
کارگر
Müslüman Siyonistler
"Büyük İsrailin kurulması için açıktan gizliden ve susarak hizmet etmektedirler. Gazze’de dökülen her kanda payları vardır. O büyük hesap gününde İsraillilerde birlikte yargılanacaklardır."
Siyonistler 3’e ayrılır; -Yahudi siyonistler -Hristiyan Siyonistler (Evanjelistler) -Müslüman Siyonistler Bu üç gruptan en tehlikeli olanı hiç şüphesiz Müslüman siyonistlerdir.
Bunlar 5 vakit namazlarını kılarlar, ramazan ayında oruçlarını tutup, hatim de indirirler. Hanımları tesettürlü, kızları imam hatip mezunudurlar. Müslümanca konuşurlar ancak yaptıkları İsrailin maslahatı içindir. Hacca ve umreye gitmeyi ihmal etmezler. Lebbeyk Allahümme lebbeyk nidalarını yüksek sesle söylerken, fiilen Lebbeyke ya İsrail, lebbeyke ya siyonizm derler.
İsrail’in varlığı için her türlü desteki verirler. Çünkü İsrailin varlığı onların varlık sebebidir. Siyonizmin tensibi ile O koltuklara oturmuşlardır. Onların varlıkları İsrail için bir tehdit değil temindir,teminattır. Müslüman siyonistlerin en büyük özelliği kendi koltuklarını ilah edinmeleridir . En kutsal mabedleri bile yıkılsa onların önceliği, kendilerine tensib edilen “büyüleyici makamlardır”.
Kısa sürede elde ettikleri korkunç servetleri bırakmak onlar için dünyanın en zor işidir. Dava kelimesini çok sık kullanırlar ama onlar için dava, büyük yığınları konsolide edip, dünyadaki meşru ve gayrimeşru servetlere ulaşma aracıdır. Büyük yığınların tezahüratlarının ilelebet devam etmesini isterler, kimsenin yemedigini yemek, İçemediğini içmek, kimsenin oturamadığı hatta hayal bile edemediği muhitlerde ikamet etmek onlar için Cenabı Allah‘ın verdiği bir hak bir imtiyazdır.
Onlar için ne Kabe’nin ne Mescidi Aksa’nın, ne Şam’ın, ne de Bağdatın tahrip olmasının bir önemi yoktur. Önemli olan şöhret,servet ve şehvet sarmalında hayatlarını bilumum idame ettirmektir. Son söz olarak şunu ifade edebiliriz; Zikrettiğimiz bu 3 grup siyonist, pek tabiidir ki Siyonizme biatlı olup,göbekten bağlıdır.
Büyük İsrailin kurulması için açıktan gizliden ve susarak hizmet etmektedirler. Gazze’de dökülen her kanda payları vardır. O büyük hesap gününde İsraillilerde birlikte yargılanacaklardır. (Ömer Mert/Kudusgunu)
Amerika, Gazze'de Ateşkes Kararını Bir Kez Daha Veto Etti
Birleşmiş Milletler, ABD'nin Gazze'de acil insani ateşkes sağlanması yönündeki kararı veto ettiğini duyurdu; bu, Washington'un Gazze Şeridi'ndeki savaşı sona erdirme çabalarının başlamasından bu yana yaptığı son hamle oldu.
Cezayir tarafından sunulan taslak için; 13 lehte oy kullanılırken İngilizler çekimser kaldı ve ABD veto etti.
Bugün Beyaz Saray, ABD'nin Gazze'de acil ateşkes sağlanması yönündeki kararı veto etme eylemini gerekçelendirirken, Washington'un BM Güvenlik Konseyi'nin kararını hassas müzakereleri tehlikeye atacağı gerekçesiyle destekleyemeyeceğini duyurdu.
Hamas’tan ABD’nin Veto Kararına Tepki
Filistin İslami Direniş Hareketi Hamas yaptığı açıklamada, Cezayir'in ABD tarafından Gazze'de ateşkes sağlanması yönünde Güvenlik Konseyi'ne sunduğu kararın veto edilmesini şiddetle kınadığını vurguladı.
Hareket, Gazze'deki savaşı durdurmaya yönelik bir kararın yayınlanmasını engellemenin doğrudan sorumluluğunun Biden ve yönetimine ait olduğunu da sözlerine ekledi.
Birleşmiş Milletler, ABD'nin Gazze'de acil insani ateşkes sağlanması yönündeki kararı veto ettiğini duyurdu; bu, Washington'un Gazze Şeridi'ndeki savaşı sona erdirme çabalarının başlamasından bu yana yaptığı son hamlesi oldu.
Filistinli Bakan: İsrail, Batı Şeria’yı Tasfiye Etmeye Çalışıyor
Filistin Sosyal İşler Bakanı ve Filistin Kurtuluş Örgütü Siyasi Büro Üyesi Ahmed Majdalani, İsrail’in Gazze’de yaşananları bahane ederek Batı Şeria’yı tasfiye etmeye çalıştığını belirtti.
Sputnik Arabic’in yayınına konuk olan Filistin Sosyal İşler Bakanı Majdalani, ‘İsrail’in ulusal güçlerle karşı karşıya gelerek şiddeti kışkırtmaya ve durumu, sürekli baskınların ve bitmek bilmeyen tutuklamaların olduğu 2004’teki seviyesine döndürmeye çalıştığını’ ifade etti.
Majdalani, “O (İsrail) Batı Şeria’da askeri, siyasi ve enformasyon üstünlüğünü sergiliyor ve durumu patlatmak için provokasyonlar düzenliyor. Asıl amacı ise ayrı bir takım silahlı gruplarla çatışmak değil, Filistin yönetiminin tamamını yok etmektir” diye konuştu.
Uluslararası toplumun İsrail’in Refah’taki operasyonunu durduracak durumda olmadığını söyleyen Majdalani, “Mesele uluslararası toplumun bunu istememesi değil. Bunun nedeni yalnızca Amerika’nın tutumudur ve Washington’un İsrail’e olan bağlılığı, ABD’nin Ortadoğu’daki kolonisinden vazgeçmesine asla izin vermeyecek. Aksini düşünen herkes yanılıyor” vurgusunu yaptı.
Rusya’nın Filistinli grupları Moskova’da buluşmaya davet etmesiyle ilgili soruya da yanıt veren Majdalani, ‘bu tür toplantılara ihtiyaç olduğunu, ancak olumlu sonuç elde etmek için daha fazla hazırlık yapılması gerektiğini’ söyledi. Filistinli bakan, “Müzakere masasına oturmadan önce grupların öncelikle mevcut boşlukları ve farklılıkları ortadan kaldırması gerekiyor” ifadelerini kullandı.
Siyonist İsrail 7 Ekim'den Bu Yana 31 Binden Fazla Hava Saldırısı Düzenledi
Siyonist İsrail rejimi Hava Kuvvetleri, geçtiğimiz sene 7 Ekim’den bu yana çoğu Gazze'ye olmak üzere 31 binden fazla hava saldırısı düzenlediğini açıkladı.
İşgalci İsrail ordusunun, 7 Ekim'den bu yana düzenlediği saldırılarda Gazze'de 29 binden fazla Filistinli şehit edilirken, 69 binden fazla Filistinli ise yaralandı.
Siyonist İsrail rejimi Hava Kuvvetleri, hava saldırılarına ilişkin yazılı açıklamada bulundu. Açıklamada, 7 Ekim'den bu yana Gazze'de 29 binden fazla yere hava saldırısı düzenlendiği belirtildi. Lübnan'da ise 8 Ekim'den bu yana 1000'den fazla yerin hedef alındığı ifade edildi. Suriye'de de hava saldırıları düzenlendiğine dikkat çekilen açıklamada, bunların sayısına ilişkin bilgi verilmedi.
Hava Kuvvetleri, pilotların bugüne kadar toplam 186 bin uçuş saatini aştığını belirterek, söz konusu saldırıların yaklaşık 7 bininin Kara Kuvvetleri tarafından talep edilen saldırılar olduğunu ifade etti. 31 binden fazla hava saldırısının 26 bininin savaş uçaklarıyla, geri kalanlarının ise helikopter ve silahlı insansız hava araçlarıyla düzenlediği aktarıldı.
Ayrıca Siyonist İsrail ordusu, 7 Ekim'den bu yana sık sık gece baskınları yaptığı işgal altındaki Batı Şeria'da 30'a yakın hava saldırısı düzenlediğini kaydetti.
Hizbullah; Gücü, Lideri Nasrallah ve Son Savaş İlanı
Hizbullah'ı, bölgenin etkili bir oyuncusu olarak öne çıkıyor. Bu yazıda, Hizbullah'ın gücü, lideri Hassan Nasrallah ve son savaş ilanı hakkında bilgi edinebilirsiniz.
Hizbullah, Lübnan'da 1982'de kurulan Şii bir siyasi ve askeri harekettir. Bu hareket, İsrail'e karşı mücadele etmek amacıyla İran İslam Cumhuriyeti'nin de desteğiyle kurulmuştur.
Lübnan Hizbullah’ı, İsrail'e karşı başlattığı şehadet saldırıları ile faaliyetlerine başladı. Daha sonra kendi askeri kapasitesini geliştirerek roketler ve gerilla savaşı aracılığıyla İsrail'e karşı direnme stratejisini benimsedi.
Hizbullah Kimdir?
Hizbullah'ın Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah'tır. Önceki liderler arasında Seyyid Abbas Musevi ve sonradan hareketten ayrılarak karşıt bir tutum sergileyen Subhi Tufeyli bulunmaktadır. Hizbullah ile İsrail arasında birkaç kez askeri çatışma yaşandı, bunlardan biri 33 günlük savaş olarak bilinir. Söz konusu savaş Siyonist İsrail rejiminin Hizbullah’ı silahsızlandırmak ve öte yandan esir alınan iki askerini geri almak için saldırılarıyla başlamış oldu.
Öte yandan Hizbullah, Suriye'de de ülkenin resmi hükümetini desteklemek için tekfiri güçlere karşı mücadele etti. Hizbullah hareketinin kültürel, sosyal ve siyasi faaliyetleri de dikkate alınmalıdır. el-Minar Televizyon kanalı Hizbullah’a aittir.
Hizbullah, 1982 yılında Lübnan'da, İran İslam Cumhuriyeti’nin desteği ile kuruldu. Hizbullah hareketi ilk başlarda kaç yıl gizlice, İsrail işgaline karşı faaliyetlerde bulundu. 11 Kasım 1984'te, Ahmet Cafer Kasir, Lübnan’ın güneyinde İsrail askerlerine karşı şehadet operasyonu gerçekleştirdi. 16 Şubat 1985'te, İsrail'in Sayda’dan çekilmesiyle birlikte Hizbullah, Ahmed Cafer Kasir'in operasyonunu üstlenerek Siyonist İsrail'e karşı direniş stratejisini resmen ilan etmiş oldu.
Hizbullah’ın Lideri kim?
Hizbullah'ın ilk Genel Sekreteri bu görev için 5 kasım 1989 tarihinde seçilen Subhi Tufeyli’ydi. Bu dönemden önce, Hizbullah hareketi, yedi yıl boyunca konsey şeklinde yönetiliyordu.
Hizbullah'ın kurucuları arasında Seyyid Muhammed Hüseyin Fadlallah, Subhi Tufeyli, Seyyid Abbas Musevi, Seyyid Hasan Nasrallah, Şeyh Neim Kasım, Hüseyin Kuranî, Hüseyin Halil, Muhammed Ra’d, Muhammed Füneyş, Muhammed Yezbek ve İbrahim Emin bulunuyordu.
1991 yılında Subhi Tufeyli’ye yönelik eleştirilerin artması ve anlaşmazlıkların büyümesi nedeniyle Seyyid Abbas Musevi, Hizbullah'ın yeni sekreteri olarak seçildi. Ancak Seyyid Abbas Musevi 16 Şubat 1992'de İsrail tarafından şehit edildi.
Seyyid Abbas Musevi’nin şehadetinin ardından Hizbullah konseyi, Seyyid Hasan Nasrallah'ı yeni Genel Sekreter olarak seçti.
Hassan Nasrallah Kimdir?
Seyyid Hasan Nasrallah (1960 doğumlu), Lübnan Hizbullah'ın şu anki Genel Sekreteridir. 16 yaşındayken dini eğitim almak amacıyla Necef'e gitti. Necef'te, Şehit Seyyid Muhammed Bakir Sadr ve Seyyid Abbas Musevi gibi isimlerle ilişki kurarak İsrail işgaline karşı mücadele düşüncesini benimsedi.
Hizbullah’ın kurulmasının ardından bir süre Hizbullah'ın yürütme kurulunda görev yaptı ve ardından 1992'de, Seyyid Abbas Musevi’nin şehit edilmesinden sonda Hizbullah'ın yeni Genel Sekreteri olarak seçildi. Onun liderliği döneminde Hizbullah, bölgesel bir güç haline geldi. Seyyid Hasan Nasrallah liderliğindeki Hizbullah 2000 yılında bir dizi operasyon gerçekleştirerek İsrail'i Lübnan'dan çekilmeye zorladı ve Lübnanlı esirleri kurtardı.
Seyyid Hasan Nasrallah son yıllarda, güvenlik tehditlerinin daha çok artması nedeniyle daha az açık yerlerde görünmektedir. Nasrallah’ın Oğlu Seyyid Hadi, 1997'de İsrail güçleriyle girdiği çatışmada şehit olmuştur.
Seyyid Hasan Nasrallah, 1360 (Hicri) yılında İmam Humeyni'den Hizbullah'ın dini meselelere dair yetki almıştı. O tarihten sonra da defalarca İran’ı ziyaret etmiştir.
Hizbullah'ın askeri gücü - Hizbullah güçlü mü?
Hizbullah'ın askeri gücü, birçok uzman araştırmasına göre hızla büyüyen ve modernleşen bir güç olarak kabul edilmektedir. Hizbullah’ın özellikle özel kuvvetlere ve elit birimlere dayandığı ve sıradan ordulardan ziyade bu özel birimlere odaklandığı belirtilmektedir. Hizbullah, özellikle füze silahları alanında büyük bir envanter bulundurmaktadır.
İsrail medyasına göre, Hizbullah'ın 200 binden fazla füzesi bulunmaktadır. Bunların yarısı hassas hedef vuruş kabiliyetine sahip nokta vuruşlu füzelerdir. Hizbullah, "Katyuşa" ve "Grad" türü füzelerle 40 kilometre menzili hedef alma kabiliyetine sahiptir. Ayrıca "Fecir-3" (45 km menzil), "Fecir-5" (75 km menzil), "Raad-2" ve "Raad-3" (70 km menzil), "Hayber-1" (100 km üzeri menzil), "Zilzal-1" ve "Zilzad-2" (sırasıyla yaklaşık 160 ve 210 km menzil), ve "Fatih-110" (yaklaşık 300 km menzil) gibi füzeleri envanterinde bulundurarak büyük bir askeri güce sahiptir.
Hizbullah'ın İsrail'i endişelendiren en önemli füzeleri ise "Scud" türü füzelerdir. En son versiyonu 700 km menzile sahiptir. Hizbullah’ın envanterinde bulundurduğu söz konusu füze türleri İsrail içinde stratejik ve hassas hedeflere ulaşabilme kapasitesine sahiptir.
Hizbullah ayrıca çeşitli tank karşıtı füze sistemlerini de envanterinde bulundurmaktadır. bu sistemler İsrail ordusunun zırhlı birliklerini ciddi şekilde tehdit edebilir. Ayrıca son dönemde, Hizbullah'ın "Sarallah " olarak adlandırdığı yeni bir tank karşıtı füze sistemi geliştirdiği de rapor edilmişti.
Hizbullah’ın SİHA gücü
Hizbullah, sadece füze değil, aynı zamanda çok sayıda SİHA'yı (Silahlı İnsansız Hava Aracı) da envanterinde bulunduruyor. Bu SİHA'lar, ilk başta hava keşif görevleri için tasarlanmış olsa da, günümüzde yapay zeka teknolojileriyle entegre edilmiş ve yıkıcı yetenekler kazanmıştır. Örneğin, bu SİHA'lar, savunma sistemlerine bağlı radarları hedef alarak etkisiz hale getirebilir.
Hizbullah'ın SİHA'ları, hassasiyet, hız, uçuş süresi, menzil ve taşıyabileceği patlayıcı yük miktarı açısından sürekli olarak geliştirilmektedir.
Ancak Hizbullah, askeri kapasitesi hakkında kesin bilgiler vermeyerek elinde bulundurduğu askeri olanakları tam olarak açıklamıyor.
Hizbullah’ın SİHA ve füze alanında sahip olduğu teknolojiler yıllardır Siyonist İsrail rejimi tarafından araştırma konusu edinmiştir.
Hizbullah'ın Son Savaş İlanı
Aksa Tufanı operasyonundan sonra savaşa dahil olduklarını belirten Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah dün 3 kasım Cuma günü yaptığı kritik konuşmada Siyonist İsrail rejimine karşı saldırıların artacağını vurguladı.
Seyyid Hasan Nasrallah yaptığı konuşmada Lübnan cephesinde tüm seçeneklerin masada olduğunu belirterek ABD’ye hitaben “Akdeniz’deki uçak gemileriniz bizi korkutmuyor. Bunlar bizi hiçbir zaman korkutamaz. Bizi onlarla tehdit ettiğiniz uçak gemilerine de gerekli teçhizatlar tedarik ettiğimizi bilin.” dedi.
Hasan Nasrallah zaferin kesinlikle direniş cephesine ait olduğunun altını çizerek sonuna kadar kahraman Filistin halkının yanında olduklarını vurguladı.
İran'ın desteğiyle kurulan Hizbullah hareketi, İsrail'e karşı mücadele etme amacını benimsemiş ve bu doğrultuda önemli adımlar atmış etkin bir harekettir. İsrail’in “yenilmez ordu” algısı ilk defa Hizbullah'ın Siyonist rejimi yenilgiye uğratmasıyla birlikte yıkılmıştır. Hiç şüphesiz Lübnan Hizbullah’ı Filistin’in özgür kaldığı, Siyonist rejimin ise yok olduğu bölgenin geleceğinde önemli bir yere sahiptir.
Siyonist Rejimin Katliamında 133. Gün; Mülteci Kampını Vurdu
Siyonist İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik saldırıları devam ediyor. Siyonist İsrail güçleri, dün gece saatlerinde Maghazi Mülteci Kampı’na hava saldırısı düzenledi. Saldırıda, bir bina yerle bir edilirken, 15 kişi yaralandı.
Yerel kaynaklar, saldırı öncesi hiçbir uyarı yapılmadığını ifade ederek, Refah’a yapılması beklenen askeri harekât nedeniyle çok sayıda ailenin söz konusu bölgeye dönmeye başladığı günlerde saldırının düzenlendiğine dikkat çekti.
Yaralılar, tedavi edilmek üzere Deir Al-Balah kentindeki Aksa Şehitleri Hastanesine nakledildi.
Öte yandan Gazze'deki Filistin Sağlık Bakanlığı Sözcüsü Eşref el-Kudra dün Gazze’deki son durumla ilgili açıklama yaptı. Kudra, soykırımcı İsrail'in Gazze Şeridi'nde 132 gündür sürdürdüğü saldırılara ilişkin bilgi verdi.
Siyonist İsrail güçlerinin son 24 saatte Gazze Şeridi'nde 87 Filistinliyi daha şehit ettiğini belirten Kudra, Gazze'de şehit sayısının 28 bin 663'e yükseldiğini aktardı.
İşgalci İsrail Ordusu, Gazze'de BM'nin Rehabilitasyon Merkezini Yok Etti
BM Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA), İsrail ordusunun Gazze'deki görme engellilere yönelik bir BM rehabilitasyon merkezini yerle bir ettiğini bildirdi.
UNRWA'nın İsrail'de ve işgal altındaki Doğu Kudüs şehrinde çalışmasını yasaklamayı öngören yasa çıkarmaya hazırlanan İsrail, BM'ye bünyesindeki Ajans'ın tesislerini hedef almayı sürdürüyor.
UNRWA'dan yapılan açıklamaya göre İsrail görme engellilere yönelik rehabilitasyon merkezine gece saatlerinde yoğun bir saldırı düzenleyerek tesisi yok etti.
Açıklamada, "Bu merkez, Gazze Şeridi'ndeki tüm görme engelli çocukların erişimine açıktı ve Braille alfabesi makineleri, bastonlar, görsel kaynaklar ve sanat, spor ve müzik gibi eğlence etkinliklerine erişim sağlıyordu" dendi.
UNRWA, İşgalci Siyonist İsrail ordusunun saldırısının ardından oluşan yıkımı gösteren fotoğrafları da kamuoyuyla paylaştı.
Dün İsrail Meclisi (Knesset), UNRWA'nın İsrail'de ve işgal altındaki Doğu Kudüs şehrinde çalışmasını yasaklamayı öngören yasa teklifini hazırlık oturumunda ilk kez onaylamıştı.
Siyonist İsrail Meclisi'nden yapılan açıklamaya göre, UNRWA'nın, İsrail'de ve işgal altındaki Doğu Kudüs şehrinde çalışmasını yasaklamayı öngören kanun tasarısının ilk oylamasında 10 ret oyuna karşılık 33 kabul oyu çıkmıştı.
UNRWA'nın İsrail nefretini kışkırtmak ve buna karşı eğitim vermek ve Yahudi nüfusuna zarar vermek için bir araç olarak kullanıldığının iddia edildiği açıklamada, UNRWA'nın Kudüs'te işlettiği okullarda Yahudi karşıtı materyaller öğretildiği ve UNRWA kurumlarının İsrail'e karşı kışkırtma için verimli bir zemin oluşturduğu öne sürülmüştü.
İran Dışişleri Bakanı Abdullahiyan, Suriye'de direniş yetkilileri ile görüştü
Resmi temaslarda bulunmak üzere Suriye'ye giden İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan Filistin direniş grupları yetkilileri ile bir araya geldi. Görüşmede Gazze'deki son gelişmeler ve İsrail'in Filistin'deki cinayetlerinin durdurulması ana madde olarak gündemde yer aldı.
Samet Can KocagürEditorBaşkanlığındaki heyetle Suriye'ye giden İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan Filistin direniş grupları yetkilileri ile görüştü.
Görüşmede Gazze'deki son gelişmeler ve İsrail'in Filistin'deki cinayetlerinin durdurulması ele alındı.
Emir Abdullahiyan Beyrut temasları kapsamında Filistin İslami Cihad Hareketi Genel Sekreteri Ziyad en-Nahale ve HAMAS'ın Arap ve İslam Dünyasıyla İlişkiler Ofisi Başkanı Halil el-Hayye ile de görüşmüştü.
BEŞAR ESAD İLE ÖNEMLİ GÖRÜŞME
Şam'ı ziyaret eden İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile bir araya geldi. Emir Abdullahiyan-Beşar Esad görüşmesinde, Tahran-Şam ilişkileri ile bölgesel ve uluslararası gelişmeler ele alındı.
Şam ziyareti öncesi Beyrut'ta çeşitli temaslarda bulunan Emir Abdullahiyan, Lübnan Başbakanı Necip Mikati, Meclis Başkanı Nebih Berri ve Dışişleri Bakanı Abdallah Buhabib ile ayrı ayrı görüştü.
Görüşmede iki ülke arasındaki ilişkiler ele alındı.
İran Dışişleri Bakanı Suriye Devlet Başkanı Esad ile görüştü
HİZBULLAH LİDERİ İLE DE GÖRÜŞMÜŞTÜ
10 Şubat günü Lübnan'ın başkenti Beyrut'u ziyaret eden İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Filistin İslami Cihad Hareketi Genel Sekreteri Ziyad en-Nahale, Hamas'ın üst düzey yöneticilerinden Usame Hamdan ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Genel Sekreter Yardımcısı Cemil Mazhar ile görüşmüştü.
Görüşmede Filistin ve Gazze'deki son gelişmeler ele alınmıştı.
Hüseyin Emir Abdullahiyan ayrıca, Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah ile Filistin, Lübnan ve bölgedeki gelişmeler hakkında görüşmüştü.
İsrail Refah'a saldırdı: 100'den fazla ölü var!
İsrail'in bölgedeki gerilimi arttırmaya yönelik saldırıları devam ediyor. İsrail unsurları sabah saatlerinde Mısır'ın Refah Kapısı yakınlarındaki çok sayıda bölgeye hava saldırısı düzenledi. WAFA'ya göre saldırılarda 100'den fazla kişi hayatını kaybetti.
Samet Can KocagürEditorİsrail’in, güvenli bölge olduğunu iddia ederek insanları sürdüğü Gazze’nin Mısır sınırındaki Refah kentine düzenlediği saldırılarında 100’den fazla kişinin öldüğü, yüzlerce kişinin yaralandığı bildirildi.
İSRAİL'DEN MISIR'A SALDIRI
Filistin resmi ajansı WAFA'nın haberinde, Refah'taki hastane yetkilileri, İsrail’in, Refah kentine düzenlediği saldırılarında 100’den fazla kişinin öldürüldüğünü, yaralanan yüzlerce kişinin hastanelere ulaştığını belirtti.
Filistin Kızılayı da İsrail saldırılarının Refah şehir merkezinde yoğunlaştığını ve saldırılarda sivillerin evlerinin de hedef alındığını duyurdu.
Kuveyt Hastanesi Müdürü Suhayb el-Hıms ise hastanenin çok tehlikeli durumdaki yaralılarla dolu olduğunu, yeterli ilaç ve serum bulunmadığını ifade etti.
Yerel kaynaklar, savaş uçaklarının, yoğun topçu atışı ve savaş gemilerinin denizden yoğun ateşiyle eş zamanlı olarak yaklaşık 40 hava saldırısı düzenlediğini, özellikle yerinden edilmiş kişilerin barındığı çok sayıda evi ve camiyi hedef aldığını kaydetti.
İsrail ordusunun açıklamasında, “İsrail ordusu, Gazze Şeridi’nin güneyindeki Aş-Şabura mahallesindeki terör hedeflerine bir dizi saldırı gerçekleştirdi” ifadesine yer verildi.
Lübnan merkezli Al Mayadeen televizyonunun haberinde de, “İsrail ordusunun Gazze Şeridi’nin güneyindeki Refah şehrine şiddetli saldırıları sonucu en az 100 kişi öldü ve 230’dan fazlası yaralandı” ifadesi kullanıldı.
HAMAS'TAN AÇIKLAMA
HAMAS, İsrail'in, güvenli bölge olduğunu iddia ederek insanları sürdüğü Gazze'nin güneyindeki Refah kentinde bu gece gerçekleştirdiği katliamın bölgede yürüttüğü soykırım ve zorla yerinden etme savaşının devamı olduğunu belirtti.
HAMAS Siyasi Büro Üyesi İzzet er-Rişk, İsrail'in Refah kentinde 100'den fazla kişinin ölümüne neden olan saldırılarına ilişkin bir açıklama yaptı.
HAMAS'ın sosyal medya hesabından yayımlanan açıklamasında Rişk, "İşgalci İsrail'in Refah'ta bu gece 100'den fazla kişinin şehit edildiği katliamları, soykırım ve zorla yerinden etme savaşının bir devamıdır." ifadelerini kullandı.
BIDEN YÖNETİMİ DE SORUMLU
İsrail'in Refah'a saldırısının, Binyamin Netanyahu hükümetinin, soykırım eylemi olarak kabul edilebilecek her türlü adımı durdurmak için acil tedbirleri onaylayan Uluslararası Adalet Divanı'nın kararlarını görmezden geldiğini doğruladığını vurgulayan Rişk, şunları kaydetti:
"Netanyahu'ya dün yaktıkları yeşil ışık ve soykırım savaşını sürdürmesi için ona sağladıkları açık destek nedeniyle Refah katliamından Netanyahu hükümetiyle birlikte (ABD Başkanı Joe) Biden yönetimi de tümüyle sorumludur."
İsrail'in sivillere yönelik soykırım suçlarının durdurulmasını isteyen Rişk, "Arap Birliği, İslam İşbirliği Teşkilatı ve Birleşimi Milletler Güvenlik Konseyine Siyonist saldırganlığı ve Gazze Şeridi'ndeki savunmasız sivillere karşı devam eden soykırım suçlarını durdurmak için acil ve ciddi eyleme geçme çağrısında bulunuyoruz." ifadelerini kullandı.
Refah: Soykırımın Final Sahnesi!
Netanyahu çok iyi biliyor ki alnına yapışan ‘soykırımcı’ damgasından başka elde ettiği hiçbir şey olmayacak. Filistinlilerin yitirdikleri, onun kariyerine ‘zafer’ olarak girmeyecek. “Soykırımcı” lekesi alın derisinin derinliklerine işlenecek.
Gazze’deki soykırım savaşının beşinci ayında ateşkes trafiği biraz daha ciddiyet kazanırken İsrail, Filistinlilere yaşattığı cehennem için korkunç bir final sahnesi hazırlıyor. Yeni hedef Mısır sınırındaki Refah. Yerle bir edilen kuzeyden sürülen insanların son sığınağı. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu dört koldan gelen “Felaket olur” uyarılarıyla dalga geçiyor; önce sivilleri tahliye edeceklerini söylüyor. Çok insancıl, pek dokunaklı! Tahliye edile edile 1.4 milyon insan 28 bin canını toprağa gömerek, 7 bin ferdini enkazın altında bırakarak, 68 bin yaralıyı sırtlanarak Refah’a sığındı. Açıkta ya da çadırda aç, biilaç İsrail’in kana doymasını bekliyor.
İsrail liderleri, soykırımı önlemek için gerekli bütün önlemleri almasını emreden BM Uluslararası Adalet Divanı’nı (UAD) takmıyor; insanlıkla alay ediyor. UAD’nin ihtiyati tedbir kararlarından dördüncüsü, İsrail’den Soykırım Sözleşmesi’nin ikinci maddesine giren tüm eylemlerden kaçınmasını istiyor. Bu maddeye göre ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla insanların öldürülmesi; bunlara ciddi bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; grubu bütünüyle veya kısmen ortadan kaldıracak şekilde yaşam şartlarının kasten değiştirilmesi soykırım suçunu oluşturur. Refah soykırım suçunun tekâmül ettiği son halka.
***
Netanyahu çok iyi biliyor ki alnına yapışan ‘soykırımcı’ damgasından başka elde ettiği hiçbir şey olmayacak. Filistinlilerin yitirdikleri, onun kariyerine ‘zafer’ olarak girmeyecek. Geçen hafta ateşkes önerisini reddederken aylar içinde tam zafer sözü verdi. 7 Ekim’den bu yana beşinci bölge turuna çıkan ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’a, Hamas’ın devrilmesinden sonra Gazze’nin sonsuza kadar silahsızlandırılmasını sağlayacaklarını söylemiş. Soykırımın suç ortağı Biden yönetimi bile Netanyahu’nun deklare ettiği hedeflerin çok uzağında olduğuna ikna olmuş durumda. New York Times’a göre Amerikan istihbarat yetkilileri, Kongre üyelerine İsrail’in savaş yeteneklerini zayıflatsa bile Hamas'ı yenmenin yanına bile yaklaşamadığını söyledi. Netanyahu Hamas'ın üçte ikisini yok ettiklerini öne sürerken Amerikalı yetkililer, 20-25 bin savaşçıdan sadece üçte birinin öldüğünü tahmin ediyor. Yerin altının üstüne getirildiği kuzeyde de direniş hala işgal güçlerini vuruyor.
***
Hamas’ı bitirme hedefi Amerikalılara da gerçekçi gelmediğine göre Netanyahu ölüm ve yıkımı Refah’a da taşımaktan neyi umuyor?
Birkaç noktaya işaret edilebilir:
İsrail mecburen ateşkes masasına giderken kendi kamuoyuna “Yıkılmamış kent, patlatılmadık tünel bırakmadık” diyebileceği bir zafer görüntüsü bekliyor. Tek bir rehinenin canlı olarak kurtarılamaması, iç kamuoyundaki ‘başarısızlık’ yargısını besleyen birincil neden.
Haaretz gazetesi Refah’ı girmenin mantığını şöyle izah ediyor: “Yahya Sinvar, yardımcıları ve Hamas militanları Gazze kentinde ve sonra Han Yunus'ta bulunamadı. Bunun için ordu kara operasyonunu Refah şehrine doğru genişletmeyi düşünüyor. Ordu bunu Sinvar ve yardımcılarının bu güney bölgesindeki tünellerde saklandıklarını ve İsrailli rehineleri burada tuttuklarını düşündüğü için yapıyor.”
İkinci nokta; İsrail pazarlık masasında Filistin tarafına geri adım attırmak için baskı yapabileceği bir pozisyonda olmak istiyor. Mossad Şefi David Barnea, CIA Direktörü William Burns, Mısır İstihbarat Direktörü Abbas Kâmil, Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Muhammed El Sani’nin 28 Ocak’taki Paris buluşmasında müzakereler için bir çerçeve çizilmişti. El Ahbar’ın aktardığı bilgilere bakılırsa bunun ana hatları kabaca şöyle:
ABD, İsrail'i ateşkese zorlamama yönündeki tutumunu sürdürüyor. Ama uzun ateşkesle askeri operasyonların tamamen duracağını umuyor.
İsrail anlaşmanın bölgenin nihai statüsüyle ilgili bir boyut içermesini istemiyor. Sahadaki değerlendirmeler dışında ordusunu Gazze'ye yeniden konuşlandırma konusunda taahhüt altına girmiyor.
Mısır, Ariş’te biriken insani yardımın Refah’a sokulması, ayrıca Kerem Ebu Salim Kapısı'nın da açılmasını istiyor. Çerçeve uygulamada esir-tutuklu takası, ceset takası, Gazze sakinlerinin askeri engeller olmaksızın geri dönmesi, acil ihtiyaç tespiti için uluslararası kuruluşların bölgeye girmesi ve insani yardımın ulaştırılmasını içeriyor.
Ateşkes ise altışar haftalık süreçler halinde üç aşamada işleyecek:
Altı haftalık ilk aşamada yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan rehineler bırakılıyor. Sayılarının 40’ın altında olduğu tahmin ediliyor. Buna karşın İsrail hapishanelerinde tuttuğu kadın ve çocukların yanı sıra hasta tutukluları ve 7 Ekim'den sonra tutuklananları bırakıyor. (Burada bir İsrailli sivil rehineye karşı 100 Filistinli tutuklu şeklindeki denklem kesinleşmedi.) Direniş grupları farklı yerlerde tuttukları esirleri bir araya getirirken operasyon yapılmayacak. Ancak İsrail keşif uçuşlarını durdurmayı reddediyor.
İkinci aşamada İsrailli kadın askerler bırakılacak. İsrail bu aşamanın askeri tutukluları da kapsamasını istiyor. Buna mukabil belli miktarda Filistinli tutuklu bırakılıyor. (Filistin tarafı bir askere karşı 150 Filistinlinin bırakılması, daha fazla insani yardım, sağlık kuruluşları, fırınlar ve su hizmetlerinin operasyonel hale getirilmesini istiyordu.)
Üçüncü aşamada cesetler teslim edilecek. İsrail de hapishanelerdeki tutukluların çoğunu serbest bırakacak. Ayrıca Batı Şeria'daki operasyonlar ve 7 Ekim Aksa Tufanı sırasında ölen Filistinlilerin cesetleri verilecek.
Bu taslak Kahire’de Hamas’a sunuldu. Hamas da diğer direniş örgütleriyle müzakere edip yanıtını verdi. Toplam 135 günlük ateşkes sürecinde rehinelere karşın en az 1500 tutuklunun bırakılmasını hedefleyen Filistin tarafı anlaşmanın saldırıların tamamen sona erdirilmesi, işgal ordusunun Gazze Şeridi'nden çekilmesi, kuşatmanın kaldırılması ve yeniden inşayı içermesi gerektiğini bildirdi. Operasyonları tamamen durdurma koşuluna yanaşmayan İsrail öneriyi reddetti. Fakat Mısır ve Katar’ın dolaylı arabuluculuğunda ilk ciddi görüşmeler için Hamas heyeti geçen Cuma Kahire’ye gitti. İsrail heyetinin de ulaşması bekleniyordu. Müzakerelerin birkaç haftaya yayılabileceği öngörülüyor. Bu süreçte İsrail de Refah’ı yerle bir ederek baskıyı tırmandırmayı umuyor.
***
- İsrail’in orduyu Refah’a sokma planında üçüncü hedef Mısır’la bağlantılı. Abdulfettah el Sisi yönetimi İsrail’in plan ve niyetlerine karşı caydırıcı olmaya çalışıyor. Mısır, Filistinlileri Sina’ya sürme girişimini savaş nedeni sayacağını ilan edip sınırlara asker yığdı. Daha sonra Netanyahu; Sisi ile telefonla görüşmeye çalıştı, yüz göremedi. Netanyahu’nun derdi sadece Filistinlileri sürmek değil Philadelphia (Selahaddin) Koridoru’nda statükoyu değiştirecek bir planı kabul ettirmekti. Şin-Bet Direktörü Ronen Bar'ın Kahire'de Mısır İstihbarat Direktörü Abbas Kâmil ile görüşmesi de sonuç vermedi. 1979'daki Camp David Anlaşması ile Mısır-Filistin toprakları arasında ağır silahlardan arındırılan 14.5 kilometre uzunluğundaki Philadelphia Koridoru, Akdeniz kıyılarından Kerem Ebu Salim Kapısı’na kadar uzanıyor. İsrail 2005’deki çekilme sırasında Kahire ile anlaşmasını güncelledi ve koridorda kontrolü Filistin yönetimine bıraktı. 2005’te koridorun Mısır tarafında 750 muhafızın yer alması öngörülmüştü. İsrail şimdi Filistinlilerin Mısır’la bağlantısını koparmak için askerlerini koridora sokmak istiyor. İsrailli kaynaklar bu konuda uzlaşmaya varıldığını iddia etmiş, Mısır yalanlamıştı. Sisi’nin görüşmeyi reddetmesi Netanyahu’ya pazarlık kapısını açmayacağı anlamına geliyor. Netanyahu, Mısır’ın Gazzelilerin Refah’tan çıkmasını ve Gazze’ye insani yardımları engellediği suçlamasıyla Sisi’yi zor duruma sokmaya çalıştı ama daha fazla öfkeyle karşılaştı. Son olarak Mısır, Refah işgal edilirse İsrail’le barış anlaşmasını askıya alacağı uyarısını iletti. İsrail Refah’ı işgal ederse koridora yerleşmek için de oldubittiye kalkışabilir.
***
Refah’a askeri harekât yaşanan felâketleri korkunç boyutlara taşıyabilir. İnsanların sığındığı BM okulları, camiler, kiliseler ve hastaneler bile bombalanırken Refah için güvenli tahliye sözü arsız bir yalandan öteye geçemez. Gazze’de güvenli denilebilecek bir metrekarelik alan bile bırakılmadı. Çoğunluğunu 1948’de Yafa gibi yerlerden sürülen mültecilerin oluşturduğu Gazze Şeridi insanların tutunduğu son Filistin toprağı. Su yok, çocuklar sokaktaki birikintileri içiyor; yiyecek yok, insanlar açlıkla cebelleşiyor; ilaç yok, hastalar ve yaralılar can çekişiyor; çalışan sağlık kuruluşu yok, işgalciler hastanelerde terör estiriyor; elektrik yok, en hayati gereçler çalışmıyor. UAD insani yardımın ulaşması için gereken tüm önlemlerin alınmasını emrederken İsrail, Filistinlilerin nefes borusu UNRWA’yı (Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı) bitirmeye çalışıyor. 74 yıllık BM kurumunun tesislerini bombalamakla kalmayıp yalan ve kara propagandayla fişini çekmeyi hedefliyor. Yalan makinesi Şifa ve diğer hastanelerde estirdikleri terörde olduğu gibi UNRWA merkezinin altında da tünel olduğu iddiasını döndürüyor. Soykırım koalisyonunda buna pirim verecek ülkeler çıkabilir ama UNRWA’yı öldürmek BM Güvenlik Konseyi kararını gerektirir. Ki dillerindeki yalanlar o yolu açmaya yetmez.
Haaretz gazetesi Refah’taki durumu dürüstçe aktarıyor:
“Savaştan önce Refah’ta yaklaşık 270 bin Filistinli yaşıyordu. Şu anda orada kalan 1,5 milyon kişi açlık ve yetersiz beslenmeden mustarip; susuzluktan, soğuktan, hastalıklardan ve yayılan enfeksiyonlardan, saçlarındaki bitlerden ve deri döküntülerinden mustaripler; fiziksel ve zihinsel yorgunluktan ve kronik uykusuzluktan mustarip. Okullar, hastaneler ve camiler, çadır mahalleleri ve düzinelerce yerinden edilmiş aileyi barındıran apartmanlara doluşmuş durumdalar. Aralarında ordunun saldırıları ya da sonrasında ameliyatlarda uzuvları kesilenler dahil on binlerce yaralı var. Her birinin kaybettiği yakınları, arkadaşları var. Çoğunun evi yıkıldı ya da ağır hasar gördü. Bütün eşyaları kayboldu. Paraları tükendi. Birçoğu ölümden şans eseri kurtuldu ve cesetlerin korkunç görüntülerine tanık oldu. Henüz ölenlerin yasını tutmuyorlar çünkü travma devam ediyor. Bazıları tüm bu acılar yüzünden hafızalarını ve akıl sağlıklarını kaybediyor… Gazze Şeridi’ndeki diğer bölgelerde yaptığı gibi İsrail ordusu, Refah'a kara harekâtından yaklaşık iki saat önce bir uyarı yayınlayacak… Kitlesel paniği hayal edin. Eşek arabaları ya da derme çatma el arabaları ve yemeklik yağla çalışan arabalarla taşınacak şanslı yaşlıları, hastaları, engellileri ve yaralıları düşünün… Savaş başladığından bu yana ordu, ‘güvenli’ olarak tanımladığı her yerde konutları, açık alanları ve araçları bombaladı… Bombalamalar Refah'ta da durmadı… İsrail, UAD'nin yüz binlerce ya da bir milyon Filistinlinin küçük bir toprak parçasına sıkıştırılmasını soykırımı önleyen uygun bir tedbir olarak değerlendireceğine inanıyor mu?”
Ölümden kaçan, kaçarken de kayıplar veren, şimdi yeniden ölüm yolculuğuna çıkarılan insanlar için güvenli koridor!
Netanyahu “Refah’a hiçbir koşulda girmememiz gerektiğini söyleyenler, aslında ‘savaşı kaybedin ve Hamas’ı orada tutun' diyorlar” diyor. Refah’ı cehenneme çevirmek de Netanyahu’ya aradığı zaferi getirmeyecek! “Soykırımcı” lekesi alın derisinin derinliklerine işlenecek.
Fehim Taştekin-Duvar
İslâm Devrimi Ve Düşündürdükleri
45 yıl önce İran coğrafyasında emperyalistlerin kuklası olan bir yönetim ve bu yönetimin başında Şah Muhammed Rıza isminde bir piyon vardı. Bu piyondan kurtulmak için İran halkı İmâm Humeynî'nin çağrısına "lebbeyk" diyerek kıyam etti. Sonunda tüfek ve silaha sarılmadan, terör ve anarşiye bulaşmadan milyonlarca halk kitlesi (sivil inisiyatif haklarını kullanarak) aylarca sürdürdüğü nümayiş ve protesto mitingleri sonucunda 11 Şubat 1979 tarihinde bi iznillah zafere ulaşmış oldu.
Aslında bu devrim yıllarca sürdürülen irşad ve tebliğ çalışmalarının bir sonucuydu. İrşad ve tebliğden kastımız, uzun yıllardan beri Şah rejiminin dejenerasyonuna maruz kalmış Müslüman halkın tekrar öz değerlerine yönelmesini sağlamak ve kuşanılacak tevhidî bilinçle halkın Şah rejiminin zalimane uygulamalarına karşı kin ve düşmanlığa tahrik edilmesi ameliyesiydi.
İmâm Humeynî'nin önderliğinde, İslâm hukuku ile mütenasip, adalet temeline dayalı yeni bir anayasal düzenin tesisi adına bu devrim gerçekleşmiş oldu.
Diğer Müslüman ülkeler için bu devrim bir "sürpriz" olmuştu. Açıkçası biz sadece Ehl-i Sünnet dünyasında bu tür çalışmaların olduğunu biliyorduk. Yanı başımızdaki İran'dan haberimiz yoktu. Zira biz sadece Ehl-i Sünnet dünyasında bu tür çalışmaların olduğunu biliyorduk. Pakistan'da Merhum Ebu'l Â'lâ Mevdudî'nin liderliğini yaptığı "Cemaat-i İslâmî" bu işin öncülüğünü yapıyordu. Türkiyeli Müslümanlar olarak başta "Tefhim'ul Kûr'ân" isimli tefsiri ve "Kûr'ân'da Dört Terim" olmak üzere Mevdudî'nin birçok eserinden faydalanmıştık. Öte yandan Mısır ve diğer birçok Arap ülkesinde irşad ve tebliğ çalışmalarında bulunan ve temellerini Şehid Hasan El-Benna'nın attığı "İhvan-ı Müslimin" örgütü ile gönül bağımız vardı. Şehid Hasan El-Benna'nın "İslâm'ın manifestosu" niteliğindeki beyanatlarını Türkiye gençleri olarak adeta ezbere biliyorduk. Yine Şehid Seyyid Kutub'un Fi-Zilâlî Kûr'ân tefsiri kütüphanelerimizin baş köşesini süslüyordu. "Yoldaki İşaretler" isimli eseri ise elimizden düşmezdi ve arkadaşlarımıza da okuturduk...
Diğer taraftan Cezayir'de liderliğini Abbas Medenî ve Ali Bel Hac'ın "Selamet Cephesi" diye bir parti faaliyet gösteriyordu. Gençler olarak onların faaliyetlerini heyecanla izlerdik. Aynı şekilde Tunus'ta Gannuşi'nin liderliğini yaptığı "Nahda Hareketi" vardı. Gannuşi bizim için adeta idol olmuştu. Onu da ilgi ile takip ediyorduk...
Türkiye’de ise, birçok cemaat ve tarikat olmakla birlikte İslâm'ın müesses nizam hâline gelmesi için Merhum Necmettin Erbakan'ın liderliğindeki "Milli Görüş" hareketi siyasî arenada etkin bir şekilde mücadele veriyordu. Şahsım adına ifade edecek olursam, Merhum Erbakan Hocamız 1969 yılında Odalar Birliği'nden ayrılıp 25 Ocak 1970 tarihinde Milli Nizam Partisi'ni kurduğu günden itibaren biz bu hareketin içerisindeydik. 33 yıllık Avrupa hayatımızda aynı şekilde Milli Görüş hareketi içerisinde çeşitli kademelerde hizmette bulunduk. Kısaca ifade edecek olursak biz Müslüman gençlik olarak İslâm'ın "devlet" aygıtına kavuşturulmasını bu hareketlerden bekliyorduk. Açıkçası Ehl-i Sünnet dünyası olarak beklentimiz bu minvâl üzereydi. Oysa hiç beklemediğimiz bir anda baktık ki, hemen yanı başımızdaki İran coğrafyasında İslâm adına bir devrim gerçekleşmiş oldu. Başta Prof. Dr. Hayrettin Karaman ve Prof. Dr. Süleyman Uludağ olmak üzere mezhep taassubu gütmeyen, ufku geniş ilahiyatçı hocalarımızdan bir grup İran'ı ziyaret edip, yeni kurulan bu İslâm nizamının ("anayasal düzen" ve "hukukun üstünlüğü" prensibi ile "velâyet-i fakih" ilkesi kapsamındaki) işleyiş şeklini yerinde araştırdılar. Türkiye’ye döndüklerinde ortak bir deklarasyon yayınlayarak İran İslâm Cumhuriyeti'nin "Şer'i" yasalara uygunluğunu kamuoyu ile paylaşmış oldular. Bu ortak deklarasyon o dönemde kamuoyumuzda müspet anlamda büyük yankı bulmuştu. (Tevhid Dergisi'nde bu metin arşiv olarak bulunmaktadır. İlgi duyanlar ulaşabilir.) Evet, birtakım ilahiyatçılarımız tarafında devrime müspet bakıldı ve takdirle karşılandı. Ancak mezhep taassubu güden birçok cemaat ve tarikat liderleri araştırma ihtiyacı hissetmeden devrime karşı düşmanca bir tavır takınarak ötekileştirici bir tutuma girdiler. İşi o raddeye vardıranlar oldu ki, Fethullah Gülen ve muadilleri "Rafizîlik" suçlamasıyla devrim liderlerini tekfir etmeye başladılar. Mezhebî farklılıklardan yola çıkarak müntesiplerine öylesine tezvirat ve iftira içerikli hikayeler anlattılar ki, kısa sürede iş mezhep düşmanlığı üzerinden İran ve İslâm Cumhuriyeti düşmanlığına evrilmiş oldu. "Yok efendim, onlar Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i eleştiriyorlarmış, yok efendim onlar Aişe validemize dil uzatıyorlarmış." Bu ve benzeri tezviratlarla müntesiplerine İslâm Cumhuriyeti'ne karşı kin ve düşmanlık aşısı yapmaya başladılar. Maatteessüf ki aradan 45 yıl geçmesine rağmen bugün de aynı klişe sözlerle tezvirat ve iftiralar yoğun bir şekilde devam etmektedir. Oysa İran İslâm Cumhuriyeti Anayasası'nda Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin değerlerine hakaret etmek kanunen yasak. Düşmanlık, meseleye vakıf olmamaktan ve cehaletten kaynaklanmaktadır. Bu durum aslında İslâm düşmanı küresel emperyalist güçlerin işine gelmektedir. Onların tek isteği Müslümanlar birleşmesin, İslâm Birliği tesis edilmesin! Buna en çok çanak tutan ise cemaat ve tarikat liderleri olmaktadır. Bu çirkin bariyer ve blokajlardan dolayıdır ki, ülkemizde İran İslâm Cumhuriyeti gereği gibi tanınmamış ve anlaşılmamıştır. Gölgeleme ve perdeleme çabaları bir taraftan, diğer taraftan iftira ve tezviratlar yoğun bir şekilde devam ediyor. Özellikle "Direniş Cephesi"nin alandaki kazanımları, ABD ve Siyonist çeteye vurulan darbeler bizzat mezhep taassubu güden cenah tarafından görmezden geliniyor/gölgeleniyor ve yok sayılıyor. "Direniş Cephesi"nin kendi müntesipleri nezdinde ve kamuoyu tarafından takdir edilmesi ve itibar kazanması istenmiyor. Rabbimiz buyuruyor ki, "Bile bile hakkı ketmetmeyin." (Bakara: 42)
Bütün bu tutum ve davranışlara rağmen bir de bunun üzerine işin içine Suriye meselesi girince bazıları için husumet ve düşmanlık ayyuka çıkmış oldu. Oysa Suriye meselesi Ehl-i Sünnet fıkhına göre tahlil edilse İran İslâm Cumhuriyeti'ne hak verilecektir. Ancak bazı cemaat liderleri Suriye meselesine IŞİD fıkhına göre baktığı için Müslüman ahalinin yaşadığı coğrafyada cinayet işlemeye ve kardeş katline cevaz veriyorlar. Suçsuz insanların öldürülmelerini meşru bir hak olarak görüyorlar. Oysa bütün mezheplerde fıkhî bir kural vardır: "Ahalisi Müslüman olan bir ülkede yönetimi değiştirmek için silahlı kalkışmada bulunulamaz. Çünkü asker, polis, memur ve emniyet güçleri Müslüman halkın evlâtlarıdır. Bunlara kurşun sıkılmaz. IŞİD ve muadillerinin Irak ve Suriye'de yaptığı bundan ibaret. Muvaffak olamayacakları bir işe giriştiler ve on binlerce, hatta yüzbinlerce insanın ölümüne sebebiyet verdiler. İslâm hukukuna göre bunun adına asla cihad diyemeyiz. Cihad müstevlilere karşı, dış düşmana karşı, yani işgalcilere karşı yapılır. Bakınız, beğenelim veya beğenmeyelim 22 Arap ülkesi içerisinde sadece Suriye Filistinli silahlı örgütlere kapısını açmış. Onlara her türlü faaliyet imkânı sunmuş bulunmaktadır. Başta Hamas ve İslâmî Cihad olmak üzere her birine ofisler açıp faaliyet imkânı sunmuş. Suriye yıllardan beri İran'dan gelen silahların Hizbullah ve Filistinli örgütlere ulaştırılmasında lojistik destek sağlamaktadır. Öte yandan, başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok Arap ülkesinde Hamas ve İslâmî Cihad gibi özgürlük savaşçısı örgütler terör listesine alınmış. Yüzlerce Hamas ve İslâmî Cihad üyesi genç Suudi zindanlarında çile çekiyor. Hâl böyle iken Suriye kötü, İran kötü, öyle mi? Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır böyle? Mezhep taassubu birilerinin kalplerini de gözlerini de vicdanlarını da kör etmiş. Onlar Allah Teâlâ'nın, "Birlik olun." çağrısına karşı kör ve sağırdırlar. Bu tutum Allah Teâlâ'nın zikrinden/buyruğundan yüz çevirmektir. "Benim zikrimizden yüz çevirenlere yeryüzünde istikrarsız bir geçim vardır. Onlar mahşer günü kör olarak haşrolacaklardır." (Tâ Hâ: 124) İslâm Devleti lokal anlamda da olsa bir nimettir. Onur ve izzet vesilesidir. Bölgesel de olsa ümmet için domino etkisi potansiyelini taşıyan bir nimettir. "Sizi her nimetten hesaba çekeceğim." (Tekâsür: 8)
Şunu bilmiş olalım ki, İslâm Devrimi sadece İran halkına değil, bütün dünya Müslümanlarına onur ve izzet kazandırdı. Hatırlayın, mazlum Filistin halkının elinde mukavemet adına sadece taş ve sapan vardı. Peki uzun yıllardan beri işgal altında bulunan Gazze 2005 yılında hangi imkân ve silahlarla Siyonist çeteye yenilgi tattırdı. Siyonist çete belirli aralıklarla Gazze'yi tekrar tekrar işgal girişiminde bulundu. Ama her seferinde "Direniş Cephesi"nin yılmak bilmeyen çelik bilekli mukavemeti ile karşılaştı. Bildiğiniz üzere, Siyonist çete en son 7 Ekim'de büyük bir saldırı ile mazlum Gazze halkına yönelik bir soykırım başlattı. Savaş hukukunu hiçe sayarak hastaneleri, okulları, mabedleri ve sığınma alanlarını canavarca vurmaya başladılar. Aradan 4 ay geçmesine rağmen Gazze'yi işgal edemediler. Bu süreçte Siyonist çeteye ait yüzlerce zırhlı araç ve tank Hamas, İslâmî Cihad ve diğer bileşenler tarafından imha edildi. Tekrar sormuş olalım, sahi Filistinli örgütlere silah ve füzeleri hangi ülke veriyor? İnsanda hiç mi insaf olmaz? İran'ın silah yardımı ve Suriye'nin lojistik desteği nasıl görmezden gelinir? Yine İran'ın eğitip donattığı Hizbullah 7 Ekim'den itibaren savaşa müdahil olup işgal altındaki Kuzey Filistin topraklarında düşmanın 10 km dolayında yerleşim birimlerini boşaltıp geri çekilmesini sağlamış ve Siyonist çete tarihinde ilk defa mülteci kampı kurmak zorunda kalmıştır. İran'ın katkılarıyla elde edilen bu başarı neden görmezden geliniyor? Bütün bunlar bi iznillah İslâm Devleti'nin bereketleridir. Biz dünya Müslümanları olarak bu devrimin kadrini kıymetini bilmeliyiz. Nankör olmamalıyız. Hiç kuşkusuz nankör olmak, küfran-ı nimettir. Hakkı ketmetmektir. Bu devrim bugünlere kolay gelmedi. Ne badirelerden geçti. Ne hengâmeler yaşadı ne tür entrikalara maruz kaldı? Bunları bilmek durumundayız. Büyük şeytan ABD 45 yıldan beri bu devrimi çökertmek için çabalıyor. Çeşit çeşit desiselerle içerideki münafıkları fonlayıp kışkırtıyor.
Bakınız biraz başa giderek hatırlayalım, 11 Şubat 1979 tarihinde devrimin gerçekleşmesiyle birlikte, başta ABD ve Siyonist çete olmak üzere İran coğrafyasında emperyalistlerin vantuzları da kesilmiş oldu. Buna tahammül edemeyen Amerika Batılı hempalarını da yanına alarak yeni kurulmuş İslâm Cumhuriyeti'ne ambargo uygulamaya başladı. İran halkı bu konuda birçok zorluk ve sıkıntılara maruz kaldı. (Ambargolar bugün de devam etmektedir.) Büyük şeytan ABD ambargo ile yetinmeyerek bu yeni kurulmuş İslâm Devleti'ni yıkmak için Saddam zalimini maşa olarak kullanıp İran'a savaş açtırdı. Bu tahmilî saldırı savaşı tam 8 yıl sürdü. Sonuçta ABD emeline ulaşamadı, fakat buna rağmen İran İslâm Cumhuriyeti'ne yönelik entrikalarından hiç vazgeçmedi. İçeriden münafıkları kullandı, yine amacına ulaşamadı. İran bu süreçte muharebe sanayisine ağırlık vererek her türlü konvansiyonel silahı ve uzun menzilli füzeleri askerî envanterine kazandırmayı başardı. İlerleyen süreç içerisinde İran İslâm Cumhuriyeti bölgesel güç hâline geldi. Filistin davası uğruna kurulmuş olan Devrim Muhafızları bünyesindeki "Kudüs Gücü" vasıtasıyla Suriye, Lübnan, Irak ve Yemen gibi ülke ve halklarıyla ilişkiler geliştirdi. Dayanışma ruhunu canlandırarak "Direniş Cephesi"ni oluşturdu. Afganistan ile her ne kadar mezhebi taassuplarından dolayı mesafeli olunsa da ABD'nin kovulmasında "Kudüs Gücü" etkin bir rol aldı. İslâm Cumhuriyeti mesulleri mezhep taassubu gütmeden ve geçmişte yapılan hataları husumet konusu yapmadan Afganistan'a yardım elini uzattı. Aynı şekilde bu yardım elini Saddam sonrası Irak'ta da görüyoruz. "Kudüs Gücü" komutanı General Kasım Süleymanî bizzat Iraklı General Mehdi Mühendisî ile işbirliği yaparak ABD işgaline karşı Irak topraklarında milis güçler oluşturdu. Bu güçler gerilla taktikleriyle ABD üs ve karargâhlarına darbe üzerine darbe vurup, eski Başkan Donald Trump'ın ifadesiyle binlerce ABD askerini itlaf ettiler. Büyük şeytan ABD, Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymanî'ye suikast yapmakla "Direniş Cephesi"ni akamete uğratacağını sandı. Fakat büyük bir yanılgıya maruz kaldı. İslâm ve insanlık düşmanı küresel güçlerin bütün engelleme çabalarına rağmen "Direniş Cephesi" 45 yıldan beri istikrarlı bir şekilde yoluna devam etmektedir. Üzücü olan husus ise İslâm Devleti'nin taassup ehli bazı dindar kesimler tarafından anlaşılmamış olmasıdır. İnsan hakikate kör olmamalıdır. Rabbimiz, Enbiya Sûresi'nin 92'nci ayetinde, "Sizin ümmettiniz bir tek ümmetir ben de sizin Rabbinizim o hâlde bana kulluk edin." diye buyurmaktadır. Fakat bir başka ayette belirtildiği üzere, "İnsanların çoğu haktan hoşlanmaz." (Zuhruf: 78) Kelime-i Tevhid lafzını söylemekle ve anlamını özümsemekle Müslüman olunuyor, öyle değil mi? Peki Tevhid kelimesi sadece Allah Teâlâ'yı birlemek midir, yoksa Allah Teâlâ'nın "bir" dediğini de mi birlemek durumundayız? Elbette Allah Teâlâ'nın "bir" dediğine biz de "bir" demek zorundayız. Zira akidemiz bunu zorunlu kılmaktadır. Şu hâlde Allah Teâlâ'nın "Bir tek ümmet" olarak bizi tanımlarken biz kalkar da bu ümmeti başka isimler altında ayrıştırıcı tanımlarda bulunursak Tevhid akidesini bozup Allah Teâlâ'ya şirk koşmuş olmaz mıyız? Bu nedenledir ki, hocaefendi diye neşvünema bulmuş bazı kişiler kalkıp bu ayetin hilâfına ümmeti değişik mezhep ve gruplar adına bölmeye kalkarsa en büyük nifak ehli olmaktadırlar. "Dikkat edin o aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın." (Fatır: 5) Ne yazık ki, bu nifak ehli taife bunun farkında değil. Evet, bu bozguncu ve nifak ehli zevat Merhum Erbakan Hocamız'dan da ders almadılar. Merhum Erbakan Hocamız iktidara gelip başbakan olduğunda "İslâm Birliği"ni tesis etmek adına oluşturmayı planladığı D-8 projesi için ilk ziyaretini İran'a yapmıştı. Çünkü o inanıyordu ki, mezhebî farklılık birlik olmaya mani değildir. O biliyordu ki birlik olmak imânî bir vecibedir. Erbakan bu ziyareti esnasında İslâm Cumhuriyeti’ne olan aidiyet duygularını şöyle dile getirmişti: "Biz Milli Görüş olarak Türkiye'de muhalefetteyiz İran'da ise iktidardayız." Anlayanlar için bu sözler büyük bir anlam ifade etmektedir.
Sayesinde "İslâm Devleti"ne kavuşulan bu devrimin nasıl bir azamete sahip olduğu bu sözlerle anlaşılmıştır sanırız. Vesselâm...
Hazım Koral
Kırkbeşinci Yıl...
Dün (11 şubat) ümmetin yüz akı İslam inkılabının 45. Yıl dönümünü idrak ettik. Başını İngilizlerin çektiği Batı sömürgeciliğinin zirveye ulaştığı, Türkü, Kürdü, Arabı, Farsı Şii’si, Sünni’si ile bütün Müslümanların esaret altına alındığı, zillete düşürüldüğü makûs talihini tersine döndüren inkılabın 45. Yılındayız. Şubat 1979’da ümmet coğrafyamızın hatırı sayılır bir parçası ağır bedeller ödeyerek esaret zincirlerini kırmış izzetin lezzetini tatmaya başlamıştır. Bu vesile ile inkılabın banisi İmam Humeyni’yi rahmetle ve minnetle anıyor, bu eşsiz inkılabı bizlere ikram eden rabbimize hamd ediyoruz.
Bu inkılap ile neden iftihar ettiğimiz her geçen gün çok daha iyi anlaşılıyor. Adeta 2. Çanakkale savaşını yaşadığımız Şairin: “Şu Boğaz/GAZZE Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi….Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde -gösterdiği vahşetle- "bu: bir Avrupalı!"….. Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...” dediği, dünyanın en canavarca katliamının yapıldığı bu günlerde ümmet adeta ikiye bölünmüş durumda. Katillere boyun eğenler hatta destek olanlar ile direnenler ve yaşadıkları acının bir benzerini katillere tattıranlar. Direniş cephesine ve hassaten cephenin lokomotifi hükmündeki Kudüs Gücüne bin selam!
Gazze direnişi, adeta gökyüzü ve yeraltının savaşı gibi. Gazze’nin semaları Müslümanların topraklarından havalanan, yakıtı ile uçan, vahşi Batı yapımı uçaklarla bombalanırken, Gazze’nin yer altı İnkılabın eğitip donattığı mücahitlerle dolu ve her gün onlarca katili cehenneme gönderiyor.
Bu öyle bir inkılap ki kendisini öldürmeye gelenler onda hayat buluyor. Kızılderililere karşı başlattığı soykırımı meslek haline getiren Amerika, önce inkılabı komşusu zalim Saddam eliyle boğmaya, akabinde acımasız ambargolarla soykırıma maruz bırakmaya çalıştı. Ancak Üstadın: "Gayr-i meşru tarik ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat." Dediği gibi şimdilerde Irak adım adım Amerikan tasallutundan kurtulup özgürlüğüne kavuşuyor. Her gün bu topraklardan büyük şeytan taşlanır gibi Amerika üsleri roket ve füze yağmuruna tutuluyor.
Hele bir Yemen var ki, aman Allahım!!! Her bir askeri Hendek ve Hayber’deki Haydar-ı Kerrar gibi cesaret abidesi. İşte dünyaya insanlık dersi veren bu ordu yine İslam Cumhuriyetinin eğitip donatması ile adeta destanlar yazıyor. Kimsenin yanından geçmeye cesaret edemediği Amerikan savaş gemilerini vuruyor. Gazze’yi ablukaya alan İsrail’e abluka uyguluyor.
Katil Siyonist’in arz-ı mev’ud safsatasıyla genişlemeye Lübnan’dan başlamak istemesi üzerine Hizbullah’ı kale gibi oraya dikerek onunla Beyrut’u, Şam’ı, Halep’i Urfa’yı ve diğer İslam beldelerini korumaya alan İnkılaba minnettarız.
İslam İnkılabının başta kendi toprakları olmak üzere komşu toprakları gücü nispetinde Amerikan istilasından kurtarması, sırtını Amerika’ya dayayan, gücünü ondan alan Amerikan beslemesi ırkçı ve mezhepçi taifeyi ziyadesi ile rahatsız etmiştir. Müstemleke toprakların kendilerine ait olduğu zehabı ile inkılabın özgürleştirme faaliyetlerini kendilerine dönük işgal gibi yansıtıyorlar. Oysa inkılabın yapmış olduğu şey sadece beldelerini Amerikan istilasından kurtarmaya çalışan hürriyet sevdalılarına destekten ibarettir. Asıl kavga her bir ülkenin özgürlük yanlısı antiemperyalist halkı ile işbirlikçi hainleri arasındadır. Amerika kendi işbirlikçilerinin yanında dururken İslam Cumhuriyeti de özgürlük âşıklarının yanında durmaktadır. Her iki taraf için de mesele din, ırk ve mezhep değil esaret ve hürriyet meselesidir.
Amerika’yı yeryüzünün maliki gibi görenler her bir toprak parçası özgürleştikçe özgürleşen toprakları ‘Amerika’nın inkılaba ikramı’ gibi algı oluşturuyorlar. Diyelim ki öyle! 45 yıl da Bağdat’ı Şam’ı Beyrut’u, Sana’yı İslam Cumhuriyetine ikram eden Amerika’dan yakında Tel Aviv’i ikram(!) etmesini bekliyor ve umuyoruz. O da 50. Yıl ikramı olsun inşallah.
Halkının kahir ekseriyetinin Müslüman olduğu her devlette İslam Hukukunun uygulanmasını istemek her bir Müslümanın hem hakkı hem de görevidir. Dünyanın neresinde olursa olsun İslam Hukukunun uygulandığı emperyalizme karşı dik duran dünyanın mazlumlarına yardım ve desteği vazife kabul eden devleti desteklemek de Müslümanlara vaciptir. Çünkü o devlet sadece o sınırlar içinde yaşayanların değil bütün ümmetindir.
Dünyada bir tek biricik olan İslam Cumhuriyetine yeni kardeşler ikram etmesini rabbimden diliyor, bu kıyamın yüzyıllar boyu sürmesini temenni ediyorum. (Emin Güneş - Hürseda Haber)