinin izahı). Belki de burada “Kerhliler”den, Bağdat'ın Kerh mahallesinden olan halk kasdedilmiştir. Yahut belki de murad Şiilerdir. Çünkü Bağdat'ta Kerhlilerin çoğu Şia idi.

20-İbnu'l-Cevzi, aynı kitap, s. 162-163.

21-Şerhu'l-Nehci'l-Belağa, c.1, s. 17; Esed Haydar'dan nakille, el-İmam el-Sadık ve'l-Mezahibu'l-Erbaa, ikinci baskı, Beyrut, Daru'l-Küttab el-Arabi, miladi 1971 / hicri 1392, c. 2, s. 503.

22-İbnu'l-Cevzi, aynı kitap, s. 163.

23-İbnu'l-Cevzi, aynı yer.

24-İbn Ebi Ya'la (Ebu'l-Hüseyin Muhammed), Tabakat el-Hanbeliyye, Muhammed Hamid el-Faki, el-Kahire, hicri 1371 / miladi 1952, c. 1, s. 320. Ahmed'in cevabının İmam Sadık'ın (a) aynı hadis hakkında Mufaddal b. Ömer'e ve İmam Rıza'nın (a) Me'mun'a verdiği cevabın benzeri olduğunu hatırlatmakta yarar vardır. Mukayese için bkz: el-Mevla Muhammed Bakır el-Meclisi, Biharu'l-Envar, Beyrut, Daru İhya el-Turas el-Arabi, c. 39, s. 193-194. Bu meyanda bilmek gerekir ki birçok rivayette Ali'nin (a) şöyle buyurduğu kayıtlıdır: “Ben cennet ve cehennemin taksim edicisiyim.” Bkz: el-Meclisi, aynı kitap, c. 39, s. 199.

25-İbnu'l-Cevzi, aynı kitap, s. 164.

26-Bilmek gerekir ki bâği, adil idareci karşısında bâtıl teville isyan eden ve onunla savaşan kimseye denmektedir. Böyle bir kimse İmamiye açısından kafirdir. Bkz: el-Mikdad b. Abdillah el-Suyuri, Kenzu'l-İrfan fi Fıkhi'l-Kur'an, Muhammed Bakır el-Behbudi'nin takdimiyle el-Mektebetu'l-Murtazaviyye, Tahran, 1985, hicri 1384, c. 1, s. 386.

27-Daha fazla bilgi için bkz: Muhammed Ebu Zehra, aynı kitap, s. 148-149.

28-Muhammed Bakır el-Musevi el-Hansari, Ravzatu'l-Cennat, Tahran, Mektebetu İsmailliyyan, hicri 1390, c. 1, s. 187.

29-Muhammed b. Hasan el-Tusi, el-Rical, Muhammed Sadık Âl Bahru'l-Ulum'un tahkikiyle, birinci baskı, el-Necef, hicri 1381 / miladi 1961, s. 367; yine bkz: el-Seyyid Ebu'l-Kasım el-Musevi el-Hoi, Mu'cemu Ricali'l-Hadis, üçüncü baskı, Beyrut, Daru'z-Zehra, hicri 1403 / miladi 1983, c. 2, s. 260.

30-Esed Haydar, aynı kitap, c. 2, s. 503-506. Burada, kendi inancına göre Şii eğilimleri bulunan Ahmed'in üstadlarından epey bir kısmının adını zikreder. Ama aynı zamanda, merhum Ayetullah Hoi'nin eseri olan Mu'cemu Ricali'l-Hadis'te Şii raviler tabakatına bakıldığında Şia'nın muteber rivayet kitaplarında İbn Hanbel'den herhangi bir hadis nakledilmediği anlaşılmaktadır.

31-Rıza Üstadi, “Müsnedu'r-Rıza” der Çehil Makale, birinci baskı, Kum, Kütüphane-i Ayetullah Mer'eşi Necefi, hicri 1413 / miladi 1381, s. 154.

32-Şuara (26) 214.

33-Hazret'in uçsuz bucaksız cömertliğinden kinayedir. Bkz: Sözkonusu hadisin şerhinde Ahmed Muhammed Şakir'in izahları.

34-Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, şerahahu ve sanaa feharisehu Ahmed Muhammed Şakir, Daru'l-Mearif bi-Mısr, el-Kahire, 1949-1958, 15 cilt, hadis no: 883. Hatırlatmak gerekir ki merhum şârih ve musahhih işi kolaylaştırmak için bu kitabın hadislerini numaralandırmıştır. Bu satırların yazarı bundan böyle bu baskıdaki hadis numaralarına atıfta bulunacaktır.

35-Hasen hadisin tarifi daha önce verilmişti.

36-Sözkonusu hadisin şerhinde geçen Ahmed Şakir'in notları. Söylemek gerek ki, müfessirler de bahsi geçen ayeti tefsir ederken bu olayı esas alırlar. Örnek için bkz: Ebu Ali el-Fadl b. Hasan el-Tabersi, Mecmeu'l-Beyan li-Ulumi'l-Kur'an, sözkonusu ayetin izahı.

37-Bkz: Aynı hadisin izahı. Yapılan açıklamaya göre hadis Ehl-i Sünnet hadisçilerine göre sahih olan hadis, senedi başından sonuna kadar adil ve ezberi güçlü raviler tarikiyle Peygamber'e (s) veya sahabeye veya tabiine bağlanmaktadır. Buna ilaveten şaz olmaktan (meşhur hadisle çatışmaktan) ve illetten (gizli hastalık ve kusurdan) uzaktır. (Subhi el-Salih, aynı kitap, s. 145).

38-Bu hadis hakkında daha geniş bilgi için bkz: Muhammed İbrahim Ayeti, Tarih-i Peygamber-i İslam, Ebu'l-Kasım Gürci'nin editörlüğünde, ikinci baskı, Tahran Üniversitesi, 1983, s. 578-586.

39-Hamdi Abdülmecid el-Selefi, Mürşidu'l-Muhtar, ikinci baskı, Beyrut, hicri 1407 / miladi 1987, c. 1, s. 239.

40-El-Müsned, Ahmed Şakir baskısı, hadis numarası 1600.

41-Bkz: Bu hadisin izahı.

42-Önceki eser, hadis numarası 4.

43-Bkz: Ahmed Şakir, hadisin izahı.

44-İbn Hanbel, el-Müsned, 6 c., birinci baskı, el-Matbaa el-Meymene, Mısır, hicri 1313, c. 4, s. 164-165. Bundan sonra bu baskı kısaca “Meymene baskısı” olarak zikredilecektir.

45-El-Müsned, Meymene baskısı, c. 5, s. 356.

46-Önceki eser, c. 3, s. 14. Sakaleyn hadisi Müsned'de mükerrer zikredilmiştir. Örnek olarak bkz: c. 3, s. 17, 26, 59; c. 4, s. 367; c. 5, s. 181, 189, 190.

47-Eskiden “Rahbe” adında birkaç yer vardı. Ama buradaki “Rahbe” muhtemelen Kadisiye karşısında ve Kufe'ye yakın bir yerde, Mekke'ye gitmek isteyen hacıların sağ tarafında bir köydü. Bkz: Yakut el-Hammuy, Mu'cemu'l-Buldan, c. 3, s. 33.

48-El-Müsned, Ahmed Şakir baskısı, hadis numarası: 950.

49-Bkz: el-Selefi, Mürşidu'l-Muhtar, c. 3, s. 156-157.

50-Bkz: Ahmed Şakir'in bu hadis hakkındaki izahı.

51-El-Müsned, Ahmed Şakir baskısı, hadis numarası 2992.

52-Bkz: Aynı hadisin izahı.

53-Örnek olarak bkz: Ahmed Şakir, hadis numarası 2676, 3111; Meymeye baskısı, c. 3, s. 346 (Cabir b. Abdullah Ensari'nin Müsned'i).

54-El-Müsned, Ahmed Şakir baskısı, hadis numarası 1608.

55-Bkz: Bu hadisin izahı.

56-Ebu Turab, İmam Ali b. Ebi Talib'in lakaplarından biridir.

57-Müslim b. el-Haccac, el-Camiu's-Sahih, Bulak baskısı, hicri 1290, c. 2, s. 236-237; Muhammed b. İsa el-Tirmizi, el-sünen, el-Hind baskısı, hicri 1328, c. 4, s. 329-330.

58-Ahzab 33

59-Bu hadisi özetlemek için biraz kısalttık. Hadisin tafsilatı için bkz: Ahmed Şakir baskııs, hadis numarası 3062. Hatırlatmak gerekir ki, zikredilen hadis başka bir senedle de nakledilmektedir (bkz: Hadis numarası 3063) Âlim şârih her iki hadisi de sahih kabul etmektedir. Bkz: Bu hadislerin izahı.

60-Ahzab 33

61-Bkz: el-Müsned, Meymene baskısı, c. 4, s. 107 (Vasile b. Eska'nın müsnedi); yine bkz: c. 3, s. 286.

62-Önceki eser, c. 3, s. 259 (Enes b. Malik müsnedi). Yine bkz: c. 3, s. 286.

63-Daha fazla bilgi için bkz: Seyyid Murtaza Askeri, Nakş-i Eimme der İhya-i Din, birinci baskı, Mecme-i İlmi-yi İslami, Tahran, 1992, c. 11, s. 66-67.

64-Hazret-i Zehra (a) hadislerini Meymene baskısı c. 6, s. 282'de görebilirsiniz.

65-El-Müsned, Ahmed Şakir baskısı, hadis numarası 642. Bu hadis bazı küçük farklılıklarla 102 ve 236. sayfalardaki senedde de aynen tekrar edilmiştir.

66-Bkz: Hadisin izahı.

67-Önceki eser, hadis numarası 576. Bu hadis, Ahmed'in oğlu Abdullah'ın ilavelerindendir.

68-Bkz: Hadisin haşiyesi.

69-İbn Hacer Askalani (Ahmed b. Ali), Tehzibu't-Tehzib, Haydarabad, Hindistan, hicri 1325-1327, c. 10, s. 430.

70-Ahmed Şakir baskısı, hadis numarası 7863. Yine bkz: 6406 ve 7392 numaralı hadisler.

71-Bkz: Şârihin bu hadise düştüğü not.

72-El-Müsned, Ahmed Şakir baskısı, hadis numarası 1376. Bu muhteva bazı küçük farklılıklarla 1377 numaralı hadisin metin ve senedinde tekrarlanmıştır.

73-Bkz: şârihin hadisin izahındaki notu.

74-Bkz: Ahmed Şakir baskısı, hadis numarasın 1727.

75-Bkz: Hadisin izahı.

76-Bu cümleden olarak şu hadisler zikredilebilir: 1723, 1725, 1731 ve 7744. Diğer yerler için bkz: el-Selefi, Mürşidu'l-Muhtar, c. 1, s. 177.

77-El-Müsned, Meymene baskısı, c. 3, s. 33. Yine c. 3, s. 31 ve 82 (83. sayfada geçen hadise bakıldığında Ali Peygamber'in ayakkabısını tamirle meşguldü).

78-Peygamber'in cümlesinin aslı şöyledir: “Veyhake ye'bne Sümeyye! Taktuluke'l-fiete el-bâğiyye”

79-El-Müsned, Ahmed Şakir baskısı, hadis numarası 6499.

80-Bunlardan bazıları şunlardır: 6500, 6926, 6927. Diğer yerler için bkz: el-Selefi, Mürşidu'l-Muhtar, c. 2, s. 39. Olayın ayrıntısı için Muhammed b. Cerir el-Taberi'nin Tarihu'r-Rüsul ve'l-Müluk kitabına bakılabilir. Tahkik: Muhammed Ebu'l-Fadl İbrahim, ikinci baskı, Daru'l-Mearif, Mısır, 1971, c. 5, s. 37-42.

81-Bkz: Ahmed Şakir, Şerh-i Müsned-i Ahmed, 9/209-210.

82El-Müsned, Ahmed Şakir baskısı, hadis numarası 648.

83-Ahmed Şakir'in hadisin izahındaki notları.

84-Önceki eser, hadis numarası 3781. İsrailoğullarının nakipleri hakkında bkz: el-Kur'an el-Kerim, Maide (5) ayet 12.

85-Bkz: Ahmed Şakir'in bahis konusu hadisin izahında düştüğü notlar.

86-El-Müsned, Meymene baskısı, c. 5, s. 101; yine Şemsuddin Muhammed el-Sefareyni, Şerhu Selasiyati Ahmed, birinci baskı, Dımeşk, hicri 1380, c. 1, s. 539.

87-Bkz: el-Selefi, Mürşidu'l-Muhtar, c. 3, s. 380.

88-Örnek olarak: el-Müsned, Meymene baskısı, c. 5, s. 106.

89-Ehl-i Sünnet âlimlerin görüşleri hakkında bilgi için bkz: el-Sefareyni, aynı kitap, c. 2, s. 540-544; yine Seyyid Murtaza Askeri, Nakş-i Eimme der İhya-yi Din, c. 11, s. 74-84.

90-El-Müsned, Ahmed Şakir baskısı, hadis numarası 773.

91-Önceki eser, hadis numarası 645.

92-Önceki eser, hadis numarası 3571. Müsned'de Mehdi'nin inkılabına dair hadisler çoktur. Bunlar arasında şu numaralı hadisler zikredilebilir: 3572, 3573, 4098, 4279. Bu hadislerin çoğunun senedi sahih kabul edilmiştir.

93-Bkz: Ahmed Şakir'in aynı hadislerin izahına yazdığı notlar.

94 -O bölümün başlığı şöyledir: “Fatımilere ve insanların bu hususta sahip olduğu akaide dair ve onun hakikati üzerindeki perdenin kaldırılması”

95 -Şii rical âlimleri Asım'ı alenen tadil etmemişlerse de onu sorgulamışlardır. İmamiye taifesinin büyüğü, yani Şeyh Tusi, Tehzib ve İstibsar'da ravi zincirinde Asım'ın da bulunduğu iki hadis nakletmiştir. Daha fazla bilgi için: el-Hoi, Mu'cemu Ricali'l-Hadis, c. 9, s. 178.

96 - İbn Haldun (Abdurrahman b. Muhammed), Mukaddime, Beyrut, Müessesetu'l-Alemi li'l-Matbuat, tarihsiz, s. 311-330 ve onun Muhammed Pervin Gunabadi tarafından Farsça tercümesi, üçüncü baskı, Tahran, Bongah-i Tercüme ve Neşr-i Kitab, 1974-1975, s. 607-644.

97 -Sözkonusu kaide hakkında bilgi için bkz: Cemaluddin Muhammed el-Kasımi, Kavaidu'l-Tahdis, tahkik Muhammed Behcet el-Baytar, ikinci baskı, el-Kahire, Daru İhyai'l-Kütüb el-Arabiyye, hicri 1380 / miladi 1961, s. 170-172.

98 -Ahmed Şakir, Şerh-i Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 197-198.

* Dr. Seyyid Kazım Tababatai Meşhed Firdevsi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi