کارگر

کارگر

 1. 27 Mart 2003 tarihinde, yani ABD ordusunun Irak'a saldırısından 7 gün sonraki galibiyet gününde, dönemin ABD başkanı George Bush Beyaz Saray'ın bahçesine acil olarak çağırdığı gazetecilere ABD'nin rakipsiz üstünlüğünü yansıtan bir gururla şöyle demişti “Iraq is over” (Irak'ın işi tamam). Bush'un bu kibirli ifadesi bir saat sonra medyanın birinci başlığı haline geldi. Bundan 9 sene sonra, 2011'in Aralık ayında Obama'nın emriyle en son Amerikan askeri Irak'ı terkettiğinde, Amerikan Forbes dergisi, Bush ve Obama'yı ortak muhatabı kılan manşetinde ise şöyle yazacaktı: “Irak'a Askeri Saldırı ve 9 Senelik İşgalden Elde Ettiklerimiz: 4500'den fazla asker kaybettik, Amerikalı vatandaşların ödediği 5 trilyon dolarlık vergiyi boşa harcadık, İran'ın bölgedeki en büyük düşmanını ortadan kaldırdık, ABD'yi savaş düşkünü olarak tanıttık ve en sonunda da ülkeyi İran'ın dostlarına ve müttefiklerine emanet ettik.” İşte o günlerde, Arabistan'ın dışişleri bakanı Suud el Faysal Washington Post'a verdiği röportajda “Amerikalılar 9 senenin ardından Irak'ı altın tepside İran'a takdim ettiler” demişti.

2. ABD'nin Irak'a yaptığı saldırıdan istediği sonucu alamaması, dahası tam tersini elde etmesinin ardından, Amerikan savaş bakanı ve CIA'nin sabık başkanı Panetta birkaç strateji merkezinin araştırmalarına dayanarak Amerika'nın bölgeye yapacağı her çeşit doğrudan askeri müdahaleyi sonuçsuz ve tehlikeli olarak vasfetmiş ve Amerikan gazetesi USA Today NATO'daki bazı yetkililerin doğrudan askeri müdahale yerine vekalet savaşının (PROXY WAR) zorunluluğuna işaret eden sözlerine vurgu yapmıştı.

3. Direniş ekseninin en temel halkalarından biri ve İslami İran'ın stratejik müttefiği olan Suriye'deki fitneye, işte bu vekalet savaşından yararlanmak suretiyle start verildi ve Türkiye, Arabistan, Katar, Ürdün ve sonraları Mısır (Mursi) Amerika ve müttefiklerinin vekili olarak bu savaşı üstlendiler. Fakat ilk tasavvurlarına ve teröristlere verdikleri geniş askeri, mali ve siyasi desteğe rağmen, bu vekalet savaşı -her ne kadar Suriye halkı için facia doğursa da- Suriye devletini yenilgiye uğratamamakla kalmadı, aksine mukavemetin stratejisinde yeni bir mevsime girmesine ve kader belirleyici yeni kazanımlar elde etmesine yol açtı. Vatan Savunması (Difau'l-Vatani) adlı fedakar ve tecrübeli bir kuvvetin kurulup örgütlenmesi bu kazanımlardan biridir. Defau'l-Vatani, ülkemizdeki Besic kuvvetlerine benzemektedir ve onbinlerce üyesi vardır. Tatbikatlar yerine gerçek savaş meydanında yer almak Orduyu ve Vatan Savunma Kuvvetlerini gerçek savaşı görmüş, tecrübeli bir güce çevirmiştir. Suriye'nin örnek direnişi, mukavemetin mihver güçlerinin Mısır, Yemen, Libya ve Tunus'ta gerçekleşenlerin aksine askeri çatışmalarda yenilgi değil de yeni başarılar elde ettiğini ve bölgesel dengeleri değiştirebileceklerini göstermiştir. Nitekim Amerikan Ulusal Güvenlik Konseyi'nin bu konuda hazırladığı bir raporda, 33 Gün Savaşı'nın Hizbullah'ın yok olması yerine Lübnan'daki etkisinin ve yaygınlığının daha da artmasıyla sonuçlandığını ve daha önce zayıf olan bu ülkenin bölgedeki siyasi ve askeri denklemlerde etkili bir güce dönüştüğü yazılmıştır.

4. Bu günlerde Amerika ile Avrupalı ve bölgesel müttefikleri birkaç senelik vekalet savaşından sonra artık sahneye aşikar şekilde çıkmış ve Suriye direniş mihveri ile çatışmak için askeri pozisyon almış durumdalar. ABD, bazı Avrupalı ve Arap ülkelerin Suriye'ye saldırıda bulunma ihtimali dünya medyasının ilk haberi haline gelmiştir. Bazı uzmanlarca gerçekleşmesi kesin sayılan bu muhtemel savaşın bahanesi de Suriye devletinin teröristler karşısında kimyasal silaha başvurması olarak gösteriliyor. Irak savaşında gösterilen ve daha sonra Bush hükümetince bu yönde hiçbir bulguya rastlanılmadığı itiraf edilen bahanenin tam olarak aynısı. Burada Pazar günü Amerikan Foreign Policy dergisinde benzersiz bir itirafta bulunularak, Irak'ın İran-Irak savaşında İran askerleri karşısında ve Halepçe halkının katliamında kullandığı kimyasal silahların CIA tarafından sağlandığının belgeleriyle ifşa edildiğini de belirtelim.

Suriye ordusunun Şam civarında kimyasal silah kullanmakla itham edilmesinin ardından BM'ye bağlı uzmanlar Suriye devletinin çağrısıyla bu ülkeye geldiler. Uzmanların ilan ettikleri ilk sonuçlar teröristlerin kimyasal silah kullanmak suretiyle 635'ten fazla sivili Şam etrafında öldürdükleri yönünde. Öte yandan BM uzmanlarının elindeki bazı uydu görüntüleri (bunlar belge olarak kaydedildi) teröristlerin kimyasal silah kullandıklarını doğruluyor

5. Son patırtının ilerde gerçekleşecek olan Cenevre Konferansı'nda Suriye'ye taviz verdirmek amacıyla yapılan bir psikolojik savaş operasyonu olması ihtimali mevcuttur. Zira Amerikalılar Irak'a ordu sürdükleri Mart 2003 tarihinden çok daha zayıf ve kırılgan durumdalar ve pek çok Amerikalı ve Avrupalı uzmanın ve muteber medya kaynağının da itiraf ettiği gibi Suriye'ye müdahaleyi tanımlamak için en uygun kelime sadece ahmaklık olabilir. Fakat Bertrand Russell'in dediği gibi “Birkaç kez ahmaklık yapan kişinin tekrar ahmaklık yapması uzak ihtimal değildir.” Burada şunları söylemek zorundayız:

A) Amerikalılar savaş başlatabilirler ama bunu bitirmek onların ve müttefiklerinin elinde değildir. Bu nedenle, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry'nin, çoğu savaşa karşı olan Amerikan halkını ikna etmek için söylediği sadece 2, en fazla da 3 gün yapacakları füze saldırılarıyla yetinecekleri sözünün gerçek hiçbir zemini bulunmamaktadır. Bir Alman gazetesi News Deutschland'daki analizde belirtildiği üzere: “Amerikalıların Irak'tan çıktıktan sonra yeni bir savaş başlatma güçleri yok, tıpkı 1982'de Lübnan'ın işini 48 saatte bitirmek isteyen ama buradan çıkması 18 sene süren İsrail gibi.”

B) İsrail, ABD'nin ve Avrupalı müttefiklerinin Aşil topuğu(tek ve en önemli zayıf noktası) konumundadır ve en ufak şüphe olmaksızın Suriye'ye saldırı başlar başlamaz her gün binlerce füze işgal edilmiş toprakların üzerine yağacak ve buradaki hayati tesislerini yerle bir edecektir. Özellikle de 33 Gün, 22 Gün ve 8 Gün Savaşlarında Patriot füzelerinin ve Demir Kubbe füze savunma sisteminin Tel Aviv'i koruyamadığı belliyken.

C) ABD, İsrail ve bazı Arap ülkelerinin fitneleri İslam dünyasının canına tak dedirtmiştir ve uşaklarıyla uğraşmaktansa doğrudan Siyonistlerle yüzleşmek için gün saymaktadır. Suriye'ye yapılacak bir saldırı Müslüman halklara bu altın fırsatı verecektir.

D) Arabistan, Ürdün ve Türkiye gibi ülkelerin Suriye'ye yapılacak bir saldırıya katılacaklarını resmen ilan etmiş olmaları nedeniyle, savaşın başlaması halinde buradaki hükümetlerin devrilmesi için bölge halklarına uygun bir fırsat doğacaktır. Elbette daha çok ticarethaneye benzeyen Katar'ın durumu daha da kırılgandır.

E) Savaşın patlak vermesi durumunda, sahte İslamcılık maskesi altında ABD ve İsrail lehine kaos ve terör eylemleriyle meşgul olan selefiler ve tekfirciler gibi bağımlı ve kiralık akımların artık bu tablo içinde yer almaları mümkün olmayacaktır. Zira İsrail'e ve bölgedeki Amerikan çıkar merkezlerine yapılacak olan saldırılara katılmamaları durumunda yalancı projeleri aksayacak ve halkın şiddetli hücumuyla karşılaşacaklardır.

F) Suriye'ye yapılacak bir saldırı, saldırgan devletlerin maskesini düşüreceğinden Şii-Sünni ve Arap-Acem gibi tefrika doğuran sınırları ortadan kaldıracaktır ve açıktır ki bu şeffaf alan, İslam dünyasının Amerika, İsrail ve kendilerini satmış Arap liderleri karşısında genel seferberliğine yol açacaktır. ABD ve İsrail'in Mısır'da yürüttükleri ortak projenin çöküşü de bunun kesin sonuçlarından biri olacaktır.

6. Şimdi burada şu soru bakidir, acaba Amerika ve müttefiklerinin bu muhtemel ahmaklıklarını iyiye yormalı değil miyiz? İslam'ın ve Müslümanların ezeli düşmanlarının Müslüman halkların yıllardır kendilerini bekledikleri helak vadisine doğru kendi ayaklarıyla yürüdüklerine emin olmalı değil miyiz? Bütün bu tanıklar gösteriyor ki, eğer bu son gürültü psikolojik operasyon değilse, uzun yıllar boyunca süren intikam bekleyişinin sonuna yaklaşılmıştır.

Hüseyin Şeriatmedari  -  Keyhan Gazetesi

Çev: Ozan Kemal Sarıalioğlu

medyasafak.com

 

Perşembe, 05 Eylül 2013 07:12

"Bu bir projeler savaşıdır.."

İran İslami Şura Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Politika Komitesi Başkanı Alauddin Brocerdi dün Beyrut’ta Lübnan geçici hükümetinde Dışişleri ve Gurbetçiler Bakanı Adnan Mansur ve Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah ile başta Suriye ve Lübnan olmak üzere bölgenin gündemini masaya yatırdı.

Suriye’deki bunalımın dış müdahale olmaksızın siyasi yolarla çözülmesi gerektiğini belirten Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, “Ben, Suriyelilerden silahı bırakıp siyasi diyalog süreci başlatmalarını talep ediyorum” dedi.

Suriye’deki her türlü şiddeti kınadığını belirten Hizbullah Genel Sekreteri, Lübnan’ın sınırı olan bu Arap ülkesinde kan dökülmesine son verilmesini istiyorum” diye konuştu.

Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah konuşmasının son bölümünde şu an bölgeye saldırı projesi Suriye’de gerçekleşiyor. Amerika, Avrupa, birçok Arap ülkesi, Körfez ülkesi, bunun bütçesini temin ediyor. Medyada insanlar, yazılar yazıp küfretmeye hazırlar, şu anki ortam bir korkutma ortamı. Gerçekleri açıklamak isteyen birinin tutumuyla ilgili binlerce hesap yapması gerekiyor, özellikle de katliamlar yapılması için birçok fetvaların yayımlandığı bu ortamda…

Bölgeyi tehdit eden tehlikeler konusunda tarafların görüş birliği kaydettiklerini belirten Brtojerdi; bölgenin büyük bir tehlikeden uzak tutulmasında çabaların başarılı olması temennilerinde bulundu.

Brocerdi görüşmenin ardından basına yaptığı açıklamada; Suriye'ye yönelik muhtemel askeri saldırının önlenmesi amacıyla çabaları birleştirme ve yoğunlaştırma olanaklarını ele aldıklarını belirtti.

Brocerdi; muhtemel saldırının olması halinde en büyük hasara uğrayacak olanın İsrail olduğuna dikkat çekti.

 

İran İslami Şura Meclisi'nden 170 milletvekili bir bildiri yayınlayarak, düzenin iradesi doğrultusunda Suriyeli kardeşlerin yanında yer alarak zulme karşı canlarını feda etmeye hazır olduklarını bildirdi.

Suriye’deki direniş cephesine destek amacıyla yayınlanan ve meclis oturumunda okunan bildiride, 170 milletvekili, her gün tekfirci vahşi teröristler tarafından öldürülen Suriye halkına yapılan bu katliama karşı sessiz kalınması sorgulandı.

Suriye’nin direniş cephesine desteklerine vurgu yapan İranlı milletvekilleri, dünya mustazafların ümidi olan Veleyeti Fakih'in emrine tam destek verdiklerini ve düzenin iradesi doğrultusunda dünyayı emperyalist zulmünden temizlemeye hazır olduklarını vurguladılar.

MHA

 

Perşembe, 05 Eylül 2013 07:04

Şii çocukları dahi katlediyorlar

 Teröristler Irak'ta Şiileri hedef alırken, çocuklara dahi acımıyorlar.

Dün gece yarısı, teröristler Bağdat'a 40 km uzakta bulunan Latife Bölgesi'nde Şii bir ailenin oturduğu iki eve saldırdı.

Irak polisinin verdiği bilgiye göre, teröristler ilk önce her iki evde bulunan Şiileri kurşuna dizdiler. Daha sonra bombalarla iki evi de yerle bir ettiler.

Saldırı sonucu 6'sı çocuk, 5'i kadın ve 5'i erkek olmak üzere aynı aileden 16 kişi hunharca katledildiler

Saldırıyı henüz hiç bir gurup üstlenmedi.

 

 İmam Hamanei namazın kalitesini artırmak, namaz kültürünü yaymak ve genelleştirmenin tüm müminlerin en öncelikli vazifesi olduğunu bildirdi.

22. Yıllık Genel Namaz Kongresine bir mesaj gönderen İmam Hamanei , namazın kalitesini artırmak, namaz kültürünü yaymak ve genelleştirmenin tüm müminlerin en öncelikli vazifesi olduğunu bildirerek, Fikir ve düşünce sahipleri dilleri ve kalemleri ile ve teşkilatların sorumluları ise teşkilatlarının konumuna uygun olarak bu büyük sorumluluğu yerine getirebileceklerini bildirdi.

İmam Hamanei mesajının bir bölümünde, "Namazın kaliteli olması şu anlamdadır ki namaz huzur ve huşu içinde eda olunsun, namaz kılan kişi namazı Allah'la mülakat, görüşme yeri olarak değerlendirmeli ve namaz üstündeyken Allah Taala ile konuştuğunun farkında olmalı, kendini onun huzurunda hissetmelidir" ifadesine yer vererek cami azlığı, stadyumlar, parklar, istasyonlar ve benzerleri gibi yerlerde mescitlerin olmayışı, uzak yolculuklar araçlarında namaz vakitlerine riayet edilmemesi, ders kitaplarında namazın gerektiği gibi işlenmeyişi, camilerde temizlik ve sağlık koşullarına gerektiği gibi uyulmaması ve benzeri diğer tüm noksanlıkların, büyük irade ve himmetleri sayesinde giderilmesi gereken önemli zaaf noktaları olduğunu bildirdi.

22. Yıllık Genel Namaz Kongresi İran'ın önemli erkanı ve yetkililerinin katılmasıyla İmam Hamanei'nin mesajıyla İran'ın batısında yer alan Lorestan üniversitesinde çalışmasına başladı.

İrib

 

Çarşamba, 28 Ağustos 2013 12:29

Amerika Suriye’de de zarar görecek

Tahran, 28 Ağustos 2013 – Suriye’ye askeri müdahelenin faciayla sonuçlanacağını ifade eden İslam İnkılabı Rehberi, Amerika’nın Irak ve Afganistan’da olduğu gibi Suriye’de de zarar göreceğini söyledi.

Mehr haber ajansının İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah İmam Hamanei’nin bürosuna dayandırdığı habere göre, bu sabah 11. devletin bakanlar kurulunu kabul eden İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah İmam  Hamanei, konuşmasının bir böülümde dış politika hususnda yaptığı değerlendirmede, bölgenin mevcut hassas ve kriz durumuna işaret etti.

 İmam  Hamanei, “Biz Mısır’ın içişlerine karışmak niyetinde değiliz, fakat Mısır halkının öldürülmesine karşı gözlerimizi kapatamayız”diyerek, İran’ın silahsız olan Mısır halkının öldürülmesini kınamakta olduğunu ifade etti.

İslam İnkılabı Rehberi, "Mırıs halkının öldürülmesinde kimin parmağ varsa İran bakımından kınanmalı" diye konuşmasına ekledi.

Mısır halkı iç savaşa yönelmemesi gerektiğini, zira Mısır’da iç savaşın İslam dünyası ve müslümanlar için beraberinde facia getireceğini söyleyen İslam İnkılabı Rehberi, Mısır’a demokrasi ve halk oyu geri gelmesi gerektiğini vurguladı.

 İmam  Hamanei, yıllar sonra Mısır halkı İslami uyanışı bereketiyle diktatör bir hükümeti devirerek sağlam bir seçim düzenlediğini, bu durumda ise demokrasi süreci durdurulmayacağını hatırlattı.

Suriye gelişmelerine de işaret eden İslam İnkılabı Rehberi, Amerika’nın Suriye’ye askeri müdahelesi bölge için faciayla sonuçlanacağını dile getirerek, Amerika’nın Irak ve Afganistan’da olduğu gibi Suriye’de de zarar göreceğini söyledi.

 İmam  Hamanei, bölge dışı ve yabancı güçlerin bu ülkeye müdahelesi ateşi alevlendirmeden başka sonucu olmayacağı gibi milletlerin nefretinin artırılmasına yol açacağını konuşmasına ekledi.

Bu ateşle oynamaları depoda olan fıçı barutlarla oynamaya benzeten İslam İnkılabı Rehberi, sonuçlarını tahmi edilemeyecek durum meydana geleceğini kaydetti.

 

 

Bismillah

Tetikçilerin Çılgınlığı:

Yenmeye, güce, nüfuz alanlarına, yeni imparatorluğa odaklanmış iktidarın tetikçiliği görevini üstlenmiş kalemler ve medya araçları bir türlü hedefe ulaşamamanın vermiş olduğu çılgınlıkla gerginliği zirveye tırmandırma peşindeler. Bir yerlerden düğme basıldığı belli, yoksa tetikçilerin çıldırmışcasına birden bire sağa sola saldırmaları alışılagelmiş bir durum değildir.

Başbakan ve Dışişleri bakanının Batı'ya endeksli olarak Suriye konusunda son günlerde dolaylı olarak gerginliği tırmandırma çabaları, verilen görev üzere tetikçiler tarafından pervasızca, perdesiz olarak ivmesi durmadan artırılarak hızlandırılmış bulunuyor. Batı şerr ekseninden yapılan açıklamalar hükümet yetkililerini heyacanladırdığı gibi tetikçileri müthiş bir şekilde çılgınlık derecesinde coşturmuş gözüküyor. Son bir haftadır hükümet yandaşı medyanın tetikçiliğinde halk kitlelerinin İran'a karşı aleni bir şekilde tahrik edilmesi şerr güçlerine endeksli yeni bir planın habercisi gibi.

Mısır'daki son gelişmelerle bölgede oyun kurucu ve hatta oyuncu olmadıkları, sadece taşeron rolü üstlenebilecekleri Batı emperyal gücü tarafından kendilerine açık seçik bir şekilde gösterilen AKP hükümeti, hazmedemediği bu durumu ne yapıp yapıp telafi etmek için yeni maceralara teşebbüs ederken halkı da tetikçileri aracılığıyla tehlikeli bir şekilde hazırlamaktadır. Bu hazırlığın ilk adımı olarak da halk arasında İran ve Şia düşmanlığını yaymaya başlamış bulunuyorlar.

Bahane ise Suriye'de başkent Şam yakınlarında Guta banliyösünde kimyasal silah kullanıldığı iddiası. Kullanılıp kullanılmadığı belli olmadan ve kimin tarafından kullanıldığı kesinlik kazanmadan Suriye Yönetimine saldıran Dışişleri Bakanı Davutoğlu, mal bulmuş mağribi misali, Türkiye'ye taşeronluk rolü biçmiş Batılı emperyal güçleri (görünürde ise uluslararası camiayı) Suriye'ye saldırmanın zamanı geldiğine ikna etmeğe, daha açık bir ifadeyle yalvarıp inlemeye başladı.

Hileyi İlke Olarak Görmek:

Bu kimyasal silah kullanma konusunda rasthaber'de verilen haberler, yazarlarımızın değerlendirmelerinde ve alıntı yazılarda yeterince bilgi verildiği kanaatindeyim. Ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler bunlara başvurabilirler. Dolayısiyle daha çok imparatorluk hayali kuranlarla tetikçilerinin izledikleri gayri İslami ve gayri insani taktikler üzerinde durmak istiyoruz.

Bir yıl önceki bir yazımızda İslamcı diye geçinen bağnaz çevrelerin Suriye’de efendilerince planlanmış hedeflere ulaşamadıkları için her geçen gün biraz daha hırçınlaştıklarını, hırçınlaştıkça bağnazlık sınırlarını zorladıklarını kaydetmiştik. Suriyede iktidarı devirmek için biçtikleri birkaç hafta ve ardından birkaç aylık süreler şimdilerde birkaç yıla çıkmış bulunuyor ve bu süre uzadıkça hırçınlıklar artık çılgınlığa dönüşmüş bulunuyor. Gerçi Suriye’deki isyancıların genelinin durumu cinnet sınırlarını çoktan aşmış olup bizim kastettiğimiz çevreler onların Türkiye'deki yandaşlarıdır.

Bilim ve iletişim çağında bu fanatik çevrelerin içleracısı durumunu görünce iletişimin zayıf olduğu İslam’ın ilk asrında ve daha sonraları yaşanmış hadiseleri anlamak daha kolay geliyor insana. Çevrede olup biten hadiseleri anlamak, değerlendirmek için bunca imkana sahip olunan bu çağda bu kadar kör taassup sergileyenleri görünce böyle imkanlara sahip olmayan ilk asır müslümanlarının hilekarlarca sergilenen hileler karşısında düştükleri hatalar hususunda onlara hak vermemek elde değil.

Savaş meydanında düşmanı yanıltmak için bir takım hileye dayalı taktikler geliştirilebileceğine ve yalan söylenebileceğine dair hadislere sığınanlar bir süredir bu sınırlı izinleri temel stratejileri olarak sarılmış ve savaş hileden ibarettir meşhur sözünü her alanda ilke edinmiş görünüyorlar. Böylece verilen savaş artık her alanda ve her yönüyle yalan üzerine kurulmuş gibi. Bugün Suriye’de sürdürülen iç savaş hususunda bu gerçeği apaçık görmekteyiz. Açıkca komplo planları kurulmakta, hedefe varmak için her yola ve cinayete başvurulmakta, yalan olduğu bilindiği halde bazı haberler halkın duygularını sömürmek, halkı çirkin planlara araç etmek için hayasızca kullanılmaktadır. Ve işin en acı yanı ise bunu İslam devleti kurmak iddiasında olanların yapmasıdır.

Yalana Tevessül Başarı Getirmez:

Suriye’de geçen Çarşamba günü gözlenen kimyasal silah saldırısının kimin tarafından yapıldığı daha belirlenmemesine rağmen halkı dolduruşa getirmekle görevli bu bağnaz tetikçiler iktidarın da tahrikiyle halk arasında açıkca mezhep kışkırtıcılığı yapmaktadırlar. Yandaşlarının Suriye ve başka ülkelerde başarısızlığını duydukça çılgınlıkları artan bu fanatik çevrelerin yarınlarda neler yapacakları ise toplumsal açıdan oldukça kaygı verici bir duruma dönüşmektedir maalesef.

Bu kısa değerlendirmede başvurulan yalan ve saptırmalardan bazılarına işaret etmek istiyoruz:

Savaşın başlangıcı yalanı: Suriye’deki savaşın barışçıl gösterilere saldırılması ardından başlatıldığı iddiaları tam bir yalandan ibarettir. İlk günlerdeki birkaç sınırlı ve küçük hadise dışında daha ilk haftadan itibaren göstericiler arasında silahlı kişiler bulunmaktaydı ve güvenlik güçlerine silahlı saldırılar planlı bir şekilde başlatıldı. Hatta Suriye içindeki muhalifler hazırlıklı olmadıkları halde bizzat şerr ittifakı tarafından silahlı mücadeleye teşvik edildiği inkar edilmez bir gerçektir.

Suriyedeki savaşın önceden planlanlanmadığı yalanı: Suriyedeki savaşın Batı’lı emperyalistler ve bölgedeki müttefikleri tarafından önceden planlanmış olduğu gerçeği önceleri açıkca dile getirilirken Suriye yönetiminin devrilmesi gerçekleşmeyip iç çatışmalar üzerinden aylar geçmesi ve meselenin barışçıl yollarla çözümüne dair teklifler gündeme gelince reddedilmeye başlandı. Libya'da Kaddafi rejiminin devrilmesi ardından Suriye yönetiminin devrilmesini çantada keklik görenler ve pastadan büyük pay almaya heveslenenler, Suriye'nin çetin ceviz olduğunu görünce stratejik ortaklarıyla çizmiş oldukları yol haritasını inkar etmeye başladılar. Çünkü bu işin taşeronluğunu üstlenmiş ve işverenin isteklerini yerine getirememişlerdi. Suriye'ye insani ve İslami kaygılarla müdahil oldukları yalanına sarıldılar.

İsrail’le işbirliği yalanı: İsrail’in isyancılara yardımılarını gizleyip Baasçı rejimi desteklediği yalanının yayılması. Taşeronlar müslüman halkları siyonist rejim konusunda yanıltma görevini tetikçilerine devretmişlerdi. Çünkü açıktan açığa böyle bir yalana tevessül etselerdi herkesten önce müttefiklerinden fırça yiyeceklerdi, aynen Mısır'daki darbenin İsrail ile ilişkilendirilmesi ardından azarlandıkları gibi. Ama mutassıp tetikçileri bu alanda serbestiler, bırakın Suriye yönetimini İran ve Hizbullah'ın bile görünürde İsrail ile, ABD ile düşman olmalarına rağmen gizlide bunlarla işbirliği içinde olduklarını söyleyecek kadar alçalaşacaklardı. Taşeronların İslam düşmanlarıyla kurdukları ittifakı müslüman halklara başka türlü nasıl tevil edebilirlerdi? Kendi üstlendikleri rolü başkaları üzerine atacaklardı ki müslüman kitleleri arkalarına alsınlardı.

Yabancı savaşçıların varlığını inkar: Libya'da verilen görevi başarıyla tamamlayan, bu ülkeyi kan gölüne çevirip efendilerine teslim eden El-Kaide ve benzeri gruplar boş bırakılmamalı ve başka bölgelerde yeni görevlere sevkedilmeleri gerekirdi. Aksi takdirde savaşmaya, öldürmeye, cinayete ayarlanmış bu çeteler kendi başlarına bela kesilebilirdi. Başta Libya olmak üzere çeşitli Arap ve Kuzey Afrika ülkelerindeki teröristler sistemli bir şekilde silahlarıyla birlikte Suriye'ye aktarıldı ve hala bile bu ülkelere ilaveten Afganistan, Pakistan ve Çeçenistan'dan terör gruplarıyla takviye edilmektedirler.

Silah sevkiyatı gerçeği: İsyancılara silahların ABD, İsrail, AB ülkeleri ile Katar ve Suudi Krallığı tarafından sağlandığı ve Türkiye, Lübnan ve Ürdün üzerinden Suriye’ye aktarıldığı ortadadır. Libya’dan gönderilen silah dolu gemilerin Türkiye ve Lübnan üzerinden Suriye’ye sokulduğu, Katar’dan, gönderilen silah dolusu uçakların Türkiye üzerinden Suriye’ye aktarıldığı, Suudilerin silah yardımlarını Ürdün üzerinden isyancılara ulaştırdığı belgeleriyle ortaya konulmasına rağmen Suriye savaşının uluslararası propaganda kanadı hala bu gerçekleri inkar etmektedir.

Kafirlerle işbirliği: Bu hususta da bahaneleri ise hazır; zalime karşı mazlumu destekleyen kim olursa olsun desteği kabul edilebilir, İslam ülkeleri yardım etseydi veya falanca ülke Esad’ı desteklemeseydi kafirlerin yardımlarına ihtiyaç duyulmazdı, Esad rjimini devirene kadar kafirle de müşrikle de işbirliği yapılabilir, zafer(!) sonrasını daha sonra düşünürüz vb bahanelere sıkça rastlanır.

Kimyasal silah yalanı: Kimyasal silahların Suriye yönetimince kullanıldığı yalanı bu yalanlar zincirinin en son halkasını oluşturuyor. “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” atasözü gereği yalanları her defasında ifşa edilmesine rağmen yine de yeni yalanlar uydurmakta veya eski yalanlarını tevil yoluna başvurmaktalar. Kesinlik kazanmamakla birlikte son kimyasal silah saldırısının büyük bir ihtimalle emperyal güçleri Suriye'ye çekmek için terör grupları tarafından kullanıldığı sanılmaktadır.

Taşeronların görünürde ağlayıp sızlanmalarına rağmen bu son kimyasal komploya bir can simiti olarak baktıkları tavır ve ifadelerinden açıkca okunmaktadır. Çünkü Mısır da dahil Kuzey Afrika ülkelerindeki bahar esintisinden bu cenaplara pay verilmediği bir yana bölgeden kovulmuş bulunuyorlar. Pay almayı umdukları son kale Suriye olduğuna göre her bahaneyi kullanılabilecek bir fırsat olarak değerlendirmeleri gerektiğini düşünüyorlar.

Ancak kafirlerle gizli açık işbirliğini inkar eden, gerçek niyetlerini gizleyerek yalana tevessül edenlerin unuttuğu bir hakikat var; o da sünnetullahtır, ilahi takdirdir:

"...Şüphesiz Allah, aşırı giden, yalancılık eden kimseyi doğru yola eriştirmez." Mü'min/28

Y. ZİYA T.YILMAZ

 

 

"Hiçbir strateji Müslüman kanının dökülmesini önlemekten daha değerli değildir..."

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez İranlı âlimlerden oluşan bir heyeti makamında kabul etti. İslami Mezhepleri Yakınlaştırma Kurumu Genel Sekreteri Ayetullah Mohsen Eraki’nin başkanlığındaki heyette, İslam Dünyası İşleri Rehberlik Makamı Yüksek Danışmanı ve Kurum Yüksek Konseyi Başkanı Ayetullah Muhammed Ali Tehsiri, Dr. Mehdi Mustafavi, Huccetulislam Muhammed Şafiinia de yer aldı. 

Kana bulanmış bir ümmet coğrafyasında, İslâm topraklarına yüzyıllık fitne tohumlarının ekildiği bir dönemde gerçekleşen buluşmayı karanlıkların ortasında yanan bir ışık olarak değerlendiren Diyanet İşleri Başkanı Görmez, “İslam coğrafyasında olup bitenlerde Sünnisiyle, Şiisiyle İslâm âlimlerinin, dinî kurumların, din eğitimi veren müesseselerin vebali ve sorumluluğu yok mudur? İnsanlığa ezeli hikmet, evrensel adalet ve iki cihanda saadet sunmak üzere gönderilen İslâm, eğer bugün bağlılarının birbiriyle savaştığı, birbirinin canına kastettiği, camilerinin birbiri tarafından bombalandığı bedbaht bir süreç yaşıyorsa Hz. Peygamberin mirasçısı konumundaki âlimlerin suçu yok mudur?” dedi.

Hz. Hüseyin’in haccı yarım bırakarak Kufe’ye gitmeden önceki son hutbesinde ibret alınması gerektiğini vurguladığı ayetleri okuyan Başkan Görmez’in konuşmasından bazı satır araları şöyle;

“Hiçbir strateji Müslüman kanının dökülmesini önlemekten daha değerli değildir…”

“Bunları, kendilerini Rabb’a adamış kimseler ve âlimler günah söz söylemekten ve haram yemekten sakındırsalardı ya! Yapmakta oldukları şey ne kötüdür. (Maide 5/63) İsrailoğullarından inkar edenler, Davud ve Meryemoğlu İsa diliyle lanetlendi. Bu, onların isyan etmeleri ve hadlerini aşıyor olmalarından ötürüydü. İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötüydü. (5/78)

Bu ayetlerde Allah’ın onları kınamasının sebebi, onların aralarında bulunan zalimlerin yaptıkları kötü işleri ve fesatları görüp onlardan yetişen dünya mal ve makamına olan meyilleri ve maruz kalmaktan sakındıkları baskı ve zulmün korkusu yüzünden onların men etmemelerinden dolayıdır. Hiçbir strateji Müslüman kanının dökülmesini önlemekten daha değerli değildir. Hiçbir siyaset Müslümanların parçalara ayrılarak birbirini katletmesini önlemekten daha önemli değildir. Muhlis İslâm âlimlerinin tek stratejisi vardır, o da kardeşlik ve vahdettir. Yapılması gereken zalimin karşısında mazlumun yanında yer almaktır.

“Asıl hepimizi kahreden husus ise uluslararası hile, entrika ve oyunların ürünü olan bu fitnelerin, mezhepçilik, Sünnilik-Şiilik ihtilafı adına yapılıyor görünmesidir…”

Bugün Bağdat’ta, Necef’te her gün bombalar patlamakta, ansızın müminler ölmekte, Şam’da, Halep’te yüzbinler çatışmalar sonunda ölüme gitmekte, Beyrut’ta, Trablus’ta Müslümanlar camilerde Cuma namazlarını bombalar altında eda etmekte, Pakistan’da bayram günlerinde dahi ölümler yaşanmakta, Kahire’de meşruiyet arayışında bulunan insanların üzerine ölüm kusulmakta, İslâm beldelerinin her yerinde kan ve gözyaşı, zulüm ve şiddet hüküm sürmekte. Asıl hepimizi kahreden husus ise uluslararası hile, entrika ve oyunların ürünü olan bu fitnelerin, mezhepçilik, Sünnilik-Şiilik ihtilafı adına yapılıyor görünmesidir.

Bazı ülkeleri Sünnilik üzerinden bazı ülkeleri de Şiilik üzerinden birer temsile dönüştürme ve her iki ülke üzerinde İslâm’la veya İslâm’ın herhangi bir mezhebi ile ilişkisi olmayan sorunları yeniden tanımlayarak Müslümanları birbirine düşüren entrikaları, hile ve oyunları bozmak bütün âlimlerin, mütefekkirlerin, yazarların birinci vazifesi olmalıdır. Bugün Sünnilik ekseninde de Şiilik ekseninde de, her iki yönelimin temel sabitelerini hiçe sayan unsurların söze dâhil olma, sözü ve eylemi ele geçirme atakları karşısında sadece vicdanlar değil hemen her şey incinmekte ve kahrolmaktadır.

“İşte bugün bilhassa İslâm ümmetini bir uçuruma götüren, ateş dolu bir çukurun kenarından ateş dolu çukurlara yuvarlayan mezhepçilik fitnesini söndürmek için bir âlimler inisiyatifi başlatmak üzere buradayız…”

İnadına kardeşlik, inadına vahdet demek için buradayız. Bilumum takrib projeleri hiç kuşkusuz hayatidir ve mezheplerin sosyal gerçekliğini devre dışı bırakmaksızın gayr-i İslâmi duyarlılıklar ekseninde mevcut gelenekte bölünme yaratan eğilimleri elimine etme çabası taşımaktadır.

“Bugün bizler İslam’ın özünü ve gayesini öncelememiz gerekir. Bu da tevhiddir, adalettir, uhuvvettir; ahlaki kaygıları önceleyen ümmeti oluşturmaktır ve vahdettir…”

Bugün bir vahdet ve kardeşlik inisiyatifi başlatmak istiyoruz. Yapacağımız toplantılar ve görüşmeler alışık olduğumuz birbirimizi tanımak ve birbirimize güzel temennilerde bulunmak için bir araya gelinen resmi toplantı ve görüşme kapsamında değildir. Bu toplantımız öncelikle mezheplerin birbiriyle teolojik ve akademik yapacağı tartışmaları içeren toplantı da olmamalıdır. Önceliğimiz ehl-i sünnet ve ehl-i beyt kavramlarıyla dini anlama ve farklı yorumlamaları birbirimize anlatma çabasının ötesinde ehl-i tevhid olarak birliğimizi ve beraberliğimizi yani vahdeti nasıl oluşturacağımıza yönelik olmalıdır. Bu toplantılar, kan gövdeyi götürürken Bizans rahiplerinin meleklerin kanadı var mıdır yok mudur tartışması üzerine yaptıkları dini çalışmalar gibi olmamalıdır. Bugün İslam dünyasında her gün kan akmakta; düşünün bizler toplanmışız namazda eller bağlanmalı mı bağlanmamalı mı bunu tartışıyoruz. Hayır hayır, böyle bir dini tartışma ne Allah’ı razı eder ne de müminlere bir faydası olur. Bugün bizler İslam’ın özünü ve gayesini öncelememiz gerekir. Bu da tevhiddir, adalettir, uhuvvettir; ahlaki kaygıları önceleyen ümmeti oluşturmaktır ve vahdettir.

“Umarım ve dilerim ki, herkes için daha güvenli hayat alanları oluşturmanın misakını oluşturmuş oluruz…"

Bu toplantılarda bizler, sadece ulemayı ilgilendiren konuları değil, bütün Müslümanları hatta bütün insanlığı doğrudan ilgilendirmekte olan hakkın, hukukun ve adaletin ikame edilmesi ve yüceltilmesine yönelik vicdanlarımızın sesini dinlemeliyiz. Bu toplantının sonunda umarım ve dilerim ki, herkes için daha güvenli hayat alanları oluşturmanın misakını oluşturmuş oluruz. Bölgemizin, tüm İslam toplumlarının, Şiisiyle, Sünnisiyle zor günler geçirdiği şu günlerde herkesin hayati sorunlarıyla yüz yüze gelerek bu sorunlara çözüm üretebilme duyarlılığını gösterebilirsek bu toplantılarla bölgemizin ve insanlığın huzuruna katkı yapmış oluruz.

Bizler geçmişten bugüne kadar aynı medeniyet havzasında var olmuş toplulukların mensuplarıyız. Modern zamanlara kadar barış içinde bu coğrafyayı birlikte imar ederek aynı atmosferi soluyup bu toprakları kendimiz için darü’s-selam yaptık. Yani barışın yurdu. Evet, bu topraklar binlerce yıl barışın ve esenliğin diyarı oldu. Elbette zaman zaman çatışmalar yaşandı ancak bunlar kitleler nezdinde derinleşmedi. Ancak bu günlerde yaşananlar geleceğimizi de tehdit ederek büyük kırılmalara neden olacak potansiyeli taşımaktadır.

İslami Mezhepleri Yakınlaştırma Kurumu Genel Sekreteri Ayetullah Mohsen Eraki ise ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getirerek, ümmet arasındaki vahdetin korunmasının dinin korunmasıyla eş değer olduğunu söyledi. Eraki, “Dinin korunması bütün farzların üstünde olduğu gibi vahdetin korunması da öyledir. Müslümanlar arasında temel olarak bir ihtilaf varsa vahdetin sağlanması gerekir. bu vahdetin sağlanması için alimlere büyük görevler düşüyor” diye konuştu.

Kabulde Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Raşit Küçük, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Dr. Ekrem Keleş, Strateji Geliştirme Başkanı Dr. Necdet Subaşı ve Müslüman Ülkeler ve Toplulukları Daire Başkanı Erdal Atalay hazır bulundu.

 

 

Çarşamba, 28 Ağustos 2013 12:05

İran'dan net Suriye mesajı

İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Abbas Arakcı, Suriye’ye olası bir askeri müdahalenin tehlikeli sonuçları olacağını ve bunun söz konusu ülkeyle sınırlı kalmayacağı uyarısında bulundu.

Dışişleri Bakanlığında gerçekleştirilen basın toplantısında gündeme dair soruları yanıtlayan Arakcı, BM Genel Sekreteri’nin siyasi işlerden sorumlu yardımcısı Jeffrey Feltman’ın Tahran ziyareti ve Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif ile görüşmesine değinerek, “Sayın Feltman’a, İran’ın Suriye’ye olası bir askeri müdahale konusundaki tutumunu açık bir dille ilettik” dedi.

Arakcı, “Bazı ülkeler Suriye rejiminin kimyasal silah kullanıldığını iddia ederek ülkeye dış müdahale ortamını yaratmaya çalışıyor. Kimyasal silah kullanımı hangi şartlarda olursa olsun ve kim tarafından gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin kabul edilemez. İran, kimyasal silah saldırısının kurbanı olmuş bir ülke olarak bunu kesin bir dille kınamaktadır. Bizim inancımızda tüm kitle imha silahları İslam, ahlak ve insanlığa aykırıdır ve her şart altında kınanmaya mahkumdur” şeklinde konuştu.

RUSYA KANITLAMIŞTI

"Suriye’deki kimyasal silah saldırısının terörist gruplarca gerçekleştirildiği Rusya’nın elinde bulunan uydu görüntüleriyle kanıtlanmıştır" ifadesini kullanan Arakcı, şöyle devam etti:

“Saldırının zamanlaması oldukça manidardır. Aklı başında hiç kimse BM denetçileri ülkedeyken böyle bir saldırı gerçekleştirmez. Terörist grupların denetçilerin ülkede bulunmasını fırsat bilerek böyle bir saldırı gerçekleştirerek yönetimi suçlaması oldukça mantıklıdır. Bunun yanında Rusya’nın yayınladığı birçok uydu görüntüsünde saldırının teröristlerin kontrolü altındaki bölgelerden gerçekleştirildiği görülmektedir. Aynı şekilde Suriye televizyonu da yakalanan teröristlerle birlikte çok sayıda kimyasal silah, kimyasal saldırıdan koruyucu maskenin ele geçirildiğini görüntülemiştir. Maalesef ele geçirilen malzemelerin kutuları üzerinde dış ülkelerin isimlerinin yazılı olduğu görülmüştür.”

Rus uyduları kimyasal saldırıyı aydınlattı haberi için aşağıdaki linki tıklayınız...

http://www.rasthaber.com/88598_rus-uydulari-kimyasal-saldiriyi-aydinlatti.html

“MANTIKLI DAVRANABİLMELERİ...”

Arakcı, Suriye’ye olası bir saldırı halinde İran’ın nasıl bir tepki vereceği sorusuna, “Bölgemiz çok hassas bir dönemden geçmekte ve barış, hoşgörü ve soğukkanlılığa ihtiyaç duymaktadır. Umarız krizin daha fazla kontrolden çıkmasına yol açarak bölge ve uluslararası toplum için ağır sonuçlar doğuracak girişimlerde bulunulmaz. Suriye’ye askeri müdahaleyi gündeme getiren ABD’li ve bazı Avrupalı liderlerin yeterince mantıklı davranabilmelerini ve BM Güvenlik Konseyi’nin bu konu hakkındaki görüşünü dikkate almaların umuyoruz” cevabını verdi.

SURİYE İLE SINIRLI KALMAZ”

İran’ın tüm taraflarla diyalog içerisinde Suriye konusunda siyasi bir çözüme ulaşılması ve barışın sağlanabilmesi için çaba gösterdiğini belirten Arakcı, “Tüm tarafları Suriye’ye olası bir askeri müdahalenin tehlikeli sonuçlarının Suriye ile sınırlı kalmayacağı konusunda ciddi olarak uyarıyoruz” dedi.

Foreign Policy dergisinde yayınlanan “ABD’nin İran-Irak savaşında kimyasal silah kullanan Saddam Hüseyin’e yardım ettiğini kanıtlayan belgeler” hakkında da değerlendirmelerde bulunan Arakcı, şöyle konuştu:

“Bu deliller bizim için yeni bir şey değil. ABD ve batılı ülkelerinin İran-Irak savaşı sırasında Saddam Hüseyin’e sağladığı geniş yardımları biliyoruz ve bu konu hakkında çok sayıda belge var. Hatta bazı Amerikalı şirketler bu deliller sayesinde mahkeme yargılanmış ve ceza almıştır. Asıl mesele, ABD’nin hiçbir insani değere ve uluslararası anlaşmalara sığmayan ikili siyasetidir. ABD, kendi çıkarlarını koruduğu sürece teröristleri desteklerken, çıkarlarına ters düştüğünde ise onları saldırı gerekçesi olarak öne sürmektedir. ABD eğer menfaatlerini koruyorsa kimyasal saldırılar karşısında sessiz kalmakla yetinmemiş, bu saldırılara yardım etmiştir. Ancak menfaatlerine ters düşerse kimyasal saldırıları başka bir ülkeye saldırı gerekçesi olarak öne sürmektedir. Bugün Suriye’de yaşandığı gibi.”

 

İstanbul-Beyrut seferini gerçekleştiren Türk Hava Yolları (THY) uçağının iki pilotu, 8 Ağustos günü geç saatlerde Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta kaçırıldı. Altı kişilik uçuş ekibini otele taşıyan aracı durduran silahlı saldırganlar, Kaptan Pilot Murat Akpınar ve İkinci Kaptan Pilot Murat Ağca’yı yanlarına alarak kayıplara karıştı. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç Lübnan’da kaçırılan THY pilotlarıyla ilgili olarak, “Güvenli bir şekilde arkadaşlarımıza ulaştık, nerede oldukları da az çok biliniyor. Hayatta olduklarını, huzur ve rahat içinde olduklarını biliyoruz” dedi.

 Eylemin sorumluluğunu "İmam Rıza'nın Ziyaretçileri" adlı grup üstlenmişti. Grup adına yapılan açıklamada, Türk pilotların, Suriye'de rehin tutulan 9 Lübnanlı karşılığında serbest bırakılacakları ifade edilmişti.

Konuyla ilgili; Suriye’de rehin alınan Lübnanlıların dosyasına bakan en yetkili isimlerden Şeyh Abbas Zuğeyb, Türkiye'ye ağır suçlamalarda bulundu.

Gazeteci İslam Özkan’ın konuyla ilgili röportajını yayınlıyoruz:

 “Lübnan’da kaçırılan Türkler ve Suriye’de kaçırılan Lübnanlılarla ilgili kiminle görüşeceğimiz konusunda yaşadığımız küçük bir tereddüdün ardından bu konuda en etkili ismin Yüksek Şii Konseyi üyesi ve Rehineler Dosyası Sorumlusu Şeyh Abbas Züğeyb olduğu kanaatine vardık. Kendisi Lübnan Şiilerinin en etkili kurumlarından biri olan Konsey’de rehineler dosyasından sorumlu olduğu gibi aynı zamanda amcasının oğlu, İzaz’da rehin alınan isimlerden biriydi. Dolayısıyla konuyla her anlamda güçlü ilişkisi olan bu isimle konuşmadan konuya ilişkin sağlıklı bir elde etmek mümkün değildi. Biz de kendisiyle konuyu ayrıntılı bir şekilde ele alan bir röportaj yaptık. 

Soru: Bu dosyayla ilgili gelinen son durumdan biraz bahseder misiniz? 

Cevap: Ben Yüksek Şii- İslami Konseyi’nin İ’zaz bölgesinde kaçırılan Lübnan Vatandaşları dosyasından sorumluyum, sorunu halletmek için Türkiye ve Lübnan yetkilileri arasında bir takım resmi görüşmeler devam etmekte. Bu müzakerelerin mutlu sona ulaşması konusunda umutluyuz. 

Soru: Biz Türk istihbaratından bir heyetin konuyla ilgili görüşmelerde bulunmak için Lübnan’a geldiğini duyduk. Acaba bu konuda bize bilgi verebilir misiniz?

 Cevap: Evet, Türk emniyet ve istihbarat yetkililerinden bir heyetin geldiği bilgisi doğru. Aynı şekilde Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Dışişleri bakanları düzeyinde bağlantılar ve müzakereler yapılmaya devam ediliyor. Fakat üzülerek söylemeliyim ki bunlar geç kalınmış adımlar. Çünkü biz daha bu kaçırma eylemleri gerçekleşmeden, sürekli Türk yetkilileri, sorunun bu düzeye taşınabileceği ve dolayısıyla vakit geçmeden bir şeyler yapılması gerektiği konusunda uyarıyorduk. Zira, siyaseten bu tür eylemlere kesinlikle karşıyız. Bu tür eylemler ne dini, ne akli ve ne de örfi açıdan kabul edilecek bir şey değildir ve en basit tabirle, başkalarının hürriyetini elinden almaktır dolayısıyla asla tasvip edilemez. Evet bu konuda Türk yetkilileri sürekli uyardık. Çünkü biliyorduk ki daha önce kaçırılan Lübnanlıların sorununa ilişkin çözümün anahtarı Türk Hükümetinin elindedir. 

“LÜBNANLILARI KAÇIRANLAR TÜRKİYE’NİN GÖZETİMİNDE”

 Soru: Ama Türk yetkililer, Suriye muhalefetiyle bir alakalarının olmadığını, en azından Lübnan vatandaşlarını kaçıran grup üzerinde bir etkilerinin olmadığını söylüyor. 

Cevap: Bizce bu iddialar geçerliliğini ve gerçekliğini yitirmiş iddialar... Türkiye-Suriye sınırına gittiğinizde o bölgede kimin hakim olduğunu görürsünüz. O bölgeler tamamen Türk istihbaratının ve hükümetinin gözetim ve denetimi altında. Ve Türk hükümeti bu konuda her türlü desteği vermekte. Kaçırma olayını gerçekleştiren grupların temsilcisinin, Lübnanlı yetkililerle Türk istihbaratının gözetimi altında Türkiye topraklarında görüşmeleri, bu söylediğimizin açık bir ispatı değil mi? Biz Türk yetkililere sesleniyoruz, lütfen insanların düşünce ve duygularıyla oynamasınlar. 

Soru: Ama Türk yetkililer diyor ki, yüzden fazla silahlı grup Suriye’nin çeşitli bölgelerine dağılmış durumda ve bunların hepsi bizim kontrolümüzde değil... 

Cevap: Evet biz de orada bulunan bütün grupların böyle olduğunu iddia etmiyoruz. Aksi takdirde Suriye sorununun çözüm anahtarı Türklerin elinde olurdu ki böyle değil. 

Soru: Peki neye dayanarak kaçırma eylemini yapanların Türkiye’yle ilişkili olduğunu söylüyorsunuz? 

Cevap: Lübnanlıları kaçıran grubun Türkiye’nin gözetim ve denetimi altında olduğunu biliyoruz. 

Soru: Hangi grup bu? 

Cevap: Sözde “Kuzey Suriye Fırtınası” isimli grup.. Ama ben şimdi ona “Güney Türkiye Fırtınası” diyorum. 

Soru: Bu grup Özgür Suriye Ordusu’na mı bağlı, yoksa başka gruplara mı? 

Cevap: Hayır bunlar, Türk istihbaratının gözetimi altında. Bunun en açık kanıtı “İZAZ” denen ve bu grubun hâkimiyeti altında bulunan bölgeye, sadece Türk hükümetinden resmi olarak izin alan kimselerin girebiliyor olmasıdır. Yani oraya giden gazetecilerin pasaportlarına Türkler mühür vuruyor. Aynı şekilde bir ara kaçırılan vatandaşlarımızın aileleri, rehinelerle görüşmek için oraya gittiklerinde görüşmeler Türk yetkililerin denetiminde gerçekleşmişti ve Suriye’ye girerken Türklerin pasaporta vurdukları mühürle girmişlerdir. Dolayısıyla Türkiye’nin onlarla herhangi bir ilişkilerinin olmadığı boş ve anlamsız bir iddiadan başka bir şey değildir. Tam aksine çözümün anahtarı Türklerin elindedir ve onların ailelerine dönmesi, ancak Türklerin iradesi ve kararıyla olacaktır. 

“BU NOKTAYA GELMESİNE TÜRKİYE VESİLE OLDU”

 Soru: Acaba yapılan müzakerelerle ve gelinen noktada sorunun çözümüne ve kaçırılanların serbest bırakılmasına yaklaşıldığını söyleyebilir miyiz? 

Cevap: Cumhurbaşkanlığından başlayarak en yükseğinden en aşağısına kadar çeşitli düzeylerde gerçekleştirilen görüşmeler ve müzakereler neticesinde ve bilahare son gelen heyetinden ardından, çözüme çok yaklaştığımızı söyleyebilirim. 

Soru: Bu bir tahmin mi yoksa bunu somut bir takım gelişmelere dayanarak mı söylüyorsunuz?

Cevap: Artık olayın ciddiyetinin fark edildiğini düşünüyorum. Ben burada Sayın Erdoğan ve hükümetine sesleniyorum: Bu konuda ihmale yer yok ve ciddiyetin ön plana çıkması gerekiyor. Bu iş ne kadar ihmal edilir ve geciktirilirse, insanların size menfi bakışları da o kadar derinleşecektir. Gerçi ben, Türk halkının Lübnan ile ilişkilerinin olumsuz yönde ilerlemesine rıza göstermeyeceğine can-ı gönülden inanıyorum. Biz de kesinlikle böyle bir şeyi istemeyiz. Daima karşılıklı saygı ve hoş görüye dayalı kardeşçe ilişkiler içinde olmaktan yanayız. Bir sorun olursa iyi niyet ve diyalog yoluyla bunların çözülebileceğini düşünüyoruz.

Türkiyeli yetkililer, vatandaşlarının durumunu çok önemsediklerini vurguladılar, biz de onlara bizim de vatandaşlarımızın konumunu önemsediğimiz cevabını verdik. 

Soru: Türk yetkililer, müzakereleri kiminle yaptılar ve ne istediler? 

Cevap: Lübnan yetkilileriyle görüştüler. Ve kaçırılan Türklerin serbest bırakılması için çaba gösterilmesini istediler. Lübnan yetkililerinin tavrı ise, çok netti. Türk yetkililerin istediği yönde çaba gösterebileceklerini ancak Türklerin de bunun karşılığında İ’zaz bölgesinde kaçırılan Lübnanlıların serbest kalması ve söz konusu dosyanın kapatılması yönünde ciddiyet göstermesi gerektiğini ifade ettiler. Çünkü bu olayın yaşanmasına birinci kaçırma olayı zemin hazırlamıştır. Evet biz inancımız ve prensiplerimiz gereği Lübnan’da yaşanan bu kaçırma eylemini kınıyoruz. Ama ondan önce de Türkiye hükümetini kınıyorum. Çünkü olayın bu aşamaya gelmesine ve böyle girift bir noktaya taşınmasına onlar vesile oldular. Eğer onların gözetiminde bulunan malum gruplar Suriye’de bu eylemi gerçekleştirdiklerinde, bizim çağrılarımıza kulak verip zamanında bu işe el koysalardı ve çözüm anahtarı ellerinde olduğu halde “Bu iş bizi ilgilendirmiyor” demeselerdi sorun zamanında çözülürdü, hiç bir Türk vatandaşı da herhangi bir sıkıntıya maruz kalmazdı, kimsenin de burnu kanamazdı. 

Soru: Yani Lübnanlılar konusunda Türk yetkililer size hiçbir olumlu karşılık vermediler mi?

Cevap: Hayır, hayır. Bilakis Onların yaptığı resmi açıklamalar, tamamen Lübnanlıların duygularıyla oynamak, alay etmek gibi bir şeydi. 

Soru: Peki neden bunu yapsınlar? Neyi amaçlıyor olabilirler ki? 

Cevap: Gerçekten neden böyle yaptıklarını biz de anlamış değiliz. Acaba bunu Suriye’den mesela bazı tavizler almak için mi yaptılar? Suriye’nin bundan dolayı bir tavize yanaşacağına ben ihtimal dahi vermiyorum. Çünkü konu Türkiye’yi ilgilendiren, onun için önem arz eden bir şey değil ki. Veya başka bir sebep mi söz konusu? Şimdiye kadar bize bir tane dahi geçerli veya geçersiz bir sebep söylemiş değiller. 

Soru: Peki Türk pilotların kaçırılmasının bu sorunun çözümüne katkı sağlayabileceğini düşünüyor musunuz? 

Cevap: Maalesef evet. Maalesef diyorum, çünkü biz başından beri durumun bu noktalara gelmemesi için Türk yetkilileri ısrarla uyardık. Ama onlar bu uyarılara kulak tıkadılar. Dedik ki sizin yardım ettiğiniz ve koruduğunuz kimselerin bu yaptıkları, Lübnanlıların hürriyet ve onurlarıyla oynamaktır. Lübnan ve Lübnanlılar, hatta hiçbir insan kendi haysiyet ve onurlarıyla oynanmasına, haklarının çiğnenmesi izin vermez. 

Tekrar ediyorum, maalesef ama maalesef Türkiye hükümeti, yaptığı hatalarla bu sorunun çözümü için böyle tasvip edilemez bir yoldan başka bir seçenek bırakmadı.

 “TÜRK HALKI HÜKÜMETE BASKI YAPSIN”

Soru: Acaba sizce, adam kaçırmanın şer’i ve dini bir ruhsatı olabilir mi? 

Cevap: Hayır kesinlikle ... Bu iş ne aklen ne dinen, ne örfen ve ne de kanunen, doğru ve kabul edilir bir şey değildir. İnsanları hürriyetini elinden almak kimsenin hakkı değildir. 

Soru: Yani siz Türk pilotların kaçırılması olayına kesinlikle karşısınız, öyle mi? 

Cevap: Tabi ki öyledir. Ama ondan önce bir yıldan fazladır, esarette bulunan Lübnanlı vatandaşlarımızın kaçırılmasına karşıyım ve yapanları kınıyorum. Ama maalesef bizim dışımızdakiler, sıra kendi vatandaşlarının başına gelenlere gelince, sesleri çıkmaya ve bunu bir insanlık sorunu olarak gündeme taşımaya çalışıyorlar, ama buna vesile olanlara, zemin hazırlayanlara ses çıkarmıyorlar. 

Soru: Acaba bunu başka bir yolla çözmek mümkün olamaz mıydı? 

Cevap: Bizce maalesef başka bir çözüm yolu bırakmadılar. Yani bunca zaman içinde Lübnan halkının ve esir ailelerin onur ve haysiyetleriyle bu denli oynanması ve aşağılanmaları ve bir türlü çözüme yaklaşmamaları bu insanlardan bazılarını bu yanlış yönteme itti maalesef. 

Soru: Acaba kaçırılan Türk ve Lübnanlıların sağlık durumlarıyla ilgili bir bilgi elde edebildiniz mi? 

Cevap: İ’zazda ve Türklerin denetiminde olan bölgedeki rehine olarak tutulan Lübnanlıların hakkında dört aydan fazla sağlıklı bir bilgiye sahip değiliz. Sadece Türk yetkililer ara sıra sorulduğunda hayatta olduklarını ve durumlarının iyi olduğunu tekrarlıyor. Başka da bir şey söyledikleri yok. 

Türk Pilotlarıyla ilgili ise biz hala onlara ulaşmış değiliz. Ancak ben geçenlerde verdiğim bir mülakatta da söylediğim gibi, söylediklerimi burada da tekrarlıyorum. Ben bizzat görevim icabı onlara ulaşmaya gayret edeceğim. Ve serbest bırakılmaları için hiçbir ön şart gözetmeden uğraşacağım. Çünkü düşüncemiz, prensiplerimiz, ahlakımız, iftihar ettiğimiz Lübnanlılığımızın bize yüklediği bir sorumluluk olarak bunu yapacağım. 

Elbette buna mukabil Türk hükümetinden değil (çünkü bir yıldır onlara derdimizi bir türlü dinletemedik), sadece hamiyet sahibi Türk halkından isteğimiz, suçsuz günahsız Lübnan vatandaşlarının serbest kalmaları için çaba göstermeleridir. Hükümetlerine baskı yapsınlar. Çünkü onların ziyarete gitmek ve dönmek için, Türkiye topraklarını kullanmaktan başka bir suçları yoktu. 

HİZBULLAH İLİŞKİSİ VAR MI 

Soru: Sizce Türk pilotları kaçıranların Şii olduklarını söyleyebilir miyiz? 

Cevap: Bu aşamada kesin bir şey söylememiz mümkün değil. 

Soru: Bir de İzaz’daki Suriyeli rehinecilerin, Suriye hapishanelerinde tutuklu 220 kadının tutuklunun serbest bırakılması yönünde talepleri olduğu iddiaları var… 

Cevap: Evet bu talepleri vardı. Ama takdir edersiniz ki bu vatandaşlarımızın ne muhalifler ve ne de Suriye rejimiyle müspet veya menfi hiçbir ilişkileri yoktu. Ama buna rağmen biz, Suriye rejiminden istenen esirlerin serbest bırakılması yönünde ricacı olduk. Onlara ulaştırılan beş yüze yakın isimden 150 civarında tutuklunun hapishanelerde olduğu tespit edildi ve bunların bir kısmı serbest bırakıldı. Ama yine de bu sözde “Kuzey Fırtınası” isimle grup sözünü tutmadı ve Lübnanlıları bırakmadı. Bu da onların nasıl kimseler olduklarını ve en insani girişimlere dahi ne kadar kapalı olduklarını ortaya koymaktadır. 

Soru: Türkiye’de bazıları, Türk pilotları kaçıranların Hizbullah ile bağlantılı olduklarını ve Hizbullah’ın onların üzerinde yeterli bir etki ve nüfuza sahip olduklarını ileri sürüyor. Veya İ’zazda kaçırılan Lübnanlıların Hizbullah üyeleri oldukları söyleniyor.. 

Cevap: Hayır, kesinlikle aralarında herhangi bir organik bağ bulunmamakta... Bu gerçekten kuru bir iddiadan başka bir şey değil. Ben baştan beri söylüyorum. Bunlar, kendi halinde normal vatandaşlarımızdır. Bir tanesi, açık kalp ameliyatı geçirmiş, kalp pili taşıyan birisi. Diğerlerinin de çoğu hasta ve zaten yaşları da Hizbullah’ın aktif bir elemanı olmaya müsait değil; hepsi 45-50 yaş sınırında bulunan insanlar. 

Türk pilotları kaçıranların Hizbullah’la ilişkisine gelince, benim bildiğim kadarıyla onların da Hizbullah’la organik bir bağları yok. Bu konuda ileri sürülebilen tek gerekçe, kaçırılma olayının Hizbullah’ın kontrolü altında bulunan bölgede gerçekleşmiş olması... Evvela şunu söylemem gerekir ki bölgenin emniyetinden Hizbullah değil, Lübnan emniyet güçleri sorumludur. Kaldı ki daha birkaç gün önce aynı bölgede, büyük bir patlama gerçekleşti ve birçok suçsuz insanın şehid olmasına yol açtı. Bu da Hizbullah’ın kontrolü altındadır dedikleri yerde değil miydi? Dolayısıyla bunlar dayanaksız ve abes iddialardır. Ben de aynı bölgede yani Dahiye’de yaşıyorum. Hizbullah’tan, güvenlik güçlerinin görevini yerine getirmesini bekleyemeyiz. Hizbullah’ın bölgede olan biten her şeyden önceden haberdar olmadığının en büyük kanıtı, onca suçsuz insanın ölümüne yol açan patlamadır. Her şey Hizbullah’ın kontrolü altında olsaydı bu patlama gerçekleşmezdi. Ve üzülerek söylemem gerekir ki Türk hükümeti böyle cani teröristlere destek vermektedir.

 DAVUTOĞLU’NUNKİ BOŞ İDDİA 

Soru: Ama sayın Davutoğlu, kendilerinin Nusra Cephesi veya El-Kaide’ye hiçbir destek vermediğini, zira onları Suriye devrimine ihanet edenler olarak gördüklerini ifade etti.

 Cevap: Bizce bu, kuru ve boş bir iddia... Eğer böyleyse neden Türkiye, Suriye sınırını ardına kadar açık tutuyor? 

Soru: Sınırı özgür Suriye ordusu için açık tuttuklarını el Kaide’ye ise destek vermediklerini söylüyorlar. 

Cevap: Hayır, bizce bunlar boş laflardır ve kabul edilecek bir yanı yoktur. Ben buradan Sayın Erdoğan ve Hükümetine sesleniyorum. Şunu bilin ki bu teröristlere verdiğiniz destek çok geçmeden kendi aleyhinize dönecektir. Onların kimseye saygısı yoktur. Onlar, kendilerine yardım için uzanan elleri dahi keserler. Türkiye’deki birçok patlama ve cinayetlerde de onların eli vardır. Onlara destek vermek, tıpkı kendisini öldürmek isteyen kimsenin eline zehir vermesi veya eline silah tutuşturması gibi bir şeydir. Maalesef Sayın Erdoğan’ın siyaseti, halkları düşmanlığa sevk edecek hatalı bir siyasettir. Bu yüzden siyasetlerini yeniden gözden geçirmelidirler. Milletine düşman değil, dost kazanmanın yollarına bakmalılar. 

Soru: Türk yetkililere mesajınızı ilettiniz. Ama Türk halkına da eğer söyleyeceğiniz bir mesaj varsa, bu vesileyle iletebilirsiniz. 

Cevap: Ben sözlerimin satır aralarında da söyledim ki biz Türk halkıyla karşılıklı saygı ve sevgiye dayalı ilişkilere sahip olmak istiyoruz. Aynı şekilde Türk hükümetiyle de… Bir yıldan fazladır bize bir çok sıkıntı yaşatmalarına rağmen, yine de ilişkilerimizin normale dönmesini, karşılıklı saygı esasına dayalı bir ilişki olmasını arzuluyor ve kalbimize bu arzunun gerçekleşmesine açık tutuyor, dostluk elini onlara uzatıyoruz. Hz. Ali’nin de (a.s) buyurduğu gibi insanlar bizim ya dinde kardeşimiz, ya da insanlıkta eşimizdirler. Biz böyle düşünüyoruz, bizim hakkımızda da böyle düşünülmesini arzuluyoruz. Size de bu mülakattan dolayı teşekkür ediyor, sağlık ve afiyet diliyoruz.